Cuma, Ağustos 16, 2013

Leyla Erbil İçin Hüzn Makamı

Leyla Erbil (1931-    ), bu ülkede yetişmiş nadir onurlu yazarlardan biri idi… 1960 sonrasında yayınlanan yazar kuşağı içinde, kendi çizgisini oluşturmuş, yalnız bırakılmayı, az okunmayı göze almış, imajsız kalabilmiş biri idi… Hayır, kendisi vefat etmedi. Ne olduysa, kırkından da değil, altmışından sonra oldu. O şimdi, kapitalizmin kalesinde stoper oyuncu. Hiç bir kitabını hiç bir ödül yarışmasına sokmamışlığını, kırk yıl sonra bile belirtebilirken, şu an ödül bile olmayan bir uzlaşmanın rehaveti içinde… Tuhaftır ki yumuşama, fotoğraflarında görünmeye başlamıştı. Atmaca gibi bakan gözler, ‘sevgili kuzucuklarım’ haminneliğine kaydı yavaş yavaş ki o zaman YKY’de eserleri henüz basılmamıştı. Tevekkeli boşa dememişler: ‘Minareyi çalacak, kılıfını hazırlar’.

Durumu(nu) utanç verici bulmuyorum. Neden mi? Herkes, her tür savaş(ım)ı, her an, her yerde terketme hakkına sahiptir. Üstelik; onların (yazarların) giriştiği kültürel mücadele gönüllü idi… Kimse onlara ‘kal’ diyemezdi… Ancak hüzn verici olan, ‘gittim ama buradayım’ tavrı. Yaşlılık ayıp değil, suç değil… ‘Benden bu kadar’, demesi yeterliydi. Şimdi hafif bir ‘tencere dibin benden kara veya ben senin ne kirli çıkılarını bilirim’si bir hain gülüş, gönlümüzü berbat ediyor.

Biyografi çizgisinin böyleliği yazarlığını bozmaz. Ancak yazarlığı da, tek başına hüzn vericidir.

Neden mi?

1. Ankaralı kadın yazar lezzetinden ya da kekremsiliğinden dolayı. Bir zamanlar ankaralı bir sevgilim vardı. Yaz tatillerinde bana yazdığı ilk mektuplar, hep ‘kahverengi bir sıkıntı’ diye başlamıştı. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Aysel Özakıncı, İnci Aral, Tezer Özlü… Hep bu tipolojide seyredegeldiler. (Kafka, TC’de yaşasaydı, Ankaralı olurdu (ama asla kadın olmazdı), diye düşünmüşümdür.)

Bu tip sıkılır. Kadınlığından, bozkırdan, erkeklerden, yaşamdan, bedeninden, ruhundan… Saldıracağına ya da kaçacağına olduğu yerde kalır ki bu küçük burjuvalıktır (belki de memur tavrıdır). Öyle olunca, Beckett çekirdeğine eziyet durumlar yaşanır.

Böylesi biri libido kabızıdır. Yaşamaz, yaşatmaz da…

2. Birinci duruma bağlı ama ondan daha ayrı yataklarda akan dilsel absürditeden dolayı ki Türkçe’de en keskin örneği Sevim Burak’ın eserleridir. Leyla Erbil’deki örnek, ‘Tuhaf Bir Kadın’dır. Anlaşılır bir şeyi anlayamamanın ve daha çok da anlatamamanın sıkıntısıdır.

Dil de kabızdır. 1970’lerdeki abartılı (öyle denilen) öztürkçeleştirmenin yanısıra, henüz yeni yaşanan ve Avrupa dillerinden adsal aktarma yapılamayan bireysel/öznel durumları yazmak zorundalık bunu yaratır. (Erbil’in yarattığı yeni noktalama imlerine sonra değineceğim.)

3. Beyhudelik ve nafilelik. Osmanlı’dan devralınan iki erkek örnek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nurullah Ataç’tır. Aslında, edebiyatın yaşamları, özellikle de kendilerininkini değiştiremeyeceği inancı, bu sonucu yaratır. Tüm edimler, sonuçta boşuna debelenmektir.
Leyla Erbil’in 1970’lerde Soyut’ta yayınlanmış yazılarına bir bakın. Böylesi bir insan, ya miyoptur, ya da yaptığına inanmıyordur ki ikisi de otuz yıl sonra aynı sonuca varır; varmıştır da…

4. Tüm bunlara karşın, yazmaya ve yaşamaya açlık ki bu durum, bir bakirenin sekse merakına benzer. Türk kadını, yazar olsun olmasın, 75 yıldır bu durumda.

5. Leyla Erbil’le ilintili iki anı alıntısı:

Sadun Tanju, Bazı anılar, Yalçın Yayınları, Haziran 1998, 350 sayfa. Sayfa: 34-35:

“Sonra askere gittim (1949). Leyla’ya … mektuplar yazmaya başladım… Seneler sonra, galiba 1988’in sonuna doğru, bir yazarlar toplantısında Leyla ile karşılaştığımızda … muzip muzip güldü ve o günlerde çıkan ‘Mektup Aşkları’ romanını ima ederek, ‘telaşlanacak bir şey yok, merak etme’ dedi.”
Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, Çınar Yayınları, Ocak 1987, 202 sayfa. Sayfa: 78-79:
“- Anlat, dedi, nasıl kız Leyla!
Bildiğim kadarıyla anlatıyordum.
- Anlat canım! Çok zeki kız değil mi?
- Öyledir. Arkadaş canlıdır, dostluğuna güvenilir!
- Güvenilir değil mi?
- Güvenilir!
- O da senin için aynı şeyleri söylüyor. Ne güzel şey, ona bu güveni vermek, Leyla gibi bir kıza! Bu akşam ona diyeceğim ki… Leyla, diyeceğim.
Bütün diyeceklerini, diyemeyeceklerini anlatmış, biraz açılır rahatlar gibi olmuştu. Sözlerine başa baş denk getirdiği votkası bitince:
- Kalk, demişti, gidiyoruz.
Atlamıştık bir tramvaya. Tepebaşı’nda indiğimizde hava kararmıştı.
Çağdaş’a girdik, kapıyı görecek bir masa bulup oturduk. Her kapı açılışta başımız kapıdaydı. Leyla girmiyordu ama her açılışında bizden biri giriyordu. Cahit Irgat girdi önce, geldi, oturdu yanımıza. Sait’te tedirginlik başlamıştı. Mimar Nevzat girdi peşinden. Beni görünce, belki de Sait’i görünce, oturdu masaya.
Leyla’nın bir şakası mıydı bu, diye düşünmeye başlamıştım. Leyla’yla nişanlılığı sözkonusuydu o günlerde Mimar Nevzat’ın. Az sonra Melih de girdi, Melih Cevdet… Arkdaşlarındandı o da Leyla’nın…Bir Leyla eksikti, çok geçmeden o da geldi, oturdu Sait’in karşısına.
Toplantı tamamdı. Hangi konu açılırsa açılsın, hemen tartışmaya dökülüyordu iş. Leyla’yla biz dinliyorduk. Masada kim varsa, teker teker Sait’le tartışıyordu. Sait ağzını açtıkça boş bırakmıyorlardı, tek tek yükleniyorlardı. Renkten renge giriyordu boyuna. Leyla’ya olgunluğunu göstermek için tutuyordu kendini ama öfkesini önündeki bardaktan alıyordu.
On, on beş gün sonra Sait’in Marmara Kliniği’ne kaldırıldığını duyunca, Haluk önündeki telefona yapışmıştı. Yüzünün sararmasından durumu anlamıştım. Sait bu kez hepimize birden kızmıştı. Leyla’sına da, dünyasına da… Öfkesine her zaman gülecek birini bulan Sait, bu kez kimseyi bulamamıştı.”

Bilmem ne demeli?

Kendisi de, kadınlara çok mektup yazmış ve özellikle sıradan insanların kişisel mektuplarını toplayan biri olarak çifte handikaplıyım. O mektuplar er geç aleyhime kullanılacak ve bendekileri asla kimsenin aleyhine kullanmayacağım. Burada sorun, Erbil’in kişisel ve yazınsal ahlak sorunu.

Bir usta yazarın sirozlu karaciğerini patlatmak… Erkekleri kulak arkası sıraya dizmek… Yumurta tokuşturur gibi beyin tokuşturmak… Peki, o zaman, neden Türk kadınları, ‘alaturka matriyarkal faşizm’den söz edilince öfkeleniyorlar?

Tüm bunlar on yıl sonra yeniden okunan ‘Karanlığın Günü’ (Adam Yayınları, 1985, 200 sayfa) için bir girizgahtı. İlk okuduğumda, orada anılan bazı kişileri kıyısından köşesinden sezer gibi olmuştum. Şimdi de belki tam açımlayamam. Yine de metinsel seyir onun üzerinde olacak.

Leyla Erbil; ‘Soyut’ dergisinde yayınlanan iki yazısında, sırasıyla Haziran ve Ağustos 1972’de, Memet Fuat için şunları söylemiş:

“Soru: Sait Faik ödülünün bu yıl Füruzan’a verilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Yanıt: Bu jürinin değerlendirmelerine merak göstermeyenler, meraklılardan daha önemli geliyor bana. Yeni Dergi ve tayfalarının üç yıldır sürdürdükleri yazılı ve sözlü Füruzan çığırtkanlığı başlamadan önce, bu yazar da meraksızlar safındaydı. Sait Faik jürisinin bu yılki sonucunun açıklandığı aynı gazetede başka bir haber daha vardı. Kuzey Vietnam’ın para vaad ettiği Güney Vietnam askerleri toplu halde kuzeye geçmişlerdi. Yeni Dergi olayı, Memet Fuat’ın nelere kaadir olduğunu ispatlaması açısından ilginçtir.”

“Soru: Yeni Dergi’nin edebiyatımıza ne gibi fayda ve zararları olmuştur?
Yanıt: … Bu derginin neyi benimsediği ve nasıl bir okur yetiştirmek istediği ise, büsbütün karışık bir tablodur… Yeni Dergi’nin yazarları yozlaştırıcı kampta, gönüllü olarak yer aldığına inananlardan değilim… Bence Yeni Dergi, istemeden kültür emperyalizmine hizmet eden ‘klinik bir olay’dır… Türk edebiyatına istediği gibi yön vermek – istediğini de şuna buna inat etmeleri belirleyebilir – ona hakim olmak, yazar patronluğu etmek, yani edebiyat dünyasını – yazarları ve okurlarıyla – ruhi tatminsizliklerini doyurucu bir araç saymasından doğan bir dramdır.”

Şerh 1: Tuhaftır. Yıllarca, “47’liler”i Füruzan’ın yazmadığını düşündüm; çünkü üslup elvermiyordu. (Aynı zamanda, “Tuhaf Bir Kadın’daki, halkına meraklı kadının da Füruzan olduğunun…) Romanı (enazından ana fikrini) pekala Erbil yazmış olabilirdi. (Bunu bir gün kesin belirleyeceğim.)

Şerh 2: Yayınlanmak için taklalar atan bir yazar olarak, Erbil'in çizgisini anlayabiliyorum. Soyut'un başka sayılarındaki yazılarında belirttiği, yayıncıların ve dergicilerin yazılarını habire makaslaması, benim de onlarca kez başıma geldi. Kabzımalların ve celeplerin kendilerini üretici sayması gibi, yayıncılar da kültürel üretim yaptıklarını sanıyorlar.

Girelim kitaba:

Kitabın birinci basımı Adam (editör: Memet Fuat), ikinci basımı Can (editör: Erdal Öz), üçüncü basımı Yapı Kredi Yayınları’nda (editör: Enis Batur) yapılmış.
Erbil’in 27 yıl önce M.F. için söyledikleri, bugün hem E. Ö., hem de E. B. için aynen söylenebilir.

