Paul Thomas, Ütopya Yayınları, Çeviren:
Devrim Evci, Ekim 2000, 444 sayfa.
İçindekiler
Önsöz
Teşekkür
Kaynakça Üzerine
Giriş
Birinci
Kısım : Temeller
Hegelci Kökler
Bireycilik ve
Bireysellik
Geçmiş ve Şimdi
Devlet ve Sivil
Toplum
Başarısızlık:
Savaş
Başarısızlık:
Sefalet ve Yoksulluk
Yabancı Politik
Marx Bauer’e
Karşı: ‘Siyasal Kurtuluş’
Marx’ın Devlet
Kuramına Bir Bakış
Marx
Bonapartizm’e Karşı: 18 Brumaire ve Ötesi
Marx’ın Devlet
Kuramı: Bir Özet
İkinci
Kısım : Tartışmalar
Marx ve Stirner
Egoizm ve
Anarşizm
Stirner,
Feuerbach ve Marx
Devrim ve İsyan
Yoksulluk,
Suçluluk ve Emek
İşbölümü
Bireycilik ve
Bireysellik
Özfaaliyet ve
Komünizm
Marx ve Proudhon
Proudhon: Çağın
Aforozlusu
İlk Karşılaşmalar
Antrakt: Kopuş
‘Felsefenin
Sefaleti’ ve Ötesi
Anti-politika
Politiği
‘Küçük Burjuva’
Teriminin Kullanımı Üzerine Kısa Bir Not
Marx, Bakunin ve Enternasyonal
Bakunin Öncesi
Enternasyonal
İşçi Sınıfının
Servüvenleri: Marx ve Proudhon’cular
Bakunin Efsanesi
Kardeşlik, Birlik
ve İttifak
Basel’den Lahey’e
Enternasyonal:
Bir Otopsi
Marx ve
Bakunin’in ‘Devlet ve Anarşi’si
Sonuç
Notlar
Yararlanılan Çalışmalar
İndeks
·
Marx
Marx, beni hep şaşırtmıştır: İki milyar
kişi, böyle bir zihnin peşinden nasıl gider, diye... Bunu söylemekle
yetineceğim.
İdealizm
/ Ütopizm / Metafizik
Marx bir idealistti. İnsanları, maddenin
değil, düşüncelerin kurtaracağını öngörüyordu. Burada, birden çok kez kendiyle
çelişiyordu. İlkin, kendisi bir materyalistti, ya da öyle sanıyordu, ya da öyle
öne sürüyordu. İkincisi, bir yandan açlığın iyi düşünmeye engel olduğunu
biliyor, öte yandan tokluğun da iyi düşünmeye yetmediğini ucundan kıyısından
gözlüyordu (kendisi ise, açken bile düşünebiliyordu). Üçüncüsü, insanların
düşünmeye hiç mi hiç gereksinim duymadığını görmezden geliyordu.
Marx, bir ütopistti. Bir cennet düşlüyordu.
Cennetlerin değişmezliği ile, devrim sonrasının değişirliğine ilişkin bir şey
öne süremedi.
Marx, bir metafizikçiydi. Kendisinin
peygamberi olduğu bir din / dogma yarattı. Buna, ‘megalomanik bir
ego-sentrisizm’ ve ‘para dini’ demek yanlış. Kitleler, biraz da peygamberlerini
kendileri yaratırlar. Bırakın ümmileri, Avrupa tarihinin en zeki ve en bilgili
insanları bile onun peşinden koşturdu. Eh, mürit olunca, din de olur elbette…
Diyalektik
Diyalektiği Marx yaratmamıştır. Ondan önce
Hegel, ondan önce Eski Yunanlılar, ondan önce Eski Çinliler, onu üç benzemez
olarak yaratmıştır ve durum biraz da ‘körün fili tarifi’ne benzemiştir.
Marksist diyalektiğe üç ilke ‘a priori’
verilir: Karşıtların birliği, çelişme ve çatışma, sentez.
Nicel birikimler nitel değişimler yaratır,
denir. Yanlıştır: Nicel değişimler kendiliğinden nitel değişimlerdir. On üzeri
on gram hidrojen bir bulutsu, on üzeri yüz gram hidrojen bir yıldızdır.
Çelişme ve çatışma sentez yaratır, denir.
Yanlıştır: Dekadans da olabilir ki çokça olan budur. Sav ve karşısav,
altöğelerine bozunabilir. Sentez, aşının bitkiye tutmaması gibi, kültüre
tutmayabilir ki ilk makinelerin 12. Yüzyıl’da yapılıp, 18. Yüzyıl’da
yaygınlaşması ve kalıcılaşması buna örnektir. Son 50 yıldır da, 2250 civarında
tamamlanabilecek olan 2. Sanayileşme’nin ‘informatikleşme’ ve ‘kognitifleşme’
öğeleri kültüre tutmuyor.
Proleterya
Diktatörlüğü
Kalıcı (ve geçici de) düzen olarak, bir
diktatörlüğün alternatifi başka bir diktatörlük olamaz. Diktatörlük, şiddet ve
zulüm demektir. Hiçbir marksist, bu konuda çözüm öne sürmez. Yüzyıllarca
ezilenin ezmeye hakkı olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılır.
Ne Rusya’da, ne de Çin’de proleterya
yönetime egemen olamadı. Ümmi biri, bürokraside ne yapabilir? Binlerce yasayı
biz üniversite mezunları bilmiyoruz.
Yönetenler, hep seçkinlerden olmuştur.
Devlet, zorla dayatılan bir yapı değil, kendiliğinden ve o nedenle çokça amorf
(: biçimden yoksun) oluşmuş bir düzenekir.
Bunları Marx bilmiyor muydu? Bilse bile,
bütün dogmatikler gibi, gerçekleri değil, kafasındakileri görmeyi ve göstermeyi
yeğledi.
Anarşistler
İkilemsel görünse de, anarşistlerin tanım
gereği yitirmek zorunda olduklarının, bunun da kanıtının, şu ya da bu biçimde
başa (iktidara) geçememiş tek devrimci düşüncenin onlarınki olmasının olduğunun
baştan belirtilmesi gerek.
Bireycilik
Birey-toplum düalizmi bir tuhaf. Karşıtlık,
genelde yaklaşık eş / yaklaşık büyüklükte iki kategori arasında olur. Birey
özelse, toplum geneldir; birey mikroysa, toplum makrodur. Burada eşdeğer
simetri kurulamaz. Bunun asıl karşılığı zihin-kültür ikiliğidir ki onlar da
ancak bambaşka bir söylemde ele alınabilir.
Birey-toplum ikiliği, ‘özgür irade -
toplumsal yarar’ gibi, çocuk işi ikilemlere de dökülmüştür. Koskoca Dostoyevski
bile şöyle bir öyküyle oyalanır: Bir kentin yararı için, her yıl bir çocuk
kurban edilebilir mi?
Toplum, her zaman ve her yerde (özellikle
büyükkentlerde), birbiriyle savaşan altkümelere bölünür ki bu biraz da ısınan
suyun hücrelenmesinin rasgeleliği gibisinden oluşur.
Bireyse ayraldır, limitte asaldır. ‘Homo
sapiens’ bir birey, toplumun ilk önce feda edeceği bir öğedir, çünkü topluma
zararlıdır, enazından mezbahalık koyun rahatlığını kaçırması açısından…
20. Yüzyıl’da bu sorun, bağlanma-ayrılma
olarak kavramlaştırıldı (Heidegger).
Ben anarşizmi neden savunuyorum (‘ona dahil
oluyorum’ demiyorum)? Daha 19. Yüzyıl’da, aslında Marx’ın sistematiğini
kurmasından daha önce, Marx-Smith ekseninin (sav-karşısav ikilisinin)
geçersizliğini açımladıkları için (böylesi örnek tarihte azdır). Doğru
düşünceleri yanlış insanlar (veya odaklar) savunduğunda, o düşünce güme gider.
Anarşistlerin bireyciliğini de yanki-pragmatik -benmerkezliliği kaptı.
Anarşistlere ‘liberal’ denilebilir mi hiç?
Kendiliğindenlik
Anarşistlerin en zayıf olduğu yer,
bireyciliğin kendiliğindenliğine çok güvenmeleridir. Tamam, kendileri
zamanlarının en nitelikli entellektüelleriydiler ama herkes öyle olamaz ve
‘bireylik’ diye öyle haltlar yerler ki bir türlü temizleyemezsin.
Şiddet
ve Terörizm
Anarşistler, devlete karşı hiç bir şey
yapılamayacağını ilk öngörenlerdendir. Bu çaresizlik, onları sert tepkiye
sürükledi. Bir yaşam boyunca yalnızca bir kuşak sonrasını eğitmek onlara kabul
edilebilir bir eylem gibi gelmedi.
Gittiler, iktidar seçkinlerini öldürdüler. Onları
paniğe ilk sürükleyenler de, marksistlerden önce onlardır.
Ancak sonuç alamadılar. Tam tersine güç
odakları daha da kuvvetlenip onları ezip geçtiler. Boşuna dememişler:
‘Başarılamayan devrim’, ‘karşı devrim’ demektir.
Anarşizm,
Nihilizm ve Köksüzlük
Anarşistler abartmış sayılsa da, nihilistler
onları da abartırlar ve hiççileşirler (ki bu bizim Neyzen Tevfik’in
hiççiliğinden ve Doğulular’ınkinden biraz farklıdır). Ancak, yol orada da
bitmez. Ondan öte de köksüzlük vardır. 21. Yüzyıl başında, ‘anarşizm’ ve
‘nihilizm’e sözlüklerde raslarsınız ama ‘köksüzlük’ henüz tanım olarak
yerleşmemiştir. Köksüzlük, bu (1. Sanayileşme sonu) kültürel modun vektör
momentlerinde, anarşizmin evrimini (devrimini değil) tamamlamış durumudur.
İnsanlara yapacağınız en kötü şeyleri, onlar birbirlerine ve kendilerine
yaptığı için, sizin bir şey yapmanıza gerek kalmaz. Değiştirmekten önce,
değişmek gelir. Yeterince başkalaşırsanız, her toplumsal koşulda yaşarsınız ve
düşünürsünüz. Ölümden öte yol olmadığı ve toplum bir yaşam boyu kısalıktaki
sürede düzeltilemeyeceği için, daha uzun vadeli başkalaşımları hazırlamak
gerekir. Köksüzlük, buna varacak yolun başındadır. Aslına bakılırsa, tek kişide
becerilebilecek en güçlü devrimdir.
Kitapsal
Karşılaştırmalar
Stalin
ve Anarşistler
‘Hoppala, Stalin de nereden çıktı’ demeyin.
Stalin’in bir komünist olmadığının güzel bir açılımı olsun diye, bir kaç
paragraflık yer ayırdım kendisine…
Kaynak: Anarşizm mi, Sosyalizm mi, Joseph
Stalin, Sol Yayınlar, Aralık 1977, 87 sayfa.
Önkoyut: Stalin, konuya Rusya pratiği
çerçevesinde baktı. Haksızdı denemez, çünkü Marx’çım çelik çomak oynarken,
henüz 1850’lerde bile Ruslar, devrim konusunda onu bayağı sollamışlardı.
Alıntılar:
“Küçük burjuvazinin (1906 Rusya’sında)
çoğunluğu oluşturduğu ve yoksul olduğu doğrudur.” (S: 15)
“Anarşizmin temel taşı … bireydir.
Marksizmin sloganı … ‘her şey yığınlar için’dir.” (S: 11)
“Anarşistlere göre diyalektik metafiziktir.”
(S: 19)
“Proleterya diktatörlüğünde, ne bir
danışmanlar grubuna, ne de gizli kararlara gerek vardır.” (S: 82)
Çıkarsama: Proleterya, Stalin’in
anladığıdır. Anarşistler, düşünce ayrılığı nedeniyle yok edileceklerdir.
‘Yığın’ kisvesi altında Stalin’in bireyi öne çıkarılacaktır.
He he hee… Gelsin 20 milyon ölü.
Marx
ve Stirner
(Önnot: Aslında, Kropotkin eksik kalmış.
Teşekkür: Bildiğim kadarıyla Stirner
metinleri Türkçe’de / Türkiye’de yok. Halil İbrahim Türkdoğan çevirili, Almanya
1988 fanzin basımlı çeviriyi bana ulaştıran Kadir Çağlayan’a burada teşekkür
ederim.)
Sıkı dur Marx…
Stirner özgün bir örnek. Kitabını yazdığında
konu, siyaset-felsefe alanına girerken; 100 küsur yıl sonra konu, psikoloji
alanına giriyor (tabii o zamanlar Freud’un henüz doğmamış ve dolayısıyla
bugünkü gibi ortalığı bulandırmamış olduğunu söylemeye gerek yok). Kitabın
adının çevirisi ayrı bir sorun: Der Einzige und seine Eigenthum. Türkdoğan
‘Biricik ve Mülkiyeti’ diyor. Evci ‘Birey ve Kendisi’ diyor. Ben olsam
‘Biriciklik ve Kendiliği’ derdim ve tam da Heidegger’e boş alana pas olurdu.
Her yiğit, her yoğurdu yiyemiyor. Yemeye kalkışınca
da, rezil rüsva olup kalıyor. Marx nerede, Stirner nerede? Bu tam da, ‘katli
vacip’çilerin tavrına benziyor. Yahu, dünyanın tamamına yakını sizden değil,
nasıl olur da onlara karışırsınız? (Güç desen zaten sende değil. Yenilince
‘aney aney, nerede insan hakları?’) Ütopyaymış. Adama kıçıyla gülerler. Adam,
tek başına ‘emek köleliği’nden ‘zihin özgürlüğü’ne yol açıyor. Sen kalkıyorsun,
aslında senden başkasının bu işi becermesine haset duyduğun için, ‘hayır
saksının benekleri hoş değil’ diye adamı katlediyorsun.
Kitap, daha yumuşak bir dilegetirimle koşut
bir sav yöneliminde:
“Alman İdeolojisi’ne ilişkin önceki
tartışmalarda ihmal edilen şey, yalnızca Marx’ın dikkatini emek, bireycilik,
bireysellik meselelerine çekenin Stirner olduğu değil, aynı zamanda Marx’ın
kendi argumanına ancak Stirner’a karşı bir yanıt geliştirerek çerçeve
kazandırabildiğidir.” (S: 172)
Eh, toplumculuğun ulu peygamberinin
bireylerin dertlerini tek başına düşünememesi olağandır da, hempalarının
düşmandan gelen yardımı kendilerine mal etmeleri de hoş oluyor. Bugün Marx,
kapitalizmin anti-hümanizmine ‘biricik ilaç’ diye karşıtının düşünceleriyle
yutturuluyor. Eklemek gibi olmasın, Marx asla ve kata hümanist olmadı ki işbu
yazara göre bu olumlanası (evetlenesi) bir durumdur.
Marx ve
Proudhon
Ocak 1865’te Proudhon’un ölümünün hemen
ertesinde Marx, onun hakkında ama elinde onun hiç bir eseri olmaksızın bir
eleştiri yazar. (S: 263) İyi mi?
Proudhon, amacının bir ahlak kitabı değil,
bir tarih felsefesi yazmak olduğunu, bunun da daha alçakgönüllü bir amaç
olduğunu yazar. (S: 242) Yani… Yalnızca her ikisinin de bilim olmayacağını
belirtmek yetsin.
Proudhon, belirli ‘yukarıdan aşağı
reformlar’ ile durumun kurtarılabileceğini düşünürken, Marx ‘bu işi ancak
devrim becerir’ der ama proleteryanın özel mülkiyetten nasıl
kurtarılacağını açımlayamaz. Bizim,
kendi oturduğu daireyi satın almış Alevi kapıcıları düşünün. Mülkiyetinden
vazgeçmeye onu ikna etmeyi bir deneyin isterseniz. İktidar seçkinlerinden daha
kıyıcı davranacaktır. (Denendi ve görüldü.) Mujiklerin de o zamanlar daha
farklı olduklarını hiç mi hiç sanmıyorum.
Marx, Proudhon’un küçük burjuvalığına belden
aşağı vuruşlarla yüklenir. (S: 275-276)
O zaman o da rahatlıkla ‘paragöz Yahudi kurnazı karakafa’ olarak nitelenebilir.
Kalemşörlerin çoğunun geçtiği yerde gül bitmez. Marx’ın ailesinin ve Engels’in
onun yüzünden çektikleri ortada. Sorun, kalemşörlerin birbirine karşıki
hoşgörüsüzlüklerinde.
Marx
ve Bakunin
Bakunin, insanlara nasıl davranmaları
gerektiğini söylemenin bir aracı olarak örgütlenmeye muhalifmiş. (S: 376)
Şaşırtıcı, çünkü kendisi yaşam boyu öyle yapmış ve dediği doğru. Eh… İmamın
dediğini yap, yaptığını yapma…
Bakunin, devrimin iktidar seçkinlerine
gideceğini söylemiş. Marx yanıt vermiş: Proleterya sınıf karakterini yıkacak.
(S: 377) Ama nasıl? Onu söylememiş.
Söylemiş olsaydı kullanılırdı ve işlerdi. Anarşistlerin kendiliğindenciliği,
burada Marx’a da bulaşıyor.
Marx
ve Neçayef
Eksik kalan biri de Neçayef. Ben, kendi
hesabıma Marx’ı hep talihi yaver gitmiş bir Neçayef gibi düşünürüm. Brecht’in
‘faşizme karşı faşizm’ diyememesi gibi, Marx da ‘amaca giden her yol mübahtır’
diyememiş. Bireysel ahlaksız edimler açısından Neçayef’le karşılıklı aşık
atacak bir yaşamı olmuş Marx’ın… Çevresindeki herkesi ve her şeyi kurutarak gitmiş.
Kıvırtmaya gerek yok: Çare yoksa, keskin bir fren, ondan sonra da düşmana doğru
beşinci vitese takarsın. Tek bir yaşamımız var. Ne oldu? Kapitalizm, 19.
Yüzyıl’da başkaldırı olabileceğini gördü. 21. Yüzyıl başkaldırısı için de, ne
gerekiyorsa o yapılacak. Küçük burjuva ahlakına takılacak halimiz yok herhalde…
Onlar internetlerini şıngırdata dursunlar, bir an önce yeniden eylem ama hedefi
bulmacasına…
Bir iki yol öneriyorum yalnızca… İlkin de,
geçmişin hatalarının kader olmadığının bilincine varmamız gerek. Eh, kuşkusuz
döküme Marx’tan başlayacağız.
Marx
ve Luxemburg-Sorel
Marx eleştiriyi hiç sevmezdi, denir. Ancak
iki kişi var ki aradan yüz yıl geçtikten sonra bile, eleştirileri haklı çıkmış
olduğu gibi, eleştirenlerin sözleri dinlenseydi, 1990 yıkımları hiç olmazdı,
dedirtiyor.
Sorel (Marksizme Eleştirel Yaklaşımlar,
Sokak Yayınları, 1985, 100 sayfa) şunları vurgular: Marx’ın ‘mekanik
gerekircilik’i risklidir. Devrimi ‘kader’ durumuna indirger. Asıl önemlisi,
devrimin her şeyi çözümleyeceği yanılgısını yaratır. (Nerede ve nasıl
söylediğini bir türlü bulamasam da) Marx’ın her şeyin devrimle başlayacağını
söylediği öne sürülür ama Marx’ın asıl eksiği, insanlara bir kültür modeli
önerememesidir ki bunda asıl açmaz ta Aydınlanma’dan başlayıp Fransız Devrimi
boyunca tasarımları süren ‘ahlak’ öğretilerinin işlevsizlikleridir. Bir iki
ilkenin yerine getirilmesi ile toplum düzeni kurulamaz, çünkü toplumsal yapı
kozmotik değil, kaotiktir. O nedenle üzerinde düz mantık veya mekanik
gerekircilik uygulanamaz. Uygulanınca, yapıldığı görülemeyen yanlışlar başlar.
Bir düşünce sistematiği, sınırlarını ve asıl
önemlisi deformasyonlarını göremezse, çok rahat faşistleşir ki Nazizm’in muğlak
‘İtalyan Faşizmi’ne yaptığı da buydu. Düşünün ki Hitler, Marx’tan
öğrendiklerini rahatça döküp saymıştı. Yenir yutulur bir şey değil ama
marksizmin faşizmi Marx ile başlamıştı. Luxemburg, daha Rus Devrimi olmadan
parti kıyımlarını öngörmüş ve Lenin’e bildirmişti.
Sonuç: Tarihin zamanı bol… Bekliyor…
·
Beşinci
Vites Değilleme
Her
İkisi de ve Hiç Biri
Hegel’imize geri dönelim: O acaip
diyalektiği, Kant’tan aldığı ‘triyadik’in üzerine nasıl oturtmuş onu geçiyorum.
Marx’ın (ya da hempalarının) ünlü klişesi: Tez ve anti-tez çelişir, çatışır ve
sonunda sentez oluşur. Oh, ne ala… Hayır canım, tarihte değil her zaman, hemen
hemen hiç sentez oluşmaz, oluşmamıştır da... Oluşmuş sentezler, 11.000 yılda
üç-beş tanelik kültürel mod başkalaşımlarıdır ki onların içinde bir öncekiler
de sürer (yani tez ve anti-tez ortadan kalkmaz). Hegel’cimin kafası, bu konuda
Marx’tan biraz daha çok çalışır ve çağının gözlemcisi olarak ‘dekadans’ı da
saptar ve tanımlar.
Dekadans. Sentezin oluşacakken bozunması olduğu denli, savın ve karşısavın
(ister ‘savaş’ gibi ‘dış’, ister ‘vade dolumu’ gibi ‘iç’ nedenlerle olsun) sav
ve/ya karşısav kendi öğelrine ve/ya altalanlarına (bu, ‘aristocu kategorik /
öklidyen süreklilik’ ilkesinin de bozulmasıdır) bozunabilir. Avrupa’daki Orta
Çağ ve Osmanlı’daki Fetret Devri birer bozunum idiler.
Durağanlık.
Durağanlık, akışkanlar devimseli açısından, bozunumun
yavaşıdır (ki burada da nicel değişimler kendiliğinden nitel değişimlerdir,
yani ‘bozunum’ ve ‘durağanlık’ iki ‘ayrı’ şeydir). Osmanlı’da adıyla anılan
‘Durağanlık Devri’ buna bir örnektir.
Ayırtsızlık. Sav-karşısav ikilisinin karşıtlığının tanım kümesinin
ayırtsızlaşmasıdır (geçersizleşmesidir).
Kierkegaard, ‘hem o, hem bu’ niyetiyle ‘ya,
ya da’ diye bir soru sormuş. Kafka, ‘seçim yoktur’ diye yanıtlamış. Sonuç: ‘Hem
‘hem o, hem bu’, hem ‘ne o, ne bu’’ ve/ya ‘ne ‘hem o, hem bu’, ‘ne ‘ne o, ne
bu’’. Kafanız karışmasın. Hegel vakalarında tümlevleri aynı çıkar.
Fütüroloji
(: Gelecekbilim)
Neden gelecek tasarımı? Şimdi ve burada işe
yaramadığı için... ‘Ütopya’, 17. Yüzyıl’da yazılmıştı. Dünya, 18. Yüzyıl’da
dolmuştu ve değişik arayışlar başlamıştı. Devrim, Marx doğmadan özlenir olmuştu
ve büyük ilki (Fransız Devrimi) yapılmıştı ve çözüm getirmemişti. O denenirken,
bu denenirken, o denli hata yapıldı ki iş yüzyıllar sonrasına kaldı ve bugün
bile hala öyle…
Marx, ister istemez bir fütürologdu.
Geleceğin nasıl olacağını, (aslında bir fütüroloğun hele o koşullarda
kalkışmayacağı kadar) kesin öngördüğünü önesürüyordu.
İşbu yazar; tarih patoloğu, kültürel
koruyucu hekim ve köksüz bir
fütürologdur. Yani; cesetler üzerine çalışır, yaşayanlar için yaşatıcı bilgiler
üretir ve hiç bir sınıfa / klana / altkültüre / kimliğe ait olmaksızın olası
gelecekler tasarlar. Dünya 2000’in bunlara çook gereksinimi var. Tarihe
müdahale yok. Asıl bu tutum-davranış sonuç verecek. Göreceksiniz.
Sentez,
Öteleme ve ve Başkalaşım
1.
Devrim, büyük bir değişimdir
(dolayısıyla değişimden güçlüdür). Dönüşüm, değişimden güçlüdür. Başkalaşım en
güçlüsüdür. Bu söylemde tarihsel ‘evrim-devrim’ ikilemi / ‘karşısav-sav ikili
ekseni’ geçersizdir.
2.
Devrim yapılmaz olunur, daha çok
ölünür.
3.
Devrim her zaman şimdi ve burada
ve sürekli (Troçki kastedilmiyor), yani iş çok ve uzun sürecek.
4.
Devrim, sonul çözüm değildir.
5.
Tarih, henüz başlamadı. Tarih
başladığında gelecektekiler bize çok gülecekler.
6.
Tarihin başlamasının bazı öğeleri
bugünden evrimöteye, yani tarihöteye izdüşüyor. Bu, aynı zamanda uzaya ve diğer
gezegenlere yerleşmek demek.
7.
İnsan hep imkansızdı ve ‘homo
sapiens (n)’ toplamı sonlu ama sonsuz sayıda öğeli bir dizidir. Onun sentezi,
burada tümlevi, yıl 2000’de henüz tanımsız.
Çıkış
·
Ne komünizm bitti, ne de anarşizm…
Üçüncü Dünya geliyor, Güney geliyor, 2000 Prag’dakiler geliyor, hiçler ve
adsızlar geliyor. Onlar da, kendi yanılgılarını kendi adlarına yaşayacaklar ve
kanlarıyla / canlarıyla ödeyecekler.
·
Köksüzlük, 21. Yüzyıl’ın henüz
biricik ayrılma biçimidir ve tüm bağlanma biçimleri, entellektüelleri
‘faşist-kapıkulu entelejensiya’ kılar.
·
Kitle, başının çaresine kendi
bakmayı, devrimini kendi yapmayı, savaşında kendi ölmemeyi öğrenecek, öğrenmek
zorunda. 11.000 yıllık tarih onlar tarafından ödenmiş durumda. Kitle, kendi
yerine / adına / için düşünmek zorunluluğunu gönüllü üstlenmeli. Yoksa ‘al
gülüm ver gülüm, alan razı satan razı’ oyunu sürer. Tarihin her seferinde ‘otuz
dokuz harami’ bulmaktan imanı gevredi.
·
21. Yüzyıl’da entellektüeller
artık, ‘kitle yerine / adına / için düşünmek’ eylemini terketmek durumundalar.
21. Yüzyıl, ne yazık ki durağanlık yüzyılı olacak. Geçmişin somut ve soyut
çevre kirliliğini temizlemeye, bilmem bir yüzyıl yeter mi?
·
Bir yüzyılda beş milyar kişi okuryazar
olabiliyorsa, ikinci bir yüzyılda herkes üniversite eğitim düzeyine çıkabilir.
Gereken bu: Proleteryanın kara cehaleti ve süzme gerizekalılığı değişmeli,
herkes bilmeli ve düşünmeli… Bilgi ve düşünce eylemdir. Söz eylemdir. (Bu
kitapta adı geçen tüm kişiler kuramcıydılar.)
·
Sonuç: Bu yüzden kitap, eksi
toplamlı bir bilanço olarak, çoğul yanılgılar tarihçesinin dökümü niyetine
işlevsel. Yine de yazara bravo: Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya
istemeyerek, ilk defa birisi 19. Yüzyıl’ın reel-objektif bir dökümüne
limitleniyor. Daha bir çok çapraz kesit alınabilir. Örnekse, bir gün ‘kadının
tarihteki olası / olalı yeri’ de yazılacak ve yaratılacak elbette…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder