Erine,
generaline, yerine, zamanına, savaşına bağlı.
2. Dünya
Savaşı’nda Alman generaller, Stalingrad önlerinde erlere ölmelerini emredince,
onlar da generali öldürmüşlerdi. Sonra da, kendileri topuklamışlardı. Çoğu da
eksi 40 derecede donarak ölmüştü. Orada
kalıp, savaşıp, sağ kalabilenler ise, menülerinde epeyi insan eti görmüşlerdi.
Çanakkale
Savaşı’nda Atatürk, tüm bir alaya ölmesini emretmiş. Rivayet o. O alayın tüm
erleri de ölmüşler, diye bilinir.
Ancak,
generalinin ölmesini emredip emretmediği belli olmayan, 10 yıldan uzun
zamandır, cepheden cepheye gönderilen bir er, Kurtuluş Savaşı sırasında
sevkiyatta tren köyünün yakınına gelince, firar eder.
Yakalanır,
idama mahkum edilir. Bu öykünün sonu bilinmez. O asker yaşadı mı yani?
Sonu
bilinen bir öykü var ama:
Bu
öyküyü yazan ve yayınlatan Halikarnas Balıkçısı, askeri mahkemede yargılanır,
önce idama mahkum edilir, sonra cezası sürgüne çevrilir, Bodrum’a gönderilir.
Cevat
Şakir, olur sana Halikarnas Balıkçısı. Bodrum olur, sana büyük rezalet. Mavi
Yolculuk icat edilir. Duvara kaşık ve kilim asılır. Ruhi Su akımı doğar. Şu bu.
İş çarşafa dolanır kısacası.
Yani bir
general, bir ere ölmesini emrederken, bunları da düşünmeli, deriz biz.
Şu da
düşünülmeli:
O alayın
erlerinden biri, Mustafa Kemal’i öldürebilir ve Atatürk’ümüz olamazdı o zaman
da…
Acaba
Atatürk, bunu hiç düşündü mü?
Hep
merak eder, dururum.
Bir de,
Galatasaray ve Darüşşafaka yıllarca mezun vermeyince, sonra da kendisi
Cumhuriyet için nitelikli eleman bulamayınca, o emrinin hatalı olabileceğini
hiç özeleştirmiş midir?
Ne
dersin ey kari?
(6 Aralık 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder