Önnot: Schoenberg’in böyle bir kompozisyonu olabilir, emin değilim, o eser
‘A Survivor from Warsaw’ da olabilir, ondan da emin değilim.
1974-2014 arasında, 40 yıl boyunca bir deli saçması, bıçak sırtı, amok
koşusu tutturdum.
Bir beyin olmak için yaşamımı oto-anarşistçe yıkarken, Türkiye’de 1.
Cumhuriyet, ölmeden önce son bakışta
aşklık bir epi-rönesans tutturup, yükselip çöktü; Dünya’da ise, 1960’larda
3. Dünya’nın ve 1968’lilerin yükselişi geldi, sonra kapitalizm bilmem kaçıncı kez
küllerinden yeniden doğdu, neo-globalist neo-liberalizm dalgası ile ortalık kan
ve ateşe boğuldu.
Şu an durdum, bakıyorum:
Ben kurtuldum ve Dünya toptan öldü. Tam da, ‘Mülksüzler’deki
Shevek gibiyim ama onun gibi tek başına kurtulmanın vicdan azabını duymuyorum,
çünkü kendini yeterince zekat keçisi yerine koyduktan sonra, kerizlikten
vazgeçmiş bir neo-entellektüelim artık.
Daha da berbatı, benim için bir gelecek yok ama intihar etmeyeceğim, öyle
bir yetim yok ve ayrıca Stephan Zweig kadar salak da değilim. Öylecene dururum,
o da bana yeter de artar bile...
Nasıl oldu da böyle oldu?
Çünkü en inanılmaz sürpriz atlara oynadım ve en inanılmaz sapa yollara
girdim ve en inanılmaz ayaz sularda yüzdüm ve ben haklıymışım: Tek-hiç yol buymuş, eğer o da bir yol
ise tabii ki...
Ancak, burada ve bu anda durup, sessizce saygı duruşum varken, o çöken
uygarlığın da, kulaklarımda çınlayan, inanılmaz estetik bir senfonisi var.
Bu, ne batan ilk uygarlık, ne de gelecek olan ilk rönesans / neo-uygarlık...
Aç parantez Bosch-Bruegel, kapa parantez Kafka-Fassbinder üzerinden öyle
bir kuadreliktik dikmeler dizisi almışım ki dosdoğru karşı kıyıyı bodoslamışım.
Ve kulaklarımda o eşsiz melodiler çınlıyor...
Kurtulmamın bir ve yalnızca bir nedeni var:
Asla ve kata bir evim olmadı ve asla ve kata bağlanmadım, yani asla ve kata
bir insan olmadım...
Bu açıdan bakınca ilk reel-uzaycıyım,
daha doğrusu bir arketipim / prototipim... Hem de başarısızından...
Bu açıdan biyografim-tarihçe griftliği tam da çakışıyor.
Tam da budur, denklemin henüz görülmemiş çözümünü uygulayışım.
Tam da budur, sorulmamış soruları soruşum...
Tam da budur, o senfoniyi ilk dinleyenin ben oluşum...
Gelelim kabaca konunun müzikalitesine:
Genel melodik akış, benim ilk kez ‘Zombi War’ filminin 2 yıl önceki
ön-fragmanında duyduğum tını üzerinden işliyor...
Genel müzikalite-kültüralite, kesinkes Piazzolla’nın ‘Pulsacion’
dizisindeki gibi, iniyor çıkıyor, çakıyor söküyor, acılar sökülmüş çiviler gibi gönlümüzde nakşolmuş kalıyor...
O çivilerin delikleri, tuhaf bir viskositedeki kültür tarafından
gelgitlerle doldurulup boşaltılıyor.
Eksilen yaşamlar, kendini hiçleyen / kendi harcanmış yaşamlar akıp
gidiyor...
Tuhaftır vurmalı çalgılar zayıf ama poliritmleri var ve bunun nasıl bir
müzikalite olduğunu bilmiyorum henüz... Belki de, yine ‘Zombi’deki gibi, yavaş
gelip giden bir poliritim olabilir bu pekala, çünkü tarihin 25-50-250 yıllık
döngüleri var bilinen ve bizim şu an yaşadığımız 1985-2000 (proto-11 Eylül
2001) için olan en küçük boyuttaki siklus...
Genellikle yerel-tümel ölçek-ölçüt üstüste çakışmaz. Ancak, Türkiye-Dünya
1960-2010 bir biçimde çakıştı... Hep birlikte çıktık, hep birlikte indik...
Dolayısıyla tek bir çalgı ile orkestranın senkronundan ziyade, tuhaf bir az
faz farklı, ekstradan boyutluluk işitsel artetkisi mevcut...
Tüm birleşik disiplinlerarası bilgim, çöken uygarlık senfonisini ancak
böyle tanımlayabiliyor henüz...
İnanın, ne yazdığımı ben de anlamadım... Metin kendini bana yazdırdı
işte...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder