Türkler’in aklı kurama hiç ermiyor, sosyalist bile olsalar...
Oysa çok basit bir ikilem durumu açımlıyor: ‘Reification’,
hem ‘somutlaşma’, hem de ‘şeyselleşme’ anlamına geliyor; yani ne denli
somutlaşırsan, o denli şeyselleşiyorsun, o denli yabancılaşıyorsun.
Bizim sosyalistlerimizin (ve aydınlarımızın da), hoş bir
ikilemi daha var: Özyaşamöykülerinde yanlışlar yapsalar da, öznelliklerini
sergilemede çok dürüst oluyorlar ve bu da bir halk zanaatkarının sanatçılaşması
ve sıradan bir insanın mektubunun sanatlaşması gibisinden, onları kurama
taşıyor, tabii ki tümevarımı ve istatistiği iyi bileni...
Buradan; Demir Küçükaydın’ın Rasih Nuri İleri’nin vefatı
nedeniyle yazdığı, ‘hommage’ metni üzerinden irdelemelere çıkacağız:
Küçükaydın, Rin Tin Tin gibi nadiren kuramsal çıkarsama
yapabilen bir yarı-eski tüfek. Ununu elemiş, eleğini ipe asmışlığın rahatlığıyla
yazıyor.
Yazdığı tüm kuramsal ve nesnel metinler, var olan somut
koşullarda baştan aşağı geçersiz. Bir de, ona
özgü zihinsel bel vermeler çok metinlerinde. Üstelik kalemini ona özgü
kılan da, bu zigzaglar olmuşa benzer, en azından 2012-2015 için...
Cemal Süreya da, Küçükaydın’ın metninde alıntılanan İleri
portresiyle aynı çizgide. O, yalnızca erken öldü.
Şimde, hem Süreya, hem Küçükaydın alıntılarıyla, hip-hop bir irdeleme çizgisi
sürdürelim:
Küçükaydın:
“Cenazeye gitmek istemememin ikinci nedeni, artık modern
yaşamda ve hele büyük şehirlerde cenazelerin hala neolitik köy komünü ya da
antik kent benzeri kasabaların yöntemleriyle kaldırılmaya kalkılmasının giderek
saçmalığa varmasıdır.”
Durum tam öyle sayılmaz ama feodal-burjuva kültürleri
çatışması, ölüm ve cenaze gibi kritik bir olgu üzerinden güzel irdelenmiş.
Ancak, ne Küçükaydın, ne de centilmen tipte sayılan İleri, bu feodaliteden
sıyrılamamışlar. Bu, köylülük değil; bu, geleneğin kırılamaması. Babaya ve
devlete itaatin devamı (sosyalistleri tanım gereği ateist saydığımız için, burada
üçüncü kulluk olan Allah’a itaati pas geçtik).
Küçükaydın dürsüt. Bu yazdıklarıyla eleştirilmeyi de göze
alıyor. Yaşlandığı için buna pek aldırmıyor olsa gerek, insan yaşlanınca böyle
bir lüksü kendine tanıyor, en azından bazılarımız...
Süreya:
“Hiç çalışmadan büyük işler başarmıştır. Çalışmasına gerek
de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra konduğu şeyleri onun kadar iyi
değerlendiren insan da pek azdır.”
Marx’ın arkadaşı Engels rantiyeydi, Marx’ın damadı ‘Aylaklığa
Övgü’yü yazdı. Eski tüfekler bunları bilmez mi? Bilirler de, kulaklarının
üstüne yatarlar inadına inadına. Karşı tarafın eline silah verirler bir de.
Onu bırakalım, Lenin, Troçki’nin, Stalin’in ne kadar emekçi
olduklarını bir düşünelim, o da yeter. Ne de olsa, bizim sol çizgi en azından
başlangıçta SSCB’ci idi.
Şerh: Entellektüelin emekçi olup olmaması gereğinin
tartışılması, hep ironik ikilemler yaratıyor. Jack London ‘Martin Eden’ ile bu
konuya tosluyor ama kendisi Marx’a göre, en azından başlangıçta lümpen proleter
idi. En uygun örnek Traven desek, o da bir Alman kayzerinin gayrımeşru çocuğu
imiş rivayete göre. Yani, proleter entellektüel oluyor da, çok nadiren oluyor.
Küçükaydın:
“Arşivciler, bir takım belgeler yayınlarlar ya da belgelere
dayanan kitaplar. Konuya yakın olmayanlar o belgelerin niye yayınlandığını;
aslında kime ya da hangi tartışmaya bir gönderme olduğunu bilemezler. Arşivciler
de, o belgenin neye, hangi olaya veya tartışmaya gönderme olduğundan da pek söz
de etmezler. Okura bırakırlar. Ama okurların öyle ayrıntılarla ilgilenecek zamanları
yoktur.”
İşte, burada panorama mevcut.
Saptamalar:
Bir: Arşivciler, tarihçe panoramasını homojen belgemezler, o
zamanda harita Arabistan’ın Afrika’ya yapışık olduğu orta Çağ haritalarına
benzer.
İki: Abidin Nesimi’nin, zamanına göre cesurca yaptığı ve oldukça
tepkiyle karşılanan 2 ciltlik benzeri belgeleme sonucu ortaya çıktığı gibi, en
azından eski asıl-TKP çizgisinin hücreci çizgisinden dolayı, kimse panoramayı
tam veremez. Daha da beteri, kimse haritadaki yerini bilmez.
Üç: Atilla Akar’ın ‘Eski Tüfekler’inde ortaya çıktığı üzere,
o dönemi yaşayanlar, yaşadıklarının kesin bilinmesini istememişler. Bunun bir
hak olup olmadığı epeyi tartışmalı kalıyor.
Dört: Belgelerden kuram yapılmaz. Karşılaştır-karşıtlaştır’dan
çok adım ötesi kuramlaştırmaya gelene kadar, arşiv bilgilerin % 99,99’u elenir.
Bu, insanla ilgili tüm kayıtlar için
böyledir.
Beş: Aynı belgelerden, birbirine karşıt kuramlar
üretilebilir. Dolayısıyla, bilimsel olmakla övünen sosyalistlerin yapacağı tek
şey, belgelerden sonul kurama giden yolu da haritalamaktır. Bu, Annales Okulu
üzerinden 550-1900 Türk tarihini, marksist tarih kuramı olan Dünya Sistemi’ne
yerleştirmenin birbirine oldukça aykırı biçimlerde uygulanmasında ve farklı
sonuçlara varılmasında açıkça ortaya çıktı.
Altı: Bu son 2 madde için Küçükaydın’ın yapabileceği fazla
bir şey yok, çünkü bunlar son 10-15 yılın bilgisel gelişmeleri ve 50’sini
geçmiş biri, nadiren son 10 yılda yazılmış bir kuramsal kitap okur ve/ya onu
kaale alabilir.
Küçükaydın:
“Bu vesileyle Enis Rıza’ya bir serzenişte bulunalım. Elinde
neredeyse her önemli toplantının veya olayın videoları, filmleri var. Bunları
bir an önce, o ham şekilleriyle olsun İnternete koyması ve herkesin kullanımına
açması yerinde olur. Herkes izlesin, isteyen onları ham madde olarak kullanıp
kendi projesini gerçekleştirsin. Keşke Rasih Nuri’nin arşivi de tümüyle
dijitalize edilmiş ve herkesin görmesine ve kullanımına açılmış olsaydı.”
TKP’nin sarı defterler projesinin kaynağının, bir kişinin
partinin rızasını almadan parti arşivlerini yurtdışına çıkarıp onları derlemesi
olduğunu anımsatalım. Okur, hangisini yeğlediğine kendi karar versin.
Süreya:
“Bir devrim bildirisi yayımlansa, Rasih Nuri için devrim
değil, o bildirinin bir an önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.”
Bir: Örneğin SSCB devrimi sırasında o gün insanların neler
yaptığı kayda geçirilmiştir. Bir arşivcinin bu tavrı, o tavırlar içinde pek de
uygunsuz kaçmıyor.
İki: Koleksiyonerliğin malzeme şehvetini, Walter Benjamin
çok çok iyi açımlamıştır. Ancak bu, burada tartışma dışı.
Üç: O belgeler olmasa, biz asıl TKP hakkında hiçbirşey bilemeyecektik.
Bundan 40 yıl önce de aynen öyleydi ve çok çok sakil bir durumdu.
Dört: Asıl TKP’nin, en azından başlangıçtaki Galiyev tipi
ulusalcılığının belgeleri TKP arşivlerinde var ama yayınlamıyorlar, bizzat
tanığım.
Beş: CİA’in 50 yıl önceki katliamlarının belgeleri
yayınlanıyor. Yayınlanıyor da, ne oluyor? Yani, belgeler de yetmeyebiliyor:
Evren şu an yargılansa, ne olacak ki? 600 bin kişinin işkencesi nasıl
ödenebilir ki?
Gelelim zurnanın zırt deliğine. Küçükaydın:
“İlk dediği: Sovyetlerin çöküşünden sonra arşivler açılmış
ve bunların incelemesinden, Sovyetler’in 1920’lerin ortalarında bir karşı
devrim yaşadığı sonucu çıktığıydı.
...
Bu söylediğinin önemini eski komünistleri tanımayanlar
bilmez. Onlar için Sovyetler ve onun savunusu tartışılmaz bir görevdi yıllarca.
Şimdi, neredeyse bütün hayatının temeli olmuş bu konuda bir karşı devrimin
olduğundan söz ediyor ve neredeyse Troçki’nin dediklerini kelimesi kelimesine
tekrarlıyordu.
Buna bağlı olarak ikinci çıkarsaması da yine kelimesi
kelimesine Troçki’nin dediklerinin bir tekrarı sayılabilirdi. Önermesi:
Sovyetlerin komünist partileri dış politikasının ve diplomasisinin araçları
olarak kabul etmesi, kullanması ve kendi ihtiyaçlarına uyun stratejileri onlara
dikte ettirmesiydi.
Buna bağlı olarak çıkardığı, yine belgelere dayanan, üçüncü
bir sonuç daha vardı. (Ki kanımca bu da doğruydu ve birçok yazımda değindiğim
bir konuydu.) TKP’nin üye ve yöneticilerinin sanılanın aksine bunlara mümkün
olduğunca direndiğini, Sovyetlerin dayattığından nispeten daha sol politikaları
savunduklarını vurguluyordu.”
İşte, burada kuramcısızlık, kuramsızlık, bakış açısızlık,
kavram çerçevesizlik devreye giriyor:
Bir: Troçkicilik takınağı bitti gitti, tarihin kuburunda ve
kabirinde yatan Troçki’nin kendisi gibi.
İki. Troçki, Kronstadt 1921’i yapmışken ve ‘Balkan Harbi’
kitabında Osmanlı’ya karşıki tavrını net olarak açımlamışken, yukarıdakileri
herhalde en son onun söylemeye hakkı olacağı şeylerdi.
Üç: Türk solu köle ruhludur, gönüllü kulluktadır. O zamanki
TKP yöneticilerini biliyoruz. Bildiğimiz, biribirlerini yedikleri ve birbirlerini
gammazladıkları. Galiyev’i tanım gereği TC’li saymıyoruz.
Dört: En önemli kuramsal çizgi eksikliği: Küçükaydın’ın
bahsettiği olaylar, SSCB’nin Dünya’da devrimden tek ülkede devrime pratik
gerekler sonucu dönmesi ama kurama da ona göre ayar vermesi gerçeği var.
Beş: Küçükaydın’ın şu anki zihinsel ve kültürel momenti
bizim için çok önemli, çünkü tam da yaşadıklarından
hiçbirşey öğrenmemişliği ve 1980 sonrası neo-globalist neo-liberal Dünya’yı
hiç mi hiç anlamayama pozisyonunda olduklarını imliyor.
Altı: 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü, 1945-1957
meta-tarihsel fay kırılmalarının da eklenmesiyle tarihi öteledi (bitirme ayrı
konu, en azından Fukuyama tümüyle yanlıştı, onu yazmış olalım). Kaos
matematiğindeki, yalpalar ve çatallanmalar eklenmeden şu anki tarih için
çıkarsama yapılamaz.
Çıkış:
Tarih / geçmişbilim, fütüroloji / gelecekbilim olmadan bir
hiçtir. Geçmiş 5 milenyumluk Dünya Sistemi, gelecek 5 milenyum eklenmeden bir
hiçtir. Gelecek epeyi noktada limitlerine varmış ve kesinleşmiştir. Geçmiş
birden çok biçimde panoralanmıştır ve daha da panoramalancaktır. Epistemik
açıdan bunlar birbirini değillemez, yalnızca farklı bilgi momentleri olarak
kayda geçerler.
Suyun aynı anda birçok yöne akması gibi, bir kuramcının
ideolojinin ve paradigmasının da, aynı anda geleceğe ve geçmişe doğru
akabilmesi gerekir. Eğer tümel olacaksan, buna zorunlusun demekttir. Tikellik
yetiyorsa, o eleştirdiğin arşivcilerden farkın kalmaz.
Sonsöz: Küçükaydın’ı zihinsel olarak hala çabaladığı için
takdir ediyoruz ama gelecek bilinci
olmadığı için de eleştiriyoruz.
Al sana, kuramsızlığın resmi Abidin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder