Çok az şarkının öyküsü, bu denli tuhafça griftleşmiştir.
Şarkı 1915’te 1. Dünya Savaşı sırasında yazılmış. Oysa şarkı, 2. Dünya
Savaşı sırasında ünlü olmuş, üstelik savaşan her 2 düşman tarafların saflarında
da...
Vakıa aynı, rivayet muhtelif...
John Steinbeck, şarkının öyküsünü aynı başlıklı yazısında şöyle özetler:
Bir Alman radyosu bombalanır. Kazara bir tek o şarkının plağı sağlam kalır.
Günde 50 posta şarkı çalınır. Viral
videolar gibi, viral bir şarkı olur
bu (şimdi de ‘Gangnam Style’ oldu ya). O da yetmez: Şarkı, düşman tarafa da
sıçrar. Generaller, bu durumda şarkıya İngilizce sözler yazdırır.
(Kaynak: Amerika ve Amerikalılar, İş Bankası Kültür Yayınları.)
Sonra işin içine Fassbinder girer ve şarkının öyküsünü aşırı-yorum katarak
bir film yapar:
Şarkıyı söyleyenle onu seven, savaşta karşı safları seçer. Şarkıcı kadın, ‘Mefisto’
veya ‘Bağışlanmış Küheylan’ gibi davranıp, yalnızca sanatını icra ettiğini
savunur. Savaşın sonunda yolları ayrılır.
Onlarla ilk karşılaştığımda, Fassbinder veya Kafka gibi sanatçıların
yapıtlarındaki öykülerin abartı olduğunu düşündüm başta hep... Sonra hepsinin geçerli olduğunu yaşadım hep: Kurmaca,
yaşamı aşmıştı, hem de feci aşmıştı...
Alaturka örnekler de var:
Pınar Kür’ün ‘Asılacak Kadın’ı gibi...
Gerçek yaşamda ise; erken ölen Tezer Özlü ve Sevgi Soysal’a karşı, Adalet
Ağaoğlu’nun ve Leyla Erbil’in tam bir Lili Marleen olduğunu hissettim hep...
Oraları da geçtik.
Orta Çağ’a ilişkin, güçlü olarak anımsadığım en önemli kurmaca-öykülü sanat
yapıtı, Ömer Şerif’in başrolü oynadığı ve bir papaz olarak sapa bir köyü
savaştan muaf tutmaya çabaladığı bir filmdi.
Bir çağ yangını yaşıyoruz ve insanlar saflarını çoktan aldı:
Sevdiklerimizin Lili Marleen gibi yaşama, kültüre, tarihe, insana ihanet edişini izliyoruz...
İstanbul’a atom bombası atıyorum
gözlerim kapalı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder