Sanat
eserlerinin estetiko-politik yorumu, marksist kökenli estetikçilerin
oluşturduğu Frankfurt Okulu geleneği üzerinden; Adorno, Brecht, Benjamin,
Lukacs ile başlatılır, oluşur ve simgelenir.
Onlarda
eksik olan birkaç nokta vardı.
Tarih
bilinçleri zayıftı. İçinde yaşarken, 1920’ler Almanya’sındaki Georg Grosz
efektini ve 1930’lardakiki Horace Mc Coy efektini göremediler.
En
azından SSCB’deki politik sisteme bağlı, tabi, ait, şu bu oldukları için,
özgürlükçü düşünemediler. Benjamin’in Rusya yolculuğunun notları da
cezalandırıldı. En azından şunu söyleyebilmeliydiler: Devrim, hem Yesenin’i
yedi, hem de Mayakovski’yi. Ha bir de şu: Devrim, ne Tolstoy çıkarabilir, ne de
Dostoyevski. Hele bir de, 1859 Ogarev varken, gerçekçi eleştirmen bile
çıkaramaz.
Biz,
1960-1980 dönemi Türk Edebiyatı’nın estetiko-politik yorumu için, bunları göz
önünde bulunduruyoruz. Yazarların bedavaya özgürleşmenin bedelini ödemeyip,
üstüne bir de devrim rüzgarı koklayıp, eldeki demokrasiyi nasıl gömdüklerini
daha önce yazdık.
Burada
ise, vurgulayacağımız en önemli nokta, Atay ve Soysal hakkındaki 2 yabancı
akademisyenin eleştiri tezlerinde açıkça izlediğimiz üzere, o dönemin
yazarlarının toplumculuklarının pekk toplumcu sayılamayacağı. Bu da, ironik bir
alaturka aşırı ülkeseverlik ve halkseverlik nedeniyle böyle.
Ancak
bizim artı vurgulamak istediğimiz şey şu:
Adnan
Veli’nin 50 yıl sonra dergi sayfalarından kurtarılan, lümpen proleterya
röportajlarının 90 küsur yıldır biricik kalması. Yani, onun dışında hiçbir Türk
yazarı, asıl proleteryaya içeriden yazmadı, yazamadı, Sait Faik bu hesaba dahil
ama Reşat Enis en azından bunu yapmayı denedi.
Yani,
gerçeği ve yalnızca gerçeği, en çirkin ve en doğru görüntüsüyle gerçeği, hiçbir
Türk yazarı yazmaya kalkmayı hayal bile etmedi, edemedi.
Böylelikle
de ortaya çıkan sonuçlar; melodram, sentimental alaturka faşizm, şu bu oldu.
Bol ağlak vardı ama, hem de feci bol ağlak. Kemalettin Tuğcu ağlağı değil, köy
romanı ağlağı.
Bu
realizm değil, melodramizm olmakta.
Bu,
gerçeği çarpıtmak olmakta.
Bu,
apaçık kendine yalan söylemek olmakta.
Biz
bunu, 1968’lilerin Deniz Gezmiş hakkındaki yalan söylemlerinde 50 yıldır
izliyoruz. Gezmiş’in hataları kanıtlandı, kayıtlandı ama o hala bir idol. Ve
1968’liler hala ısrarla yalan söylemdeler.
Bundan
50 yıl önce sosyoloji-roman karşıtlığı tartışılırdı. Oralardan düşe düşe, yalan
söylemek sanatın hakkıdır tezine geldik.
Evet,
Türk Edebiyatı yalan söyler, en çok da şiir, en çok da Nazım…
Aslolan
yaşam değil, ölümdür.
O
nedenle aslolan, yaşam değil, eserdir.
Apsis-ordinat
ayarlaması 1. Saptama 1. (0,0) noktası 1.
Nesnel
eleştiri de budur.
(9 Nisan 2018)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder