Cuma, Şubat 09, 2018

Ahmet Murat Aytaç Sorgulaması: Terör Nedir, Ne Değildir?

Öncelikle, sürekli kesin tanımlar kullanan biri olduğumuzu belirterek, şunu yazalım:
Terörün tarihi, önce bireylere karşı devlet, sonra devlete karşı bireyler eliyle, aynı derecede yoğun olarak kullanıldı. Dolayısıyla, birini olumlamak veya diğerini olumsuzlamak, birini varsaymak veya diğerini yoksaymak, nesnel veya bilimci tutum ve davranışı değildir. Aytaç, terörün belli yönlerini pas geçmiş.
Bu, epistemik bir eksiklik: İster zihinsel olarak, ister kültürel olarak. Burada gereken doğru bilgi kaydının olması. Çünkü, anına anına tarih yazarken, kendimize karşı da, nesnel kalabilmeliyiz. Aytaç, bunu yapamamış.
Şimdi, neden yapamadığına bakalım:
“Korkunun şiddetle karşılaştığı yerde, terörden çok daha sık konuşulur. Bu karşılaşmada söz konusu olan şey, bir tarafın diğerini araçsallaştırmasıdır. Çünkü korkunun elinde tuttuğu şiddet, ustanın elinde tuttuğu çekiçten farksızdır.”
Geçerli olan 2 durumla da, 1789 ertesiyle de, 19. Yüzyıl sonuyla da, hiçbir ilintisi yok.
Çünkü, 2 taraf da korkmuyordu:
Ne elindeki güçlü ve iktidarla bireylerini yok eden devlet, o bireylerden, ne de ölümüne iktidar seçkinlerine dalan anarşistler, ne ölümden, ne de devletten ki zaten epeyisi, eylemlerinden sonra, bile isteye teslim olup, idam cezasına gitti.
“Terörizmin eylem ahlakıyla ilgili meseleler ekseninde tartışılmasının esas nedenini de bu oluşturuyor.”
Yanıt, bu kez kurmacadan geliyor:
Burada Barbar Conan tezi önemli:
“Ya o, ya sen.”
Onun kim olduğu önemli değil, devlet görevlisi, iktidar seçkini. Ulrike Meinhof, nitelikli kuramcılığı bırakıp, ölümüne eylem alanına indiğinde, başına ne geleceğini biliyordu, çünkü diğerlerinin başına ne geldiğini biliyordu: Birkaç o oldu, sonra sen oldu. Devlet, onu yakaladı ve hapiste imha etti.
Kafka’nın da dediği gibi:
Seçim yok.
Yıkıcı eylemin ahlakının olması da gerekmez. Öldürmenin de öyle. Olabilir ama olmayabilir de ve bunun (olmamasının) sakıncası yoktur.
Ya da:
Makyavelli ile Neçayef, birbiriyle negatif sembiyöz içinde ve birbirinden negatif ayırtsızdır.
Yani:
Canlı bomba olduktan sonra, kazara tanıdıklarını ve sevdiklerini de havaya uçurabilirsin.
1940 gibi, Norveç’te ağır su taşıyan gemiyi havaya uçuran suikastçı / sabotajcı, teknede Norveçliler’in de olduğunu biliyordu. 1946 gibi, (bugünkü) İsrail’de bir oteli hava uçuran Musevi, öleceklerin arasında Museviler’in de olacağını biliyordu, oldu da: 45 Musevi, 45 Musevi değil.
Bu seçim değildir. Seçim yok yani.
“Terörizmin özü, duyguların siyasal yönetimiyle ilgili tartışmalarda açığa çıkar.”
Bu da, küllüm mafiş.
Terörizmin özü, duygunun yerini, mantığın, düşüncenin, ideolojinin almasıdır ama bilginin değil.
Asıl önemlisi, terör eylemi yönetilemez, ne yapanlar tarafından, ne yapılanlar tarafından, ne de tanık olanlar tarafından. Yıkım, çığ, domino mantığı geçerlidir o koşullarda çünkü. Kimin yıkımın altında kalacağı baştan kestirilemez ve her zaman hesapdışı yıkımlar olur, oldu da.
En kısa ve en öz:
1 terörist, kaç kişiyi ve kimleri öldüreceğini seçmez, seçemez, en azından toplu-büyük eylemlerde.
Bu ahlaksızlık falan değildir. Başka bir alandır, ahlak alanının dışıdır.
Ya yaparsın, ya yapmazsın.
Çaresiz kalınca da, herşeyi yaparsın: Terörün yapmadıklarını, yapamadıklarını bile.
O nedenle, dosdoğru seri mikro nükleer katliamlara gidiyoruz ve bu, kesinkes teröristler eliyle gelecek. Devlet eliyle geldi zaten, SU mermisi olarak, kendi askerlerini öldürmecesine (bu konuyla ilgili kayıtlar, hala tam açıklanmadı).
Unutmayın, devletler de, teröristler de, son 20 yılda aşırı miktarda kimyasal ve biyolojik silah kullandı. Tamam, yine hepsi mikro ölçeklerde idi ama bu, artık alışkanlık oldu. Dolayısıyla sıra, nükleer silahta. Çünka, artan etkiler kuralı var burada.
Aykaç gibiler, bunu da ahlakdışı ilan edecek gibi. O nedenle, bu gerçekleşmeden bunu yazdım.
Bunun yaratan da, salak bir Brezilyalı teknisyenin oyun oynayacağım derken, kendi dahil, onlarca kişiyi nükleer zehirlenmeye maruz bırakması gibi, ahlakı bırak, embesilliğin ötesinde işler yapmışlığı. Bizde de bir hurdacı, nükleer metali satmak için parçalarken, eli yandı.
Masumların bu sorumsuzluğu varsa, katliam büyük olur: Sait Faik, ‘Sinağrit Baba’da öyle yazdı.
Aytaç da, bilgisizliğin masumluğuna sığınmış gibi.
Devam:
“Duygu siyaseti derken, kolektif duyguların üretilmesi, yayılması ve kullanılmasıyla ilgili uygulamalar bütününü kastediyorum.”
Bu, tam cehalet olmuş. Bilimkurgu roman yazarı Gibson, ona ‘medya geştaltı’ diyor. Ve şunu tanımlıyor: Medya geştaltını kimse yönetemez, ne iktidardakiler, ne medyatörler, ne de teröristlerin kendileri. Onun kendi içinde azalan ve artan dağılım kuralları vardır. Bunlar da, izlediğimiz ve gördüğümüz gibi, farklı zamanlarda, yerlerde, kültürlerde değişir, değişti, değişiyor, değişecek. Çünkü zaten, kitle iletişim araçlarında yeterince şiddet dolu kurmaca örnek var ve şiddet ve felaket olayında artık, simülasyon gerçek gerçekten daha gerçek oldu çıktı.
Bu, işte bir epistemik devrim.
Bunun zehrine bağışıklık kazanlar var, kazanamayanlar var.
Aytaç, kazanamayanlardan.
Yani eksi zekalı ve eksi bilgililerden.
Terörün duygusu olmaz yani, yalnızca bilgisi olur yani…

(10 Şubat 2018)

Hiç yorum yok: