Cumartesi, Mart 09, 2013

İnsanlar İnsancıklar: Hüseyin Kuzu Güzellemesi



Bir Türk senaristin otobiyografisi için nehir söyleşi...


Başlık kendini yazdırdı. Söyleşinin tamamını okuyunca, nedenini anlayabilirsiniz.

“O yıllarda çok fazla öğrenci öldürülüyordu. İki üç günde bir mutlaka bir cenaze olurdu. Tufan’la ikimiz bu cenazelerin çoğunu fotoğrafladık. Bu arşivi daha sonra çıkardığımız ‘Yeni Gündem’ dergisinde verince herkes çok şaşırmıştı. Dönemin yaşantısına uygun, her yerde kolayca sergilenebilecek bir format bile geliştirdik. Sergi bir klasöre sığıyordu. İstanbul’dan başlayan sergi kendiliğinden Anadolu’nun kent ve kasabalarına gidiyordu. Bir zaman sonra biz de izini kaybediyorduk ama duyuyorduk ki klasör yolculuğunu sürdürüyordu. Okuldaki hocamız Mehmet Bayhan, İFSAK’ın kurucularındandı ve bizim kulüple yakından ilgileniyordu. Oldukça da iyi fotoğraflar çekiyordum ama giderek daha çok sinemaya ilgilenmeye başlamıştım. Mehmet Bey beni son kez, ‘Önce iyi bir fotoğrafçı ol. Sonra sinemaya geç. Böyle yaparsan ilerde maddi olarak zorluk çekmezsin’ dedi. Onu dinlemedim ve zaman onu haklı çıkardı. Daha sonra onun dediğini yapmaya çalıştım ama artık çok geçti.”

Ne kadar çok öykücük içiçe...

O nedenle biz 1968’liler ve 1978’liler, özgürlüğü gerçekten yaşadık diyebiliyoruz ve o nedenle bizler çok gühankarız, bu özgürlüğü TC’den silip attırdığımız için...

Kendi hesabıma, zamanında verilen önerilere yaşamım boyunca  raslayamadım. (Raslasaydım, öğütlere uyar mıydım, ayrı konu.) Böylesi bir öneri, çok işime yarardı. Zamanında yani...

Bir Türk’ün bu denli geniş spektrumlu bir biçimde çokdisiplinli olması, hele 1980 öncesinde pek duyulan bir durum değil.

Yine de tuhafıma gidiyor. Böylesine yaratıcı bir kişi, kendini Yeşilçam batağına nasıl gömer diye...

“Bir gün Beşiktaş iskelesinde tesadüfen derginin ilk sayılarının birinin kapağında, Murat Belge’nin ‘12 Mart Romanı ve Sevgi Soysal’ üzerine bir başlığını görüp aldım. Edebiyatı yakından takip ediyordum. Eve gidip yazıyı okudum ve anlamadım. Kendi kendime anlamadığım için sinirlendim. Yazıyı birlikte kaldığım arkadaşım Salih’in önüne koyup, ‘Şu yazıyı bir okusana. Allahaşkına ben neden bu yazıyı anlamadım’ dedim. Okudu ve ‘Tarihten bahsediyor!’ dedi. ‘O kadarını ben de anladım ama neden bu yazı aklımda kalmıyor’ dediğimde, “Çünkü soyut ve teorik” dedi. Dolayısıyla soyutlama yapmayı bilmediğimi fark ettim.”

İşte yanıt bu: Türkler’in soyutla imtihanı (tam Ulus Baker deyimi gibi oldu). Tabii, o soyut Yeşilçam’da ne arayabilir, oldukça absürd bir konu olarak kalmakta... (Yine de, Çetin Altan’ın ‘Mor Defter’ini, her nasıl olduysa aynı zamanlarda Yılmaz Güney filme çekmiş olabilmekte...)

“O zamanlar hep ‘entelektüellik’le suçlanırdık ama özellikle bilen bilir ki ‘iç savaş’ tezi yüzünden, hep somut alanda vardık. Çoğu kişi bize, ‘Birikimci’ demek ister, biz ise bunu ret ederdik. Ama biri gelip de, ‘Ben Birikimci’yim’ derse, o zaman da anlardık ki o arkadaş bizden değildi!”

Birikimcilikle suçlananlardan biri olarak, durumu tümüyle anlıyorum, duyumsuyorum da...

Artı yine, ne denli çok öykücük içiçe... İşte bu bizim hikayemiz ama öyle saf ve öyle temiz falan değil...

Absürdün absürdlenmesi tam alaturka bir anekdot...

“Yani, yazıp çekilecek ve film haftasına gösterime yetişecek… Olacak iş değil… On parmak yazan birisi zaten yazılı bir senaryoyu on günde zor temize çekebilir.”

Tüm Yeşilçam söyleşilerinde, orada işlerin nasıl rasgele yürüdüğü anlatılır. Tam kara düzen yani. Yeşilçam’ın rengini veren belki budur ama sınırı da çizen budur. Bu denli yaratıcı olan, metin konumuz öznenin de sınırını bu işler çizmiş. Ilık sularda yitip gitmiş.

Dipnot: Güzeleme dizisinde yazılanlar, daha çok çirkinleme gibi görünse de, metin içinde sözü edilen soyutlama düzeyini birkaç derece ileri alırsak, bunların güzelleme olması öne çıkar: Kendi limitlerini kendi kafasına kendi çakan küçük insanlar, yani küçük insanlar dizisi, ancak bu kadar güzelleme alır ama ondan sonra da Türk sineması ve/ya Türk sanatı falan tanımlı olamaz...

Hiç yorum yok: