Önnot:
Alıcı ve satıcı olarak, o bitpazarı şerefsizliğini yaklaşık 30 yıldır yaşayan
ve yaşatan biriyim. İğneyi önce kendime, çuvaldızı sonra başkalarına...
Oya
Baydar, Doğu Almanya çöktüğünde oradadır. Oradaki bitpazarlarını şöyle anlatır:
“Sonra
Frankfurt’ta nehir kenarından kurulan bitpazarının o yıllardaki hali...
Doğu’dan gelenler neler çıkarmamışlardı ki pazara: delinmiş, yırtılmış,
ortalarındaki komünizm simgeleri kesilip çıkarılmış Doğu Almanya ve Romanya
bayrakları; yırtılmış parti afişleri, halk milislerinin kızıl yıldızlı
kasketleri...”
Liste
uzayıp gidiyor. Aradan 25 yıl geçti ama biz TC’de onları hala satıyoruz.
Bu
durum, Dünya’da da böyle, Türkiye’de de böyle yani...
TC, bunu
bildiğim kadarıyla en az 2 dalga olarak yaşadı:
Bir:
1928-1929’da
eski yazı tasfiye edildiğinde.
İki:
1990’larda
köyleri yakılanlar, İstanbul’da azınlıkların evlerini yağmaladığında. Kapılar
bile söküldü.
Bitpazarlarında
herşey satılır, bir evden çıkabilecek herşey.
Bunların
önemli bir bölümü kişilerin mahrem eşyalarıdır.
Ayrıca
bunların içerikleri, tam bir gayrıresmi tarihtir ve gündelik yaşamın
kültürolojisidir.
Ölmüş
insanların nasıl yediğini, nasıl içtiğini, nasıl ettiğini, nasıl aşk yaptığını
öğrenirsiniz onlardan.
Bunu
fotoğraflardan okumayı Kaan Akoba iyi yapıyor.
Bunu
kişisel / mahrem mektuplardan okumayı Reha Ülkü yapıyor.
Ancak, biz
yine de belli saygı kalıpları içinde kalıyoruz bunları yaparken.
Asıl
satıcılar, herşeyi parçalıyor, aşağılıyor, özellikle de meslek-içi
sohbetlerinde, vd, vb...
3 sol
cenah kişisinin terekesinin hurdacılarda ve ardından bitpazarlarında ayaklar
altında ezildiğini bizzat gördüm:
Mehmet
Ali Aybar, Tarık Zafer Tunaya ve Emil Galip Sandalcı.
İlki
ailesinin, diğer ikisi terekelerin bağışlandığı kurumların bilgisi dahilinde.
Ve o
sayede bugün o 3 kişinin öznel tarihçesi, asla ve kata yazılamayacak duruma
geldi.
Osmanlı’nın
önemli kişilerinin de başına aynı şeylerin geldiğini, yakılan (arkaları eski
yazılı) Fruchtermann kartpostallarından biliyoruz, torunlarının anlatılarından
biliyoruz.
2015’te
satılan Enver Paşa terekesine devlet el koydu ki hukuken böyle bir hakkı
yoktur.
En acı
bölüm, ümmilerin okumuşların herşeyine karşı
olan aşağılık kompleksinde.
Bir de
esnafın kendi malına karşı olan saygısızlığında ve kişisel şeysellişmişliğinde.
Çünkü
Osmanlı-ardı dönemde ilk adım antikacılardı, bitpazarları değil.
Kendimce,
sıradan insanlara saygı ve ilgi duyarım epistemik açıdan, Enver Paşa gibilere
değil. 2 tane, sıradan insanların mektuplarından oluşan kitap hazırlamış
durumdayım. Ölümümden sonra yayınlanacaklar.
Bu bir
günah çıkarma değil, ‘yangında kurtarılabilir ne var?’, sorusunun yanıtını
arama, şahsi yanıtımda.
Teselli
ikramiyesi ise şöyle:
Onları
alan ilk kuşak koleksiyonerler ölmeye başladı. Artık aynı malları ikinci ve
üçüncü devir olmak üzere satar olduk. Ki bu batıda da aynen ve kezlerce böyle
yaşanmış.
Yani:
Mal
sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?
Bu
yazıyı tüm esnafa ve koleksiyonerlere ithaf ediyorum...
Siz
başkalarının mezarına ederseniz, birileri de sizin mezarınıza eder...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder