Pazartesi, Ekim 09, 2017

Yalnızlık düşünüldüğü kadar kötü mü?

Konuya evrim açısından bakılmış:
“Sosyal davranışlarda yaşanan değişim, evrimlerine ilişkin bir cevap olabilir. “Halictidae” ailesinin sosyal atalarından gelen H. Rubicundus türünden arılar, Avrupa’da hem yalnız hem de sosyal nüfuslara sahiptir. Farklı ortamlarda yaşayan arılar farklı davranışları tercih ederler: Sıcak iklimlerde H. Rubicundus toplulukları kovan oluşumunu desteklerken, soğuk havalarda yalnız yaşama eğilimindeler.
Ayrıca, iyi koordine edilmiş bir kovanda bile anti-sosyal bireylerin yaşamını sürdürdüğü durumlar da görülebiliyor. Ve yalnız arıların kolonideki diğer arılar tarafından hoşgörüyle karşılandığı görülüyor. Şayet birkaç yalnız arı, kendilerini tek başına davranmanın avantajlı olduğu yeni bir durumda bulurlarsa (örneğin yetiştirme mevsimi kısaysa ve arıların bir iş bölümü yapmaksızın kalkıp gitmesi gerekiyorsa) asosyal bir tür ortaya çıkabilir.
Ev sahibi bitkilerde gerçekleşebilecek değişiklikler de sosyal arıların tek başına davranma eğilimi göstermesine yol açabilir. Arının çevresine ve ihtiyaçlarına bağlı olarak, kovan faaliyetlerinin sabit bir kaynak etrafında koordine edilebildiği bir kovan yaşamında bir bitki hakkında uzmanlaşmak, genellikle daha faydalıdır. Yalnız arılar genelde tecrübe sahibidirler; bir bitkiden diğerine sürekli biçimde araştırma yaparlar.”
Buna benzer durum, insanlarda aile-cinsellik için de var. İnsanlarda, bütün üst primat türlerindeki aile-cinsellik davranışları, değişik bireylerde ve kümelerde görülebilir.
Saptama Bir:
Birbirine karşıt durumlar, diyelim tezler ve antitezler (burada bireysellik x toplumsallık), biririnden uzaktayken, farklı ortamda işlevsel kalabilir. Bu durumda, birinin yok olması, diğerinin sürmesi gerekmez. Orta yol veya sentez bulunması da gerekmez ve bu, negatif diyalektiğin özel bir türü olarak tanımlanabilir.
İnsan türünün 5 bin yıllık tarihine ve 100 milyarlık nüfusun bakılınca, işlevsel epistemik-kognitif-informatik edimleri, nüfusun yalnızca milyonda biri olan 100 bin kişinin, artı tek tek ve yalnız eylediğini görüyoruz.
Geri kalan toplumsal, kültür üretmiyor, kültürü taşıyor. Kültür toplumsallık durumunda, Brown hareketi usülünce, rasgele bazı öğeleri eliyor, yeni bazı öğeler kazanıyor. Burada, bildiğimiz istatistik ve büyük sayılar kuramı işliyor.
Bireylerde ise, mutasyonlar, büyük sıçramalar görülebiliyor. Tabii ki bunların bir bölümü kayda bile geçmedi, geçmiyor, geçmeyecek. Yazdıkları yok olan yüzlerce yaratıcı var. Aristo’nun ve Leonardo da Vinci’nin yazılı eserlerinin yarısı yok ortada örneğin. Adını bile bilmediklerimiz de var. Toplumun engellediği, delirip kendini ölüme sürükleyenler de var.
İnsanın 5 bin yıllık tarihinden önce de, daha çok konuşma, ölü gömme, iklimden göçme gibi koşulların zorladığı zorunlu birlikte yaşama, köle tipi bir toplumsallığı getirmiş.
Dünya’da bugün var olmuş ve olan tüm toplumsal yapılar, bireylerin zararına ve köleliğine yönelik.
Buna karşı çıkan bireyler cezalandırılıyor. Yine de yoluna devam edenler, çoğunluk öldükten sonra kahramanlaştırılıp ödüllendiriliyor. Ancak, kültür genetiğin yerine aldığı için, eserleri kalıcılaşıyor.
Tarihteki tüm kültürel mod değişimleri de, kültür evrimi de bu bireylerden gelmiş durumda. Toplumun kendisinden değil. Toplumsal önce itiraz, sonra eh kabul, en son da onu dogmalaştırma süreciyle işliyor yeni durumlara karşı.
Bu; bilim için de böyle, sanat için de böyle, düşün için de böyle, en küçük gündelik yaşam ayrıntısı için bile böyle.
Dolayısıyla yalnızlık ve yalnızlar, yalnızlar için kötü, toplum için uzun vadede iyi bir şey.

(9 Ekim 2017)

Hiç yorum yok: