Eleştirmen şef garson mudur?
Bu soruyu Sarah Tornton sormuş.
“Sanatta piyasa mekanizmasını anlatan ‘Sanat Dünyasında Yedi Gün’ kitabının
yazarı (Türkçesi Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı) Sarah Thornton, manifesto
yayımlayarak sanat gazeteciliğini bıraktığını açıkladı. TAR Magazine’deki
yazısında neden bu kararı aldığını on maddede anlattı.”
Malumunuz, garsonlar peçete de servis ederler. Güzide Türkçe’mizde, belki
hiçbir dilde olmayan ve belki de hiçbir ülkede olmayan bir mesleği tanımlayan,
peçete ile ilgili bir iş vardır. Bilenler bilmeyenlere anlatsın.
Ha garson, ha o iş, ha küratör, ha eleştirmen.
Saptamalar:
Öyle adlandırılmış kültür-sanat piyasası, 500 yıldır bir market durumunda,
hem de bereketi bol bir market.
Yağlıboyanın icadından itibaren, hem de bu dönem koloniyalizmin zenginliği
ile birleşince, o zamanki plastik sanatlar, şimdilerde sergisel sanatlar, her
zaman büyük bir pazarın alanı oldu (şu an global olarak yılda on milyarlarca
dolar). Daha 500 yıl önce bile, 1 galerideki ortaama resim sayısı, şimdiki
galerilerin % 90’ınındakinden çok imiş. O zamandan kalan galeri resimlerinden
biliyoruz.
Yani, genelde arz talepten çok imiş. Kültür-sanat piyasasında, hatta epeyi
reel sektör alanında bu hep böyle idi ama ne kapitalistler, ne de sosyalistler nedense
bunu hiç ayırsayamamışlar.
Öyle olunca, araya celeplerin ve kabzımalların girmesi olağan: Hani, hani ‘benim
malım daha iyi’ kabilinden.
İşte eleştirmenler ve sonraki aşamalarında küratörler bu işe yarıyor,
pazarlamaya.
Sonuç?:
Avrupa’da da Türkiye’de de berbat sergiler ve bienaller.
Tamam, post-modernizm realizmi hiç mi hiç sevmyor, hatta onu görünce tüyleri
diken diken oluyor olabilir ama sonuçta dönüp dolaşıp da varılan biricik yer
yine orası. Pop-art’lar da, bir yere kadar yutturuluyor sonuçta.
Sonuç?:
Bugün en şeyselleşmiş koyu komprador burjuvaların hegemonyasındaki
sergilerde bile tepeden tırnağa realizm, hatta aşırı politize bir realizm.
Neden?:
Çünkü bu uyruklaştırılmış bir gerçekçilik onlara göre.
Eh, gerçek terbiye edilemez. Marjinal sanatçılar da öyle.
Skandalcılık safsatasını pas geçersek, bugün sanat tarihinde yeri olan tüm
sanatçılar, bir zamanlar günün eleştirmenlerinin ve küratörlerinin yok saydığı
eserlerdir.
Sonuçta, yazılan kitap da yok olmuyor, yapılan resim de, hem de 500 yıl
falan.
İsteyen feci şeyselleşmiş resim de yapar, eleştirmenlerin de istediği
tarafını över. Sonra da gider, tenha köşelerde istediğini yapar, kalıcı olanını
yani, kimse dövmez merak etmeyin.
Eleştirmenler ve küratörler de, Warhol’vari bir biçimde 15 dakikalığına
ünlü olur, 1 sergiliğine gündemde kalır. Sonra, geriye hiçbir eser bırakmadan
kaybolur gider.
Bu, işin ‘post-modernizmde sağ kalmanın slalom yolları’ tarafı. Yoksa, iyi
sanatçılar hala kaybedenler ve erken ölenler tarafında seyrediyorlar.
Kendi hesabıma, hem yazarım, hem de eleştirmenim. Eleştirmenlerden ve
editörlerden ne çektiğimi ben bilirim.
Çok editör ve eleştirmen de tanıdım, hem de hemen tüm sanat dallarında, hem
de bazılarını çok yakınen...
Doğrudur, Türkiye 3 darbede ve 3 liberalizmde savrulurken onlar da
savruldu. Doğrudur, hepsinin hayat gailesi ve bakacak çoluk çocuğu vardı ama bu
kadar da zırvalamaları gerekmiyordu.
Bugünkü Türkiye kültür-sanat çölünde eleştirmenlerin tuzu boldur. Yok
ettikleri nitelikli sanatçı sayısı ise yüzlercedir. Var ettikleri niteliksiz
sanatçı sayısı ise onlarcadır.
Peki, attıkları taş vurdukları kuşa değdi mi?
Köşeyi mi döndüler? Yoo.
Saygınlık mı kazandılar? Yoo.
Egolarını mı şişirdiler? Evet. Demek ki onlar için bu gereksinim Maslov
sırasında ilkte imiş.
Çıkış?:
Hala küçük kültür-sanat odakları
var ve ne olursa olsun sağ kalmayı beceriyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder