Salı, Mart 13, 2018

Yazarlar ve Türkçe


‘Elif Şafak ve Türkçe’ metnimiz, kendimizi de bu konuya başka bir biçimde bakmaya yönlendirdi.
Türkçe, Şafak’ın ne kadar dili ise, bu ülke doğumlu yazarların da o kadar dili imiş, farklı bakınca, bunu böyle gördük.
Öncelikle, taa 1905 gibi Cumhuriyet öncesi momentte bile, Öztürkçe diyelim, sade Türkçe diyelim, onunla yazan Memduh Şevket vardı. Dili zorlama değildi, içeriği bugün bile, yani 115 yıl sonra bile, hala olduğu gibi okunuyor. (Bu arada, özgün metin ile sonul metin arasındaki farkı, ancak ve ancak aslında 2 olan (Şengil ve Çeviker) ama 1 görünen editörün bildiğini de ekleyelim burada.) O, bir biçimde Türkçe’yi kendi dili kıldı, yani kendi metinlerinin uygun dili.
Bu, sadeleştirilmiş dilde veya Öztürkçe yazan 1960-1980 dönemi yazarlarında bile yok. Oysa, gerektiği için, 18 bin sözcük icat etmişler.
Bu, Osmanlı artığı yazarlarda da yok ve olamazdı da.
Bu, 1950 dönemi yazarlarında da yok ama olabilirdi.
(Bu 2 dönem, bu kitabın kapsamı / kaplamı dışında kaldığı için, onları yazmayı pas geçtik.)
Olduğu gibi öyle konuşulduğunu varsayarsak, Muzaffer Buyrukçu’nun güncelerinde geçit yapan tüm yazarların dili, aşırı zorlama ve aşırı uyduruktur. Bildiğimiz, edebi dil kullanma takıntısıdır, süslü söz zanaatıdır, den den de den den.
Oysa biri, benim içtiğim masada böyle konuşsa, o masayı terkederim, yazar olarak yani. Öyle uyduruk kaydırık işler bana ters gelir, özellikle de içki masasında. Yaşamda ise, karşılaşınca küfreder geçerim, öyle de yaptım zaten.
Fakir Baykurt naiftir. Kendisinin kitaplarının dilinin savruk olduğunu baştan kabul eder. Biz buna içten dil diyeceğiz.
Eğer bizim aluturka yazarlar, roman yazmanın bildiğimiz akademik veya yaratıcı yazar semineri kalıplarına uysalar ve onu baştan kurarak yazsalar, bu içtenlik gider ki Orhan Pamuk’un son romanlarında öyle zaten.
Kemal Bilbaşar’ın Cemo’sundaki gibi, tüm kitapta tek bir şive kullanılınca konu, ‘Ali Baba, deh dedi, deh dedi, den den de den den, 300 sayfa sonra, Ali Baba kasabaya geldi, çüş dedi, nokta’ kalıbı gibi oluyor, olmuş da zaten.
Şerh: Thomas Hardy’nin benzer örnekleri, kitabı çevirmenin olanaksız duruma geldiği bir sonuç yaratabiliyor.
Onu çizdik, bunu değilledik, şunu sildik. Geriye ne kaldı veya bir şey kaldı mı?
Çok nadir örnekli olan rüya yazımları var. Kimi zaman aşırı mahremleşen mektup yazımları var.
Yani bizce sorun, 1. veya 2 tekil kişi yerine, 3. tekil veya çoğul kişi kalıbında veya dilinde.
Biz bunu, deneme-eleştiri alanında yazarak çözdük. Çünkü o zaman dili didikleyebildik ve sorgulayabildik. Türkçe’nin aşırı kaotik ve aşırı dinamik değişkenliği, o alanlarda dilin kendisiyle de oynama hakkı veriyor, bize verdi de zaten.
Ki zaten adını andığımız tüm yazarlar, deneme veya eleştiri yazdığında feci çuvallamış. Tamam, kurmaca türler başka dil istiyor, kurmaca-dışı alanlar başka dil istiyor. Ancak bizce bir yazar, birden çok alanda ve türde yazmayı bilmeli. Türkçe kompozisyon yazmayı da bilmeli, bildiğimiz orta bir münazarası düzeyinde sözlü tartışmayı da dilsel olarak becerebilmeli. Ki bu ikisi, ortalama bir denemenin ve eleştirinin dil düzeyinin 10 yıl / yaş gerisinde kalır kültürel gelişmişlik olarak.
Buradan kurmaca olan ve olmayan diyalog yazımı gibi ilginç bir alana geliyoruz. Biz (ölümlü ve ölümsüz ikileminden devinimle), Lü ve Süz diyaloğumuzda öyle yaptık ama tümüyle sezgisel ve esinsel olarak. O bir felsefi metin oldu ama birçok roman diyaloğundan daha canlı ve daha hakiki oldu.
Ancak, biz de öykü anlatmayı beceremiyoruz. 10 sayfalık diyelim. Onun yerine, anekdot yazabiliyoruz ancak.
Ancak, kalkıp da, öykü yazıp da, onu yayınlatmıyoruz hiç olmazsa. Üstüne beğeni de beklemiyoruz.
Diğer bir deyişle bir yazar, becerebildiği türü yazmalı. Şiir yazan Orhan Kemal’e içeride Nazım’ın, ‘oğlum, sen öykü yaz’ demesi gibi bir durum bu. Ve o iyi ki onu dinlemiş.
Ama aynı Nazım, Balaban’ı yazar kılamamış. Ressam kılmış ama yazar kılamamış. Balaban’ın ‘Şair Baba ve Damdakiler’ini en az 3 kere okudum. Birşeyleri dilegetirme peşinde olduğunu anladım ama neyi dilegetirdiğini hala anlamadım. Çünkü Balaban köylü kökenli. Dil ile başı dertte, yazı dili ile yani.
Topluca bakınca, Türk Edebiyatı’nda o dönemde Türkçe ile başı dertte olmayan yazar göremedim.
İşte bunun nedeni, tümüyle ayrı bir metnin konusu.
Çıkış:
Birkaç öncül neden tanımlamış olalım burada:
Yazarların kültürel geçmişleri; hem ümmi, hem de sözlü gelenekli. Diğer bir deyişle yazı kültürü, hiç öyle sanılmasa da, Anadolu geleneğinde aşağılanır, özellikle bazı şeyler yazılmaz ve artı yayınlanmaz sayılır, hala öyledir de, anılar için özellikle öyledir. Mahrem sözcüğünün anlamı aşırı genişletilmiştir bizde.
Dilin 3 aşamasına, yazardan önceki, yazarın yarattığı ve yazarın vardığı dil aşamaları olarak bakınca, bu konuda düşünüp yazmış, hiç denemecimiz olmadığını, yani bu konuda hiç kafa yorulmadığını da ayırsadım. Bakmamışlar ve görmemişler yani.
‘Devrim yarından da yakın’ iyimserliği onları batırmış. 1971’de 1980’i görememişler ve 9 yıl daha takılı dümen gibi gitmişler. Sonra da güm. Gemi batmış.
Yabancı dil bilmeme üzerinden, Dünya’dan feci bihaberlermiş. 1930’lar MEV çevirileri 2/10 ya alabilir, ya alamaz, bugünkü çeviribilim ciddiyetiyle bakılınca.
Yani, ya Memduh Şevket gibi, dil açık denizinde tek başına yol alacaksın, ya da birbirine yanaşıp, gemiler gibi, bitişik düzen yaşayıp ve yazıp, ondan sonra da hep birlikte batacaksın, donanma olarak: 1980 ertesinde ikincisi olduğu görülmüş bizde.
(12 Mart 2018)

Hiç yorum yok: