Pazartesi, Temmuz 29, 2019

Küreselleşme ile emperyalizm aynı şeyler mi?: İlhan Uzgel: 2


Önaçımlamalar:
Sayın Uzgel, Türkiye’deki köşe yazarlarının ve akademisyenlerinin pek yapmadığı bir şeyi yapıyor ve temel bazı varsayımları sorguluyor: Burada, küreselleşme ve emperyalizm ilişkisi ve/ya ilişkisizliği.
Küreselleşme ve emperyalizm kümesine, kapitalizm ve para / finans da eklenmeli. Bugün bunlar, hepsi aynı sepete konulan ve tek şey sayılan ama ayrı ayrı şeyler.
Bu, zamanında koloniyalizm ve kapitalizm ilişkisi için de, koloni-vassal durumları için de yapılmıştı. Onlar da ayrı şeylerdi.
Dünya, 11 Eylül 2001’den beridir yeni bir döneme, sonuncusu post-4-modern olan post-modernizm ertesi döneme girdi. Paradigmaların önemli bölümü silinmekte ama yerlerine yeni parametreler tanımlanamamakta.
Bir de, son moment kapitalistlerin kur savaşlarında açıkça uyguladığı ve yanıldığı üzere, ekonominin bazı temel parametreleri, öyle isteyince hemen değiştirilemiyor ama zorlanan o. Bunlar değişir ama tarihin uzun vadeli büyük sayılar kuramındaki limitlere ve asimptotlara göre değişir. Üstelik değişiyor da (bu değişim, ayrı metinlerin konusu).
Bu verilerden hareketle, Uzgel’in metnine parça parça bakalım, alıntı ve yorum olarak gidecek:
“Küreselleşme, bir yanda neoliberal bir birikim rejimi, öte yanda, teknolojik imkanların ticaret, üretim ve finans alanlarında sağladığı dönüştürücü imkanlar ile kapitalizmin büyük bir hızla yerkürenin her bir noktasına yayılması anlamına geliyor.”
Bir: Bu, tarihteki ilk küreselleşme momenti değil. Önce, İspanya-Portekiz = İberya geldi. Sonra da, Hollanda ve İngiltere. Diğer bir deyişle, topraklarında güneş batmayan imparatorluklar, 1800’de değil , 1500’de bile vardı. En önemlisi bunlar, kendi aralarında birbirlerine, küreselleşmeye aşırı zarar verdiler ve İspanya gümüşleri gibi, üzerine bir de kendi kendilerine zarar verdiler. ABD de öyle yapıyor şimdilerde.
İki: Buradan, nedense Dünya Sistemi’cilerin bile öyle saydığı, sömürüyle sürekli artan artı-değer birikimi varsayımı var ama daha çok 1967 petol krizi ve ardılı 1970 ekonomik duralamasında, yine bu Düna Sistemici’lerin saptadığı gibi, kapitalizm, öyle her zaman kümülatif-kümülatif ilerlemiyor. Tam tersine, ciddi krizler yaşıyor ama bu onun kendi tanımından, azalan girdiler ve onun getirdiği düşen verimler durumundan ileri geliyor.
İki bir: Bu şu demek, sömürü artttıkça, artı-değerin birikim oranı ve toplamı düşüyor. Üstüne üstlük bir noktadan sonra, birikim azalıyor. İşte bu neo-kapitalistler, bu kuralları bile bile ezmeye çabaladılar ama yanıldılar, 2007’den beridir de yanılıyorlar.
İki iki: Ek babında: Türkiye 1983-2019’daki 4,5 trilyon dolarlık eksi-değer sömürü, G-7 ülkelerine belki ancak yarı yarıya katkı olarak gitti: Bu, bir teselli mükafatı (hepsi gitseydi, bu döngüden çıkmak daha uzun sürerdi).
Üç: Bu durumda, Uzgel’in metnini oturttuğu akıl yürütme, hafiften boşluğa kayıyor. Ancak onun metni, kendi içinde hem tutarlı, hem geçerli ama ölçekte göreli mikro, makro değil.
+
“Bu anlamda emperyalizmi de içeren çok daha kapsamlı bir olgu, kapitalizmin tarihsel evrimi içinde kapitalizmi küresel ölçekte yeniden organize etme çabasının bir ürünüyle karşı karşıyayız.”
İşte burada, Uzgel ile ayrılıyoruz: Çin üzerinden, neoliberalizmin henüz şeker yeme aşamasındaki Uzakdoğu Asya halkları, o elma şekerinin kazığını yiyince yaptıkları ve yapacakları hesaba katılmıyor. Bugün, 2001’e oranla global % 50 ABD desteğinden, % 75 ABD nefretine gelindi, yalnızca bu tersine dönen para aktarımı yüzünden. Yani lümpen halklar, kendi batışlarından sorumlu tuttukları global sömürgenlere ve onun işbirlikçisi lümpen burjuva yerli oligarklara karşı tepki geliştiriyorlar:AKP’nin son seçim kaybı bu nedenle: Halklar da, kaybetmeyi sevmiyor veya beleşe alışmış, kudurmuştan beterdir, AKP’nin 20 milyon beleşçisi gibi.
Biz bunu, ne kapitalizmle, ne diğer parasal süreçlerle ilgili saymıyoruz. Onun yerine, bildiğimiz sosyal psikolojik ve kültürel antropolojik gözleme dayalı kurallarla ilişkilendiriyoruz. Ki zaten lümpen tanımı da bu demek: Kendi biyografisinin, varlığının, zihinin, kültürünün bilincinde olmayanların dejenere davranışları kümesi.
Bu bağlamda bugünün tek adam kültünü, kültürel antropoljideki ilkellerin durumu somutlaştırma ve kişileştirme kültürel eğilimine doğrudan bağlıyoruz.
Diğer bir deyişle uygarlık, yüz yılda ilerler, yüz dakikada çöker. İşçi haklarından global okuryazarlığa dek, tüm yüz yıllık kazanımlar, güneş görmüş kar gibi eriyip gidiyor, 10 yıl sonra geriye hiçbirşey kalmamış ve isyan dalgaları başlamış olacak.
Uzakdoğu Asya, henüz oraya gelmedi ama en geç 10 yıl içinde gelecek. İşte bu nedenle, yanıldığımızda özeleştiri yapmacasına, 2020-2060 neo-N-liberalizm atağının tutmayacağı kanısındayız.
+
“Küreselleşme ile emperyalizm arasında kritik bir diğer farklılık, yine klasik emperyalizm ve koloniyalizm dönemindeki toprak kontrolünün aşılmasıdır.”
Biz bunu; şimdi ve burada askeri, politik ve ekonomik (global veya yerel) kontrollerin birbirlerinden göreli karşılıklı bağımsız olduğu biçiminde, okuyoruz.
Tabii bir de şu gerçek var: Sanırım bilimkurgu yazarı Clarke’ın dediği gibi: Hiçbir sistem, kendini tüm elektronlarına dek denetleyemez. Bunu, topraklarında güneş batmayan imparatorluk İngiltere’nin her zaman parçalanma tehlikesi taşıması, biçiminde örnekleyebiliriz. Asıl önemlisi, bunu kendi başbakanlarının (şu anda aday Johnson) becerecek olması. Bu, yazıldı ve yayınlandı bile.
+
“Örneğin, İngiliz kolonisi olan Hint alt kıtasına Fransız, Cezayir’e İngiliz sermayesi giremezdi.”
Giremezdi değil, girmezdi.
Yoksa, daha 1650’de, devletle anlaşmalı ve talan ganimetinden ona pay veren İngiliz korsanları, İspanya’yı Karaip Adaları’nda vuruyordu. Artı İngiltere, ancak o sayede (oradan açıktan gelen artı-değerlerle) ikinci moment global hegemon olabildi, yani bildiğimiz devlet terörizmi ile.
Bir de diğer örnek var:
İspanya-Hollanda arasındaki 80 yıl savaşları. Yani, hegemonlar birbirleriyle dalaştıklarında, bunun maliyeti epeyi büyük oluyordu.
+
“Küreselleşme, neoliberal içeriği nedeniyle de, emperyalizmden farklılaşmaktadır. Emperyalizm, temelde merkez dışı coğrafyaları hedef alıp, orada yaratılan zenginliği merkez ülkelere taşıyıp, elde edilen artı değerin bir kısmını da alt sınıflara dağıtarak merkezde siyasal ve toplumsal istikrarı sağlamaya yararken, neoliberal küreselleşme, hem merkez, hem de çevre alt ve orta sınıflarını neredeyse aynı anda hedef aldı.”
Bravo, tamamen doğru bir gözlem.
Ancak, bu yeni kapitalizmin ve bu yeni liberalizmin tarihte ilk kez yaptığı bir şey. Daha önce İngilizler, Hint kumaş ustalarının ellerini keserlerdi ki yalnızca İngiliz kumaşı satılabilsin.
Bu bir tür, ABD’nin köleleri serbest bırakıp, daha az maliyetle çalıştırması gibi bir şey.
1980-2020 arasında G-7 ülkeleri, G-7 haricindeki G-20 ülkelerini neo-liberal kılarken, onların alt sınıflarını orta sınıf kıldılar ve tüketim döngüsüne soktular. Bu, Türkiye için de böyle uygulandı.
Yani, içine kapalı ekonomi yaşayan 40 milyon köylüyü kente sür, kadınlarını da çocuklarını da çalıştır, onlara tüketim malzemelerini havuç gibi sun, onlar günde 16 saat hayvan gibi çalışsınlar, 100 dolarlık malı 1.000 dolara alsınlar (Iphone). Al sana, Dünya’nın % 1’inden 35 yılda 4,5 trilyon dolarlık (koyunun mezbahaya koşa koşa gittiği) sömürü.
Eskiden bunlar öldürülürdü, benzeri biçimde, Barrett türü ideologlar üzerinden, neo-con’lar tüketici kılınamayan halkların ve ülkelerin haritadan silinmesini önerdiler ve bu, parçalı olarak uygulandı da. Bakınız: Libya, Irak, Suriye. Afganistan.
Yani, eski barbar kapitalizm, yeni türden barbarlık maskeleri giydi, o kadar:
10 milyon sivil ölü ve 200 milyon göçmen, ancak barbarlık sayılabilir. Bakınız: Türkiye’deki Suriyeliler.
Yani:
Para, kapitalizmden önce de, bu kadar sert oynardı.
Koloniyalizm, kapitalizmden önce de bu kadar sert oynardı.
Kapitalizm, neo-liberalizmden önce de bu kadar sert oynardı.
Yani ve tersine:
Saltık kölütüğü; ne para, ne koloniyalizm, ne kapitalizm icat etmedi.
Artı:
Bugün kendisine yapılanı Türkiye, 600 yıl boyunca geniş bir alanda aynen uyguladı.
Keza, (bir zamanların Dünya hegemonları) (Eski) Yunanlılar öyle, keza Romalılar öyle, Araplar öyle, keza Moğollar öyle.
Yani:
Bugünün sömürülenleri, geçmişin veya geleceğin yeni sömürülenleri olabilmekte. Örneğin Brezilya öyle, örneğin Hindistan öyle. Rusya ise, bu çizgide habire yer değiştiriyor, 5 yıl sonra yok olabilir bile ya da ABD’nin yerini bile alabilir: Yani, yeni hegemonların kim olacağı, baştan öyle açıkseçik belli olmuyor.
+
“Küreselleşme ile emperyalizm arasında bir ilişki olduğu açıktır. Ama birbirinin aynısı iki olgu olmadıkları da ortadadır.”
Burada, kesinlikle Uzgel’e katılıyoruz.
Yapılması gereken şey, kategorik karşılaştır-karşıtlaştır (compera and contrast) akıl yürütmesi.
+
“Son olarak, geçen yazıda sorduğum, ABD’nin küreselleşmeden çekilmesinin emperyalizmden vazgeçmesi anlamına mı geleceği sorusunun yanıtı da olumsuz olmaktadır.”
Burada, Uzgel’in şunu kastedip kastetmediğini bilmiyoruz:
Aynısını Rusya da yaptı. 1990-2000 arasında tarihsel mola aldı. Sonra, 11 Eylül 2001 ve artan petrol fiyatları uygun koşullar yaratınca,  aynı güçle geri döndü. ABD de, tarihsel hakem molası alıyor yalnızca.Ve bizce doğru yapıyor, çünkü yapmasa, çok daha erken çözülecekti. Yine çözülecek ama daha geç.
Çıkış:
Biz burada ısrarla, Çin’in istediği halde global hegemon olamaması vakasını düşünüyoruz.
Sonuçta, tarihte global hegemon 50 devlet varsa, 5 bin devlet vardı; 50 bin halk varsa, yine 5 bin devlet vardı. Yani, her isteyen global hegemon olamıyor.
Bu, bir kültürel gelenek sorunsalı bizce. Türkler 150 devlet kurup batırdılar ve global hegemon olabildiler. Çin 2.200 yıldır aynı devlet ama hiç global hegemon olamadı.
Bunun yeni bir paradigma aday adayı olarak tartışılması gerek bizce.
Artı:
Türkiye / İkinci Cumhuriyet’in bölgesel / global hegemon aday adaylığı da, ayrıca irdelenmesi gerkli bir konu.
(29 Temmuz 2019)

Hiç yorum yok: