Pazartesi, Ağustos 26, 2013

Marx ve Anarşistler




Paul Thomas, Ütopya Yayınları, Çeviren: Devrim Evci, Ekim 2000, 444 sayfa.

İçindekiler

Önsöz
Teşekkür
Kaynakça Üzerine
Giriş

Birinci Kısım : Temeller

Hegelci Kökler
Bireycilik ve Bireysellik
Geçmiş ve Şimdi
Devlet ve Sivil Toplum
Başarısızlık: Savaş
Başarısızlık: Sefalet ve Yoksulluk
Yabancı Politik
Marx Bauer’e Karşı: ‘Siyasal Kurtuluş’
Marx’ın Devlet Kuramına Bir Bakış
Marx Bonapartizm’e Karşı: 18 Brumaire ve Ötesi
Marx’ın Devlet Kuramı: Bir Özet

İkinci Kısım : Tartışmalar

Marx ve Stirner
Egoizm ve Anarşizm
Stirner, Feuerbach ve Marx
Devrim ve İsyan
Yoksulluk, Suçluluk ve Emek
İşbölümü
Bireycilik ve Bireysellik
Özfaaliyet ve Komünizm
Marx ve Proudhon
Proudhon: Çağın Aforozlusu
İlk Karşılaşmalar
Antrakt: Kopuş
‘Felsefenin Sefaleti’ ve Ötesi
Anti-politika Politiği
‘Küçük Burjuva’ Teriminin Kullanımı Üzerine Kısa Bir Not
Marx, Bakunin ve Enternasyonal
Bakunin Öncesi Enternasyonal
İşçi Sınıfının Servüvenleri: Marx ve Proudhon’cular
Bakunin Efsanesi
Kardeşlik, Birlik ve İttifak
Basel’den Lahey’e
Enternasyonal: Bir Otopsi
Marx ve Bakunin’in ‘Devlet ve Anarşi’si

Sonuç
Notlar
Yararlanılan Çalışmalar
İndeks

·          

Marx

Marx, beni hep şaşırtmıştır: İki milyar kişi, böyle bir zihnin peşinden nasıl gider, diye... Bunu söylemekle yetineceğim.

İdealizm / Ütopizm / Metafizik

Marx bir idealistti. İnsanları, maddenin değil, düşüncelerin kurtaracağını öngörüyordu. Burada, birden çok kez kendiyle çelişiyordu. İlkin, kendisi bir materyalistti, ya da öyle sanıyordu, ya da öyle öne sürüyordu. İkincisi, bir yandan açlığın iyi düşünmeye engel olduğunu biliyor, öte yandan tokluğun da iyi düşünmeye yetmediğini ucundan kıyısından gözlüyordu (kendisi ise, açken bile düşünebiliyordu). Üçüncüsü, insanların düşünmeye hiç mi hiç gereksinim duymadığını görmezden geliyordu.
Marx, bir ütopistti. Bir cennet düşlüyordu. Cennetlerin değişmezliği ile, devrim sonrasının değişirliğine ilişkin bir şey öne süremedi.
Marx, bir metafizikçiydi. Kendisinin peygamberi olduğu bir din / dogma yarattı. Buna, ‘megalomanik bir ego-sentrisizm’ ve ‘para dini’ demek yanlış. Kitleler, biraz da peygamberlerini kendileri yaratırlar. Bırakın ümmileri, Avrupa tarihinin en zeki ve en bilgili insanları bile onun peşinden koşturdu. Eh, mürit olunca, din de olur elbette…

Diyalektik

Diyalektiği Marx yaratmamıştır. Ondan önce Hegel, ondan önce Eski Yunanlılar, ondan önce Eski Çinliler, onu üç benzemez olarak yaratmıştır ve durum biraz da ‘körün fili tarifi’ne benzemiştir.
Marksist diyalektiğe üç ilke ‘a priori’ verilir: Karşıtların birliği, çelişme ve çatışma, sentez.
Nicel birikimler nitel değişimler yaratır, denir. Yanlıştır: Nicel değişimler kendiliğinden nitel değişimlerdir. On üzeri on gram hidrojen bir bulutsu, on üzeri yüz gram hidrojen bir yıldızdır.
Çelişme ve çatışma sentez yaratır, denir. Yanlıştır: Dekadans da olabilir ki çokça olan budur. Sav ve karşısav, altöğelerine bozunabilir. Sentez, aşının bitkiye tutmaması gibi, kültüre tutmayabilir ki ilk makinelerin 12. Yüzyıl’da yapılıp, 18. Yüzyıl’da yaygınlaşması ve kalıcılaşması buna örnektir. Son 50 yıldır da, 2250 civarında tamamlanabilecek olan 2. Sanayileşme’nin ‘informatikleşme’ ve ‘kognitifleşme’ öğeleri kültüre tutmuyor.

Proleterya Diktatörlüğü

Kalıcı (ve geçici de) düzen olarak, bir diktatörlüğün alternatifi başka bir diktatörlük olamaz. Diktatörlük, şiddet ve zulüm demektir. Hiçbir marksist, bu konuda çözüm öne sürmez. Yüzyıllarca ezilenin ezmeye hakkı olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılır.
Ne Rusya’da, ne de Çin’de proleterya yönetime egemen olamadı. Ümmi biri, bürokraside ne yapabilir? Binlerce yasayı biz üniversite mezunları bilmiyoruz.
Yönetenler, hep seçkinlerden olmuştur. Devlet, zorla dayatılan bir yapı değil, kendiliğinden ve o nedenle çokça amorf (: biçimden yoksun) oluşmuş bir düzenekir.
Bunları Marx bilmiyor muydu? Bilse bile, bütün dogmatikler gibi, gerçekleri değil, kafasındakileri görmeyi ve göstermeyi yeğledi.

Anarşistler

İkilemsel görünse de, anarşistlerin tanım gereği yitirmek zorunda olduklarının, bunun da kanıtının, şu ya da bu biçimde başa (iktidara) geçememiş tek devrimci düşüncenin onlarınki olmasının olduğunun baştan belirtilmesi gerek.

Bireycilik

Birey-toplum düalizmi bir tuhaf. Karşıtlık, genelde yaklaşık eş / yaklaşık büyüklükte iki kategori arasında olur. Birey özelse, toplum geneldir; birey mikroysa, toplum makrodur. Burada eşdeğer simetri kurulamaz. Bunun asıl karşılığı zihin-kültür ikiliğidir ki onlar da ancak bambaşka bir söylemde ele alınabilir.
Birey-toplum ikiliği, ‘özgür irade - toplumsal yarar’ gibi, çocuk işi ikilemlere de dökülmüştür. Koskoca Dostoyevski bile şöyle bir öyküyle oyalanır: Bir kentin yararı için, her yıl bir çocuk kurban edilebilir mi?
Toplum, her zaman ve her yerde (özellikle büyükkentlerde), birbiriyle savaşan altkümelere bölünür ki bu biraz da ısınan suyun hücrelenmesinin rasgeleliği gibisinden oluşur.
Bireyse ayraldır, limitte asaldır. ‘Homo sapiens’ bir birey, toplumun ilk önce feda edeceği bir öğedir, çünkü topluma zararlıdır, enazından mezbahalık koyun rahatlığını kaçırması açısından…
20. Yüzyıl’da bu sorun, bağlanma-ayrılma olarak kavramlaştırıldı (Heidegger).
Ben anarşizmi neden savunuyorum (‘ona dahil oluyorum’ demiyorum)? Daha 19. Yüzyıl’da, aslında Marx’ın sistematiğini kurmasından daha önce, Marx-Smith ekseninin (sav-karşısav ikilisinin) geçersizliğini açımladıkları için (böylesi örnek tarihte azdır). Doğru düşünceleri yanlış insanlar (veya odaklar) savunduğunda, o düşünce güme gider. Anarşistlerin bireyciliğini de yanki-pragmatik -benmerkezliliği kaptı. Anarşistlere ‘liberal’ denilebilir mi hiç?

Kendiliğindenlik

Anarşistlerin en zayıf olduğu yer, bireyciliğin kendiliğindenliğine çok güvenmeleridir. Tamam, kendileri zamanlarının en nitelikli entellektüelleriydiler ama herkes öyle olamaz ve ‘bireylik’ diye öyle haltlar yerler ki bir türlü temizleyemezsin.

Şiddet ve Terörizm

Anarşistler, devlete karşı hiç bir şey yapılamayacağını ilk öngörenlerdendir. Bu çaresizlik, onları sert tepkiye sürükledi. Bir yaşam boyunca yalnızca bir kuşak sonrasını eğitmek onlara kabul edilebilir bir eylem gibi gelmedi.
Gittiler, iktidar seçkinlerini öldürdüler. Onları paniğe ilk sürükleyenler de, marksistlerden önce onlardır.
Ancak sonuç alamadılar. Tam tersine güç odakları daha da kuvvetlenip onları ezip geçtiler. Boşuna dememişler: ‘Başarılamayan devrim’, ‘karşı devrim’ demektir.

Anarşizm, Nihilizm ve Köksüzlük

Anarşistler abartmış sayılsa da, nihilistler onları da abartırlar ve hiççileşirler (ki bu bizim Neyzen Tevfik’in hiççiliğinden ve Doğulular’ınkinden biraz farklıdır). Ancak, yol orada da bitmez. Ondan öte de köksüzlük vardır. 21. Yüzyıl başında, ‘anarşizm’ ve ‘nihilizm’e sözlüklerde raslarsınız ama ‘köksüzlük’ henüz tanım olarak yerleşmemiştir. Köksüzlük, bu (1. Sanayileşme sonu) kültürel modun vektör momentlerinde, anarşizmin evrimini (devrimini değil) tamamlamış durumudur. İnsanlara yapacağınız en kötü şeyleri, onlar birbirlerine ve kendilerine yaptığı için, sizin bir şey yapmanıza gerek kalmaz. Değiştirmekten önce, değişmek gelir. Yeterince başkalaşırsanız, her toplumsal koşulda yaşarsınız ve düşünürsünüz. Ölümden öte yol olmadığı ve toplum bir yaşam boyu kısalıktaki sürede düzeltilemeyeceği için, daha uzun vadeli başkalaşımları hazırlamak gerekir. Köksüzlük, buna varacak yolun başındadır. Aslına bakılırsa, tek kişide becerilebilecek en güçlü devrimdir.

Kitapsal Karşılaştırmalar

Stalin ve Anarşistler

‘Hoppala, Stalin de nereden çıktı’ demeyin. Stalin’in bir komünist olmadığının güzel bir açılımı olsun diye, bir kaç paragraflık yer ayırdım kendisine…
Kaynak: Anarşizm mi, Sosyalizm mi, Joseph Stalin, Sol Yayınlar, Aralık 1977, 87 sayfa.
Önkoyut: Stalin, konuya Rusya pratiği çerçevesinde baktı. Haksızdı denemez, çünkü Marx’çım çelik çomak oynarken, henüz 1850’lerde bile Ruslar, devrim konusunda onu bayağı sollamışlardı.
Alıntılar:
“Küçük burjuvazinin (1906 Rusya’sında) çoğunluğu oluşturduğu ve yoksul olduğu doğrudur.” (S: 15)
“Anarşizmin temel taşı … bireydir. Marksizmin sloganı … ‘her şey yığınlar için’dir.” (S: 11)
“Anarşistlere göre diyalektik metafiziktir.” (S: 19)
“Proleterya diktatörlüğünde, ne bir danışmanlar grubuna, ne de gizli kararlara gerek vardır.” (S: 82)
Çıkarsama: Proleterya, Stalin’in anladığıdır. Anarşistler, düşünce ayrılığı nedeniyle yok edileceklerdir. ‘Yığın’ kisvesi altında Stalin’in bireyi öne çıkarılacaktır.
He he hee… Gelsin 20 milyon ölü.

Marx ve Stirner

(Önnot: Aslında, Kropotkin eksik kalmış.
Teşekkür: Bildiğim kadarıyla Stirner metinleri Türkçe’de / Türkiye’de yok. Halil İbrahim Türkdoğan çevirili, Almanya 1988 fanzin basımlı çeviriyi bana ulaştıran Kadir Çağlayan’a burada teşekkür ederim.)
Sıkı dur Marx…
Stirner özgün bir örnek. Kitabını yazdığında konu, siyaset-felsefe alanına girerken; 100 küsur yıl sonra konu, psikoloji alanına giriyor (tabii o zamanlar Freud’un henüz doğmamış ve dolayısıyla bugünkü gibi ortalığı bulandırmamış olduğunu söylemeye gerek yok). Kitabın adının çevirisi ayrı bir sorun: Der Einzige und seine Eigenthum. Türkdoğan ‘Biricik ve Mülkiyeti’ diyor. Evci ‘Birey ve Kendisi’ diyor. Ben olsam ‘Biriciklik ve Kendiliği’ derdim ve tam da Heidegger’e boş alana pas olurdu.
Her yiğit, her yoğurdu yiyemiyor. Yemeye kalkışınca da, rezil rüsva olup kalıyor. Marx nerede, Stirner nerede? Bu tam da, ‘katli vacip’çilerin tavrına benziyor. Yahu, dünyanın tamamına yakını sizden değil, nasıl olur da onlara karışırsınız? (Güç desen zaten sende değil. Yenilince ‘aney aney, nerede insan hakları?’) Ütopyaymış. Adama kıçıyla gülerler. Adam, tek başına ‘emek köleliği’nden ‘zihin özgürlüğü’ne yol açıyor. Sen kalkıyorsun, aslında senden başkasının bu işi becermesine haset duyduğun için, ‘hayır saksının benekleri hoş değil’ diye adamı katlediyorsun.
Kitap, daha yumuşak bir dilegetirimle koşut bir sav yöneliminde:
“Alman İdeolojisi’ne ilişkin önceki tartışmalarda ihmal edilen şey, yalnızca Marx’ın dikkatini emek, bireycilik, bireysellik meselelerine çekenin Stirner olduğu değil, aynı zamanda Marx’ın kendi argumanına ancak Stirner’a karşı bir yanıt geliştirerek çerçeve kazandırabildiğidir.” (S: 172)
Eh, toplumculuğun ulu peygamberinin bireylerin dertlerini tek başına düşünememesi olağandır da, hempalarının düşmandan gelen yardımı kendilerine mal etmeleri de hoş oluyor. Bugün Marx, kapitalizmin anti-hümanizmine ‘biricik ilaç’ diye karşıtının düşünceleriyle yutturuluyor. Eklemek gibi olmasın, Marx asla ve kata hümanist olmadı ki işbu yazara göre bu olumlanası (evetlenesi) bir durumdur.

Marx ve Proudhon

Ocak 1865’te Proudhon’un ölümünün hemen ertesinde Marx, onun hakkında ama elinde onun hiç bir eseri olmaksızın bir eleştiri yazar. (S: 263) İyi mi?
Proudhon, amacının bir ahlak kitabı değil, bir tarih felsefesi yazmak olduğunu, bunun da daha alçakgönüllü bir amaç olduğunu yazar. (S: 242) Yani… Yalnızca her ikisinin de bilim olmayacağını belirtmek yetsin.
Proudhon, belirli ‘yukarıdan aşağı reformlar’ ile durumun kurtarılabileceğini düşünürken, Marx ‘bu işi ancak devrim becerir’ der ama proleteryanın özel mülkiyetten nasıl kurtarılacağını  açımlayamaz. Bizim, kendi oturduğu daireyi satın almış Alevi kapıcıları düşünün. Mülkiyetinden vazgeçmeye onu ikna etmeyi bir deneyin isterseniz. İktidar seçkinlerinden daha kıyıcı davranacaktır. (Denendi ve görüldü.) Mujiklerin de o zamanlar daha farklı olduklarını hiç mi hiç sanmıyorum.
Marx, Proudhon’un küçük burjuvalığına belden aşağı vuruşlarla yüklenir.  (S: 275-276) O zaman o da rahatlıkla ‘paragöz Yahudi kurnazı karakafa’ olarak nitelenebilir. Kalemşörlerin çoğunun geçtiği yerde gül bitmez. Marx’ın ailesinin ve Engels’in onun yüzünden çektikleri ortada. Sorun, kalemşörlerin birbirine karşıki hoşgörüsüzlüklerinde.

Marx ve Bakunin

Bakunin, insanlara nasıl davranmaları gerektiğini söylemenin bir aracı olarak örgütlenmeye muhalifmiş. (S: 376) Şaşırtıcı, çünkü kendisi yaşam boyu öyle yapmış ve dediği doğru. Eh… İmamın dediğini yap, yaptığını yapma…
Bakunin, devrimin iktidar seçkinlerine gideceğini söylemiş. Marx yanıt vermiş: Proleterya sınıf karakterini yıkacak. (S: 377)  Ama nasıl? Onu söylememiş. Söylemiş olsaydı kullanılırdı ve işlerdi. Anarşistlerin kendiliğindenciliği, burada Marx’a da bulaşıyor.

Marx ve Neçayef

Eksik kalan biri de Neçayef. Ben, kendi hesabıma Marx’ı hep talihi yaver gitmiş bir Neçayef gibi düşünürüm. Brecht’in ‘faşizme karşı faşizm’ diyememesi gibi, Marx da ‘amaca giden her yol mübahtır’ diyememiş. Bireysel ahlaksız edimler açısından Neçayef’le karşılıklı aşık atacak bir yaşamı olmuş Marx’ın… Çevresindeki herkesi ve her şeyi kurutarak gitmiş. Kıvırtmaya gerek yok: Çare yoksa, keskin bir fren, ondan sonra da düşmana doğru beşinci vitese takarsın. Tek bir yaşamımız var. Ne oldu? Kapitalizm, 19. Yüzyıl’da başkaldırı olabileceğini gördü. 21. Yüzyıl başkaldırısı için de, ne gerekiyorsa o yapılacak. Küçük burjuva ahlakına takılacak halimiz yok herhalde… Onlar internetlerini şıngırdata dursunlar, bir an önce yeniden eylem ama hedefi bulmacasına…
Bir iki yol öneriyorum yalnızca… İlkin de, geçmişin hatalarının kader olmadığının bilincine varmamız gerek. Eh, kuşkusuz döküme Marx’tan başlayacağız.

Marx ve Luxemburg-Sorel

Marx eleştiriyi hiç sevmezdi, denir. Ancak iki kişi var ki aradan yüz yıl geçtikten sonra bile, eleştirileri haklı çıkmış olduğu gibi, eleştirenlerin sözleri dinlenseydi, 1990 yıkımları hiç olmazdı, dedirtiyor.
Sorel (Marksizme Eleştirel Yaklaşımlar, Sokak Yayınları, 1985, 100 sayfa) şunları vurgular: Marx’ın ‘mekanik gerekircilik’i risklidir. Devrimi ‘kader’ durumuna indirger. Asıl önemlisi, devrimin her şeyi çözümleyeceği yanılgısını yaratır. (Nerede ve nasıl söylediğini bir türlü bulamasam da) Marx’ın her şeyin devrimle başlayacağını söylediği öne sürülür ama Marx’ın asıl eksiği, insanlara bir kültür modeli önerememesidir ki bunda asıl açmaz ta Aydınlanma’dan başlayıp Fransız Devrimi boyunca tasarımları süren ‘ahlak’ öğretilerinin işlevsizlikleridir. Bir iki ilkenin yerine getirilmesi ile toplum düzeni kurulamaz, çünkü toplumsal yapı kozmotik değil, kaotiktir. O nedenle üzerinde düz mantık veya mekanik gerekircilik uygulanamaz. Uygulanınca, yapıldığı görülemeyen yanlışlar başlar.
Bir düşünce sistematiği, sınırlarını ve asıl önemlisi deformasyonlarını göremezse, çok rahat faşistleşir ki Nazizm’in muğlak ‘İtalyan Faşizmi’ne yaptığı da buydu. Düşünün ki Hitler, Marx’tan öğrendiklerini rahatça döküp saymıştı. Yenir yutulur bir şey değil ama marksizmin faşizmi Marx ile başlamıştı. Luxemburg, daha Rus Devrimi olmadan parti kıyımlarını öngörmüş ve Lenin’e bildirmişti.
Sonuç: Tarihin zamanı bol… Bekliyor…

·          

Beşinci Vites Değilleme

Her İkisi de ve Hiç Biri

Hegel’imize geri dönelim: O acaip diyalektiği, Kant’tan aldığı ‘triyadik’in üzerine nasıl oturtmuş onu geçiyorum. Marx’ın (ya da hempalarının) ünlü klişesi: Tez ve anti-tez çelişir, çatışır ve sonunda sentez oluşur. Oh, ne ala… Hayır canım, tarihte değil her zaman, hemen hemen hiç sentez oluşmaz, oluşmamıştır da... Oluşmuş sentezler, 11.000 yılda üç-beş tanelik kültürel mod başkalaşımlarıdır ki onların içinde bir öncekiler de sürer (yani tez ve anti-tez ortadan kalkmaz). Hegel’cimin kafası, bu konuda Marx’tan biraz daha çok çalışır ve çağının gözlemcisi olarak ‘dekadans’ı da saptar ve tanımlar.
Dekadans. Sentezin oluşacakken bozunması olduğu denli, savın ve karşısavın (ister ‘savaş’ gibi ‘dış’, ister ‘vade dolumu’ gibi ‘iç’ nedenlerle olsun) sav ve/ya karşısav kendi öğelrine ve/ya altalanlarına (bu, ‘aristocu kategorik / öklidyen süreklilik’ ilkesinin de bozulmasıdır) bozunabilir. Avrupa’daki Orta Çağ ve Osmanlı’daki Fetret Devri birer bozunum idiler.
Durağanlık. Durağanlık, akışkanlar devimseli açısından, bozunumun yavaşıdır (ki burada da nicel değişimler kendiliğinden nitel değişimlerdir, yani ‘bozunum’ ve ‘durağanlık’ iki ‘ayrı’ şeydir). Osmanlı’da adıyla anılan ‘Durağanlık Devri’ buna bir örnektir.
Ayırtsızlık. Sav-karşısav ikilisinin karşıtlığının tanım kümesinin ayırtsızlaşmasıdır (geçersizleşmesidir).
Kierkegaard, ‘hem o, hem bu’ niyetiyle ‘ya, ya da’ diye bir soru sormuş. Kafka, ‘seçim yoktur’ diye yanıtlamış. Sonuç: ‘Hem ‘hem o, hem bu’, hem ‘ne o, ne bu’’ ve/ya ‘ne ‘hem o, hem bu’, ‘ne ‘ne o, ne bu’’. Kafanız karışmasın. Hegel vakalarında tümlevleri aynı çıkar.

Fütüroloji (: Gelecekbilim)

Neden gelecek tasarımı? Şimdi ve burada işe yaramadığı için... ‘Ütopya’, 17. Yüzyıl’da yazılmıştı. Dünya, 18. Yüzyıl’da dolmuştu ve değişik arayışlar başlamıştı. Devrim, Marx doğmadan özlenir olmuştu ve büyük ilki (Fransız Devrimi) yapılmıştı ve çözüm getirmemişti. O denenirken, bu denenirken, o denli hata yapıldı ki iş yüzyıllar sonrasına kaldı ve bugün bile hala öyle…
Marx, ister istemez bir fütürologdu. Geleceğin nasıl olacağını, (aslında bir fütüroloğun hele o koşullarda kalkışmayacağı kadar) kesin öngördüğünü önesürüyordu.
İşbu yazar; tarih patoloğu, kültürel koruyucu hekim ve  köksüz bir fütürologdur. Yani; cesetler üzerine çalışır, yaşayanlar için yaşatıcı bilgiler üretir ve hiç bir sınıfa / klana / altkültüre / kimliğe ait olmaksızın olası gelecekler tasarlar. Dünya 2000’in bunlara çook gereksinimi var. Tarihe müdahale yok. Asıl bu tutum-davranış sonuç verecek. Göreceksiniz.

Sentez, Öteleme ve ve Başkalaşım

1.        Devrim, büyük bir değişimdir (dolayısıyla değişimden güçlüdür). Dönüşüm, değişimden güçlüdür. Başkalaşım en güçlüsüdür. Bu söylemde tarihsel ‘evrim-devrim’ ikilemi / ‘karşısav-sav ikili ekseni’ geçersizdir.
2.        Devrim yapılmaz olunur, daha çok ölünür.
3.        Devrim her zaman şimdi ve burada ve sürekli (Troçki kastedilmiyor), yani iş çok ve uzun sürecek.
4.        Devrim, sonul çözüm değildir.
5.        Tarih, henüz başlamadı. Tarih başladığında gelecektekiler bize çok gülecekler.
6.        Tarihin başlamasının bazı öğeleri bugünden evrimöteye, yani tarihöteye izdüşüyor. Bu, aynı zamanda uzaya ve diğer gezegenlere yerleşmek demek.
7.        İnsan hep imkansızdı ve ‘homo sapiens (n)’ toplamı sonlu ama sonsuz sayıda öğeli bir dizidir. Onun sentezi, burada tümlevi, yıl 2000’de henüz tanımsız.

Çıkış

·         Ne komünizm bitti, ne de anarşizm… Üçüncü Dünya geliyor, Güney geliyor, 2000 Prag’dakiler geliyor, hiçler ve adsızlar geliyor. Onlar da, kendi yanılgılarını kendi adlarına yaşayacaklar ve kanlarıyla / canlarıyla ödeyecekler.
·         Köksüzlük, 21. Yüzyıl’ın henüz biricik ayrılma biçimidir ve tüm bağlanma biçimleri, entellektüelleri ‘faşist-kapıkulu entelejensiya’ kılar.
·         Kitle, başının çaresine kendi bakmayı, devrimini kendi yapmayı, savaşında kendi ölmemeyi öğrenecek, öğrenmek zorunda. 11.000 yıllık tarih onlar tarafından ödenmiş durumda. Kitle, kendi yerine / adına / için düşünmek zorunluluğunu gönüllü üstlenmeli. Yoksa ‘al gülüm ver gülüm, alan razı satan razı’ oyunu sürer. Tarihin her seferinde ‘otuz dokuz harami’ bulmaktan imanı gevredi.
·         21. Yüzyıl’da entellektüeller artık, ‘kitle yerine / adına / için düşünmek’ eylemini terketmek durumundalar. 21. Yüzyıl, ne yazık ki durağanlık yüzyılı olacak. Geçmişin somut ve soyut çevre kirliliğini temizlemeye, bilmem bir yüzyıl yeter mi?
·         Bir yüzyılda beş milyar kişi okuryazar olabiliyorsa, ikinci bir yüzyılda herkes üniversite eğitim düzeyine çıkabilir. Gereken bu: Proleteryanın kara cehaleti ve süzme gerizekalılığı değişmeli, herkes bilmeli ve düşünmeli… Bilgi ve düşünce eylemdir. Söz eylemdir. (Bu kitapta adı geçen tüm kişiler kuramcıydılar.)
·         Sonuç: Bu yüzden kitap, eksi toplamlı bir bilanço olarak, çoğul yanılgılar tarihçesinin dökümü niyetine işlevsel. Yine de yazara bravo: Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, ilk defa birisi 19. Yüzyıl’ın reel-objektif bir dökümüne limitleniyor. Daha bir çok çapraz kesit alınabilir. Örnekse, bir gün ‘kadının tarihteki olası / olalı yeri’ de yazılacak ve yaratılacak elbette…


Hiç yorum yok: