Kitap
için önbilgi: Harold Jaffe’nin romanı, polemik metni, politik metni, manifestosu,
vd, vd. Notos Kitap, 2008.
+
Sıfır
Sıfır:
ABD’li
yazarlar bilimkurgu yazsalar bile, diğerleri arasında eksi beyinli olarak,
dezavantajlı konumdalar.
Sıfır
Bir:
‘Tekno-Mağara’
yerine, bence ‘Tekno-İn’ daha uygun, çünkü siberuzay ‘hacker’lar ve asıl derin
kullanıcılar için, içinde saklanabilecekleri bir in durumunda. 20 küsur yıldır
böyle.
Sıfır
İki:
‘Tekno-Mağara’dan
Öte’ değil, ‘Öte / Meta-Tekno-Mağara’, yani hem ‘meta-tekno’, hem de
‘meta-mağara’.
Sıfır
Üç:
Alt başlık:
‘Milenyum Sonrası Kültür İçin Yazarın Rehberi’. İşlevsiz, uygunsuz.
De Lillo
da, bir şeyle gevelemişti zamanında. 27si de, yine Yanki beyinsizliğini teşhir
etmişlerdi.
Gelelim
asıl-alıntı Bir’e ve asıl diyeceklerimize:
+
Bir:
Alıntı:
“Yazar, kendinden kaynaklanmayan amaçlara adanmış bir yapıtta, estetik doğruluk
ve bütünlüğü nasıl yakalayabilir?” (S: 36.)
Oof of,
of ki ne of.
Hangi
yazar, kendinden kaynaklanan veya kaynaklanmayan amaçlara adanmış bir yapıt
ürettir ki, üretti ki, üretmek gereğini duydu ki, neden üretsin ki?
Amaçlara
adanmış yapıt mı olur?
Edebi
bir yapıtın, estetik doğruluk ve bütünlük taşıdığı ne zaman vakidir? Hele hele
avangard olanlarının…
Edebi
bir yapıtın yazarın kendisiyle ilgisi ne ola ki?
Eğer
toplama kampaları olmasaydı, yani tümüyle nesnel durumlar yaşanmasaydı, Kafka
2. Dünya Savaşı ertesinde yeniden keşfedilmeyecekti ki…
Bunun
yanısıra, hala doğru dürüst keşfedilmemiş ve kazara Fassbinder (sinema
tarihinin en uzunu olan) filmini yapmasaydı, günümüzde belki adı bile bilinmeyecek
bir ürün olan ‘Berlin Alexandr Meydanı’, Hitler olmasaydı, ne anlam
taşıyabilrdi ki? Yazar ,onu Hitler öngörüsü olan bir sosyoloji yapıtı olarak
yazmadı ki (kaldı ki bunu gerçekten yapmış olan yazarlar da var, yani Hitler’in
gelişi gayet bilimsel olarak da biliniyordu, gayet sanatsal olarak da ama
sanatsal olan vektör muğlaktı).
Bu,
gerçeküstücü yön-vektör.
Bir de,
bilimkurgu yön-vektör var.
Mc
Carthy dönemi bilimkurgucuları, özellikle de sağ-anarşist olan Heinlein gibi
biri, kendi politik çıkarsatmalarının sosyolojik tez olarak ayrıca görseydi, o
romanları yazmazdı ki, kişiliğine uymazdı çünkü. Örneğin, sözünü ettiğimiz
Fasbbinder, ilk internet-siberuzay konulu filmi çekti ama geci ıskaladı, çünkü
sentimental faşizm tözü bu kültürolojik vektör-arası dilimciği kapsamıyordu.
Keza, ‘3. Kuşak’ ve terörizm de öyle. Ama ’68 Sonbaharında Berlin’deki
parçasıyla, on ikiden vurdu: Çünkü, Birleşik Almanya’nın faşizmini ilk öngören
kişi oydu.
Yani,
politik tez yaratan romanları yazanların tamamına yakını, öyle bir şey için
yola çıkmadılar: Kafka 1900, Fassbinder 1980: 20. Yüzyıl yani.
Haa,
evet: 21. Yüzyıl’ın
neo-reel-avangard-edebiyatı hala yok ortada: 2001-2017 için global geçerli
önesürülen bir tez bu.
Bu kitap
da, o değil.
Ama en
yakını Gibson ve ‘Neuromancer’ idi. Kendisi dahil kimse, hala onun yanına bile
yaklaşamadı (1982 momentlidir o kitap).
+
Buraya
kadar rasgele sıralı idik.
Bundan
sonra, 40 sayfanın sonuna dek, sıralı alıntı ile gidilecek:
İki:
Alıntı:
“Kelebeğin bastırılmış kanatlarının kozadan çıkarken, ne kadar gevrek olduğuna
dikkat edin. O nazik anlar, kelebeğin tamamen çaresiz olduğu o kısacık süre,
dansın en saf halidir.” (Kazuo ohno: Butoh üstadı.)
Seçilen
alıntı parçası geçersiz, çeviri yanlış, o nedenle butoh saptamaları da
geçersiz.
Kelebeğin
kanatları kozadan çıkarken, gevrek değil, esnektir. Gevreklik kırılganlıktır.
Kelebeğin kanatları, asıl kozadan çıktıktan ve kanatlar kuruduktan sonar
gevrekleşir ve kırılgınlaşır. Bu, hatalı biyoloji bilgisidir, hatalı doğrudan
gözlemdir. Dolayısıyla, hatalı metafordur.
Kelebek,
kozadan çıkarken değil, kozanın içinde kilitliyken, krizalitken en çaresizdir.
Kaçamaz, korunamaz, saldıramaz, çünkü hapsedilmiştir: Ki bunun adı katatonidir
ve katatoni, hem dansın en saf hali ki bunu kullanan dansçılar oldu, hem insanın
en aciz halidir ki bunu konuyu çalışan psikologlar ve pisikiyatristler bilir,
ha bir de katatonikler, ister dansçı, ister deli olarak.
İşte bu
parçayı, silsile yanlışlar ekleyerek seçen bizim yazar, Yanki beyinsizliğinin
en saf haliini sergilemiş oluyor ki bunu arada kadın Le Guin de yapar: En haklı
olduğunu sandığı ama aslında en haksız olduğu yerde ve anda, çünkü o anda yazar
özeleştiri şıkkını kapatıyor ve haklılığının takıntısıyla haykırarak
saldırıyor: İlk ok’ta ölecek bir savaşçı gibi: Yani, aptallığın en saf hali ve
cahilliğin en saf hali gibi.
Felaket
yönetememek gibi, ondan önce koruyu hekimlik yapamamak gibi, ondan önce
gelecekbilimcilik yapamamak gibi.
Peki
soru şu.
Gelecekbilimci
olmayan ve politik öngörüde bulunamayan bir yazar, 21. Yüzyıl’da nasıl kültürel gerilla olacak da, düzenli
kültür ordularına (edebiyat bürokrasisine, yayıncılara, editörlere,
büdütörlere, eleştirmenlere, vd’lere karşı) karşı savaş kazanacak?
+
Ara
nağmeler:
Kültürel
olsun veya asıl savaşçı olsun gerilla üzerine notlar:
Gerilla
grupları, kalabalık, aşırı kurallı, hiyerarşik savaş yapılarına, yani düzenli
ordulara karşı tasarlanmış küçük, düzensiz, otonom gurplardır.
O
nedenle varlık tanımları, antitez olarak tezlerinin göreliğine fazlasıyla
bağlıdır ve o edenle, dar yer ve zamanlar için geçerli gerilla kuralları
olabilir.
Düzenli
ordunun en zayıf yanlarından biri, yukarıdan aşağıyaki hiyerarşide bilgi /
karar akışının ve uygulanışının aşırı yavaş oluşudur. O nedenle gerilla ve
kontra-terör gruplarını bazıları (Mossad gibi), eşit kara yetkisine sahip
bireylerden oluşuturulur. Bu bireyle, durum karşısında kara alabilecek
özerkliğe, kendine yetirliğe, gruba yeterliğe sahiptir ama bu 7 kişiden büyük
gruplarda nadiren işlevseldir çünkü bu
sınırı sosyal psikoloji gözlemle saptamıştır: Sonrasında, bildiğimiz toplu
apattallaşma, cahilleşme, yani bildiğimiz toplumsallaşma başlıyor. 2-7 kişilik
gruplar ise, zeki-bilgili, birey-küme ikililiklerini uygulayabiliyor.
E bu,
aynen kültürel bürokrasi için de geçerli. Bildiğimiz, ‘basıl x yok ol / publish
x perish’ açmazına karşı ne var ve hep oldu?:
Bağımsız,
küçük, kendine yeterli, özerk yayıncı(lık) grupları: Bukowski de böyle çıktı,
Burroughs da, en azından başlarda.
21. Yüzyıl’da
ise, 20.Yüzyıl’ın sonundan sarkan fanzin var, blog var, aşırı düşen dijital
basım maliyetleri var. Yan, nasıl bir sinema yönetmeni artık tek başına tüm bir
filmi yaratabiliyorsa, yazar da kendi yayıncısı olabiliyor artık. E bu,
özerklik ve yeterlilik değil de ne?
Şildi
bu, özerkliği adam isterse rektumuna sokar, isterse klavyesini atom bombası
kılar. Kime ne?
Ha,
ayrıca isterse geçici ve kalıcı ekol-dönem gruplarını da ayrıca kurar veya
onlara katılır ama tek kişilik işlerini de hala kendi sürdürür. Yazmak, hala
beyin ve masabaşı işi. Ve hala tek kişilik iş.
Kapitalizm
bile, o içsel-bireysel-yaratısal özgürlüklerin en dibine kadar girip, hepsini
silemedi.
En
güzel, en sevdiğim örnek ise şudur.
1984
tarihli Kuilman kuadralektiği, 30 yıl basılmadan ama kağıt üzerinde sağ kaldı
ve 2014’te matbu kitap oldu. Tıpkı Eratosthenes’in artı-değer bilgilerinin 1.800
yıl boyunca, kozada, krizalitte, uykuda, kuluçkada kalabildiği gibi.
Eğer,
yeterince avangard sanatçı isen, senin yaratın en az 10-20 yıl daha topum olarak
da kalabilir, potansiyel olarak da, basılmamış makale / öykü olarak da. Küçük,
anlık, gündelik işler için ise, internet artık Dünya’ya açılan kapı.
Şimdi
bunlar varken, bunları 20 yıldır kullanan bir 3. veya 4. Dünyalı yazar iken, bir 1. Dünyalı burnumun dibine gelip,
koyunun sevmediği ot burunun dibinde biter durumunu kanıtlayıp, yazarlık durumum hakkında fetva
verince, feci sinirlendim: İrdelediğim kitabın yazarını kastediyorum.
Lan
hıyar, senden mi öğreneceğim savaşmayı? Senden mi öğreneceğim kalemimi mızrak
yapmayı? 80 yıldır hemen her kuşağı içeri atılmış bir yazarlar silsilesinin
mensubuyum ben. Yazmadığım yazıdan yargılanıp, üstüne rüşvetle beraat etmişim.
İstesem de, düz gidemem ki. Adam ise, satır satır uygulanacak yemek tarifi
yazıyor sanki. Yazarlığın şimdi ve burada ne olduğundan o kadar emin yani.
Yürü be:
Git sen ‘Friendly Fascism’ 1980 Bertham Gross ABD
oku önce bi.
+
40.
sayfadan sonrası eziyet geldi. Atlayarak okudum. Yine eziyet geldi. Son bölümü
okudum ve kitabı kapattım.
+
Son
bölüm üzerinden çıkış:
Jaffe’nin
4 İlkesi:
Kriz
sanatı.
Süreç
sanatı.
Diyalogtik:
Sanatçının diğer insanlarla eşit oranda etkileşime girmesi.
Diyalektik
sanat.
Ülkü’nün
5 Anti-Jaffe ilkesi:
Çapraz
medya (konuyla ilintili olarak yaklaşık 20 metin yazdık ve internette
yayınladık).
Disiplinlerarasılık
n-N ve çokdisiplinlilik n-N, yani disiplinlerarasılıklar, yeni
çokdisiplinlilikler ki çapraz medya, bunlardan epeyini (ama şimdilik yine
ticari nedenlerle) yaptı çoktan (2010-2017 arasında).
Holografi:
Fotoğraf, sinema, holografi dizisi olarak.
Poliyalektik
sanat.
6. ve
daha sonraki ek-artı-farklı-yeni duyu-diller yaratımı: Bazı insanların fazladan
bir renk gördüğü sanılıyor. Sinestezikler ve polistezikler, bir interstezi
duyu-dil ağı oluşturabilirler ve bu, farklı bir açıdan neo-çapraz medya dalı
olur.
+
Genel
notlar:
Bu, bir
roman değil. Başarısız bir manifesto silsilesi. Kate Blanchett’in tek başına
oynadığı ve birçok manifestoyu değişik kostümlerle ve aksanlarla dilegetirdiği
‘Manifest’, bu kitabın yapmak istediğini yapmış ama yine % 100’den düşük
başarıyla ki bu demektir ki varolan avangard yaratı denemeleri ve avangard
manifestoları, ancak negasyon ile işlevsel hala ve hep…
En büyük
negasyon, en ilk manifestosal başlıkta ama sonda yazılarak gelmiş olsun:
Potlaç 1:
“Kişilerin
birbirine armağan verdikleri bir Kızılderili dinsel bayramı.”
(Google
aramanın yanıtı.)
+
Potlaç 2:
“Eski
türklerde, artı ürün birikimini önlemek için, eldeki fazlalığı toplumla paylaşarak,
hem toplumun bütünlüğünün, hem de göçebe yaşamın kolaylaşmasını…”
+
Potlaç
3:
“Potlaç,
Pasifik Kuzeybatısı Kızılderilileri’nde değiş tokuş şeklinde gerçekleşen
bayramlarına Şinok dilinde verilen isim.”
(Türkçe
Wikipedia.)
Buradaki
hata da şu:
Pasifik’in
kuzeybatısı, Kamçatka bölgesindeki deniz olmakta. Kastedilen ise, Kuzey
Amerika’nın kuzeybatı kıyısındaki ve karadaki Kızılderililer. Yoksa, Pasifik
yerlilerine ‘kızılderili’ denmiyor.
+
Kitaptaki
Potlaç 4 (Editörün notu olarak ama yazar da, editör de, onu yanlış anlamış):
“Yüksek
sınıftan bireylerin ya da bireyler grubunun, başka (kendinden aşağıdaki:
editörün notuna benim karşı notum) toplumsal sınıftan kişilere bağışta
bulunması (ile), onlara eşdeğerini sunmak, böylece (yapılana) olumlu karşılık
vermek zorunda bırakması.
Çevirmen
Turan Parlak ve Cihat Taşçıoğlu, feci sınıfta kalmışlar. Türkçe’deki alttümce
ve noktalama-imi’leme yerine, eksik düşünülmüş bir İngilizce yapı kullanmı
ikisi de.
‘Potlaç’
tanımları bu kadar karışık, geniş açılı ve muğlak değil tabii ki. O-asıl
etnolojik / antropolojik gelenek, şu işe yarıyor:
Mayalar,
yılda bir tüm mal-artı’larını kırar dökerlermiş. Bu; hem artı-değer mal
bölüşümünde oluşabilecek iç savaşı engelleme, hem sınıf oluşumunu engelleme,
hem göçerliğin korunumu, hem ilkel eşitlikçilik çabası derlemesi gibisinden bir
gelenekler dağarcığı oluşturmak.
Buradan
sıçrıyoruz slaktivizmin tanımına:
Küçük
burjuva zihniyetli, sınıf atlamış, (köy değil) daha çok taşra (kasabası,
ilçesi, ili) kökenli, genelde anababası ilkokul mezunu, kendi üniversite
mezunu, boş zamanı bol, genelde bekar ve orta yaşlı kadınların eylediği, ne
kadar abidik gubidik marjinal / azınlık / aşağı sınıf varsa, Lgbti’lere, etnik
azınlıklara (ama asla ve kata ateistlere değil, işçilere de değil, onun modası
gçeti, ateistlere yardımın modası henüz gelmedi çünkü)), apartman kapıcısının
çocuklarına onların kullanamayacağı (ve aslında kendisinin atacağı yırtık
pırtık giysiler gibi) eşyalar hediye eden apartman sakini gibi, aslında kendine
iyilik yaparken, kendine veriyormuş ve başkalarına iyilik yapıyormuş
kisvesindeki, 1990 ertesindeki davranış salgını.
1999
Depremi’nde, yaz ortasında içme suyu eksikliğinden millet kırılırken, bizim
slaktivistler, ne kadar kışlık giysi artıkları varsa, AKM’nin önüne
yığmışlardı. Sonra, onların hepsi hurdaya gitti. İşte slaktivizm, tam da bu
olmakta.
Yazarın,
çevirmenin, editörün anladığı potlaç, tam da bu olmakta.
Oysa
pekala şu da anlaşılabilir:
Üst
sınıfın ast sınıflara, onlar ‘Spartacus’ dizisindeki gibi gelip, tüm hane halkını doğramasınlar diye
verdiği sus payı. Padişah ulüfesi de bu türden olabilir pekala: Padişahın asi Namık
Kemal’i mutassarrıflığa tayin edip, babalar gibi ona maaş ödemesi gibi yani.
(8 + 10 Eylül 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder