Öncelikle,
sürekli kesin tanımlar kullanan biri olduğumuzu belirterek, şunu yazalım:
Terörün
tarihi, önce bireylere karşı devlet, sonra devlete karşı bireyler eliyle, aynı
derecede yoğun olarak kullanıldı. Dolayısıyla, birini olumlamak veya diğerini olumsuzlamak,
birini varsaymak veya diğerini yoksaymak, nesnel veya bilimci tutum ve
davranışı değildir. Aytaç, terörün belli yönlerini pas geçmiş.
Bu,
epistemik bir eksiklik: İster zihinsel olarak, ister kültürel olarak. Burada
gereken doğru bilgi kaydının olması. Çünkü, anına anına tarih yazarken,
kendimize karşı da, nesnel kalabilmeliyiz. Aytaç, bunu yapamamış.
Şimdi,
neden yapamadığına bakalım:
“Korkunun
şiddetle karşılaştığı yerde, terörden çok daha sık konuşulur. Bu karşılaşmada
söz konusu olan şey, bir tarafın diğerini araçsallaştırmasıdır. Çünkü korkunun
elinde tuttuğu şiddet, ustanın elinde tuttuğu çekiçten farksızdır.”
Geçerli
olan 2 durumla da, 1789 ertesiyle de, 19. Yüzyıl sonuyla da, hiçbir ilintisi
yok.
Çünkü, 2
taraf da korkmuyordu:
Ne
elindeki güçlü ve iktidarla bireylerini yok eden devlet, o bireylerden, ne de
ölümüne iktidar seçkinlerine dalan anarşistler, ne ölümden, ne de devletten ki
zaten epeyisi, eylemlerinden sonra, bile isteye teslim olup, idam cezasına
gitti.
“Terörizmin
eylem ahlakıyla ilgili meseleler ekseninde tartışılmasının esas nedenini de bu
oluşturuyor.”
Yanıt,
bu kez kurmacadan geliyor:
Burada
Barbar Conan tezi önemli:
“Ya o,
ya sen.”
Onun kim
olduğu önemli değil, devlet görevlisi, iktidar seçkini. Ulrike Meinhof,
nitelikli kuramcılığı bırakıp, ölümüne eylem alanına indiğinde, başına ne
geleceğini biliyordu, çünkü diğerlerinin başına ne geldiğini biliyordu: Birkaç
o oldu, sonra sen oldu. Devlet, onu yakaladı ve hapiste imha etti.
Kafka’nın
da dediği gibi:
Seçim
yok.
Yıkıcı
eylemin ahlakının olması da gerekmez. Öldürmenin de öyle. Olabilir ama
olmayabilir de ve bunun (olmamasının) sakıncası yoktur.
Ya da:
Makyavelli
ile Neçayef, birbiriyle negatif sembiyöz içinde ve birbirinden negatif
ayırtsızdır.
Yani:
Canlı
bomba olduktan sonra, kazara tanıdıklarını ve sevdiklerini de havaya
uçurabilirsin.
1940
gibi, Norveç’te ağır su taşıyan gemiyi havaya uçuran suikastçı / sabotajcı,
teknede Norveçliler’in de olduğunu biliyordu. 1946 gibi, (bugünkü) İsrail’de
bir oteli hava uçuran Musevi, öleceklerin arasında Museviler’in de olacağını
biliyordu, oldu da: 45 Musevi, 45 Musevi değil.
Bu seçim
değildir. Seçim yok yani.
“Terörizmin
özü, duyguların siyasal yönetimiyle ilgili tartışmalarda açığa çıkar.”
Bu da,
küllüm mafiş.
Terörizmin
özü, duygunun yerini, mantığın, düşüncenin, ideolojinin almasıdır ama bilginin
değil.
Asıl önemlisi,
terör eylemi yönetilemez, ne yapanlar tarafından, ne yapılanlar tarafından, ne
de tanık olanlar tarafından. Yıkım, çığ, domino mantığı geçerlidir o koşullarda
çünkü. Kimin yıkımın altında kalacağı baştan kestirilemez ve her zaman
hesapdışı yıkımlar olur, oldu da.
En kısa
ve en öz:
1
terörist, kaç kişiyi ve kimleri öldüreceğini seçmez, seçemez, en azından
toplu-büyük eylemlerde.
Bu
ahlaksızlık falan değildir. Başka bir alandır, ahlak alanının dışıdır.
Ya
yaparsın, ya yapmazsın.
Çaresiz
kalınca da, herşeyi yaparsın: Terörün yapmadıklarını, yapamadıklarını bile.
O
nedenle, dosdoğru seri mikro nükleer katliamlara
gidiyoruz ve bu, kesinkes teröristler eliyle gelecek. Devlet eliyle geldi
zaten, SU mermisi olarak, kendi
askerlerini öldürmecesine (bu konuyla ilgili kayıtlar, hala tam açıklanmadı).
Unutmayın,
devletler de, teröristler de, son 20 yılda aşırı miktarda kimyasal ve biyolojik
silah kullandı. Tamam, yine hepsi mikro ölçeklerde idi ama bu, artık alışkanlık
oldu. Dolayısıyla sıra, nükleer silahta. Çünka, artan etkiler kuralı var
burada.
Aykaç gibiler,
bunu da ahlakdışı ilan edecek gibi. O nedenle, bu gerçekleşmeden bunu yazdım.
Bunun
yaratan da, salak bir Brezilyalı teknisyenin oyun oynayacağım derken, kendi
dahil, onlarca kişiyi nükleer zehirlenmeye maruz bırakması gibi, ahlakı bırak,
embesilliğin ötesinde işler yapmışlığı. Bizde de bir hurdacı, nükleer metali
satmak için parçalarken, eli yandı.
Masumların bu sorumsuzluğu varsa,
katliam büyük olur:
Sait Faik, ‘Sinağrit Baba’da öyle
yazdı.
Aytaç da,
bilgisizliğin masumluğuna sığınmış gibi.
Devam:
“Duygu
siyaseti derken, kolektif duyguların üretilmesi, yayılması ve kullanılmasıyla
ilgili uygulamalar bütününü kastediyorum.”
Bu, tam
cehalet olmuş. Bilimkurgu roman yazarı Gibson, ona ‘medya geştaltı’ diyor. Ve
şunu tanımlıyor: Medya geştaltını kimse yönetemez, ne iktidardakiler, ne
medyatörler, ne de teröristlerin kendileri. Onun kendi içinde azalan ve artan dağılım kuralları vardır. Bunlar da,
izlediğimiz ve gördüğümüz gibi, farklı zamanlarda, yerlerde, kültürlerde
değişir, değişti, değişiyor, değişecek. Çünkü zaten, kitle iletişim araçlarında
yeterince şiddet dolu kurmaca örnek var ve şiddet ve felaket olayında artık, simülasyon
gerçek gerçekten daha gerçek oldu çıktı.
Bu, işte
bir epistemik devrim.
Bunun
zehrine bağışıklık kazanlar var, kazanamayanlar var.
Aytaç,
kazanamayanlardan.
Yani
eksi zekalı ve eksi bilgililerden.
Terörün duygusu olmaz yani, yalnızca bilgisi olur yani…
(10 Şubat 2018)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder