Perşembe, Aralık 14, 2017

Bekir Ağırdır Negasyonu: Kürt Göçü

Kendisi şöyle demiş:
“Türkiye son 40 yılda gündelik hayatı baştan başa değişmiş, nüfusun yarısı göç etmiş. Türkiye’de şu anda kendini Kürt olarak tanımlayan insanların yüzde 48’i, yani yarısı, 5 metropolde yaşıyor. Nüfusunun 2 milyon altı olan yerlerde yaşayan Kürt nüfusu yalnızca yüzde 19’dur. Yüzde 81’i kentleşmiş, hatta yarı metropolleşmiş bir Kürt nüfusu var. Kürtlerde aşiret var, töre var düşünceleri film ve romanlarda kaldı. Kimse bunun farkında değil. Kürt sosyolojisinde değişen şey sadece bugünkü siyasi aktörlerin, sedece PKK, AK Parti ve HDP ile açıklanabilir bir şey olmaktan çıkalı çok oldu. Türkiye’de sadece Kürtlerde değil, Türkiye’de son 40 yılda 31 milyon yetişkin insan göç etmiş, çocuklar hariç. Batı tarihinde böyle bir hareket yoktur. Türkiye nüfusunun yüzde 52’si, 11 metropolde yaşıyor. Dolayısıyla köy enstitüleriymiş, imecelermiş, okuduğumuz o hikâyelerin, bugünkü Türkiye’nin sosyolojisinde geçerliliği yoktur. Türkiye bir yandan küreselleşmiş, bir yandan metropolleşmiş. Dolayısıyla bizim problemimiz bu yeni hayata uygun devlet nizamının, hukukunun, siyasetinin üretemiyor olmamız, gelip tıkandığımız yerdir.”
Epeyi eksik ve yanlış bilgi içeren saptamalar bunlar.
Sırasıyla değilleyelim:
“Batı tarihinde böyle bir hareket yoktur.”
Vardır ve çoktur.
Bir:
1955 gibi, Doğu Avrupa Alman kökenlilerinin büyük göçünde, on milyonlarca kişi yer (kent, ülke ve kıta) değiştirdi ve bunların epeyisi kırsal kökenliydi. Ondan önce de, epeyi milyonu öl(dürül)müştü (hem de bir bölümü kendi orduları tarafından olmak üzere). Bunların hepsi sivildi. Gelen ve giden Nazizm’in bedelini ödediler.
İki:
1960 gibi, Türkler’in Almanya göçü. Yine milyonlar. Köylerinden doğrudan Avrupa metropollerine göç ettiler. Bunun sosyolojik ve kültürolojik anlamı hala anlaşılamadı.
Genelde ise, son yıllarda yaratılan savaşlardan ve ekonomik sıkıntılardan dolayı, Dünya nüfusunun % 4-5’i, en yüksek durumuyla 350 milyon kişi birinci veya ikinci kuşak göçmen durumunda.
Gelelim Kürt göçüne:
1990’lardaki sert devlet siyaseti, köyleri boşalttırıp bir tür zorunlu iskan hareketi oldu. Ancak, ondan önce de Kürt nüfusu, kente göçmeye başlamıştı, çünkü topraksız köylü çok fazlaydı. Bunun da nedeni toprak ağaları idi. Yani, iç sert feodalizm de kentleşmeyi yarattı.
Sonrası ilginç:
Yurtsever Devrimci Gençlik (YDG) türü, yaşlı Kürtler’in gerontokrasisine karşı gençsel akımlar doğdu ki bu Kuzey Irak’ta da bu sıralar aynen yaşanıyor.
Ancak gençler, yaşlıların otoritesine karşı çıkarken, 2 olumsuz durum yarattılar:
Bir: Aşırı kriminalleştiler.
İki: Çocuk ve genç çeteleri gibi, yine sert hiyerarşik yapılar oluşturdular, çünkü sahipsiz çocuklar ve gençler çoğaldı, birileri de onların başına geçti ve onları kullandı.
Sözü geçen 1990’lardan sonra devlet, aşırı sert yöntemler kullanarak, devletin siviller üzerindeki hegemonyasını zayıflattı. Yani devlet, kendi halkını eşkiyalaştırdı.
Aynı dönemde, uç Müslümanlar’ın da başına gelen biçimde dünya nimetleri, Kürt gençliğinin başını yedi. Kavanozu dışından yalamayı reddedenler kavanozu kırdılar ama reçel de telef oldu bu arada.
Şimdi, Ağırdır’ın çizdiği panoramaya bir bakın, bir de bizimkine bir bakın.
“Dolayısıyla köy enstitüleriymiş, imecelermiş, okuduğumuz o hikâyelerin, bugünkü Türkiye’nin sosyolojisinde geçerliliği yoktur.”
Tam bilek kalınlığında ve 3 bukleli etmiş.
Türkiye’de şu sıralar kentlilik falan yok, neo-köylülük ve neo-taşralılık var. Bunu yalnızca Kürtler değil, diğer tüm 100 lümpen halk da böyle eyledi.
Yani devlet, insanlara dolaylı yoldan ve istemeden özgürlük verdi, onlar da bunu sıçıp sıvadılar.
Aile gitti ama feodalizm sürecinden bağımsız olarak. Feodal yapılarda bile çocuklar aşırı sahipsiz. İnsanlar genel ve toplu bir değer yargısı ambalesi yaşıyorlar.
Bu koşullarda, geçmiş yüceltiliyor ama geçmiş yeniden üretilemiyor. Çünkü bir Kürt veya bir Laz, kendi özgün  türküsünü dinleyememiş oluyor, onun kent dejenerasyonunu dinlemiş oluyor: Neşet Ertaş ile yeni saz aşıkları arasındaki farkı, 2000-2010 kayıtlarını dinleyerek rahatça izleyebilirsiniz.
Not: Batılılaşma sürecinde aşağılanan teksesli türkü, otantikliği ve haslığı nedeniyle, bir gelenek taşıyıcısıydı, özgün bir kültürel moddu. İnsanlar geleneksiz kalınca, devleti de takmadılar ama yerine de yeni ve farklı hiçbirşey koyamadılar. Türkiye’deki kültürel vakumun bir nedeni de budur.
“Dolayısıyla bizim problemimiz bu yeni hayata uygun devlet nizamının, hukukunun, siyasetinin üretemiyor olmamız, gelip tıkandığımız yerdir.”
Yanılmış devlet için, uygun devlet nizamı üretilmez. Zaten bunu düşünmek jakobenliktir (aydın diktacılığı) ki bu taa Osmanlı’dan ve batmış 1. Cumhuriyet’ten bu yana süregelen yarım aydın zihniyetidir. Hala vatanı kurtaramadılar ama kurtaracak vatan kalmadı. Sata sata onlar bitirdi zaten.
En tersine bakalım:
Okuyabildiğimiz en eski dönem anıları, Musa Anter’in anıları. Diyelim 1930’lar ve 1940’lar. Adam mağarada doğmuş. Köyünde Türkçe bilen tek kişi imiş. Onun anlattıklarında da, yüce feodalizm falan yoktur. Kaldı ki o da o mağaradan İstanbul’a iniş yapar ve benzeri ikilemler taa o zamanlara üretilmeye başlar, tıpkı ilk gecekondunun aslen 1946 tarihli olması (ve Hasan İzzettin Dinamo gibi biri tarafından yapılmış olabilmesi) gibi.
O nedenle, bilmediğin konularda ahkam kesmeyeceksin.
Yalnızca Kürtler değil, tüm 100 lümpen halk, insani değerlerinin tamamını yitirdi ve bunun asıl nedeni kentleşme falan değil. Bunu, şavalak devlet kendi elleriyle üretti: İmam yellenince, cemaat ishal oldu.
Zaten, yanılmış devletin tanımları arasında kendini tasfiye de vardır.
Türkiye de yaptı bunu, koskoca Dünya hegemonu ABD de. 500 yıllık koloniyalist AB, kendi kendini tasfiye etti.
Ağaca bakarken ormanı gör, ormana bakarken ağacı gör, yani…
Bir 4. Dünya ülkesinin 100 küsur lümpen halkının toplu histerili ve toplu bilisiz (collective unconscious) rezilliği bu yalnızca…

(15 Aralık 2017)

Hiç yorum yok: