Bir Türk senaristin otobiyografisi için nehir söyleşi...
Başlık kendini yazdırdı. Söyleşinin tamamını okuyunca, nedenini
anlayabilirsiniz.
“O yıllarda çok fazla öğrenci öldürülüyordu. İki üç günde bir mutlaka bir
cenaze olurdu. Tufan’la ikimiz bu cenazelerin çoğunu fotoğrafladık. Bu arşivi
daha sonra çıkardığımız ‘Yeni Gündem’ dergisinde verince herkes çok şaşırmıştı.
Dönemin yaşantısına uygun, her yerde kolayca sergilenebilecek bir format bile
geliştirdik. Sergi bir klasöre sığıyordu. İstanbul’dan başlayan sergi
kendiliğinden Anadolu’nun kent ve kasabalarına gidiyordu. Bir zaman sonra biz
de izini kaybediyorduk ama duyuyorduk ki klasör yolculuğunu sürdürüyordu.
Okuldaki hocamız Mehmet Bayhan, İFSAK’ın kurucularındandı ve bizim kulüple
yakından ilgileniyordu. Oldukça da iyi fotoğraflar çekiyordum ama giderek daha
çok sinemaya ilgilenmeye başlamıştım. Mehmet Bey beni son kez, ‘Önce iyi bir
fotoğrafçı ol. Sonra sinemaya geç. Böyle yaparsan ilerde maddi olarak zorluk
çekmezsin’ dedi. Onu dinlemedim ve zaman onu haklı çıkardı. Daha sonra onun dediğini
yapmaya çalıştım ama artık çok geçti.”
Ne kadar çok öykücük içiçe...
O nedenle biz 1968’liler ve 1978’liler, özgürlüğü gerçekten yaşadık diyebiliyoruz
ve o nedenle bizler çok gühankarız, bu özgürlüğü TC’den silip attırdığımız
için...
Kendi hesabıma, zamanında verilen önerilere yaşamım boyunca raslayamadım. (Raslasaydım, öğütlere uyar
mıydım, ayrı konu.) Böylesi bir öneri, çok işime yarardı. Zamanında yani...
Bir Türk’ün bu denli geniş spektrumlu bir biçimde çokdisiplinli olması,
hele 1980 öncesinde pek duyulan bir durum değil.
Yine de tuhafıma gidiyor. Böylesine yaratıcı bir kişi, kendini Yeşilçam
batağına nasıl gömer diye...
“Bir gün Beşiktaş iskelesinde tesadüfen derginin ilk sayılarının birinin
kapağında, Murat Belge’nin ‘12 Mart Romanı ve Sevgi Soysal’ üzerine bir
başlığını görüp aldım. Edebiyatı yakından takip ediyordum. Eve gidip yazıyı
okudum ve anlamadım. Kendi kendime anlamadığım için sinirlendim. Yazıyı
birlikte kaldığım arkadaşım Salih’in önüne koyup, ‘Şu yazıyı bir okusana.
Allahaşkına ben neden bu yazıyı anlamadım’ dedim. Okudu ve ‘Tarihten
bahsediyor!’ dedi. ‘O kadarını ben de anladım ama neden bu yazı aklımda
kalmıyor’ dediğimde, “Çünkü soyut ve teorik” dedi. Dolayısıyla soyutlama
yapmayı bilmediğimi fark ettim.”
İşte yanıt bu: Türkler’in soyutla
imtihanı (tam Ulus Baker deyimi gibi oldu). Tabii, o soyut Yeşilçam’da ne
arayabilir, oldukça absürd bir konu olarak kalmakta... (Yine de, Çetin Altan’ın
‘Mor Defter’ini, her nasıl olduysa aynı zamanlarda Yılmaz Güney filme çekmiş
olabilmekte...)
“O zamanlar hep ‘entelektüellik’le suçlanırdık ama özellikle bilen bilir ki
‘iç savaş’ tezi yüzünden, hep somut alanda vardık. Çoğu kişi bize, ‘Birikimci’
demek ister, biz ise bunu ret ederdik. Ama biri gelip de, ‘Ben Birikimci’yim’
derse, o zaman da anlardık ki o arkadaş bizden değildi!”
Birikimcilikle suçlananlardan biri olarak, durumu tümüyle anlıyorum,
duyumsuyorum da...
Artı yine, ne denli çok öykücük içiçe... İşte bu bizim hikayemiz ama öyle
saf ve öyle temiz falan değil...
Absürdün absürdlenmesi tam alaturka bir anekdot...
“Yani, yazıp çekilecek ve film haftasına gösterime yetişecek… Olacak iş
değil… On parmak yazan birisi zaten yazılı bir senaryoyu on günde zor temize
çekebilir.”
Tüm Yeşilçam söyleşilerinde, orada işlerin nasıl rasgele yürüdüğü
anlatılır. Tam kara düzen yani. Yeşilçam’ın rengini veren belki budur ama
sınırı da çizen budur. Bu denli yaratıcı olan, metin konumuz öznenin de
sınırını bu işler çizmiş. Ilık sularda yitip gitmiş.
Dipnot: Güzeleme dizisinde yazılanlar, daha çok çirkinleme gibi görünse de,
metin içinde sözü edilen soyutlama düzeyini birkaç derece ileri alırsak,
bunların güzelleme olması öne çıkar: Kendi
limitlerini kendi kafasına kendi çakan küçük insanlar, yani küçük insanlar
dizisi, ancak bu kadar güzelleme alır ama ondan sonra da Türk sineması ve/ya
Türk sanatı falan tanımlı olamaz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder