Dünya’daki
entellektüellerin tamamına yakını burjuvalardan çıkmış, çünkü entellektüellik
için gereken altyapıyı sağlayacak resmi eğitimi ve kültürel beslenmeyi paraca ödeyecek
sınıf, burjuva omuş, 1750 sonrasında yani. (Bu anlamıyla entellektüellik, 1. Sanyileşme
ve burjuvazi ile tanımlı, daha öncesi ve aristokrasi / feodalite ile değil
gibi.)
Öyleyse,
2 dünya devrimi açısından bakarsak:
Gorki,
bir proleter entellektüel değil, bir proleter entelejensiya idi, yani iktidara
/ Stalin’e bağlanmayı seçti.
Devrimi
yapan 3 adamın 2’si, Lenin ve Troçki, hem burjuva, hem entellektüel idi, Stalin
ise, bir proleter ve kazma (çukur beyin) idi, özellikle teorik sayılan
eserlerinde.
Mao,
belki bir proleter idi ama entellektüel değildi.
Martin
Eden / Jack London bir proleter entellektüel idi ama başta öyleydi yalnızca,
sonu da erken ölüm oldu, alkol üzerinden dolaylı intihar ile, hem kurmacada,
hem gerçekte.
İşte bu,
proleter entellektüel paradoksu
bizce:
Bilgi
aldıkça ve bilgi ürettikçe, sınıfınızdan çıkıyor, sınıfınız tarafından
dışlanıyor ve cezalandırılıyor oluyorsunuz. Böyle oldu hep yani.
Bizde
bunun muadili, bizce Fakir Baykurt, belki de tek has muadili.
Baykurt,
aşırı ironik olarak, ağası olmayan köyde doğup, köy enstitüsüne gidip, ağalı
köy romanları yazan bir yazar olup, bir de üzerine Avrupalı olan biri.
(Avrupalı olmayı, daha önceki ABD gezisi sayesinde, bir ön-deneyim katkısı ile
becerebildi bizce.)
Bizim
bakış açımızdan, Baykurt’un eğitim kurumu önemli:
Önce
Darüşşafaka (1900) vardı, sonra köy enstitüleri (1930) geldi, en son da Ankara
Fen Lisesi (1960) geldi, proleterleri eğitmek ve belki de entellektüel
kılabilmek için. (1990 her konuda olduğu gibi boş geçti, 2020 gibi yeni bir
kurum belki.)
Köy
enstitüsü mezunu yazar çok, hepsi de (köylü / çiftçi) proleter kökenli.
Yetim
öksüz yatağı Darüşşafaka ise, erken Cumhuriyet döneminde yazar çıkaramamış
gibi.
AFL,
yazar çok çıkardı ama hepsi A ve B şubeleri mezunu, yani küçük burjuva kökenli
idi. C ve D’den yazar çıkmadı sayılır.
Ben
hariç. Ben de küçük memur kökenliyim sonuçta. Yaşam tarzım nedeniyle, hep fakir
kaldığım için, fiili proleterim, fikri proleter sayılmam pek.
Ancak,
Martin Eden türü (bedensel ve/ya zihinsel) ölümlere, başta gönüllü, ortada ve
sonda gönülsüz çok sık gidip geldim. Bu da, libidomu deldi deşti, kalbura
çevirdi.
Tüm
bunlar, alaturka ve alafranga proleter entellektüel paradoksları bizce:
Sınıfında
kalsan da olmuyor, onun dışına çıksan da olmuyor.
Bağlanmazsan,
cezalandırılıp öldürülüyorsun; bağlanırsan, ruhun-duygun zaten ölüyor
kendiliğinden.
Geriye
kalan tek Verhulst çizgili denklem
izleği tipi, çok zigzaglı, çok yalpalı, çok çatallanmalı, astandart bir nekrografi yolu oluyor,
ona da ömrün yeterse.
Bu, 1900
ertesi Türkiye ve Dünya için geçerliydi. 2000’de çok-çok gevşek örüntülü
geçerlilikteydi artık. Yeni bir Dünya gelmişti çünkü.
Onun
entellektüel izlekleri henüz yazılmadı.
Çıkış
dipnotu:
Belki
1974’ten beridir, kendimin 21. Yüzyıl’ın ilk neo-entellektüeli olacağını hayal
etmiştim. Oldum da.
Değdi
mi, inanın emin değilim.
Olmasaydım,
bunun olurluğu boşta kalırdı ama çektiklerimi
çekmeye değmediğini düşünüyorum epeyidir.
(21 Ekim 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder