Kendisi
yazardır da. Aynı zamanda editördür.
Memet
Fuat’ın çıraklığı ve Adam’ın editörlüğü üzerinden belli bir düzgün editörlük
çizgisi mevcut.
Kendisiyle
Sözcükler dergisinin editörlüğü konusu üzerinden bir söyleşi
gerçekleştirmişler.
Alıntı
ve yorum gidecek:
“… dergicilikte
editörün öncelikli işinin, edebiyata yeni ve iyi yazarlar kazandırmak olduğuna
inanıyorum.”
Buna
katılıyorum ama bunu Fişekçi’nin bugüne kadar nasıl veya ne kadar gerçekleştirebildiği
konusunda epeyi soru imim mevcut. 20-30 yıldan söz ediyorum.
Fişekçi’nin
son editörlüğü dönemi, Türk Debiyatı’nın vakum dönemine denk geldi. Son 30
yıldır yazar değil, yazarcık çıkamadı.
Peki, bu
durumda bir editör ne yapar?
Onun
dediğine ve bize göre de, editörlüğü bırakır ama yenilen horoz dövüşe
doymazmış.
“Yazar
nasıl bir dergiye ürünlerini gönderdiğinin farkında olmalı. Her derginin,
haliyle editörün çizgisi farklıdır.”
Yazar
aday adayları için durum biraz daha farklı. Onlar kendilerine bir çıkış noktası
bulmak durumunda. Can hayliyle her dergiye saldırabilirler ki dergilere gelen
metinlerin belki onda dokusu 25 yaş altındaki bu türden yazarlarda gelir.
60
yaşına dayanmış bir yazar olarak, 20-25 arasında tanıdığım 5 yazar aday adayı
var. Çok zorlanıyorlar, çünkü herşey internete ve sanal aleme kaydı. Matbu
dergiler deki arz-talep dengesi aşırı bozuldu.
O kuşağa
ilişkin ilginç bir gözlemim de var: Bazıları oyuna hiç girmiyorlar, yani
yayınlanmaya hiç çabalamıyorlar bile. Bu, biraz çocukerkil ailede büyümenin şımarıklığı, biraz kaybedeceği oyunu
hiç oynamama seçimi.
Varlık
ve Yeni Olgu dergilerine uzun dönemli perspektifle bakan bir yazar olarak
bilirim ki dergilerde başlayıp yazarlığı bırakmış, 1-2 metinli yüzlerce yazar
adayı kayıtlı. Yani, ne yazık ki dergiler o denli güvence yaratmadı.
Haa,
bugün kitapları basılı tüm yazarlar, ilkin dergide yayınlanma yolunu izledi, o
ayrı konu. Çünkü, o zamanlar gelenek buydu. Benim de için de bu oldu zaten. Ama
artık öyle değil.
Fişekçi,
bunlardan hiç söz etmiyor. Üstelik, aynı dönemlerde kendisi, hem editör, hem de
yazar idi.
“Tek
derdi yayımlanmak olan bir yazarın, editörle sağlam bir ilişki kurabileceğine
inanmıyorum.”
Hiç
katılmadım. Her yazarın ilk ve en önemli derdi yayınlanmaktır. Dergiye bakmaz,
bakamaz da. Editöre hiç bakamaz. Utançla söyleyebilirim ki Türkiye’de
editörlerin tamamına yakını, yazar olamamış, egosu çok şişmekten patlak
kişilerden oluşur. Nesine bakılacak onların?
Ayrıca,
100 küsur metni dergilerde yayınlanıp, 200 küsur metni aşağı yukarı genelde hiç
yanıtsız reddedilmiş, uzun dönemli deneyimli bir yazar olarak söylüyorum ki bir yazar bir editörle sağlıklı bir ilişki
kuramaz ve bunun sorumluluğu % 90 editördedir.
Örnekse,
bana yapıldığı gibi, hiçbir editör yazarına, metnini basılabilir bulduğunu ama basmayacağını
bildiren mektup yazmaz. Yazmamalı ama yazdı. Bende kayıtlı.
“Geçtiğimiz
Temmuz ayına dek sosyal medya kullanmadık. Şu an sadece twitter hesabımız var
ve onu da pek etkin kullandığımızı söyleyemem. Bilinirliği artırdığına
inanıyorum ama bu ne kadar işe yarıyor emin değilim. Sosyal medya konusunda
daima önyargılı oldum. Hızla tüketmek üzerine kurulu, görmekten ziyade
görünmeyi merkeze koyan oluşumların dergiciliğe / edebiyata “sahici” anlamda ne
denli katkısı oluyor bilemiyorum…”
Hemen antitez
yanıt:
Onlarca
kitabı olan, binlerce okuru olmuş, ölmüş ama bugün tek bir kitabı basılı
olmayan birçok Türk yazarının kaydı, yalnızca internette mevcut, kitapları çok
nadir olduğu için, 30 küsur yıllık kitapçı olarak ben bile ortalıkta onları
göremiyorum. Bu, özellikle, 1960-1980 dönemi yazarları için geçerli. O
zamanlarda yükselip batmış birçok yayınevi kaydı da öyle. Oğuz Atay’ı Türk
Edebiyatı’na kazandıran Sinan Yayınları da öyle. Kemal Demirel’in Yankı
Yayınları da öyle. Artık bunlara raslanmıyor.
Yani
bizce, edebiyat editörü, epeyi bir edebiyat tarihçisi de olmak zorunda bu
ülkede. Fişekçi, bu cümleleriyle bunun tersini yapmış.
“Türkçe
edebiyatın, özellikle Orhan Pamuk’un Nobel alması sonrası, yurtdışında takip
ediliyor olmasının dergiciliğe olan etkisi nedir sizce?
Dergiciliğe
bir etkisinin olduğunu sanmıyorum.”
Gerçekten
anlamsız bir soru olmuş bu.
“Türkçe
edebiyatta öykü ve roman dosyalarını biçimsel ve içeriksel olarak şekillendiren
ilk ortamın dergiler olduğu düşünüldüğünde, yazarın yazdıklarını matbu bir
mecrada ilk olarak dergilerde görmesinin etkisiyle, dergilerin yazara vaat
ettiği şeylerden en önemlisinin özgüven olduğunu söylemek mümkün mü? Dergiler,
yazara ne vaat eder? Ya da karşıtını da sormak mümkün: Yazar, dergilere ne vaat
eder?
Bu
sorunun yazarlara sorulması daha uygun olur. Biz yazarlara yalnızca sevdiğimiz
ürünlerini Sözcükler sayfalarında yayımlama olanağı sağlıyoruz.”
Yahu,
bir romanın dergide ne işi var? Orası, tefrikacı gazete mi?
Ancak,
devamı bizim için bir dert:
Türk
dergiciliği, 90 küsur yıldır öykü ve şiir demek ama edebiyatta 60’ın üzerinde
tür var.
Bizde, 3
kişiden 5’i şair. Hala.
Körlerle
sağırlar, birbirini ağırlar, durumu.
Ki
Fişekçi de bir şair-editör.
Yanıta
bak:
“Sevdiğimiz
ürün”. Desene: Sevmediğim ama değerli bulduğum ürün de yayınladım. Söyleyebil.
Söyleyebil ki editör olabilesin, büdütör değil.
Çıkış:
“20.
yüzyılın “Büyük Türk Şiirinin Yüzyılı” olarak anılacağını sanıyorum.”
Ha ha
ha. Yalnızca gülüyorum, küfretmiyorum.
Biz,
Andaç’ı ve Gümüş’ü günün hegemon editörleri
sayarız, Fişekçi’yi daha altkümeye koyarız. O, kendini daha da altkümeye
koymuş.
(20 Şubat 2018)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder