Pazartesi, Eylül 11, 2017

Tekno-Mağara’nın Ötesi Notları

Kitap için önbilgi: Harold Jaffe’nin romanı, polemik metni, politik metni, manifestosu, vd, vd. Notos Kitap, 2008.
+
Sıfır Sıfır:
ABD’li yazarlar bilimkurgu yazsalar bile, diğerleri arasında eksi beyinli olarak, dezavantajlı konumdalar.
Sıfır Bir:
‘Tekno-Mağara’ yerine, bence ‘Tekno-İn’ daha uygun, çünkü siberuzay ‘hacker’lar ve asıl derin kullanıcılar için, içinde saklanabilecekleri bir in durumunda. 20 küsur yıldır böyle.
Sıfır İki:
‘Tekno-Mağara’dan Öte’ değil, ‘Öte / Meta-Tekno-Mağara’, yani hem ‘meta-tekno’, hem de ‘meta-mağara’.
Sıfır Üç:
Alt başlık: ‘Milenyum Sonrası Kültür İçin Yazarın Rehberi’. İşlevsiz, uygunsuz.
De Lillo da, bir şeyle gevelemişti zamanında. 27si de, yine Yanki beyinsizliğini teşhir etmişlerdi.
Gelelim asıl-alıntı Bir’e ve asıl diyeceklerimize:
+
Bir:
Alıntı: “Yazar, kendinden kaynaklanmayan amaçlara adanmış bir yapıtta, estetik doğruluk ve bütünlüğü nasıl yakalayabilir?” (S: 36.)
Oof of, of ki ne of.
Hangi yazar, kendinden kaynaklanan veya kaynaklanmayan amaçlara adanmış bir yapıt ürettir ki, üretti ki, üretmek gereğini duydu ki, neden üretsin ki?
Amaçlara adanmış yapıt mı olur?
Edebi bir yapıtın, estetik doğruluk ve bütünlük taşıdığı ne zaman vakidir? Hele hele avangard olanlarının…
Edebi bir yapıtın yazarın kendisiyle ilgisi ne ola ki?
Eğer toplama kampaları olmasaydı, yani tümüyle nesnel durumlar yaşanmasaydı, Kafka 2. Dünya Savaşı ertesinde yeniden keşfedilmeyecekti ki…
Bunun yanısıra, hala doğru dürüst keşfedilmemiş ve kazara Fassbinder (sinema tarihinin en uzunu olan) filmini yapmasaydı, günümüzde belki adı bile bilinmeyecek bir ürün olan ‘Berlin Alexandr Meydanı’, Hitler olmasaydı, ne anlam taşıyabilrdi ki? Yazar ,onu Hitler öngörüsü olan bir sosyoloji yapıtı olarak yazmadı ki (kaldı ki bunu gerçekten yapmış olan yazarlar da var, yani Hitler’in gelişi gayet bilimsel olarak da biliniyordu, gayet sanatsal olarak da ama sanatsal olan vektör  muğlaktı).
Bu, gerçeküstücü yön-vektör.
Bir de, bilimkurgu yön-vektör var.
Mc Carthy dönemi bilimkurgucuları, özellikle de sağ-anarşist olan Heinlein gibi biri, kendi politik çıkarsatmalarının sosyolojik tez olarak ayrıca görseydi, o romanları yazmazdı ki, kişiliğine uymazdı çünkü. Örneğin, sözünü ettiğimiz Fasbbinder, ilk internet-siberuzay konulu filmi çekti ama geci ıskaladı, çünkü sentimental faşizm tözü bu kültürolojik vektör-arası dilimciği kapsamıyordu. Keza, ‘3. Kuşak’ ve terörizm de öyle. Ama ’68 Sonbaharında Berlin’deki parçasıyla, on ikiden vurdu: Çünkü, Birleşik Almanya’nın faşizmini ilk öngören kişi oydu.
Yani, politik tez yaratan romanları yazanların tamamına yakını, öyle bir şey için yola çıkmadılar: Kafka 1900, Fassbinder 1980: 20. Yüzyıl yani.
Haa, evet: 21. Yüzyıl’ın neo-reel-avangard-edebiyatı hala yok ortada: 2001-2017 için global geçerli önesürülen bir tez bu.
Bu kitap da, o değil.
Ama en yakını Gibson ve ‘Neuromancer’ idi. Kendisi dahil kimse, hala onun yanına bile yaklaşamadı (1982 momentlidir o kitap).
+
Buraya kadar rasgele sıralı idik.
Bundan sonra, 40 sayfanın sonuna dek, sıralı alıntı ile gidilecek:
İki:
Alıntı: “Kelebeğin bastırılmış kanatlarının kozadan çıkarken, ne kadar gevrek olduğuna dikkat edin. O nazik anlar, kelebeğin tamamen çaresiz olduğu o kısacık süre, dansın en saf halidir.” (Kazuo ohno: Butoh üstadı.)
Seçilen alıntı parçası geçersiz, çeviri yanlış, o nedenle butoh saptamaları da geçersiz.
Kelebeğin kanatları kozadan çıkarken, gevrek değil, esnektir. Gevreklik kırılganlıktır. Kelebeğin kanatları, asıl kozadan çıktıktan ve kanatlar kuruduktan sonar gevrekleşir ve kırılgınlaşır. Bu, hatalı biyoloji bilgisidir, hatalı doğrudan gözlemdir. Dolayısıyla, hatalı metafordur.
Kelebek, kozadan çıkarken değil, kozanın içinde kilitliyken, krizalitken en çaresizdir. Kaçamaz, korunamaz, saldıramaz, çünkü hapsedilmiştir: Ki bunun adı katatonidir ve katatoni, hem dansın en saf hali ki bunu kullanan dansçılar oldu, hem insanın en aciz halidir ki bunu konuyu çalışan psikologlar ve pisikiyatristler bilir, ha bir de katatonikler, ister dansçı, ister deli olarak.
İşte bu parçayı, silsile yanlışlar ekleyerek seçen bizim yazar, Yanki beyinsizliğinin en saf haliini sergilemiş oluyor ki bunu arada kadın Le Guin de yapar: En haklı olduğunu sandığı ama aslında en haksız olduğu yerde ve anda, çünkü o anda yazar özeleştiri şıkkını kapatıyor ve haklılığının takıntısıyla haykırarak saldırıyor: İlk ok’ta ölecek bir savaşçı gibi: Yani, aptallığın en saf hali ve cahilliğin en saf hali gibi.
Felaket yönetememek gibi, ondan önce koruyu hekimlik yapamamak gibi, ondan önce gelecekbilimcilik yapamamak gibi.
Peki soru şu.
Gelecekbilimci olmayan ve politik öngörüde bulunamayan bir yazar, 21. Yüzyıl’da nasıl kültürel gerilla olacak da, düzenli kültür ordularına (edebiyat bürokrasisine, yayıncılara, editörlere, büdütörlere, eleştirmenlere, vd’lere karşı) karşı savaş kazanacak?
+
Ara nağmeler:
Kültürel olsun veya asıl savaşçı olsun gerilla üzerine notlar:
Gerilla grupları, kalabalık, aşırı kurallı, hiyerarşik savaş yapılarına, yani düzenli ordulara karşı tasarlanmış küçük, düzensiz, otonom gurplardır.
O nedenle varlık tanımları, antitez olarak tezlerinin göreliğine fazlasıyla bağlıdır ve o edenle, dar yer ve zamanlar için geçerli gerilla kuralları olabilir.
Düzenli ordunun en zayıf yanlarından biri, yukarıdan aşağıyaki hiyerarşide bilgi / karar akışının ve uygulanışının aşırı yavaş oluşudur. O nedenle gerilla ve kontra-terör gruplarını bazıları (Mossad gibi), eşit kara yetkisine sahip bireylerden oluşuturulur. Bu bireyle, durum karşısında kara alabilecek özerkliğe, kendine yetirliğe, gruba yeterliğe sahiptir ama bu 7 kişiden büyük gruplarda  nadiren işlevseldir çünkü bu sınırı sosyal psikoloji gözlemle saptamıştır: Sonrasında, bildiğimiz toplu apattallaşma, cahilleşme, yani bildiğimiz toplumsallaşma başlıyor. 2-7 kişilik gruplar ise, zeki-bilgili, birey-küme ikililiklerini uygulayabiliyor.
E bu, aynen kültürel bürokrasi için de geçerli. Bildiğimiz, ‘basıl x yok ol / publish x perish’ açmazına karşı ne var ve hep oldu?:
Bağımsız, küçük, kendine yeterli, özerk yayıncı(lık) grupları: Bukowski de böyle çıktı, Burroughs da, en azından başlarda.
21. Yüzyıl’da ise, 20.Yüzyıl’ın sonundan sarkan fanzin var, blog var, aşırı düşen dijital basım maliyetleri var. Yan, nasıl bir sinema yönetmeni artık tek başına tüm bir filmi yaratabiliyorsa, yazar da kendi yayıncısı olabiliyor artık. E bu, özerklik ve yeterlilik değil de ne?
Şildi bu, özerkliği adam isterse rektumuna sokar, isterse klavyesini atom bombası kılar. Kime ne?
Ha, ayrıca isterse geçici ve kalıcı ekol-dönem gruplarını da ayrıca kurar veya onlara katılır ama tek kişilik işlerini de hala kendi sürdürür. Yazmak, hala beyin ve masabaşı işi. Ve hala tek kişilik iş.
Kapitalizm bile, o içsel-bireysel-yaratısal özgürlüklerin en dibine kadar girip, hepsini silemedi.
En güzel, en sevdiğim örnek ise şudur.
1984 tarihli Kuilman kuadralektiği, 30 yıl basılmadan ama kağıt üzerinde sağ kaldı ve 2014’te matbu kitap oldu. Tıpkı Eratosthenes’in artı-değer bilgilerinin 1.800 yıl boyunca, kozada, krizalitte, uykuda, kuluçkada kalabildiği gibi.
Eğer, yeterince avangard sanatçı isen, senin yaratın en az 10-20 yıl daha topum olarak da kalabilir, potansiyel olarak da, basılmamış makale / öykü olarak da. Küçük, anlık, gündelik işler için ise, internet artık Dünya’ya açılan kapı.
Şimdi bunlar varken, bunları 20 yıldır kullanan bir 3. veya 4. Dünyalı yazar iken, bir 1. Dünyalı burnumun dibine gelip, koyunun sevmediği ot burunun dibinde biter durumunu kanıtlayıp, yazarlık durumum hakkında fetva verince, feci sinirlendim: İrdelediğim kitabın yazarını kastediyorum.
Lan hıyar, senden mi öğreneceğim savaşmayı? Senden mi öğreneceğim kalemimi mızrak yapmayı? 80 yıldır hemen her kuşağı içeri atılmış bir yazarlar silsilesinin mensubuyum ben. Yazmadığım yazıdan yargılanıp, üstüne rüşvetle beraat etmişim. İstesem de, düz gidemem ki. Adam ise, satır satır uygulanacak yemek tarifi yazıyor sanki. Yazarlığın şimdi ve burada ne olduğundan o kadar emin yani.
Yürü be:
Git sen ‘Friendly Fascism’ 1980 Bertham Gross ABD oku önce bi.
+
40. sayfadan sonrası eziyet geldi. Atlayarak okudum. Yine eziyet geldi. Son bölümü okudum ve kitabı kapattım.
+
Son bölüm üzerinden çıkış:
Jaffe’nin 4 İlkesi:
Kriz sanatı.
Süreç sanatı.
Diyalogtik: Sanatçının diğer insanlarla eşit oranda etkileşime girmesi.
Diyalektik sanat.
Ülkü’nün 5 Anti-Jaffe ilkesi:
Çapraz medya (konuyla ilintili olarak yaklaşık 20 metin yazdık ve internette yayınladık).
Disiplinlerarasılık n-N ve çokdisiplinlilik n-N, yani disiplinlerarasılıklar, yeni çokdisiplinlilikler ki çapraz medya, bunlardan epeyini (ama şimdilik yine ticari nedenlerle) yaptı çoktan (2010-2017 arasında).
Holografi: Fotoğraf, sinema, holografi dizisi olarak.
Poliyalektik sanat.
6. ve daha sonraki ek-artı-farklı-yeni duyu-diller yaratımı: Bazı insanların fazladan bir renk gördüğü sanılıyor. Sinestezikler ve polistezikler, bir interstezi duyu-dil ağı oluşturabilirler ve bu, farklı bir açıdan neo-çapraz medya dalı olur.
+
Genel notlar:
Bu, bir roman değil. Başarısız bir manifesto silsilesi. Kate Blanchett’in tek başına oynadığı ve birçok manifestoyu değişik kostümlerle ve aksanlarla dilegetirdiği ‘Manifest’, bu kitabın yapmak istediğini yapmış ama yine % 100’den düşük başarıyla ki bu demektir ki varolan avangard yaratı denemeleri ve avangard manifestoları, ancak negasyon ile işlevsel hala ve hep…
En büyük negasyon, en ilk manifestosal başlıkta ama sonda yazılarak gelmiş olsun:
Potlaç 1:
“Kişilerin birbirine armağan verdikleri bir Kızılderili dinsel bayramı.”
(Google aramanın yanıtı.)
+
Potlaç 2:
“Eski türklerde, artı ürün birikimini önlemek için, eldeki fazlalığı toplumla paylaşarak, hem toplumun bütünlüğünün, hem de göçebe yaşamın kolaylaşmasını…”
+
Potlaç 3:
“Potlaç, Pasifik Kuzeybatısı Kızılderilileri’nde değiş tokuş şeklinde gerçekleşen bayramlarına Şinok dilinde verilen isim.”
(Türkçe Wikipedia.)
Buradaki hata da şu:
Pasifik’in kuzeybatısı, Kamçatka bölgesindeki deniz olmakta. Kastedilen ise, Kuzey Amerika’nın kuzeybatı kıyısındaki ve karadaki Kızılderililer. Yoksa, Pasifik yerlilerine ‘kızılderili’ denmiyor.
+
Kitaptaki Potlaç 4 (Editörün notu olarak ama yazar da, editör de, onu yanlış anlamış):
“Yüksek sınıftan bireylerin ya da bireyler grubunun, başka (kendinden aşağıdaki: editörün notuna benim karşı notum) toplumsal sınıftan kişilere bağışta bulunması (ile), onlara eşdeğerini sunmak, böylece (yapılana) olumlu karşılık vermek zorunda bırakması.
Çevirmen Turan Parlak ve Cihat Taşçıoğlu, feci sınıfta kalmışlar. Türkçe’deki alttümce ve noktalama-imi’leme yerine, eksik düşünülmüş bir İngilizce yapı kullanmı ikisi de.
‘Potlaç’ tanımları bu kadar karışık, geniş açılı ve muğlak değil tabii ki. O-asıl etnolojik / antropolojik gelenek, şu işe yarıyor:
Mayalar, yılda bir tüm mal-artı’larını kırar dökerlermiş. Bu; hem artı-değer mal bölüşümünde oluşabilecek iç savaşı engelleme, hem sınıf oluşumunu engelleme, hem göçerliğin korunumu, hem ilkel eşitlikçilik çabası derlemesi gibisinden bir gelenekler dağarcığı oluşturmak.
Buradan sıçrıyoruz slaktivizmin tanımına:
Küçük burjuva zihniyetli, sınıf atlamış, (köy değil) daha çok taşra (kasabası, ilçesi, ili) kökenli, genelde anababası ilkokul mezunu, kendi üniversite mezunu, boş zamanı bol, genelde bekar ve orta yaşlı kadınların eylediği, ne kadar abidik gubidik marjinal / azınlık / aşağı sınıf varsa, Lgbti’lere, etnik azınlıklara (ama asla ve kata ateistlere değil, işçilere de değil, onun modası gçeti, ateistlere yardımın modası henüz gelmedi çünkü)), apartman kapıcısının çocuklarına onların kullanamayacağı (ve aslında kendisinin atacağı yırtık pırtık giysiler gibi) eşyalar hediye eden apartman sakini gibi, aslında kendine iyilik yaparken, kendine veriyormuş ve başkalarına iyilik yapıyormuş kisvesindeki, 1990 ertesindeki davranış salgını.
1999 Depremi’nde, yaz ortasında içme suyu eksikliğinden millet kırılırken, bizim slaktivistler, ne kadar kışlık giysi artıkları varsa, AKM’nin önüne yığmışlardı. Sonra, onların hepsi hurdaya gitti. İşte slaktivizm, tam da bu olmakta.
Yazarın, çevirmenin, editörün anladığı potlaç, tam da bu olmakta.
Oysa pekala şu da anlaşılabilir:
Üst sınıfın ast sınıflara, onlar ‘Spartacus’ dizisindeki gibi gelip, tüm hane halkını doğramasınlar diye verdiği sus payı. Padişah ulüfesi de bu türden olabilir pekala: Padişahın asi Namık Kemal’i mutassarrıflığa tayin edip, babalar gibi ona maaş ödemesi gibi yani.

(8 + 10 Eylül 2017)

Hiç yorum yok: