Önnot:
Mühendislik eğitimimin getirdiği şematikliği, hala koruyor olduğumu gördüm.
Sözüklere, almanakler, vb’ne karşı ilgimi de bu yönde açıklama kabul ediyorum.
O edenle, epeyi Kierkegaard metni okumuşken, Kierkegaard tarzı,
varlım-yaşam-düşünce tarzı alanının neredeyse tümüyle dışında kaldığı bir insan
olarak, bu Sözlük’ü okumaya başladığım daha ilk maddede çarpıldım. Üstelik, hem
de Danca’dan Fransızca’ya, en son Türkçe’ye çevrilmiş bir metin bu: Danca,
Almanca’ya yakın bir ailede yer alıyor.
+
Ya / Ya da:
İlk
madde:
Ya, ya
da.
Kierkegaard;
‘ya / ya da’ dediğinde, Kafka’nın olmadığı bir seçimi ve ‘estetik x ahlak’ ile
de, ‘sanat x felsefe’yi ve‘güzel x iyi’yi devreye sokuyor ama doğru’yu ve
bilimi devreye sokmuyor demek olmuş.
Ancak,
bunu varlık alanının doğurdan probelmatiği durumuna getirdiğinde de, haklı
kalıyor, çünkü herkesin kendi varlık-nedeni alanını kendi koyma hakkı vardır.
Kierkegaar da, bunu çok açıkseçik bir dille ve bireyselliğini ilk sayarak
ortaya koymuş.
Bu, onu
erken varoluşçu ve erken bireyci kılıyor. Ek / not / şerh: Sivil itaatsizlikçi
Thoreau olağanca ve ondan etkilenen Bellegarrigue ise sürpriz biçimde, tolumsal
ve politik alanda tanımlı kalıyor, çünkü bu içsel değil, dışsal bir isyan.
Kierkegaard ise, onlara oranla tümüyle (içedönük?) içsel-bireyci kalmış
görünüyor ama kesin konuşmayayım.
Gelelim
Kierkegaard konuyla ilgili diğer momentine:
İyi’nin
ve etik’in yüceltildiği tüm toplumlarda, aslında bunlar gömü götürülmüş
demektir yani yeterince ahlak ve iyi yoktur ve uygulanmıyordur ortada.
İşte bu
ilk notların ilk derdi / problematiği bu. Kitabı okuren zihnimde berraklaşan
şu:
5 bin
yıllık insan tarihinde ortalama iyi,
insan türünü yok edilme cezasından kurtarıyor ve uzun vadede daha artan
niceliğe gidiş var, artı salınımlar da var tabii.
Ama
tersinden bakarsak da:
Bu 5 bin
yılda kötü açısından tahammül edilmez yerler ve zamanlar toplamı, % 10’dan
maalesef çok çok fazla durumda. Yani, insan eliyle yaratılan ve abartılı
uygulanan kötülükler açısından bu böyle. Diyelim, 2017 İstanbul’u için böyle.
Kültürel kabir ve kubur olmayı en geç 2007 gibi aştı bu büyükkent. 2013 gibi
çılgınlık aklı başındalığı aştı. Bu, toplumun her kesimini, kitleyi,
entellektüeli, askeri, işadamını, siyasetçiyi, ünlüyü, medyatörü ve hatta
teokratı kapsadı çoktan. Bu oranda ölçüt, % 50-50 değil, belki % 25 kötü + % 75
iyi bile olabilir ama sonucun tahammül edilemez, yenilip yutulamaz olduğu
kesinkes belli.
Sodom-Gomor teokratik-ölçütü de bu zaten: Tanrısal /
Allah’sal, Yehova’sal toptan cezayı gerektiren durumlar. Makro tanım ile ise, çöküş döneminin dekadansı.
İşte bu
nedenli Kafka, ‘seçim yoktur’, yani ‘ya / ya da’ yoktur dedi.
Ama o da
şunu kastetti aslında:
‘Ceza
Sömürgesi’ ve ‘Açlık Şampiyonu’, toplama kampı öngörüsüdür tamam ama aynı
zamanda İsrail toplama kamplarının da
öngörüsüdür.
Kierkegaard,
bu kadar uç sorular ve yanıtlar kullanmadı asla bildiğim kadarıyla. Yani bu
açıdan bakınca; ılımlı, orta yolcu bir felsefeci idi ama kesin felsefeci idi.
Çevirmenin dediği gibi, kendisini Danimarka’da ve Fransa’da felsefeci
saymıyorlarsa, cehenneme kadar yolları
var.
Ayrıca,
Kafka’nın yanıtı dahil edilice bile, ‘ya / ya da’ ok baba bir soru, sorun,
problematik / sorunsal.
Bu
parçanın çıkışı;
‘Ya / ya
da’ aslında ilk madde değil, son madde olmalıymış sözlükte. Kierkegaard’ın ana
kiliti ve açkısı bu terim çünkü.
+
Dahi:
Alıntı:
“Dahi, geleceği önceden görerek, olumlu anlamda olağanın dışına çıkar ve dahi
olmayan tüm insanlara geleceği fark ettirir.”
İronik,
ironik ki ne ironik.
Kierkegaard’ın
gerçek bir gelecekbilimin tarifini gayet doğrudan yapmışlığı çok-çok acaip.
Olumlu-olumsuz anlamını geçelim, böyle bir şey yama isteyeceğini, yani
1850’lerde geleceğin bilimini kurmak isteyeceğini hiç mi hiç sanmıyorum.
Şerh:
1850’de anarşist Bellegarrigue vardı ama pekala gelecekbilimsel öngörüler
yapmış bilimkurgucu Verne de vardı. Bu triyalektik; Bellegarrigue-Kieerkegaard
üçlemi – üçüşümü, okduğum hiçbir metinde kurulmamış ve/ya kurulamamış bir
saçayağı dengesi. Ancak, 19884 Stirner bireyselciliği ve 1844 Marx
toplumsalcılığı işin içine katılınca, o dönemi, o dönemin geleceğini ve tarihi
bir daha okumak ve bir daha yeniden yazmak gerekiyor demek olur.
Kierkegaard’ın
açmazı, dahi ile havari’yi ‘ki aslında kahin’i) karşıtlamış-karşıtlaştırmış
olması ki onun bu metinin henüz okumadım. Gelecekbilimin bir din olması gibi,
epeyi acaip bir sonuç çıkarsanıyor buradan ama Kierkegaard’a sorsan bunu
diyebilirdi pekala, çünük ondan epeyi sonraki de Jouvenil de, gelcekibilmi
sanat sayıyor ama bilimkurgu üzerinden değil, gelecekbilimcinin ve
gelecekbilimin hissi üzerinden.
Dönüp
dolaşıp, bir daha Kafka’ya geliyoruz:
O,
‘seçim yoktur’ dedi ve kesti attı. Geçerli olan sav, bu tabii ki. Yani, dahi
ile havari arasında da bir seçim yoktur. Kafka da, bir dahiydi, gelecekbilimci
olmayan, sanatçı olan ve çıplak derililik üzerinden histerik hisleriyle
geleceği düşünen veya tasarlayan değil, geleceği hisseden biri olarak. Kafka,
başka hemen hiçbir konuda bu kadar kesin ve açıkseçik düşünmez ve konuşmaz.
Kierkegaard ise, durumu iyice bulanıklaştırmaz, çünkü o aslında ideal dini ve
dolayısıyla ideal havariyi arıyordu. Büyük olasılıkla da olmak (etre, exist, Heiddegger’ci ontik) istediği tip, havari idi,
dahi değil.
Bense,
gelecekbilim ilk okuduğum 1974’ten beridir, onun ne olduğunu ancak taa 2004’te
tam anlamış biri olarak, gelecekbilimci
dahi olmak istedim ve sonunda da oldum, 30 yılda.
Benim
için dahi ve neo-entellektüel olmak; bir ibadet, bir savaş, bir sevişme, (adımın
anlamı olan) bir iyileşme idi. Yani, bildiğimiz tao-izm idi.
Ancak
çok kez öldürülmüş ve standart biyografisi astandart nekrografi kılınmış bir
dahi olarak, kendimin içinde var olabileceği bir gelecek tasarladım.
Gerçekçiliğim ve benzetişim çözünürlüğümün / denklemlerimin yüksek
dereceliliği, beni içinde yer almadığım, alamayacağım ama kesinleşecek,
kesinleşen, kesinleşmiş bir geleceği tasarlattı: 2001’den sonra, 2 günde ‘dün
olmuş yarın’ gibi kesinleşmiş gelecekbilim kestirimim, biyografimin tarih ile çok az kez kesiştiği bir çizgi izledi.
Bu
vardığım aşamada, Kafka’yı da (aslında 1995’te), Kierkegaard’ı da (onu ilk kez
abim tarafından okutulduğum 12 yaşımda, 1972’da bile) aşmış oluyor ve öyle
momentlerle yazıyorum.
Bu 2
maddeyi de o yolda / momentte yazdım.
+
Diyalektik:
Kierkegaard
tarafından birinci diyalektik sayılan Sokrat diyalektiğinin askıda kaldı veya
bırakıldığı kanısında değilim, hem de hiç mi hiç: Adam, kendini ölüme mahkum
edenlerin onu öldürmesine izin vererek, Gordium kördüğümü durumunu / sorununu
keserek, yaşamını keserek askıda bırakmadı.
İkinci
diyalektik sayılan Platon diyalektiği, diyaloglu değildir ki, monologludur:
Bunu, felsefe tarihi veren hocam Zeynep Davran’a söylediğimde delirmişti.
1981’de de öyle düşünüyordum, 2017’de de öyle düşünüyorum: Karşısındakine
yalnızca evet veya hayır dedirten bir söylem, monologcudur, diyalogcu veya
diyalektik. Monolektik ise, ben dahil, üzerinde henüz hiç kimsenin çalışmamış
olduğu bir alandır, ben yalnızca adını koydum ve kaplam-kapsam alanını çizdim,
Üçüncü
diyalektik sayılan Hegel diyalektiği, diyalektik değil ya diyadik değil,
triyadik mantıklıdır, Kant üçlülüğü üzerinden ve bu Hegel Sözlüğü’nde yazar
açıkça.
Dördüncü
diyalektik sayılan Kierekkegaard diyalektiği de, bana pek ‘diya-‘ gelmiyor ama
derdim de değil açıkçası.
Yine de,
‘ya / ya da’ bence diyalektik değildir ya da öyle sayılamaz, bunu yazmış
olayım.
+
Dolayım / Mediation / Aufhebung /
Ophoeve (o-e yanyanalığı
birleşik harf olarak)
Oof of,
of ki ne of.
Dolayım,
sanatın bilimi olarak estetik
üzerinden kilit kavramlarımdan biri olmakta. Sanatın duyu-dilleri ve medyaları,
birer dolayımdır.
Biz,
medya sözcüğünün, basın anlamında kullanıldığı bir kültüre doğduk ve ilk 50 yıl
öyle yaşadık.
Latince
bakımından medya ve medyum birbirinin tekili ve çoğulu olsa da, hiç ilgisiz 2
anlamları da var: Medyum, parapsikoloji ve spritüalizm terimi.
Medyanın
asıl semantik kullanımı, araç, aracı, ortam anlamıdır ve kastedilen medya olan
basın, haberin aracı, aracısı, ortamı, dolayımı olmaktadır.
Buraya
kadar, Kierkegaard ile hiçbir ilgimiz yoktu.
Kierkegaard,
Hegel’e takmış biri olarak, Almanca üzerinden dolayımın onda birbirine karşıt 2
anlamda, (var olanı) ortadan kaldırmak, (var olanı) korumak, anlamına geldiğini
ve bunun felsefeye aykırı olduğunu söylüyor. Hegel’in kesin konuşamadığı için,
böyle bulanık anlamlı bir sözcük belirttiğini savlar.
Burada
anladığım tek durum şu.
1930’ların
Benjamin, Adorno, Lukacs, Brecht kuadralektiği, dolayımı Hegel üzerinden
alarak, sanat aracı olarak /
anlamında kullandı. Bunu da, gerçeğe sanat (eserleri ve dilleri üzerinden)
dolayımı ile varmayı açımlamak için yaptılar. Onlarınki sanat felsefesi olarak belki felsefedir ama saf felsefe değildir kesinlikle, öyle bir dertleri yoktur, hatta
felsefeyi sefaletle ve felsefecileri sefillikle sıfatlandırırlar ama ‘proleterya’
anlamında sefillik olarak değil, …
… Proudhon’un
‘Sefaletin Felsefesi’ne Marx’ın polemik-yanıtı olarak. Almanca yazan Marx, Fransızca
‘misere’ sözcüğünü kullanarak müshil almış. Çünkü ‘Miserable’, lümpen, sefil,
en alttaki anlamlarına geliyor. Felsefeci ve felsefe buraya giderse, toptan
gider, Marx dahil, çünkü felsefe tümeldir, tikel değil.
Şimdi,
es:
Olay /
konu uçtu gitti.
Marx,
felsefeyi ve felsefeciyi proleterya yapmış ama Proudhon’u yapacağım derken,
ters kulaktan göstererek yani. Anarşizmi aşağılayacağım derken, komünizmi itin
götüne sokmuş resmen.
Buradan
geri vitesle u dönüşü:
“Mediation
teriminin İngilizce-Türkçe sözlükteki anlamı:
aracılık
arabulma
dolayımlama
(Ticaret)
tefekkür
dolayım
arabuluculuk:
‘Sendika, tartışma için hükümetten arabuluculuk istedi.’ / ‘The union has asked
for the mediation of the government in the dispute’.
(Sosyoloji)
dolayım (Sartre)
(Ticaret)
derin düşünme
bağcıksız.”
Bunların
ad biçimleri, eylem biçimlerine de sahip, ‘arabuluculuk / ara(yı) bulmak’ gibi.
Sartre’ınki
sosyolojik epistemik değil, felsefi epistemik alanda varoluşçuluk.
Dolayım,
bizdeki estetik kitapları çevirilerindeki özel terimler, dar çevrelerde kaldığı
için, sanat felsefesinde değil, genel anlamda olsa gerek.
Dolayısıyla,
medyasyon’un 2 karşıt değil, 1 nötr anlamı var.
Zaten
sanat eseri dolayımı, aynı zamanda sanatsal bir içeriği iletir, aktarır,
dolaylar.
Kierkegaard,
burada feci çuvallamış görünüyor, adı geçen diğer hepsi de.
Oohh.
Rahatladım yahu. Daral geldi resmen. Bu felsefeciler, insanı da, beynini de
diri diri gömerler yahu.
En
kısası şu:
Felsefi
dil de bir dolayımdır, herşeyden önce, her felsefecinin apayrı bir söylem dili
ve sözlükçesi vardır ama hepsi, yine de sınırlı-sonlu bir semantik anlamda
seyreder. Bunu görmek için de, felsefenin dışına aşmak / aşkınlık
(transcendance) gerekir.
+
Etiğin Ereksel Olarak Askıya
alınması
(Teleologisk Suspension af des Ethiske):
Oha lan.
Önce
erekbilim:
Teoloji
ezel ise, teleoloji ebed’dir. Accaip ironik olarak, Tanrı’nın bile sonsuza
doğru hedefi olmasının gerektiğini önesüren tuhaf bir hermönötiktir bu, Orta
Çağ Hristiyan felsefesinin sevdiği paradoksal biçimde. Kierkegaard da, bunlar
üzerine epeyi takılıp kalmış zaten.
Ancak
asıl oha alanı şu:
Etik
askıya alındığında, estetik serbest kalır. Haz ve güzel yani.
Oysa
Kieerkegaard, çileci / püriten, dolayısıyla güzelden uzak durandır ya da bunu
savunnadır. İmamın dediğini yap, yaptığını yapma, diye boşuna dememişler. Günah
işleyecekken, mesnet arayan papaz gibi davranmış burada Kierkegaard.
Oysa
faşizm ve / veya engizisyon varken, güzel olamaz, olursa sentimental faşizm
olur ki bu Fassbinder saptamasıdır, Fassbinder bir dekadanttır ama Kierkegaard
burada daha çok dekadantı savunur duruma gelmiş çünkü Fassbinder ahlağı korumak
için ahlaksızlık yapan ve/ya (şeytani kötülüğünü normallere karşı gerekliliği
üzerine) kötülük yapan bir iyi idi.
Ya
faşizmi hangi silah kesecekse, onu kullan. Engizisyonu hangi silah kesecekse,
onu kullan. Faşizm-engizisyon birleşiğini hangi silah kesecekse, onu kullan. Ya
da faşist ve engizitör ol. Seçim yoktur.
Burada
ise, Kierkegaard’a yanıt veren Kafka’ya yanıtı nasıl Fassbinder verdiyse,
Kierkegaard’a da yanıtı yine o vermiş oluyor. Savaşlar ve silahlar, epeyi evrensele limit kesinliktedir çünkü.
Özellikle düşünce silahları.
Bundan
sonrasında Kierkegaard apaçıkça saçmalamış. Ona göre, etik askıya alınabilirmiş
ama askıya alınınca bile etiksizlik övülemezmiş, Hegel öyle yapılıyormuş,
etiksizliği inanç uğruna övüyormuş, bla bla bla.
Çok açık
oysa:
Makyavelli
de etiksizdir, Neçayef de etiksizdir ve burjuvazinin ölümcül ayırtsızlığı
söylem düzleminde bun ikisi, birbirinden ayırtsız ve hatta birbirine özdeştir.
Etiksiz
olan, Bakunin-Neçayef değil, Marx-Engels’tir.
Din,
zaten ahlağı takmaz. Epey peygamber, ahlaksız iş yapmıştır zaten. Yani, aslında
dini savunan Kierkegaard gibi biri, inanç
için yapılmış ahlaksızlık için hiçbirşey diyemez.
Yani.
Şu ya da
bu Hristiyanlık yoktur. Daima engizisyon vardır. Bu, tanım gereği böyledir,
Papa gereği böyledir.
Askı
denince de, aklıma hep Filistin Askısı geliyor. Kierkegaard, ahlağı Filistin Askısı’na almış resmen.
+
Bu madde
sonunda durdum ve kitabı okumayı bırakım. Özüme bu kadar eziyet yeter.
(31 Ağustos 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder