Kendisi
şöyle demiş:
“Türkiye
son 40 yılda gündelik hayatı baştan başa değişmiş, nüfusun yarısı göç etmiş.
Türkiye’de şu anda kendini Kürt olarak tanımlayan insanların yüzde 48’i, yani
yarısı, 5 metropolde yaşıyor. Nüfusunun 2 milyon altı olan yerlerde yaşayan
Kürt nüfusu yalnızca yüzde 19’dur. Yüzde 81’i kentleşmiş, hatta yarı
metropolleşmiş bir Kürt nüfusu var. Kürtlerde aşiret var, töre var düşünceleri
film ve romanlarda kaldı. Kimse bunun farkında değil. Kürt sosyolojisinde
değişen şey sadece bugünkü siyasi aktörlerin, sedece PKK, AK Parti ve HDP ile
açıklanabilir bir şey olmaktan çıkalı çok oldu. Türkiye’de sadece Kürtlerde
değil, Türkiye’de son 40 yılda 31 milyon yetişkin insan göç etmiş, çocuklar
hariç. Batı tarihinde böyle bir hareket yoktur. Türkiye nüfusunun yüzde 52’si,
11 metropolde yaşıyor. Dolayısıyla köy enstitüleriymiş, imecelermiş, okuduğumuz
o hikâyelerin, bugünkü Türkiye’nin sosyolojisinde geçerliliği yoktur. Türkiye
bir yandan küreselleşmiş, bir yandan metropolleşmiş. Dolayısıyla bizim
problemimiz bu yeni hayata uygun devlet nizamının, hukukunun, siyasetinin
üretemiyor olmamız, gelip tıkandığımız yerdir.”
Epeyi
eksik ve yanlış bilgi içeren saptamalar bunlar.
Sırasıyla
değilleyelim:
“Batı
tarihinde böyle bir hareket yoktur.”
Vardır
ve çoktur.
Bir:
1955
gibi, Doğu Avrupa Alman kökenlilerinin büyük göçünde, on milyonlarca kişi yer
(kent, ülke ve kıta) değiştirdi ve bunların epeyisi kırsal kökenliydi. Ondan
önce de, epeyi milyonu öl(dürül)müştü (hem de bir bölümü kendi orduları
tarafından olmak üzere). Bunların hepsi sivildi. Gelen ve giden Nazizm’in
bedelini ödediler.
İki:
1960
gibi, Türkler’in Almanya göçü. Yine milyonlar. Köylerinden doğrudan Avrupa
metropollerine göç ettiler. Bunun sosyolojik ve kültürolojik anlamı hala
anlaşılamadı.
Genelde
ise, son yıllarda yaratılan savaşlardan ve ekonomik sıkıntılardan dolayı, Dünya
nüfusunun % 4-5’i, en yüksek durumuyla 350 milyon kişi birinci veya ikinci
kuşak göçmen durumunda.
Gelelim
Kürt göçüne:
1990’lardaki
sert devlet siyaseti, köyleri boşalttırıp bir tür zorunlu iskan hareketi oldu. Ancak, ondan önce de Kürt nüfusu,
kente göçmeye başlamıştı, çünkü topraksız köylü çok fazlaydı. Bunun da nedeni
toprak ağaları idi. Yani, iç sert
feodalizm de kentleşmeyi yarattı.
Sonrası
ilginç:
Yurtsever
Devrimci Gençlik (YDG) türü, yaşlı Kürtler’in gerontokrasisine karşı gençsel
akımlar doğdu ki bu Kuzey Irak’ta da bu sıralar aynen yaşanıyor.
Ancak
gençler, yaşlıların otoritesine karşı çıkarken, 2 olumsuz durum yarattılar:
Bir:
Aşırı kriminalleştiler.
İki:
Çocuk ve genç çeteleri gibi, yine sert hiyerarşik yapılar oluşturdular, çünkü
sahipsiz çocuklar ve gençler çoğaldı, birileri de onların başına geçti ve
onları kullandı.
Sözü
geçen 1990’lardan sonra devlet, aşırı sert yöntemler kullanarak, devletin
siviller üzerindeki hegemonyasını zayıflattı. Yani devlet, kendi halkını eşkiyalaştırdı.
Aynı
dönemde, uç Müslümanlar’ın da başına
gelen biçimde dünya nimetleri, Kürt gençliğinin başını yedi. Kavanozu dışından
yalamayı reddedenler kavanozu kırdılar
ama reçel de telef oldu bu arada.
Şimdi,
Ağırdır’ın çizdiği panoramaya bir bakın, bir de bizimkine bir bakın.
“Dolayısıyla
köy enstitüleriymiş, imecelermiş, okuduğumuz o hikâyelerin, bugünkü Türkiye’nin
sosyolojisinde geçerliliği yoktur.”
Tam
bilek kalınlığında ve 3 bukleli etmiş.
Türkiye’de
şu sıralar kentlilik falan yok, neo-köylülük ve neo-taşralılık var. Bunu
yalnızca Kürtler değil, diğer tüm 100
lümpen halk da böyle eyledi.
Yani
devlet, insanlara dolaylı yoldan ve istemeden özgürlük verdi, onlar da bunu
sıçıp sıvadılar.
Aile
gitti ama feodalizm sürecinden bağımsız olarak. Feodal yapılarda bile çocuklar
aşırı sahipsiz. İnsanlar genel ve toplu bir değer yargısı ambalesi yaşıyorlar.
Bu
koşullarda, geçmiş yüceltiliyor ama geçmiş yeniden üretilemiyor. Çünkü bir Kürt
veya bir Laz, kendi özgün türküsünü
dinleyememiş oluyor, onun kent dejenerasyonunu dinlemiş oluyor: Neşet Ertaş ile
yeni saz aşıkları arasındaki farkı, 2000-2010 kayıtlarını dinleyerek rahatça
izleyebilirsiniz.
Not:
Batılılaşma sürecinde aşağılanan teksesli türkü, otantikliği ve haslığı
nedeniyle, bir gelenek taşıyıcısıydı, özgün bir kültürel moddu. İnsanlar
geleneksiz kalınca, devleti de takmadılar ama yerine de yeni ve farklı
hiçbirşey koyamadılar. Türkiye’deki kültürel vakumun bir nedeni de budur.
“Dolayısıyla
bizim problemimiz bu yeni hayata uygun devlet nizamının, hukukunun, siyasetinin
üretemiyor olmamız, gelip tıkandığımız yerdir.”
Yanılmış devlet için, uygun
devlet nizamı üretilmez.
Zaten bunu düşünmek jakobenliktir (aydın
diktacılığı) ki bu taa Osmanlı’dan ve batmış 1. Cumhuriyet’ten bu yana süregelen
yarım aydın zihniyetidir. Hala
vatanı kurtaramadılar ama kurtaracak vatan kalmadı. Sata sata onlar bitirdi zaten.
En
tersine bakalım:
Okuyabildiğimiz
en eski dönem anıları, Musa Anter’in anıları. Diyelim 1930’lar ve 1940’lar.
Adam mağarada doğmuş. Köyünde Türkçe bilen tek kişi imiş. Onun anlattıklarında
da, yüce feodalizm falan yoktur.
Kaldı ki o da o mağaradan İstanbul’a iniş yapar ve benzeri ikilemler taa o
zamanlara üretilmeye başlar, tıpkı ilk gecekondunun
aslen 1946 tarihli olması (ve Hasan İzzettin Dinamo gibi biri tarafından yapılmış
olabilmesi) gibi.
O
nedenle, bilmediğin konularda ahkam kesmeyeceksin.
Yalnızca
Kürtler değil, tüm 100 lümpen halk, insani değerlerinin tamamını yitirdi ve
bunun asıl nedeni kentleşme falan değil. Bunu, şavalak devlet kendi elleriyle
üretti: İmam yellenince, cemaat ishal oldu.
Zaten,
yanılmış devletin tanımları arasında kendini tasfiye de vardır.
Türkiye
de yaptı bunu, koskoca Dünya hegemonu
ABD de. 500 yıllık koloniyalist AB,
kendi kendini tasfiye etti.
Ağaca
bakarken ormanı gör, ormana bakarken ağacı gör, yani…
Bir 4.
Dünya ülkesinin 100 küsur lümpen halkının toplu histerili ve toplu bilisiz (collective
unconscious) rezilliği bu yalnızca…
(15 Aralık 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder