Soysal
üzerine yazdığım daha önceki metinlerde, onun kadın ve entellektüel-yazar
olarak, alman ve akademisyen bir kadının akademik tezi içinde güçlüce
eleştirildiğini belirtmiştim.
Ve onu, bu
konuda Oğuz Atay ile aynı kefeye koymuştum.
Oradaki
entellejensiya tanımı, devletten ayrılmayan ve onu bırakamayan aydın tipini
temsil eder.
Sözünü
ettiğimiz dönem, 1960-1980 arasıki geçici özgürlük dönemiydi ve bunun kıymeti
bilinmediği için, Cumuhuriyet battı. Kendi hesabıma, onun batmasını, onu heba
eden o dönem aydınlarına da bağlarım, daha çok kitle harcadı onu ama.
Kendime
bağlamam ama. Çünkü 1960-1980 arasında çocuk-ergen idim. Sonrasında ise hep
ayrıldım: Allah’tan, babadan, devletten, den den de den den.
O
dönemin aydınları ise, devletten hiç ayrılmadılar. Üstelik pek de
Ankara-perver’dirler. Duble hazırol durumu yani.
Soysal
da onlardan biri. Babası da bir devlet bürokratı / teknokratı imiş zaten.
Erdal
Doğan’ın onun hakkındaki biyografisi, onu hep bırakmak ile niteliyor. Bunu da Alman annesine ve o kültürel-dişil
kökene bağlıyor.
Oysa,
benim aynı kökten anladığım, her 2’si de intihar eden, Feyerabend’in ve Handke’nin
annesi. Bırakmak, kendini ve yaşamı bırakmak olmakta benim bakış açımda.
Oysa
Soysal, hep erkeklerini bırakmış.
Ayrılmamış
onlardan, onları bırakmış. Terketmek de tam karşılığı değil, bırakmak bunun
Türkçe’deki tam karşılığı.
Oysa
ben, hiç bırakmadım dostlarımı ve partnerlerimi. Tam tersine, onlar çok vefasız
çıktılar ve hep beni bıraktılar. Hala da öyle.
Ama ben
hep ayrıldım, ‘disengagement’ anlamında, bağlanmanın karşıtı anlamında,
varoluşçu anlamında. Dolayısıyla, negatif egzistansiyalizme vardım, tuhaftır
ama o menzili de geçtim ve bunu şu an, Şubat 2018’de anladım.
Soysal’ın
bırakması; ihanet ve çıkar bencilliği gibi geliyor bana. Beğenmeme,
beğenmeyince küsme gibi de.
Çünkü
bulduğu erkekler, bugün hala konularının en iyilerinden. Tamam, koyunun
olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi durumundalar ama Soysal’ın kendisi de tam da
öyle. Kim kimi neden beğenmemiş ki?
İşte bu,
tam alaturka-dişil bir tavır:
Elimi
sallasam, ellisi, durumu. Beyaz atlı prens arayışı kompleksi, durumu. Beni ne
doktorlar, ne hakimler istedi, durumu.
Hadi,
kocalarını bıraktı diyelim. Yahu bir anne, çocuğunu bırakır mı? Hem de şizofren
çocuğunu. (Üstelik, o çocuğun öyküsü hala yazılamadı, ne olduğu bilinmiyor
çünkü.)
Hem
çocuk yaparım, her kariyerimi yaparım, olmuyor yani, hiç olmadı yani, olamadı
yani. Çocuk 7/24 mesai ister yani. Çalışamazsınız da, kitap yazamazsınız da.
İşte
Soysal, kendince bir seçim yapmış ama o seçimin olumsuz sonuçlarını ödemeye
yanaşmamıştır bence.
İşte bu,
benim bakış açımdan Soysal’ı gömmeye yetiyor. Yetti de.
Bırakmayacaksın,
ayrılacaksın o nedenle. O çocuğu ayaklarını üstüne dikeceksin, sonra gideceksin.
Aradaki farkı da libidonla ödeyeceksin, bu senin sorumluğundur. Önce
sorumluluk, sonra hak. Yok öyle pozitif ayrımcılık falan. Avans vermekten
imanımız gevredi.
Erken
öleceğini taa en baştan bilmiş ve söylemiş. O nedenle bu yaptığı, duble kasıt.
Bırak
çocuk yapmayı, benim bildiğim bir yazar bu ülkede yaşamaz bile, yaşayamaz da.
Yazıyorsa, gerisi yoktur.
İşte ben
bunu ödedim.
O
nedenle, yargımda adilim. İğneyi önce kendime, sonra başkasına batırdım.
Oohh.
İçim rahatladı. İyi ifade etmeydi.
(5 Şubat 2018)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder