Leyla Erbil
(1931- ), bu ülkede yetişmiş nadir
onurlu yazarlardan biri idi… 1960 sonrasında yayınlanan yazar kuşağı içinde,
kendi çizgisini oluşturmuş, yalnız bırakılmayı, az okunmayı göze almış, imajsız
kalabilmiş biri idi… Hayır, kendisi vefat etmedi. Ne olduysa, kırkından da
değil, altmışından sonra oldu. O şimdi, kapitalizmin kalesinde stoper oyuncu.
Hiç bir kitabını hiç bir ödül yarışmasına sokmamışlığını, kırk yıl sonra bile
belirtebilirken, şu an ödül bile olmayan bir uzlaşmanın rehaveti içinde…
Tuhaftır ki yumuşama, fotoğraflarında görünmeye başlamıştı. Atmaca gibi bakan
gözler, ‘sevgili kuzucuklarım’ haminneliğine kaydı yavaş yavaş ki o zaman
YKY’de eserleri henüz basılmamıştı. Tevekkeli boşa dememişler: ‘Minareyi
çalacak, kılıfını hazırlar’.
Durumu(nu) utanç
verici bulmuyorum. Neden mi? Herkes, her tür savaş(ım)ı, her an, her yerde
terketme hakkına sahiptir. Üstelik; onların (yazarların) giriştiği kültürel
mücadele gönüllü idi… Kimse onlara ‘kal’ diyemezdi… Ancak hüzn verici olan,
‘gittim ama buradayım’ tavrı. Yaşlılık ayıp değil, suç değil… ‘Benden bu
kadar’, demesi yeterliydi. Şimdi hafif bir ‘tencere dibin benden kara veya ben
senin ne kirli çıkılarını bilirim’si bir hain gülüş, gönlümüzü berbat ediyor.
Biyografi
çizgisinin böyleliği yazarlığını bozmaz. Ancak yazarlığı da, tek başına hüzn
vericidir.
Neden mi?
1. Ankaralı kadın yazar
lezzetinden ya da kekremsiliğinden dolayı. Bir zamanlar ankaralı bir sevgilim
vardı. Yaz tatillerinde bana yazdığı ilk mektuplar, hep ‘kahverengi bir
sıkıntı’ diye başlamıştı. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Aysel Özakıncı, İnci
Aral, Tezer Özlü… Hep bu tipolojide seyredegeldiler. (Kafka, TC’de yaşasaydı,
Ankaralı olurdu (ama asla kadın olmazdı), diye düşünmüşümdür.)
Bu tip sıkılır. Kadınlığından, bozkırdan,
erkeklerden, yaşamdan, bedeninden, ruhundan… Saldıracağına ya da kaçacağına
olduğu yerde kalır ki bu küçük burjuvalıktır (belki de memur tavrıdır). Öyle
olunca, Beckett çekirdeğine eziyet durumlar yaşanır.
Böylesi biri libido
kabızıdır. Yaşamaz, yaşatmaz da…
2. Birinci duruma bağlı ama
ondan daha ayrı yataklarda akan dilsel absürditeden dolayı ki Türkçe’de en
keskin örneği Sevim Burak’ın eserleridir. Leyla Erbil’deki örnek, ‘Tuhaf Bir
Kadın’dır. Anlaşılır bir şeyi anlayamamanın ve daha çok da anlatamamanın
sıkıntısıdır.
Dil de kabızdır.
1970’lerdeki abartılı (öyle denilen) öztürkçeleştirmenin yanısıra, henüz yeni
yaşanan ve Avrupa dillerinden adsal aktarma yapılamayan bireysel/öznel
durumları yazmak zorundalık bunu yaratır. (Erbil’in yarattığı yeni noktalama
imlerine sonra değineceğim.)
3. Beyhudelik ve nafilelik.
Osmanlı’dan devralınan iki erkek örnek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nurullah
Ataç’tır. Aslında, edebiyatın yaşamları, özellikle de kendilerininkini değiştiremeyeceği
inancı, bu sonucu yaratır. Tüm edimler, sonuçta boşuna debelenmektir.
Leyla Erbil’in
1970’lerde Soyut’ta yayınlanmış yazılarına bir bakın. Böylesi bir insan, ya
miyoptur, ya da yaptığına inanmıyordur ki ikisi de otuz yıl sonra aynı sonuca varır;
varmıştır da…
4. Tüm bunlara karşın, yazmaya
ve yaşamaya açlık ki bu durum, bir bakirenin sekse merakına benzer. Türk
kadını, yazar olsun olmasın, 75 yıldır bu durumda.
5. Leyla Erbil’le ilintili iki
anı alıntısı:
Sadun Tanju, Bazı
anılar, Yalçın Yayınları, Haziran 1998, 350 sayfa. Sayfa: 34-35:
“Sonra askere gittim (1949). Leyla’ya …
mektuplar yazmaya başladım… Seneler sonra, galiba 1988’in sonuna doğru, bir
yazarlar toplantısında Leyla ile karşılaştığımızda … muzip muzip güldü ve o
günlerde çıkan ‘Mektup Aşkları’ romanını ima ederek, ‘telaşlanacak bir şey yok,
merak etme’ dedi.”
Rıfat Ilgaz, Yokuş
Yukarı, Çınar Yayınları, Ocak 1987, 202 sayfa. Sayfa: 78-79:
“- Anlat, dedi,
nasıl kız Leyla!
Bildiğim kadarıyla
anlatıyordum.
- Anlat canım! Çok
zeki kız değil mi?
- Öyledir. Arkadaş
canlıdır, dostluğuna güvenilir!
- Güvenilir değil
mi?
- Güvenilir!
- O da senin için aynı şeyleri söylüyor. Ne
güzel şey, ona bu güveni vermek, Leyla gibi bir kıza! Bu akşam ona diyeceğim
ki… Leyla, diyeceğim.
Bütün diyeceklerini,
diyemeyeceklerini anlatmış, biraz açılır rahatlar gibi olmuştu. Sözlerine başa
baş denk getirdiği votkası bitince:
- Kalk, demişti,
gidiyoruz.
Atlamıştık bir
tramvaya. Tepebaşı’nda indiğimizde hava kararmıştı.
Çağdaş’a girdik,
kapıyı görecek bir masa bulup oturduk. Her kapı açılışta başımız kapıdaydı.
Leyla girmiyordu ama her açılışında bizden biri giriyordu. Cahit Irgat girdi
önce, geldi, oturdu yanımıza. Sait’te tedirginlik başlamıştı. Mimar Nevzat
girdi peşinden. Beni görünce, belki de Sait’i görünce, oturdu masaya.
Leyla’nın bir
şakası mıydı bu, diye düşünmeye başlamıştım. Leyla’yla nişanlılığı sözkonusuydu
o günlerde Mimar Nevzat’ın. Az sonra Melih de girdi, Melih Cevdet…
Arkdaşlarındandı o da Leyla’nın…Bir Leyla eksikti, çok geçmeden o da geldi,
oturdu Sait’in karşısına.
Toplantı tamamdı.
Hangi konu açılırsa açılsın, hemen tartışmaya dökülüyordu iş. Leyla’yla biz
dinliyorduk. Masada kim varsa, teker teker Sait’le tartışıyordu. Sait ağzını
açtıkça boş bırakmıyorlardı, tek tek yükleniyorlardı. Renkten renge giriyordu
boyuna. Leyla’ya olgunluğunu göstermek için tutuyordu kendini ama öfkesini
önündeki bardaktan alıyordu.
On, on beş gün
sonra Sait’in Marmara Kliniği’ne kaldırıldığını duyunca, Haluk önündeki
telefona yapışmıştı. Yüzünün sararmasından durumu anlamıştım. Sait bu kez
hepimize birden kızmıştı. Leyla’sına da, dünyasına da… Öfkesine her zaman
gülecek birini bulan Sait, bu kez kimseyi bulamamıştı.”
Bilmem ne demeli?
Kendisi de,
kadınlara çok mektup yazmış ve özellikle sıradan insanların kişisel
mektuplarını toplayan biri olarak çifte handikaplıyım. O mektuplar er geç
aleyhime kullanılacak ve bendekileri asla kimsenin aleyhine kullanmayacağım.
Burada sorun, Erbil’in kişisel ve yazınsal ahlak sorunu.
Bir usta yazarın
sirozlu karaciğerini patlatmak… Erkekleri kulak arkası sıraya dizmek… Yumurta
tokuşturur gibi beyin tokuşturmak… Peki, o zaman, neden Türk kadınları,
‘alaturka matriyarkal faşizm’den söz edilince öfkeleniyorlar?
Tüm bunlar on yıl
sonra yeniden okunan ‘Karanlığın Günü’ (Adam Yayınları, 1985, 200 sayfa) için
bir girizgahtı. İlk okuduğumda, orada anılan bazı kişileri kıyısından
köşesinden sezer gibi olmuştum. Şimdi de belki tam açımlayamam. Yine de
metinsel seyir onun üzerinde olacak.
Leyla Erbil;
‘Soyut’ dergisinde yayınlanan iki yazısında, sırasıyla Haziran ve Ağustos
1972’de, Memet Fuat için şunları söylemiş:
“Soru: Sait Faik
ödülünün bu yıl Füruzan’a verilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Yanıt: Bu jürinin
değerlendirmelerine merak göstermeyenler, meraklılardan daha önemli geliyor bana.
Yeni Dergi ve tayfalarının üç yıldır sürdürdükleri yazılı ve sözlü Füruzan
çığırtkanlığı başlamadan önce, bu yazar da meraksızlar safındaydı. Sait Faik
jürisinin bu yılki sonucunun açıklandığı aynı gazetede başka bir haber daha
vardı. Kuzey Vietnam’ın para vaad ettiği Güney Vietnam askerleri toplu halde
kuzeye geçmişlerdi. Yeni Dergi olayı, Memet Fuat’ın nelere kaadir olduğunu
ispatlaması açısından ilginçtir.”
“Soru: Yeni
Dergi’nin edebiyatımıza ne gibi fayda ve zararları olmuştur?
Yanıt: … Bu derginin
neyi benimsediği ve nasıl bir okur yetiştirmek istediği ise, büsbütün karışık
bir tablodur… Yeni Dergi’nin yazarları yozlaştırıcı kampta, gönüllü olarak yer
aldığına inananlardan değilim… Bence Yeni Dergi, istemeden kültür
emperyalizmine hizmet eden ‘klinik bir olay’dır… Türk edebiyatına istediği gibi
yön vermek – istediğini de şuna buna inat etmeleri belirleyebilir – ona hakim
olmak, yazar patronluğu etmek, yani edebiyat dünyasını – yazarları ve
okurlarıyla – ruhi tatminsizliklerini doyurucu bir araç saymasından doğan bir
dramdır.”
Şerh 1: Tuhaftır.
Yıllarca, “47’liler”i Füruzan’ın yazmadığını düşündüm; çünkü üslup
elvermiyordu. (Aynı zamanda, “Tuhaf Bir Kadın’daki, halkına meraklı kadının da
Füruzan olduğunun…) Romanı (enazından ana fikrini) pekala Erbil yazmış
olabilirdi. (Bunu bir gün kesin belirleyeceğim.)
Şerh 2: Yayınlanmak
için taklalar atan bir yazar olarak, Erbil'in çizgisini anlayabiliyorum.
Soyut'un başka sayılarındaki yazılarında belirttiği, yayıncıların ve
dergicilerin yazılarını habire makaslaması, benim de onlarca kez başıma geldi.
Kabzımalların ve celeplerin kendilerini üretici sayması gibi, yayıncılar da
kültürel üretim yaptıklarını sanıyorlar.
Girelim kitaba:
Kitabın birinci
basımı Adam (editör: Memet Fuat), ikinci basımı Can (editör: Erdal Öz), üçüncü
basımı Yapı Kredi Yayınları’nda (editör: Enis Batur) yapılmış.
Erbil’in 27 yıl
önce M.F. için söyledikleri, bugün hem E. Ö., hem de E. B. için aynen
söylenebilir.
İlk basımda
gerçekleştirilemeyen, son basımda gerçekleştirilen noktalama imleri
değişimlerini, E. B. da bir ara çok sevmişti. Kendi hesabıma, dilin var olan
tüm sınırlarının ötesine geçilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. (Örneğin ben
de, ‘gitmiş olacağım’ yerine ‘gitmişeceğim’ derim ve bunu tüm kiplere
uygularım.) Ancak, her zamanki sanatsal / yazınsal soru-n-sal: Biçim-içerik
uyuşması var mı, yani o noktalama öykünün akışına uyuyor mu? ( ,,, ), ( … ) ile
benzeşiyor ama ( ? + , ), soru kipinde altcümleyle başlayıp devam eden
cümlelere daha çok uyuyor gibi…
Artı; biçim sorunu
içerik sorununu örtmemeli. Erbil ne anlatıyor? Küçük insanların küçük
yaşamlarını... Ondan önce ve sonra bir çok TC'li’yazar; köylüleri, taşralıları,
gecekonduluları yazmaya çabaladı. Hadi, dene ki: Bir toplumbilim yapıtı yerine,
bir roman yeğdir. Yine de, gerçekçi geçinen bir yazardan gerçekleri anlatmasını
beklersiniz. Kırsal yaşam, köy romanlarındaki gibi, imam – öğretmen - ağa
çerçevesinde geçmedi. Gecekondudaki yaşam, ne Latife Tekin’in, ne de Metin
Kaçan’ın kitaplarındaki gibi geçmedi. Kadın yaşamı da, ne Erbil’in Karanlığın
Günü’sündeki, ne de İnci Aral’ın Ağda Zamanı’ndaki gibi geçmedi . Onlar öyle
algıladılar ve anlattılar. Arada iki sorun vardı: Onlar, kadını temsil
etmiyorlardı ve sözlü anlatı, doğrudan yazılaştırılınca yadırgılaşıyordu.
Bilinç akışı, söz
akışı, safsata akışı… Bir romanı beyhude kılmak… Tüm bir yaşamı beyhude kılmak…
Sonra da kalkıp ‘Ölümden önce bir yaşam yoktur’ demek… Ne bağlanabilmek, ne
ayrılabilmek… Ne yazabilmek, ne susabilmek… Ne ölebilmek, ne yaşayabilmek…
Karanlık, bu değildir.
Gün, bu(gün) değildir. Roman, bu değildir. Bilinç, bu değildir. Kadın, bu
değildir. Erbil’in tüm becerebileceği, yalnızca bu kadarı değildir.
(Buradan ‘Zihin
Kuşları’na geçilir ama o başka bir metnin konusu olur.)
Fakir Baykurt
yıllarca köy romanı yazdı. Sonunda, özyaşamöyküsünün birinci bölümünü,
çocukluğunu yazdı. Otobiyografisi, romanlarının olmasını istediğinden daha
masalsıydı. Neden mi? Eskiden köylü Fakir, kentten nefret ediyordu. Yeni Fakir,
bırakın kenti, Almanya’nın büyükkentlerinde yirmi yıl yaşamış durumda. Aradaki
farka, genelde ‘edebiyat’ deniyor. Yazı, kentin ürünüdür.
Erbil de, taşralı
(aslında kenar mahalleli de denebilir) kadın günü geyiklerini, edebiyat sanmış.
Perihan Mağden gibi, Aslı Erdoğan gibi… ‘Kötü örnek, örnek değildir’, derler
ama o zaman ben de ‘kötü örnek susmalıdır’, derim…
Bir yaşamı var
kılan, evrelerinden enaz birinin değerli kılınmasıdır.. Bu herhangi bir
(dinseller hariç) aksiyolojik (: değerbilimsel) veri tabanına göre olabilir. En
temelde; bilim doğru, felsefe/ahlak iyi, sanat güzel yaratır. Bir yazar,
yaşamıyla ve/ya yazınıyla bunlara soyut artı-değer katmışmalıdır. Bu, kafkaesk
bir gönüllü zorunluluktur ve yaratı acı vericidir.
Sanatın
kültürbilimcisi olarak bir estetikçinin, sevdiği bir yazar hakkında olumsuz
şeyler yazması çifte hüzn: Erbil bunu yapacak yazar değil ve bunu yazacak
(‘kraliçe çıplak’, diyecek) başka kimse yok.
‘Yaş yetmiş, iş
bitmiş-ecek’ olmamalıydı Leyla Hanım… Yaşadın. Belki hiç bir haz almadan
dönemin bütün erkeklerini peşinden koşturdun. 6 kitap yazdın. Sonuncusunda
zihin kuşun mezara uçuyor. Değer miydi?
‘Hüzn’den öte,
‘yeis’ bu metin, sayın Erbil…
(Mayıs 1999)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder