Demiş ve
eliflerle mertekleri birbirine orji yaptırmış.
Gazete
Duvar’da Dinçer Demirkent yazmış:
“Emperyalistler,
egemenlik haklarını ellerinden aldıkları ulusları sömürüyor ve ezilen uluslar
kendi kaderlerini tayin haklarını kullanıyor. 1945 sonrası Amerikan hegemonyası
altındaki dünyada, sömürgelerin tasfiyesinde kullanılan bu terminoloji, bugün
için tersine dönmüş durumda.”
Ne
alakası var?
Ulusların
kendi kaderini tayini, 1. Dünya Savaşı ertesi Wilson doktrinidir.
Şerh:
“Ancak
terim (self determination), ‘Wilson İlkeleri’ olarak bilinen 14 maddelik
bildirgenin hiçbir maddesinde yer almamıştır.”
Nasıl
ama?
Ben de
bunu yeni öğrendim.
Devam:
1945
sonrasında, ABD değil, topraklarında eskiden güneş batmayan imparatorluk olan İngiltere,
eski sömürgelerini tasfiye etti ve belki de 75 yeni ülke kurulmasına neden
oldu, oluyor, olacak. Süreç, hala sürüyor ve sürecek yani.
ABD ise,
eski sömürgesi olduğu İngiltere’yi sömürgeleştirerek, kapıcılık yaptığı apartmanda ev alan eski kapıcı konumuna düşürdü
kendini.
Tarihe
çukur devlet olarak geçti ayrıca.
Solun ve
sağın siyasal konumuna gelince:
Krallığı
desteklemek veya ona karşıt olmak açısından Fransa Devrimi 1789 ertesinde
kurulan sağ-sol karşıtlığı dengesinde, zaman içinde sağla sol yer değiştirmiş
ve eskiden kralı desteklemeyenler yeni destekleyenler olmuş ve tersi de.
Oldu mu
ortalık karman çorman?
İsveç’te
20. Yüzyıl başında solu toprak ağaları desteklemiş bir de. İyi mi? Çünkü
yeniliğe açık olan kesim, toplumda yalnızca o kesimmiş, aristokratlar diyelim.
Oldu mu
ortalık daha da karman çorman?
Bizim
yazmaz yazar, bilmediği konuda düşünce sallayan yazar, bunları pas geçmiş.
Kürt de
Kürt, diyor illakine.
Diyemiyor
ki:
Sol,
artık yumruk atan kim olursa olsun, onu desteklemiyor, desteklememek zorunda,
çünkü götürülecek kimse kalmadı Brecht deyişiyle. Özgürlükçülük ve demokrasi,
solun birincil ilkesi olmak durumunda (ama vermeyince mabut, neylesin Mahmut?).
Çünkü
1960’larda ve 1970’lerde radikal sol, Dünya’nın canına okuyup, 1980’lerden
2010’lara neo-faşist ve neo-engizitör bir döneme bizi soktuğu için, başka çare
yok şimdi ve burada.
Ayrıca, özgürlük pastadan önce gelir, yani
günümüzün tüketici manyağı
toplumunda.
O
nedenle, sol veya sağ demeye de gerek kalmadı. Özgürlükçülük de, solun ve
marksistlerin değil, anarşistlerin tezidir.
Marksistler;
1850, 1871, 1920, 1921, 1936 boyunca, anarşistleri hep katlettiler.
Üstüne
bir de diktatörlük savundular, kiminki olduğu hiç önemsiz olarak. Proleterya diktatörlüğü dediler ama
daha 1918’de Rosa, parti diktatörlüğünü
tanımlamıştı çoktan, henüz SSCB kurulmadan.
“Başlığa
dönersek, yumruk atan faşist emekçinin değil, ezilen Kürt halkının temsilcisi
toprak ağası Ahmet Türk’ün, dolayısıyla yüz yıldır kuşatılmış olduğu 4 devletçe
aşağılanmış ve sömürülmüş bir halkın yanında duranlar hegemonik bir sol
siyaseti birlikte tartışarak, kavga ederek inşa etmeye mecburdur.”
Adam
utanmadan, ‘sağ-sol orjisini savunalım’ diyor yahu…
Senin
beynini ben…
(28 Eylül 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder