Perşembe, Aralık 18, 2014

Türk Solunun Kuramla Sınavı



Türkler’in aklı kurama hiç ermiyor, sosyalist bile olsalar...

Oysa çok basit bir ikilem durumu açımlıyor: ‘Reification’, hem ‘somutlaşma’, hem de ‘şeyselleşme’ anlamına geliyor; yani ne denli somutlaşırsan, o denli şeyselleşiyorsun, o denli yabancılaşıyorsun.

Bizim sosyalistlerimizin (ve aydınlarımızın da), hoş bir ikilemi daha var: Özyaşamöykülerinde yanlışlar yapsalar da, öznelliklerini sergilemede çok dürüst oluyorlar ve bu da bir halk zanaatkarının sanatçılaşması ve sıradan bir insanın mektubunun sanatlaşması gibisinden, onları kurama taşıyor, tabii ki tümevarımı ve istatistiği iyi bileni...

Buradan; Demir Küçükaydın’ın Rasih Nuri İleri’nin vefatı nedeniyle yazdığı, ‘hommage’ metni üzerinden irdelemelere çıkacağız:

Küçükaydın, Rin Tin Tin gibi nadiren kuramsal çıkarsama yapabilen bir yarı-eski tüfek. Ununu elemiş, eleğini ipe asmışlığın rahatlığıyla yazıyor.

Yazdığı tüm kuramsal ve nesnel metinler, var olan somut koşullarda baştan aşağı geçersiz. Bir de, ona özgü zihinsel bel vermeler çok metinlerinde. Üstelik kalemini ona özgü kılan da, bu zigzaglar olmuşa benzer, en azından 2012-2015 için...

Cemal Süreya da, Küçükaydın’ın metninde alıntılanan İleri portresiyle aynı çizgide. O, yalnızca erken öldü.
Şimde, hem Süreya, hem Küçükaydın alıntılarıyla, hip-hop bir irdeleme çizgisi sürdürelim:

Küçükaydın:

“Cenazeye gitmek istemememin ikinci nedeni, artık modern yaşamda ve hele büyük şehirlerde cenazelerin hala neolitik köy komünü ya da antik kent benzeri kasabaların yöntemleriyle kaldırılmaya kalkılmasının giderek saçmalığa varmasıdır.”


Durum tam öyle sayılmaz ama feodal-burjuva kültürleri çatışması, ölüm ve cenaze gibi kritik bir olgu üzerinden güzel irdelenmiş. Ancak, ne Küçükaydın, ne de centilmen tipte sayılan İleri, bu feodaliteden sıyrılamamışlar. Bu, köylülük değil; bu, geleneğin kırılamaması. Babaya ve devlete itaatin devamı (sosyalistleri tanım gereği ateist saydığımız için, burada üçüncü kulluk olan Allah’a itaati pas geçtik).

Küçükaydın dürsüt. Bu yazdıklarıyla eleştirilmeyi de göze alıyor. Yaşlandığı için buna pek aldırmıyor olsa gerek, insan yaşlanınca böyle bir lüksü kendine tanıyor, en azından bazılarımız...

Süreya:

“Hiç çalışmadan büyük işler başarmıştır. Çalışmasına gerek de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra konduğu şeyleri onun kadar iyi değerlendiren insan da pek azdır.”

Marx’ın arkadaşı Engels rantiyeydi, Marx’ın damadı ‘Aylaklığa Övgü’yü yazdı. Eski tüfekler bunları bilmez mi? Bilirler de, kulaklarının üstüne yatarlar inadına inadına. Karşı tarafın eline silah verirler bir de.

Onu bırakalım, Lenin, Troçki’nin, Stalin’in ne kadar emekçi olduklarını bir düşünelim, o da yeter. Ne de olsa, bizim sol çizgi en azından başlangıçta SSCB’ci idi.

Şerh: Entellektüelin emekçi olup olmaması gereğinin tartışılması, hep ironik ikilemler yaratıyor. Jack London ‘Martin Eden’ ile bu konuya tosluyor ama kendisi Marx’a göre, en azından başlangıçta lümpen proleter idi. En uygun örnek Traven desek, o da bir Alman kayzerinin gayrımeşru çocuğu imiş rivayete göre. Yani, proleter entellektüel oluyor da, çok nadiren oluyor.

Küçükaydın:

“Arşivciler, bir takım belgeler yayınlarlar ya da belgelere dayanan kitaplar. Konuya yakın olmayanlar o belgelerin niye yayınlandığını; aslında kime ya da hangi tartışmaya bir gönderme olduğunu bilemezler. Arşivciler de, o belgenin neye, hangi olaya veya tartışmaya gönderme olduğundan da pek söz de etmezler. Okura bırakırlar. Ama okurların öyle ayrıntılarla ilgilenecek zamanları yoktur.”

İşte, burada panorama mevcut.

Saptamalar:

Bir: Arşivciler, tarihçe panoramasını homojen belgemezler, o zamanda harita Arabistan’ın Afrika’ya yapışık olduğu orta Çağ haritalarına benzer.

İki: Abidin Nesimi’nin, zamanına göre cesurca yaptığı ve oldukça tepkiyle karşılanan 2 ciltlik benzeri belgeleme sonucu ortaya çıktığı gibi, en azından eski asıl-TKP çizgisinin hücreci çizgisinden dolayı, kimse panoramayı tam veremez. Daha da beteri, kimse haritadaki yerini bilmez.

Üç: Atilla Akar’ın ‘Eski Tüfekler’inde ortaya çıktığı üzere, o dönemi yaşayanlar, yaşadıklarının kesin bilinmesini istememişler. Bunun bir hak olup olmadığı epeyi tartışmalı kalıyor.

Dört: Belgelerden kuram yapılmaz. Karşılaştır-karşıtlaştır’dan çok adım ötesi kuramlaştırmaya gelene kadar, arşiv bilgilerin % 99,99’u elenir. Bu, insanla ilgili tüm kayıtlar için böyledir.

Beş: Aynı belgelerden, birbirine karşıt kuramlar üretilebilir. Dolayısıyla, bilimsel olmakla övünen sosyalistlerin yapacağı tek şey, belgelerden sonul kurama giden yolu da haritalamaktır. Bu, Annales Okulu üzerinden 550-1900 Türk tarihini, marksist tarih kuramı olan Dünya Sistemi’ne yerleştirmenin birbirine oldukça aykırı biçimlerde uygulanmasında ve farklı sonuçlara varılmasında açıkça ortaya çıktı.

Altı: Bu son 2 madde için Küçükaydın’ın yapabileceği fazla bir şey yok, çünkü bunlar son 10-15 yılın bilgisel gelişmeleri ve 50’sini geçmiş biri, nadiren son 10 yılda yazılmış bir kuramsal kitap okur ve/ya onu kaale alabilir.

Küçükaydın:

“Bu vesileyle Enis Rıza’ya bir serzenişte bulunalım. Elinde neredeyse her önemli toplantının veya olayın videoları, filmleri var. Bunları bir an önce, o ham şekilleriyle olsun İnternete koyması ve herkesin kullanımına açması yerinde olur. Herkes izlesin, isteyen onları ham madde olarak kullanıp kendi projesini gerçekleştirsin. Keşke Rasih Nuri’nin arşivi de tümüyle dijitalize edilmiş ve herkesin görmesine ve kullanımına açılmış olsaydı.”

TKP’nin sarı defterler projesinin kaynağının, bir kişinin partinin rızasını almadan parti arşivlerini yurtdışına çıkarıp onları derlemesi olduğunu anımsatalım. Okur, hangisini yeğlediğine kendi karar versin.
Süreya:
“Bir devrim bildirisi yayımlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.”
Bir: Örneğin SSCB devrimi sırasında o gün insanların neler yaptığı kayda geçirilmiştir. Bir arşivcinin bu tavrı, o tavırlar içinde pek de uygunsuz kaçmıyor.
İki: Koleksiyonerliğin malzeme şehvetini, Walter Benjamin çok çok iyi açımlamıştır. Ancak bu, burada tartışma dışı.
Üç: O belgeler olmasa, biz asıl TKP hakkında hiçbirşey bilemeyecektik. Bundan 40 yıl önce de aynen öyleydi ve çok çok sakil bir durumdu.
Dört: Asıl TKP’nin, en azından başlangıçtaki Galiyev tipi ulusalcılığının belgeleri TKP arşivlerinde var ama yayınlamıyorlar, bizzat tanığım.
Beş: CİA’in 50 yıl önceki katliamlarının belgeleri yayınlanıyor. Yayınlanıyor da, ne oluyor? Yani, belgeler de yetmeyebiliyor: Evren şu an yargılansa, ne olacak ki? 600 bin kişinin işkencesi nasıl ödenebilir ki?
Gelelim zurnanın zırt deliğine. Küçükaydın:
“İlk dediği: Sovyetlerin çöküşünden sonra arşivler açılmış ve bunların incelemesinden, Sovyetler’in 1920’lerin ortalarında bir karşı devrim yaşadığı sonucu çıktığıydı.
...
Bu söylediğinin önemini eski komünistleri tanımayanlar bilmez. Onlar için Sovyetler ve onun savunusu tartışılmaz bir görevdi yıllarca. Şimdi, neredeyse bütün hayatının temeli olmuş bu konuda bir karşı devrimin olduğundan söz ediyor ve neredeyse Troçki’nin dediklerini kelimesi kelimesine tekrarlıyordu.
Buna bağlı olarak ikinci çıkarsaması da yine kelimesi kelimesine Troçki’nin dediklerinin bir tekrarı sayılabilirdi. Önermesi: Sovyetlerin komünist partileri dış politikasının ve diplomasisinin araçları olarak kabul etmesi, kullanması ve kendi ihtiyaçlarına uyun stratejileri onlara dikte ettirmesiydi.
Buna bağlı olarak çıkardığı, yine belgelere dayanan, üçüncü bir sonuç daha vardı. (Ki kanımca bu da doğruydu ve birçok yazımda değindiğim bir konuydu.) TKP’nin üye ve yöneticilerinin sanılanın aksine bunlara mümkün olduğunca direndiğini, Sovyetlerin dayattığından nispeten daha sol politikaları savunduklarını vurguluyordu.”
İşte, burada kuramcısızlık, kuramsızlık, bakış açısızlık, kavram çerçevesizlik devreye giriyor:
Bir: Troçkicilik takınağı bitti gitti, tarihin kuburunda ve kabirinde yatan Troçki’nin kendisi gibi.
İki. Troçki, Kronstadt 1921’i yapmışken ve ‘Balkan Harbi’ kitabında Osmanlı’ya karşıki tavrını net olarak açımlamışken, yukarıdakileri herhalde en son onun söylemeye hakkı olacağı şeylerdi.
Üç: Türk solu köle ruhludur, gönüllü kulluktadır. O zamanki TKP yöneticilerini biliyoruz. Bildiğimiz, biribirlerini yedikleri ve birbirlerini gammazladıkları. Galiyev’i tanım gereği TC’li saymıyoruz.
Dört: En önemli kuramsal çizgi eksikliği: Küçükaydın’ın bahsettiği olaylar, SSCB’nin Dünya’da devrimden tek ülkede devrime pratik gerekler sonucu dönmesi ama kurama da ona göre ayar vermesi gerçeği var.
Beş: Küçükaydın’ın şu anki zihinsel ve kültürel momenti bizim için çok önemli, çünkü tam da yaşadıklarından hiçbirşey öğrenmemişliği ve 1980 sonrası neo-globalist neo-liberal Dünya’yı hiç mi hiç anlamayama pozisyonunda olduklarını imliyor.
Altı: 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü, 1945-1957 meta-tarihsel fay kırılmalarının da eklenmesiyle tarihi öteledi (bitirme ayrı konu, en azından Fukuyama tümüyle yanlıştı, onu yazmış olalım). Kaos matematiğindeki, yalpalar ve çatallanmalar eklenmeden şu anki tarih için çıkarsama yapılamaz.
Çıkış:
Tarih / geçmişbilim, fütüroloji / gelecekbilim olmadan bir hiçtir. Geçmiş 5 milenyumluk Dünya Sistemi, gelecek 5 milenyum eklenmeden bir hiçtir. Gelecek epeyi noktada limitlerine varmış ve kesinleşmiştir. Geçmiş birden çok biçimde panoralanmıştır ve daha da panoramalancaktır. Epistemik açıdan bunlar birbirini değillemez, yalnızca farklı bilgi momentleri olarak kayda geçerler.
Suyun aynı anda birçok yöne akması gibi, bir kuramcının ideolojinin ve paradigmasının da, aynı anda geleceğe ve geçmişe doğru akabilmesi gerekir. Eğer tümel olacaksan, buna zorunlusun demekttir. Tikellik yetiyorsa, o eleştirdiğin arşivcilerden farkın kalmaz.
Sonsöz: Küçükaydın’ı zihinsel olarak hala çabaladığı için takdir ediyoruz ama gelecek bilinci olmadığı için de eleştiriyoruz.

Al sana, kuramsızlığın resmi Abidin...

Hiç yorum yok: