Cuma, Temmuz 31, 2015

TC'nin Melokomik Makus Talihi



Sodom-Gomor noktasını 17 Aralık 2013’te geçtik.
İrdelemelerimiz, sonraki 1,5 yıl için zaten yeterince çok mevcut.
Bu da, son yorumumuz olsun bari:
Yıllar önce, Dünya’nın en çok okunan bilim dergisi Scientific American’da müstakbel atom bombası sahibi ülkeler listesi vardı.
Bu listede; bugün İran, Pakistan ve İsrail’in atom bombasına sahip olduğu doğrulandı.
Brezilya ve Türkiye’ninki henüz doğrulanmadı. Ancak, eli kulağındadır. Seyreltilmiş uranyumlu silahımız bol. İncirlik Üssü desen, 19 atom bombası dolu.
TC’nin yolu, öyel ahım şahım değil de, dandik bir bombadan geçiyor. İran’daki 30 bin santrifüjden nasiplenmek ve elimizdeki illegal nükleer maddelerle, karınca kararınca ve hava kararınca bir şeyler yapmak, en kolay yol gibi.
1993’te Sivas’ta engizitörler diri diri insan yakarlarken, o zamanlar başbakan yardımcısı ve aslen fizik bilgini olan Erdal İnönü’ye  o sırada ne yaptığı sorulduğunda, Çekmece’de önemli bir deneyle meşgul olduğunu söylemişti. Çekmece denilen yer, ÇAEK mekanıdır.
Şerh:
Zaten bu deney, yan etki olarak, İnönü’nün konuya karşıki sesini ve konudan haberdarlığını kesmek için de, o zaman denk getirilmiş olmalı.
O deneyin ne olduğunu tahmin etmek kolay.
Ancak, bizim ülkemizin teröristi olsun, polisi olsun, bol miktarda beceriksizlerle doludur.
En az 2 terörist, bombayı patlatacağım derken, kendini hava uçurdu.
En az 1 kez, İstanbul Gayrettepe’de bomba imha uzmanları, bombayı etkisiz duruma getireceğim derken, tüm bir katı havaya uçurdu. Ne cam çerçeve, ne de eşya kaldı, dümdüz oldu her yer, çünkü üstüne bir de, televizyonda gösterdiler yaptıklarını.
Bizcesi TC’nin melokomik 2 makus talihi hikayesi böyle bir şeyler olabilir:
Bir:
Henry Fonda’nın filminden hareketle, biri İstanbul’da, biri Diyarbakır’da patlayan 2 atom bombası. Bunun için en yakın aday, İran kökenli IŞİD eylemi. Önce Diyarbakır, sonra İstanbul sırası, dram efektli olur.
İki:
TC, kendi topraklarında ama isteyerek değil de, kazayla atom bombası patlatan ilk ülke olarak tarihe geçer. TBMM araştırma komisyonu, inceleyeceği bombayı kurcalarken, Ankara’yı haritadan siler.
İronik yazdım ama durumumuz gerçekten böyle şu an...
Dipnot:

Resim ironiyle, benim o zamanki son anlarımı gösteriyor.

Tarım Havzası İç Denizi Doğrulandı



Bir haber:
“Doğu Türkistan'daki Tarim Havzası'nın (Tarim Basin) tabanında Çinli bilim insanları tarafından devasa bir tuzlu su kütlesi keşfedildi. South China Morning Post gazetesinin haberine göre, söz konusu su kütlesi hacminin ABD -Kanada sınırında bulunan Büyük Göller'den beş kat daha fazla. Keşfedilen 'saklı denizin' hacmi 200 bin kilometreküp, yani Hazar Denizi'nin üç katı olabilir.”
Bu konuyla ilintili 3 metnimizde konuyu irdelemiştik.
Bu kez ise, epistemik eleştiri açısından irdeleyeceğiz.
O metinleri yazdıktan sonra, konunun Türkçe’sinin de 1980 (Karacan) basımı olarak var olduğu, asıl ingilizce olan, ‘Time’ tarih atlasında konudan bahsedildiğini gördük. Orada var olması demek, bilginin kabaca 1930’lar momentli olması demek.
Yani, uydu bilgileri döneminden önceki bilgi momenti demek.
Yani, bir tahmin demek.
Benimkisi ise, 2011 tarihli ve Google Earth’e bakınca gördüğüm bir gerçek idi.
Sorun şu ki o haritayı 1 milyar kişiden fazlası gördü. İnternette bu bilgi, bu habere dek yoktu.
Dolayısıyla bilginin kazanımı, oldukça ironik bir biçimde, 80 yılda ve 10 ülkede şöyle bir izlek çizmiş oldu:
Önce bilgi tahminen bulundu ama nedense genel / resmi konsensus, onu benimsemedi ve sonra bir ara unutuldu.
Sonra bendeniz, gayet sivri bir biçimde ve her zamanki gibi, bir artı-değer, farklı, yeni, kabul edilmesi zor bilgi sundum NEK olarak.
Son 4 yılda, o da kabul edilmedi.
Ancak, 1990 gayrıresmi ve matbu, 2003 artı resmi ve sanal kayıtlı / kanıtlı olarak poliyalektik kavramını tanımladım.
Bunu, kuadralektiği 1983 gibi icat edip, 2010-2013 gibi, resmi-sanal ortama geçiren Marten Kuilman’ın sayfasında, poliyalektik mucidi olarak kabullüyüm (Felemenkçe olarak):
Ancak, orada başka epistemik momentler de gördüm Temmuz 2015’te.
Epeyi çeşit kuadralektik daha var, kimi o adla aynen, kimi içerik olarak öyle olarak ama adca başka olarak. Zihin felsefesinde zihin kategorisinin mantıksal tanımı için, göstergebilimde, vd gibi, inanılkmaz meta-meta-epistemik alanlarda kullanımları var.
Hepsinin benle ve beynimle kesişen ortak bir bir minimumu var:
Herkes ayaz sularda ve sapa yollarda kendi epistemik jargonunu kurmuş ve bunları alaşımlamak ve birbirine çevrimek zaman alacak.
İşte tam da bu, bu Türkler’in kadim iç denizi için de geçerli:
Kabülü epeyi zaman alacak. Farklı disiplinlerde umulmadık dalgalanmalar yaratacak.
Şimdi çıkış babında, dönelim olayın epistemik özüne:
O iç deniz tuzlu, çünkü Hint Okyanusu’nun (veya o zamanki bibiçimiyle Tetis Okyanusu’nun), Hindistan altkıtası bir ada olarak, taa Güney Kutbu’ndan Asya’ya gelip toslarken, denizden yalıtıldı.
Tıpkı, Lut Gölü  / Ölü Deniz gibi, bizim Tuz Gölü’müz gibi, ABD’nin Büyük Tuz Gölü’sü gibi...
Denizin yüzeyden yeraltına inmesine gelince:
Derinlerde bir yer, tuzlu su nedeniyle boşalmış ve sonradan çökmüş olsa gerek, çünkü orası yeraltı jeolojik etkinliklerin olduğu bir bölge. Yakındaki Sıcak Göl (Issık Göl), hava eksi 60 derece iken bile kışları donmuyor hiç.
Ve son-bam teli konu:
Türkler’in bu gölün hangi kıyısında yaşadığını bilmiyoruz.
Bu gölün, son Buzul Çağı döneminde tümüyle buzullarla çevrili olduğunu biliyoruz ama oralardaki buzların erime düzeni henüz belli deği. Ayrıca denizin kuruma düzeni de, yakın bir zamanda kayıtlanır ama şu an belli değil.
Bunu şunun için söyledik:
Türkler’in o iç denizin batı kıyısında olmaması daha mantıklı, çünkü oralar İndo-Avrupa dilli ve o bölge, 3 makro Avrasya dil ailesinin (İndo-Avrupa, Türkik, Çinsel) kavşak noktası. Çıkış (ortak dil-atasal olarak) noktası bile olabilir. Çünkü Denisova Mağarası da o bölgeye yakın ve buzul dönemlerinde insanlar beleş mağara bulunca, içine muhakkak yerleşirler ve artı orası da alternatif bir kültürel odak ve hala tam çalışılmadı. Çünkü orası, Rusya-Çin-Hindistan gibi, birbiriyle hala sınır muhalefeti yaşayan 3 ülke arasında.
Bizi burada ilgilendiren şu:
Bu bilgiyi ne sağ, ne de sol cenah buldu. Onunla ilgilenmedi de.
Daha ironiği, konuyu 2 yıldır tartıştığım Türk bir arkeolog / akademisyen, beni ciddiye bile almamayı yeğledi. Çünkü, sonuçta o bir akademisyen ve bir şeye inanması için, resmi konsensustan onaylı bir dergide görmesi gerekir.
Bu konuyu ilk bulan ben değilim. Bu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, insanların gerçek bilgiyi hangi koşullarda olursa olsun dinlememesi, inkarı, ayırsayamaması ve algılayaması...

İşte bu, tam da bir Yeni Orta Çağ kanıtı olmakta.


'Hire' Nasıl İşledi?



Bu proje, 2001-2002 arasında, BMW Films tarafından, bir reklam filmleri dizisi olarak tasarlandı, kısa filmler olarak 8 yönetmene çektirildi ve sonuçlar yalnızca internette yayınlandı. (Hepsi de Youtube’da var.)
Bu, o zaman için göreli olarak yeni bir bakış açısı ve uygulama oldu.
Peki bu proje nasıl işledi?
Öncelikle, sonuç 1 uzun  / kurmaca film kadar oldu.
Ancak, maliyeti, onun ortalama maliyeti olacak 100 milyon dolar yerine, belki üçte birine mal olmuştur. Çünkü, tüm konular kapalı mekanlarda ve aynı arabayla geçiyordu.
Ayrıca, dağıtım ve reklam türü maliyetler de sıfırlandı.
Tersinden bakın:
80 dakika, 240 reklam filmi yapar. Bu kadar farklı reklam filmi, kaça mal olurdu ve kaç izleyiciye ulaşırdı? Bu ise, 300 biner ortalamadan 3 milyon kişiye ulaşmış görünüyor son 5 yılda. (Youtube’da o kadar süredir var görünüyorlar.)
Şerh 1:
Yönetmeni sevenler çok farklı olduğu için, her parça 100-500 bin arasında izleyici olmuş.
Oysa, yönetmenlerin hepsi sanat filmi yönetmeni idi ve belirli izleyicileri vardı, hem de A1 kadar yüksek reklam izleyicisi diliminden ve güvenceli olarak.
Youtube’da yayıncı, izleyicisi sayısına bağlı oranda para kazanır. Bunlar için de böyle olmuş olabilir. Ya da, buna gereksinim duymamış olabilirler.
Yani, prodüktör şirket amacına ulaşmış oluyor.
Yönetmenlere gelince:
Bu filmleri yapmak için birinci koşul, istediğini yapmak oluyor ve şirketler de buna izin veriyor.
Şerh 2:
İşte bu yaklaşım tarzı, HBO deneysel / avangard dizilerine ve yönetmenler kapı ve yol açtı. Aslında, birbirlerini çift taraflı etkilediler, diyebiliriz pekala.
En önemlisi şu:
Yaratıcılık bambaşka mecralar kazanıyor. Deneysellik ve öncülük aşkınlaşıyor.
Sinema da burada kazandı ve kazanıyor ama olay duraladığı için, gelecekte pek kazanamayacak gibi görünüyor. Bu tür projeler, artık ortalıklarda görünmüyor.
Dipnot 1:
Bu dizide Clive Owen hep sürücü idi ama o sonradan başka rollerde ünlü olurken, yine onun gibi İngiltere kökenli olan Jason Statham, ‘Transporter 1-2-3’ dizisi ile bu konuda (her daim sürücü olarak) kariyer yaptı ve ünlü oldu. (Ki dizinin dördüncüsü de bu yıl çekildi ama başka oyuncuyla. Bu arada Statham, zirveden inişe de geçti artık.)
Dipnot 2.

Yani, bu örnekten görüleceği üzere, 1 akıllı bir kuyuya taş açtığı zaman, sanatta, bilimde düşünde, onlarca yol açılıyor ve arkadan gelenler ferah feza o yoldan yürüyorlar.

Perşembe, Temmuz 30, 2015

Demokrasi, Rasyonelite, Kültür, İnsan



Ön açılım:
Bu türden yoğun-kısa-öz alıntılar ve onların üzerine yazdığım metinler, onyıllardır, önce tepkiyle ve inkarla, sonra merakla, sonra az da olsa, beyinsel sindirmeyle karşılanıyor. Psike Art, özgün bir düşünce çizgisindeki bir süreli yayın: Matbu bir ürünaslında. Ancak son zamanlarda bir biçimde, sanal ortamda da, sosyal medyada da, bu türden paylaşımlarda bulunmaya başladılar. Farklı ve yeni bazı düşüncelerle karşılaşmak isteyenler, o kanala yönelebilirler. Ancak baştan şerh: Şu andaki halihazırdaki global gündemin kabaca 5 yıl gerisindeler. Çünkü Wikipedia türü oluşumlar, anı anına paradimatik sıçramalar yaratıyor, yaratttı ve orta vadeli bir süre daha yaratacak. Onlarsa, bir adım geriden, düşünce bataklığına girmeden, emin sularda kalıp, ayaz sulara ve sapa yollara girmemeyi yeğliyorlar, sonuçta ‘shrink’ taifesi hepsi.
+
Alıntı:
"İnsanlar bir kurt sürüsü ya da şempanze grubundan pek de farklı olmayan bir şekilde liderlerini seçiyor aslında. Demokrasi kuramının, bütünüyle insanın rasyonel olduğu ve siyasi karar verebileceği varsayımına dayandığını düşünecek olursak, endişe verici değil mi?"
İlker Küçükparlak, Psikeart, Facebook.
+
Yorumum:
Demokrasi, insanın bütünüyle rasyonel olduğu veri tabanına dayanmaz; demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetebilecek durumda olduklarını varsayar. Kurtlar da liderlerini seçiyor ve bu bir gerçek seçimdir ki oldukça rasyoneldir ama burada gereken rasyonellik değil, sürünün sürmesidir ve sağ kalmasıdır ki o da olur zaten. Devlet, tarih denilen ve Dünya Sistemi dönemindeki, 5 milenyumluk insan türü, köleler varken, Antik Yunan'da demokrasi kavramını icat etmiştir ki bu da aşırı irrasyonel bir durumdur. Yani, insanla ilgili tüm kuramlar, başta ahlak, siyaset, din ve hukuk olmak üzere, psikoloji dahil, burada görüldüğü gibi, muğlak tanımlara dayandırılır. Tanımlar açıkseçikleş(tiril)ince, içleri boşalır ve insan türü, ancak o zaman gerçekten düşünmeye başlar (1). Demokrasi veya toplum, insanın düşünmesini istemez, sürmesini ve sağ kalmasını ister. Yani, insanın biyolojisiyle kültürü çelişir (2) ve bu uzun süredir bilinen bir gerçektir. That is the question: Homo Sapiens misiniz, Homo Socius mu? Bu arada, Homo Posterus, yani insan sonrası tür de çoktan tanımlı, en azından 1945 atom bombalarından beridir. Argümantasyonu, meta-hümana kaydırın ki rasyonel olabilesiniz, yoksa böyle, beyince-dingildek (3) kalırsınız.
+
Ek dipnotlar:
(1)
Geçiş veya çöküş dönemlerinde veya sorgulaycı birileri sayesinde yaşanan paragifma kaymalarında, bu türden zihin bulanıklıkları çok oluşur. İskender’in hemen ertesinde momentte çöken Antik Yunan’daki hedonizm, skeptizm, kinizm, agnostizm, hep bunların örnekleridir. Yani insanlar, o dönemlerde savrulur giderler, yaşam olarak, zihin olarak, kültür olarak. Sonra da, geriye ölü kültürler bırakırlar ve biz de ‘Çöküş’ kitabındaki gibi, onların kültürolojik patolojisini çalışır, var olan kültürler için dersler çıkarmaya çabalarız.
+
(2)
Homo Geneticus, en az son 100 yıldır, giderek Homo Culturus oldu. Çünkü artık dış bellek olan kültür, genetikten üssel-ötesi çoklukta insansal içerik (humanic context) taşır, biriktirir, derler, dönüştürür, saklar ve aktarır oldu.
+
(3)

Aslına bakılırsa, bu beyin dingildekliği, insan türünün henüz aşamadığı bir moment. Çünkü, son 10 (yazıyla on) bin yıldaki 100 (yüz) milyar insanın yalnızca milyonda biri, yani hepi topu 100 (yüz) bin kişi, kültürsel artı-değer olan (bilimsel, sanatsal, düşünsel, (İrlandalı patates pratik botanikçisi) Jethro Tull’sal, vd’sel) bir şeyler yarattı. O da, yaşamlarının binde veya yüzde biri içinde yalnızca. Geri kalan herşey, kültür dahil, beyin dingildekliğinden ibarettir.

Çarşamba, Temmuz 29, 2015

Halk Savaşa Karşı mı?

Bu sorunun yanıtlarını değişik bakış açılarıyla ve değişik demografik gruplar için bulmaya ve irdelemeye çabalayalım.
Öncelikle, halk yok bu konuda. Halklar var ve TC’deki 100 halk, savaşa karşı kendi içinde ‘evet, hayır, belki, bilmiyorum’ açılımındaki yanıtların hepsini verebilir. Yani etnik köken, savaş için kültürel bir parametre olmamış bizde pek.
Halkların Hitler’i seçimle başa getirdiği düşünüldüğünde ve 1. Dünya Savaşı’nda alman sosyal demokratlarının paşa paşa savaşa gittiğine bakılırsa, halkın aşağıdaki veya yukarıdaki bölümlerinin de bu konuda farklı farklı davranmadığını görüyoruz demektir.
Devamında:
Lgbti grubu gibi marjinallerin ve onun altkümelerinin bile, politik ve savaşsal konularda pekala bir uçtan bir uca değişen yanıtlar, tutumlar ve davranışlar içinde olduğunu da bizzat gözledim.
Zaten:
Halk savaşmaz. Erkek, 20 yaşında erler savaşır. Halkı terör etkiler ama savaş pek etkilemez. Bu kezki savaş, teröre karşı yapılıyor gösterildiğinden dolayı, bunu imlemek gereğini duyduk.
Savaş çıkalı 1 haftayı geçti. Ondan sonraki anketlerde AKP’nin oyları hala % 40 civarında görünüyor. Bununla da, MHP’yi de katarsak, hala halkın yarısından çoğunun hala savaşa karşı olmadığını görüyoruz demektir.
Peki, tersinden bakalım o zaman:
Halk savaşı neden ister?
Çünkü:
Savaşın sonuçlarını bilmez. Halk, yaptığı hemen hiçbirşeyin sonucunu düşünmez ve bilmek istemez. Sorumluluğunu da almaz. O nedenle devlete ve hükümete yaslanır. Onun için oy vermek, bunun içindir.
TC’nin halkının rahat bir tarafına battı. Hem de feci battı.
TC halkı savaş unuttu. Hem de çok unuttu. Savaş görmüş bir kuşak şu an yok.
32 yıllık liberalizmden sonra halk, artık sınıf atlama hayalinin bittiğini gördü gibi.
Örnekleme:
1982’de Sirkeci-Halkalı banliyö treninde bir evsiz görmüştüm. Şöyle diyordu sesli olarak:
“Savaş çıksın. Ölen ölsün. Sağ kalanlar doyar o zaman.”
(“Doyayım” dememişti, o kesin.)
Bunu şöyle diyelim şimdi için:
“Savaş çıksın. Ölen ölsün. Ben sağ kalayım. Yeniden sınıf atlayabilirim o zaman.”
Devam:
Kapitalizm, hemen her dominant hegemoni gibi, varlığını savaşa dayandırır ve savaşla sürdürür. Savaşla da bitirir, o ayrı konu. (Ancak bu, kapitalizmin sonunu şu an geldiği anlamına gelmez.)
Çünkü:
Savaşlarda işsizlik negatiftir. İnsanlar bedavaya, hatta ‘vatan millet Sakarya’ için, üste para vererek çalışırlar ama bunu barışta yapmazlar. Yani savaş, artı-sömürü için gayet uygun bir araçtır.
Daha devam:
Tayyip gitmek istemiyor. Seçimden önce de bu olasılık vardı ama en düşük olasılıkla. Zaten HDP = % 13 de epeyi düşük bir olasılıktı. Şimdi olasılık bitti, gerçek var ortada. Gayet de, pragmatik ve oportunist bir gerçek.
Ne olur peki?
1983-2013 arasındaki 100 bin ölü gibi olur. Belki 5 senede olur bu kez.
Sınırlar fiilen silinir.
Her tür kriminalite, sivilsel ve devletsel olarak kronikleşir. Aslına bakılırsa da, çoktan kronikleşti bile.
Para bu tür ticaretten edinilir. Harp zenginleri bolarır.
Çok göçmen olur. TC’nin nitelikli nüfusunun önemli bir bölümü, özellikle gençler ülkeden kaçar.
Turizm fiilen sıfırlanır.
Üretim artar.
Nüfus az azalır.
TC’nin 10 milyon emeklisi ve 20 milyon vasıfsız-altı genci pek azalmaz.
TC emperyalist olmayı bu kez öğrenir. Aslına bakılırsa, öğrendi bile. AKP’nin görünürdeki ters köşeye yatırışı ama aslında göstere göstere savaşı herkese sokuşu, bunun dolaylı göstergesi bizcesi.
İran dışında bölgede TC’ye el ense çekecek kimse yok. Dominant abi oluruz.
TSK savaşmayı yeniden öğrenir.
TC, 10 (yazıyla on) yıl daha yitirir.
Sonrası reform, çakma bir sosyal demokrat iktidar, vd, vb...

2023’e belki 2. Cumhuriyet ile gireriz, belki giremeyiz, 2028’e kalır o iş ve çok geç olur. 2029 Krizi, 2015’te bile ayan beyan ortada çünkü.

Salı, Temmuz 28, 2015

TC Suriyeli Göçmenleri Sürüyor



Zamanında, Kürtler’i ve Zenciler’i güneydoğuda bu türden kamplarda toplamışlardı ve sonuç oldukça berbat olmuştu.
TC’nin ve Erdoğan’ın 2 milyon Suriyeli’yi sınırdan içeri alması saçma idi. Şimdi sınırdan geriye göndermesi saçma.
“Türkiye'deki 2 milyona yakın Suriyelinin oluşturulması planlanan güvenli bölgeye yerleştirilmesi için hazırlık yapıldığı öğrenildi.”
Suriyeliler’in kendileri gibi aşağıdakiler katında yer alan İstanbul’da Çingeneler’in, Kürtler’in, Zenciler’in tozunu attırdığını bizzat gözledim.
Değişik bir anti-jentrifikasyon yaratmışlardı. Şimdi, o yeniden tersindirilecek ama çivinin söküldüğü yerde izi kalırmış. Öyle de olacak gibi.
Tamam, onları canlı kalkan değilse bile, tampon bölge yapmak arzusunda ama 2 milyon kişi şişede durduğu gibi, kamplarda durmaz ki.
Yeni bir neo-kriminal-kent veya serbest bölge yaratılacak demektir.
Uyuşturucu işi, onlara geçecek demektir.
Kurulan şirketlerin üçte birini kuran Suriyeliler’in onlara bir şeyler satarak veya sattırarak harp zengini olacağı demektir.
Yani şunu diyebiliriz.
Tayyip, başka hiçbirşey yapmadıysa bile, var olan 90 yıllık devleti bitiren, yoktan savaş var eden ve Yeni Orta Çağ için tarih deneyleri tasarlayan ve uygulayan biri olarak, bir şeyler yapmış oldu işte.
Ne Dünya ama...
Dipnot:

1 günde 4-5 yeni hamle yapılmış oldu ki bunlar bilinenler ve medyaya yansıyanlar yalnızca. Demek ki savaş süreci, 1 haftada ikinci vitese taktı bile.

Pazartesi, Temmuz 27, 2015

Bill Gates'in Duble Beyaz Faşizmi



Gates / Microsoft ve Jobs / Apple dörtlüsü, son 40 yılda, 2 x 2 oranda ve yaklaşık ortalama 100’er milyar dolardan 400 milyar dolardan fazla, piyasadan para / artı-değer çektiler.
Şerh:
Bunun başka türlü bir hesabı şöyle olur:
Adam başı özet 35’er yıl diyelim. Başlangıç 0, sonuç 100 milyar dolar diyelim. Üssel büyümeyi doğrusal sayalım. Bu durumda toplam ciroları, 7 trilyon dolar olur. Verim belirsiz kalır.
Bu çekilen para, yarı yarıya oranda, 1. ve 3. Dünya’dan çıktı. 1. Dünya azalan girdiler için, bu çıkış ile 100 kat para yitirdiyse, 3. Dünya belki 1.000 kat para yitirdi. 1. Dünya yitirdiği parayı da, 3. Dünya’dan silahla ve teknoloji oyuncaklarıyla çıkardı çoktan. Yani, ikame / fırsat maliyeti olarak.
Bu bir.
+
Jobs şu an mevta.
Gates ise, kendini hayır işlerine sardırdı. Son 20 yıldır salgın hastalıkları yok etmeye uğraşıyorlar karısıyla. Çocuk felci virüsünü 2016 gibi yok etme aşamasına gelmişler.
Soru kipi o zaman:
3. Dünya’da bir kadının ortalama çocuk sayısı kaç?
5 gibi.
3. Dünya’da 0-5 yaş arası bebek ölüm oranı kaç?
Maksimim % 20 gibi.
Şimdi:
Doğum kontrolü mü arttırmak (çocuk sayısını 1,5’a düşürmek mi) yararlı, çocuk ölümlerini aşıyla azaltmak mı?
Doğum kontrolü olmazsa, ölüm kontrolü, yani savaş olur, şu an olduğu gibi. Çocuk ölümleri azalırsa, keriz tüketici sayısı artar. Gerisine siz karar verin.
Biz buna, ‘duble beyaz-neo-Krupp’sal-faşizm’ veya ‘duble neo-koloniyalizm’ diyoruz.
2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültüründen biri olan siberuzayın devlerinin eylediği budur.
O nedenle biz diyoruz ki:
Gates-Jobs terördür.
Ya da:

Terör var, terör var.

Pazar, Temmuz 26, 2015

Drone Sniper

Bu da oldu:
“Küçük bir insansız hava aracına (drone) yerleştirilen yarı otomatik silah, ABD Federal Havacılık Dairesi’ni harekete geçirdi.
Connecticut’ta makina mühendisliği okuyan 18 yaşındaki Austin Haughwout isimli öğrencinin, ‘drone’dan ateşlenen yarı otomatik silahının videosu sosyal medyada hızla yayıldı.”
Bu ne demek?
Bu videoyu 10 milyon kişi gördü demek, Türkiye’dekiler dahil.
Peki o ‘drone’, patlayıcı dolu olarak, Suruç’ta havadan kullanılsaydı ne olurdu?
Bin kişi ölürdü.
 (Not: 2013 Taksim Gezi’de bir ‘drone’, bir fotoğrafçı tarafından çekim için kullanıldı ve polis tarafından vurularak düşürüldü.)
Uzun süredir silah ve toplu öldürme biçimleri tasarlarım ve aynı zamanda bunların nasıl engellenebileceğini de.
Her tür teknolojiyi anı anına izlemeye çabalarım.
Bir gelecekbilimci olarak etkilerini öngörebilmek için.
Suruç’taki canlı bomba, 1975 Sri Lanka momentli (sanıldığı gibi Filistin değil); ‘drone-sniper’, 2015 momentli.
Eğer, devlet veya kontr-terörist isen, onu engelleyebilmek için, teröristin şu anki momentini bilmen yetmez, 1-2 yıl sonraki momentini de tahmin edebilmen gerekir, satrançtaki çoklu hamle tahminleri gibi. Yani, ABD polisinin bunu 2013’te falan öngörebilmesi ve önlem almış olması gerekirdi, şu anki ‘drone’ları izlemenin yolları var, çünkü kullanıcının yakında olduğu uzaktan kumandalı sistem kullanıyorlar. Ancak, önümüzdeki 1-2 yıl içinde uzun menzilli ‘drone’ yapılacağı kesin. Hatta, sinyali kamufleli ‘drone’ yapılacağı da kesin. Hatta, günışığında görünmeyen ‘drone’ yapmak bile şu anda mümkün, ses desen, zaten kent gürültüsünde kamufledir.
Şerh: 2003 Kasım İstanbul’da (2 x 2) idi, (2 x 2) + (2 x 2) oldu gibi 2015 Temmuz Suruç’ta. Yani, teröristler gerçekten evriliyor, özellikle de silahsız savaşı icat ettikleri 11 Eylül 2001’den sonradır.

Bu böyle biline.

Cumartesi, Temmuz 25, 2015

Açılış Hamleleri



Açıkseçik ve düzenli oldu:
Birinci gün: IŞİD PKK’ye saldırdı.
İkinci gün: PKK TC’ye saldırdı.
Üçüncü Gün: PKK IŞİD’e saldırdı.
Dördüncü Gün: IŞİD TC’ye saldırdı.
Beşinci gün: TC IŞİD’e saldırdı.
Altıncı gün: TC PKK’ye saldırdı.
Notlar:
Bundan sonra bu kadar nizami düşük yoğunluklu savaş olmaz.
Hüda-Par, DHKP-C gibi küsur durumlar da var.
2003 Kasım terörü, ‘2 x 2’ düzeninde idi. 2015 Temmuz terörü, ‘2 x 2’ + ‘2 x 2’ oldu.
TC, duruma her zamankince geç aydı. Bu da savaş nedeni kazanmasına neden oldu. ABD, buna mızıldandı ama bir şey yapamaz.
Hedefler; büyükkent-turistik odak ve sivil-askeri (polis dahil) olmak üzere çeşitlemede.
Çok çok fazla düzensiz ve gayrınizami destek atışı olacak.
Dost ateşi başladı.
‘Ay pardon, yanlış kişiyi vurmuşuz’ başladı. (NATO kendini vurdu örneğin.)
Eğitim zayiatı çok çok fazla olacak.
Gönüllü ve gönülsüz ceylanlar çok çok fazla olacak.
Bu bir geçiş süreci. Aynı zamanda mayalanma süreci. Yeni Orta Çağ’ın ön dönemleri.
İşin içine, bir biçimde mafya da girecek bu kez, belki girdi bile. Ancak kazara veya raslantıyla.
Savaş tarihinin büyük sayılar kuramı işliyor artık.
Hala ve hala:
Anadolu beylikleri dönemi gibi, Ortadoğu beylikleri dönemi başladı.
Kuzgun leşe olanlar, çok çok fazla ağlak yapıyorlar. Bu da, yaptıklarının sonucunu hiç mi hiç hesaplamadıklarını imliyor.
TC, kendinin bir kobay olduğu bir deneye kendini soktu.
ABD, AB, Çin ve Rusya, makro gözlemciler ve deneyciler.
Bu ölüm oyununda, küçükler kazanacak: Battle Royal 1-2. Bu kesin. Ancak geçici olarak. Belki maksimum 50 yıllığına.
Haa evet, matematiksel oyun kuramı, Huizinga’nın oyun kuramı ve sanat, özellikle de sinema, çok önceden gerçeği geçti ve onu önceden dilegetirdi, tıpkı Kafka’nn ‘Açlık Şampiyonu’su ve ‘Ceza Sömürgesi’si gibi.
Yani:
Sentez, bu kez çok çok daha büyük olacak ama praksis olamaycak, çünük bu, bir proto-praksis geçici kuramsal ve geçici edimsel..
Ölçek ve ölçüt, Kraliyet’ten (Royal’den) daha daha büyük. Hatt-ı müdfaaf yokttur, sath-ı müdafaa vardır, bitti. Şimdi tüm Dünya bir savaş alanı / sathı oldu, ‘Battle Royal 2’deki gibi.
Savaş cehennemine hoşgeldiniz.
İhanetlere hoşgeldiniz.

Sürprizlere hoşgeldiniz.

Perşembe, Temmuz 23, 2015

Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok



Bu, Güneydoğu’da savaşmış emekli bir asker olan Pamukoğlu’nun kitabı.
Aşağı yukarı doğru bir saptama.
Eksiği de var:
100 bin ölüyü nasıl verdiğimizi anlatıyor ama bu hesaba katılıp katılmadığı hala belli olmayan 18 bin fali meçhulü ve 18 bin kayıbı anlatmıyor. O da, onunki gibi, bir 1993 öyküsü sonuçta...
Fazlası da var:
Savaş, bir kahramanlık öyküsü değildir.
Savaş, insan rezilliğinin bir panoramasıdır. Her kezinde farklıdır üstelik. İnsan türü, rezillikte çok yaratıcı davranır.
Asıl klip konusu:
Bir müzik kanalında ‘Unutulmayanlar’ bölümünde, yaklaşık 20 yıllık olan, Mahzun Kırmızıgül’ün ‘Kardeşlik Türküsü’ çalındı 23.07.15 günü:
Melokomik bir söylem.
Ölümden söz ediyor ama Yeşilçam arabesk filmi kıvamında.
30 sanatçı.
Bir ama, bir taksi şoförüne yüz binler kaptırmış, bir şu an ölü, 3 arabaskçi, bir aranjmancı...
Kadro bu...
Bir barış türküsü nasıl oluyor da bir marş ritminde oluyor?
Barış güvercininizi ızgara mı alırdınız?
“Dağlar oy oy oyyy...”
Batarya’nın Batu’su der ki:
“Pazarlıklar bitti, savaş zamanı...
Söyleniyor dinlemiyorsunuz, dinlediğinizde anlamıyorsunuz, ölürken de ağlıyorsunuz...”
Pavyon ekosu fonda:
-sunuz...
-sunuz...
-sunuz...
Finaldeki TC haritası yeterince imleyici-dolu gösterge.
Beyaz barış güvercini yok artık, siyah savaş kargası var şimdi ve burada...
Şarkının sözleri:
“Hepimiz kardeşiz bu öfke ne diye
Yaşamak dururken bu kavga ne diye
Dağlar oy oy yollar oy oy
Dağlar oy oy yollar oy oy
Kardeş oy oy
Bir kardeş kardeşi vuruyor ne diye
Bir ana ağlıyor evladım nerede
Dağlar oy oy yollar oy oy
Kardeş oy oy
Susmuyor silahlar feryat var gecede
Dinsin bu gözyaşı bitsin bu işkence
Dağlar oy oy yollar oy oy
Kardeş oy”
İnsanın cehennemine hoşgeldiniz...
Allah’ın cehennemine hoşgeldiniz.
Tanrı’nın cehennemine hoşgeldiniz...
Yehova’nın cehennemine hoşgeldiniz...
Araf’ta değil, marj’da olun...
% 90 kaçın, % 10 ortalıkta hiç görünmeyin...
İnsansanız yani...
Not:
Son 3 Gün:
IŞİD PKK’ye, PKK TC’ye, PKK IŞİD’e...
Geriye kaldı 6 varyasyon ve sonsuz tur...

Bu kez, limitsiz zaman ve en az 1 milyon ölü tahmin ediyorum bir gelecekbilmici olarak...

Salı, Temmuz 21, 2015

Fotoğraf Gerçeği mi Yansıtır?



Öncelikle koyutlar:
Gerçek vardır.
Gerçek birden çoktur.
Gerçek mutlak değildir.
Gerçek dilseldir.
Diller vardır.
Bunlardan biri görsel dildir.
Fotoğraf görsel dili kullanan tek mecra / sanat dalı değildir.
Görsel dilin sanatta kullanılmayan biçimleri de vardır.
Görsel dil nörolojiktir.
Görmeyi öğreniriz.
Önce, bebekken ilk gördüklerimizle nörolojik olarak.
Sonra, büyükken kültürde kültürolojik olarak.
Gelelim konumuza:
Adamın biri, belgesel fotoğrafları taramış ve onlarcasında oynama bulmuş. Bunları da bir sergi yapmış.
“Kamber, basında fotoğraflar üzerinde oynanması konusunda öyle dertli ki New York’ta yeni bir serginin küratörü oldu. ‘Değiştirilen Görüntüler: Pozlanan ve Manipüle Edilen Belgesel Fotoğrafçılığın 150 Yılı’ konulu sergide, 19. Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a kadar, poz verdirilmiş, manipüle edilmiş 40’tan fazla fotoğrafa yer veriliyor.”
Bilgi: Savaş fotoğrafçısı Nachtwey, kendisini anlatan belgeselde göstere göstere fotoğrafta oynama yapıyordu.
Sergide ise, Capa bile var:
“Uzun yıllar boyunca savaş fotoğrafçılığı yaptım ama kimseyi ölüm anında fotoğraflamadım. Capa’nın ise, aynı film şeridinde iki ölüm fotoğrafı var… Bunun olma ihtimali çok küçük.”
Burada amaç, sansasyon yaratmak ve ünlü olmak.
Oysa Arbus, bunu New York acuzeleriyle de becermişti.
Not: Bugüne kadar, kalp krizi, trafik kazası gibi nedenlerle, ölüm anında 3-5 kişi gördüm ama hiçbirinde yanımda fotoğraf makinası yoktu.
Ancak, ölüm kadar ilginç epeyi enstantane yakaladım: Yangın, yok edilen Bizans eseri, vd. Orada fotoğraf makinalı olan ve ne olup bittiğini kavrayan da bir tek vardım. Yoksa, şu anda çıkın sokağa, yüz binlerce kişinin elinde kamera var.
Çıkış.
Bencesi, savaş muhabirliği, Capa’nın yaptığı herze değil, Babel’in stenomsu dille yazılmış güncesi gibi, anında kayda geçirme.
Duyu-dili hiç mi hiç önemli değil, çünük onların birbirine transformasyonları ve metamorfozları onlarca biçimde tanımlı.
Bakınız:

Gösteri akış çizelgem ve Türkçe’deki 500 sözcüklük duygu adları sözlükçem birarada 1985.

Pazartesi, Temmuz 20, 2015

Çeviri İçin

2 tam kitap ve en az iki bin sayfa makale çevirmiş, eski profesyonel bir çevirmen sayılırım.
Çevirilerim, 10 üzerinden 6-6,5 minimum, 8 maksimum, ortalama 7 alabilir düzeyde.
İngilizce olarak roman okurken bile sıkılırım, çünkü ortalama okuma hızımın (saata 100 sayfa) dörtte birine falan düşerim. O nedenle de, İngilizce’den Türkçe’ye roman çevirmeyi aklıma bile getirmedim.
Daha çok (hem insansal, hem temel) bilim çevirileri yaptım. Bir zamanlar yayınlanan Hürriyet Bilim Eki’nde çevirilerim adım olmaksızın çıktı ama torpille.
Çeviriye bakış açılarımın dış çizgileri bunlar.
Birinci savım şudur:
Bir çeviri, aslında ortalama 8 olmadıkça, kurtarmaz. Ancak bir çeviri ortalama 8,5 olup da, koca kitapta 1-2 tane 0’lık veya eksi 1’lik (yani kopya bile çekmenin çevirmenin aklına gelmediği) hatalar yaparsa, o çeviri kitabı elimden anında bırakırım.
Kafka’yı Kamuran Şipal’ın çevirmesinin fahiş bir hata olduğunu ve Türkçe’de doğru dürüst Kafka çevirisi bulunmadığını düşünürüm. Almanca bilgim, ilkokul 3-4 düzeyinde ama Kafka’nın İngilizce çevirisini okudum:
‘Bir Köpeğin Araştırmaları’nda, Almanca’da olan ama İngilizce’de olmayan, yarı-devrik gramer yapısı kullanılmıştı ve bu Kafka dili olmaktaydı. Şipal bunu hiç bilmedi, öğrenmedi.
Şerh:
Türkçe de devrik alttümce kullanımlı bir dil ama Almanca’nın resmi yapısı bunun üzerine kurulu. Kafka’nınkisi özel bir devriklik yani. Bunu anlayıp, üstüne bir de İngilizce’ye o dilde olmayan bir yapıyla aktarmak, benim için bir meta-çeviri başarısıdır: Hem içerik, hem form korunmuştur ve aktarılmıştır.
Bunu ben yapamam.
Türkçe’de ve Türkiye’de apan da yok hala.
Nokta. Es.
Dipnot:
Çevirmen Fred Stark’ı, söylediklerimden üç çeyrek muaf tutarım, söylediklerime bir çeyrek dahil ederim.

(20 Temmuz 2015)

Pazartesi, Temmuz 13, 2015

Olağan Roman ve Bilimkurgu Roman

Bir alıntı:
“Le Guin’e göre klasik romanın geride bıraktığı boşluk bilimkurgu tarafından doldurulmaktadır. ‘Çünkü’ diyor Le Guin, “Bilimkurgu gibi yeni bir tarzın amacı, klasik roman akımını devam ettirmek veya onu canlandırmak değil; onun yerine geçmektir.’”
Le Guin’in yaşam ve bilimkurgu hakkında çok hatasını gördük:
Bir: Daima eve dönüş.
İki: Matriyarkal faşizm.
Üç: Matriyarkal gerontokrasi pozisyonu.
Dört: Pozisyonlu baba ve koca nedeniyle, aşırı statücülük / poziyonculuk.
Bu alıntıyla da, birkaç hatasını daha gördük:
Bir: Tarihi eksik biliyormuş.
İki: Edebiyat tarihini eksik biliyormuş.
Üç: Bilimkurgu romanının kültürolojisini eksik biliyormuş.
Birbirine koşut olarak irdeleyelim:
Bilimkurgu roman ile çağdaş / realist roman, aşağı yukarı eşzamanlı olarak başlatıldı, üstelik aynı ülkede, Fransa’da. Diyelim Emile Zola ve Jules Verne ile. Bu eşzamanlılık, eğer romanın anlatısal boşluğu varsa, bilimkurgunun da olur, demek.
Ayrıca klasik roman, geride boşluk bırakmış falan değil. Bugün hala sanayi toplumunda geçen geçerli romanlar yazılabiliyor ve gayet uygun anlatılar içeriyor. Doğru, modası geçti, ayrı konu.
Karşılaştır ve karşıtlaştır:
Bilimkurgu roman, daha çok gelecekte ve Dünya-dışı mekanlarda geçer; fantastik roman ise, daha çok geçmişte ve bu Dünya’da geçer. Klasik roman ise, bugün ve burada geçer en çok.
Fantastik roman ve klasik roman, insan ile ilgiliyken, bilimkurgu roman, meta-hüman, trans-hüman, post-hüman ile ilintilidir.
Bilimkurgu roman yenidir ama polisiye (Poe) ve fantastik roman (Shelley) da yenidir ve bilimkurgu ile yakın zamanlı icatlıdır.
Biliimkurgu roman yazarlarının hiçbirinin klasik romanın yerine geçmek için, roman yazdığını okumadım.
Doris Lessing klasik roman yazmaktan bilimkurgu roman yazmaya geçmiş ama bunu becerememiştir, eserleri berbata yakındır. Nobel ödülünü de, bilimkurgu romanları ile değil, olağan romanları ile almıştır. Tabii ki yine de, bilimkurgu roman yazıp da, Nobel ödülü almış tek yazardır kendisi.
Ray Bradbury ise, her iki türde de eser vermiştir. Iain Bank ise, her iki türü de eşzamanlı olarak, bir türü (adına yalnızca noktalı baş harfli bir) mahlasla yayınlayarak yazarlığını sürdürmektedir. Bilindiği kadarıyla, hiçbir kahramanının insan olmadığı tek bilimkurgu romanını da o yazmıştır.
Yani, bu yazalınlara bakarak söylersek:
Bilimkurgu romanda böyle bir eğilim olduğuna ilişkin bir belirti yok şimdilik.
Le Guin’in başyapıtı ‘Mülksüzler’ ise, bir anti-Dostoyevski roman olarak, daha çok klasik roman çizgisinde yer alır. Mekanı Dünya, zamanı şimdi yapsak, o roman değerini ve anlatı içeriğini aynen korur.
Eğer Le Guin’in böyle bir niyeti varsa, bundan sonra bunu yapabilir ama kendisi 85 yaşında artık. Bu zor yani.
Bu yapılabilir mi peki?
Yani, bilimkurgu roman klasik romanın yerine geçebilir mi?
Burası zurnanın zırt deliği olmakta:
Bilimkurgu roman, Soğuk Savaş’ın bitişi olan 1990 ile inişe geçerken, gelecekbilim o tarihten başlayarak ivmeli bir çıkışı geçmiştir. En geç 2000 itibarıyla gelcekbilim, bilimkurgunun çok önünde pozisyon almıştır.
Bunun nedeni şudur:
Dünya türü gezegenler bulunmuştur. Teknoloji, bilimkurgu romanlardaki hemen hemen herşeyi üretmiştir. Üretilemeyenler ise, ışık hızını aşmak gibi, belki bin yıl sonra falan becerilebilecektir. Yani, bilimkurgunun konusu tükenmiştir.
Bu açıdan, klonlama üzerinden ölümsüzlük durumunu irdeleyen ‘Yeni Tanrılar’ romanı belki avangard kalabilmiştir ama Sawyer’in gösterdiği üzere, bilimkurgu neredeyse klasik romanın gerisine bile geri düşmek üzeredir. Onun romanı üzerinden yapılan, çok ilginç bir zaman tasarımı içeren ‘Flashforward’ dizisi ise, epistemik bir duvara çarpmış ve yarıda kesilmiştir.
Ayrıca Holywood, bilimkurgunun canına okumuştur. Sığ ve güdük Yankiler, bilimkurguyu kısır bir tür olmaya itelemektedir. Gelecekbilimde de bunu yapmaktalar.
Şu anda, yani 2015 momentiyle, eskiden bilimkurgunun yaptığı çok şeyi gelecekbilim yapıyor artık. Üstelik, hayalgücü ile değil de, rasyonelite ile.
Şu anda, hem ‘Yeri Orta Çağ’ politik kitabının, hem de ‘Fahrenheit 451’ bilimkurgu romanının saptadığı üzere, bir Yeni Orta Çağ’dayız.
Hem klasik roman, hem de bilimkurgu roman inişte.
‘Hannibal’ metinleri dizisi ile, hem polisiye roman, hem de dizisi çıkışta.
‘Taht Oyunları’ fantastik romanlarının ve dizisinin etkisiyle, fantastik roman çıkışta ama o da tümüyle realist roman çizgisinde. Bir iki ayrıntı dışında, orada geçen herşey, Orta Çağ İngiltere’sinde geçmiş olabilir pekala.
‘Emret Başbakanım’ın yeni versiyonu ile klasik roman da, pekala bir şeyler yapabileceğini imliyor.
Ancak artık çapraz medya tanımlı:
Tüm 9 sanat dalı ve 100 sanat alt-dalı artı, bilgisayar simülasyonu, artı bilim, hemen herşey birarada kullanılıyor.
‘Suikastçının Dini’ bunun kanıtı.
Le Guin feci yanılmış yani.
Es. Nokta. Devamı olacak gibi.

(13 Temmuz 2015)

Elektronik Arabesk Klip: Manga : Beni Benimle Bırak

Bu bir elektronik-arabesk klip ama senfonik metal değil ve Erkin Koray’vari elektronik/-(Anadolu-)rak da değil.
Seste ve görüntüde sürrel olmayı denemişler ama hiporeel / parareel olabilmişler ancak (ki bu da aslında başarısız / geçersiz bir ters takla olarak işe yarar kullanımlı bir tanım ama tabii ki negasyonla).
Adından anlaşılacağı üzere bir melodram bu. Melokomik de.
Fransızlar realizmi beceremediler, onun yerine natüralizmi koydular. Türkler ise, realizmi hiç denemediler, çünkü yanlış yöne saktılar hep.
Türkler’in aşk takıntısı evlere şenliktir. Oyunlar, filmler, şarkılar, romanlar, aşkı yazar yazar bitmez ama gerçek yaşamda Türkler, aşkı hiç yaratamazlar ve üretemezler. Buna kalkışmazlar ki zaten. Kendiliğinden olsun isterler.
Türkler; aşkı, cinselliği, çocuğu birbirine eşleniklerler ama bunlar birbirinden kopalı onyıllar oldu.
Annelik için bile, genetik, biyolojik taşıyıcı, bakıcı, psikolojik anne ayrımları ortaya çıkalı yıllar oldu.
Bunları tüp bebek başlattı diyelim.
Bu, alaturka sentimental faşizmin bir yüzü.
Diğer yüz de şu:
Türkler, tanzimat’tan beridir, Doğu-Batı geçişine bir türlü karar veremedi ama Doğu da olamıyorn artık. Bunu, AKP de kanıtladı, adı Doğu-Doğu konumda olan Japonca’da ‘çizgiroman’ anlamına gelen Manga da.
Öyle diyorum ama Fassbinder’i bile bile, ben bile:
Lili Marlene’i sevmeye devam edip, onunla faşizm arasına elini sokarak, faşizmi geriye ve onu beriye itmek ve ona yaklaşıp onunla duygu dansı yapmak gibi bir noktadayım.
Ancak, ağlak yapmıyorum.
Manga feci ağlak yapıyor şarkısıyla.
Hatası bu.
Ağlak çıkarsa, sentimental faşizm, tarjedi olabilir belki.
Bu da bir deneme olur. Yanılabilir de, yanılmayabilir de.
Manga, yanılmış, o kesin.
Çıkış:
Her tür kültürel antropolojik-estetik tanımın apsi-ordinati kesin referanslı şu an için, çünkü bir bilgi çağındayız.
Bu metinde, 5 müzik ve 5 insan bilim alanı tanılandı.

Meraklı okur, gider onları okur.

Cuma, Temmuz 10, 2015

Kedi ve Öldüren Aşk

Çift olmak bir oyundur.
İkili bir oyundur.
Bilgesu Erenus’un ‘İkili Oyunlar’ı gibi.
(Hem oyunu, hem de filmi vardır. Kadın oyuncu, Zeliha Berksoy’dur, oyunda erkek oyuncu Genco Erkal, filmde erkek oyuncu Tarık Akan’dır.)
Çift olmak, eski ‘shrink’imin deyimiyle, ikili bir otizmdir.
Çift olmak, birbirini yok etmektir, Camille Claudel’in, kendisiyle Rodin’i simgeleyen o ünlü heykelindeki gibi.
Çift olmanın en acıklı hali, birlikte yaşlanmakta yaşanır.
Yaşanmayabilir, ayrı konu. Milyonda dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olasılıkla böyle olur nedense, ayrı konu.
‘Kedi’ romanı, birlikte yaşlanan iki kişinin birbirine faşizmini anlatır.
Simenon tarafından yazılmıştır.
Bildiğimiz, Komiser Maigret’in yaratıcısı arafından.
Bu, Bukowski’nin insanlığın sonunu anlattığı bir bilimkurgu öyküsü yazmışlığı kadar şaşırtıcı bir durumdur ve onunkisi kadar da gerçektir. Bu da, edebi yaratılığın esin perisinin arada yolunu şaşırdığını da imler.
Romanda, biri erkek biri kadın iki yaşlı kişi, birbirini yaşlılıklarında ruhen eziyetle yok etmeye ve olmaya doğru yol alır.
Öykü, birinin diğerinin papağanını, onun da öbürünün kedisini öldürmesiyle başlar. Romanın adı da oradan gelir.
Bir iki oynamayla, bencesi çok çok iyi bir bilimkurgu-gerilim olur. ‘Psycho’dan bile daha iyi.
Bu, kitabı 30 yıl önce okudum. Çarpıldım.
Daha o zaman bile, o öykünün yumuşağını çoktan yaşamıştım. Sonradan, çok daha sertlerini yaşadım.
‘Kedi’nin panzehiri var mıdır?

İnanın, bilmiyorum.