İlk basımda gerçekleştirilemeyen, son basımda gerçekleştirilen noktalama imleri değişimlerini, E. B. da bir ara çok sevmişti. Kendi hesabıma, dilin var olan tüm sınırlarının ötesine geçilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. (Örneğin ben de, ‘gitmiş olacağım’ yerine ‘gitmişeceğim’ derim ve bunu tüm kiplere uygularım.) Ancak, her zamanki sanatsal / yazınsal soru-n-sal: Biçim-içerik uyuşması var mı, yani o noktalama öykünün akışına uyuyor mu? ( ,,, ), ( … ) ile benzeşiyor ama ( ? + , ), soru kipinde altcümleyle başlayıp devam eden cümlelere daha çok uyuyor gibi…

Artı; biçim sorunu içerik sorununu örtmemeli. Erbil ne anlatıyor? Küçük insanların küçük yaşamlarını... Ondan önce ve sonra bir çok TC'li’yazar; köylüleri, taşralıları, gecekonduluları yazmaya çabaladı. Hadi, dene ki: Bir toplumbilim yapıtı yerine, bir roman yeğdir. Yine de, gerçekçi geçinen bir yazardan gerçekleri anlatmasını beklersiniz. Kırsal yaşam, köy romanlarındaki gibi, imam – öğretmen - ağa çerçevesinde geçmedi. Gecekondudaki yaşam, ne Latife Tekin’in, ne de Metin Kaçan’ın kitaplarındaki gibi geçmedi. Kadın yaşamı da, ne Erbil’in Karanlığın Günü’sündeki, ne de İnci Aral’ın Ağda Zamanı’ndaki gibi geçmedi . Onlar öyle algıladılar ve anlattılar. Arada iki sorun vardı: Onlar, kadını temsil etmiyorlardı ve sözlü anlatı, doğrudan yazılaştırılınca yadırgılaşıyordu.

Bilinç akışı, söz akışı, safsata akışı… Bir romanı beyhude kılmak… Tüm bir yaşamı beyhude kılmak… Sonra da kalkıp ‘Ölümden önce bir yaşam yoktur’ demek… Ne bağlanabilmek, ne ayrılabilmek… Ne yazabilmek, ne susabilmek… Ne ölebilmek, ne yaşayabilmek…

Karanlık, bu değildir. Gün, bu(gün) değildir. Roman, bu değildir. Bilinç, bu değildir. Kadın, bu değildir. Erbil’in tüm becerebileceği, yalnızca bu kadarı değildir.

(Buradan ‘Zihin Kuşları’na geçilir ama o başka bir metnin konusu olur.)

Fakir Baykurt yıllarca köy romanı yazdı. Sonunda, özyaşamöyküsünün birinci bölümünü, çocukluğunu yazdı. Otobiyografisi, romanlarının olmasını istediğinden daha masalsıydı. Neden mi? Eskiden köylü Fakir, kentten nefret ediyordu. Yeni Fakir, bırakın kenti, Almanya’nın büyükkentlerinde yirmi yıl yaşamış durumda. Aradaki farka, genelde ‘edebiyat’ deniyor. Yazı, kentin ürünüdür.
Erbil de, taşralı (aslında kenar mahalleli de denebilir) kadın günü geyiklerini, edebiyat sanmış. Perihan Mağden gibi, Aslı Erdoğan gibi… ‘Kötü örnek, örnek değildir’, derler ama o zaman ben de ‘kötü örnek susmalıdır’, derim…

Bir yaşamı var kılan, evrelerinden enaz birinin değerli kılınmasıdır.. Bu herhangi bir (dinseller hariç) aksiyolojik (: değerbilimsel) veri tabanına göre olabilir. En temelde; bilim doğru, felsefe/ahlak iyi, sanat güzel yaratır. Bir yazar, yaşamıyla ve/ya yazınıyla bunlara soyut artı-değer katmışmalıdır. Bu, kafkaesk bir gönüllü zorunluluktur ve yaratı acı vericidir.

Sanatın kültürbilimcisi olarak bir estetikçinin, sevdiği bir yazar hakkında olumsuz şeyler yazması çifte hüzn: Erbil bunu yapacak yazar değil ve bunu yazacak (‘kraliçe çıplak’, diyecek) başka kimse yok.

‘Yaş yetmiş, iş bitmiş-ecek’ olmamalıydı Leyla Hanım… Yaşadın. Belki hiç bir haz almadan dönemin bütün erkeklerini peşinden koşturdun. 6 kitap yazdın. Sonuncusunda zihin kuşun mezara uçuyor. Değer miydi?

‘Hüzn’den öte, ‘yeis’ bu metin, sayın Erbil…


(Mayıs 1999)     

Hiç yorum yok: