‘Elif
Şafak ve Türkçe’ metnimiz, kendimizi de bu konuya başka bir biçimde bakmaya
yönlendirdi.
Türkçe,
Şafak’ın ne kadar dili ise, bu ülke doğumlu yazarların da o kadar dili imiş,
farklı bakınca, bunu böyle gördük.
Öncelikle,
taa 1905 gibi Cumhuriyet öncesi momentte bile, Öztürkçe diyelim, sade Türkçe
diyelim, onunla yazan Memduh Şevket vardı. Dili zorlama değildi, içeriği bugün
bile, yani 115 yıl sonra bile, hala olduğu gibi okunuyor. (Bu arada, özgün
metin ile sonul metin arasındaki farkı, ancak ve ancak aslında 2 olan (Şengil
ve Çeviker) ama 1 görünen editörün bildiğini de ekleyelim burada.) O, bir
biçimde Türkçe’yi kendi dili kıldı, yani kendi metinlerinin uygun dili.
Bu,
sadeleştirilmiş dilde veya Öztürkçe yazan 1960-1980 dönemi yazarlarında bile
yok. Oysa, gerektiği için, 18 bin sözcük icat etmişler.
Bu,
Osmanlı artığı yazarlarda da yok ve olamazdı da.
Bu, 1950
dönemi yazarlarında da yok ama olabilirdi.
(Bu 2
dönem, bu kitabın kapsamı / kaplamı dışında kaldığı için, onları yazmayı pas
geçtik.)
Olduğu
gibi öyle konuşulduğunu varsayarsak, Muzaffer Buyrukçu’nun güncelerinde geçit
yapan tüm yazarların dili, aşırı zorlama ve aşırı uyduruktur. Bildiğimiz, edebi
dil kullanma takıntısıdır, süslü söz zanaatıdır, den den de den den.
Oysa
biri, benim içtiğim masada böyle konuşsa, o masayı terkederim, yazar olarak
yani. Öyle uyduruk kaydırık işler bana ters gelir, özellikle de içki masasında.
Yaşamda ise, karşılaşınca küfreder geçerim, öyle de yaptım zaten.
Fakir
Baykurt naiftir. Kendisinin
kitaplarının dilinin savruk olduğunu baştan kabul eder. Biz buna içten dil diyeceğiz.
Eğer
bizim aluturka yazarlar, roman yazmanın bildiğimiz akademik veya yaratıcı yazar
semineri kalıplarına uysalar ve onu baştan kurarak yazsalar, bu içtenlik gider
ki Orhan Pamuk’un son romanlarında öyle zaten.
Kemal
Bilbaşar’ın Cemo’sundaki gibi, tüm kitapta tek bir şive kullanılınca konu, ‘Ali
Baba, deh dedi, deh dedi, den den de den den, 300 sayfa sonra, Ali Baba
kasabaya geldi, çüş dedi, nokta’ kalıbı gibi oluyor, olmuş da zaten.
Şerh:
Thomas Hardy’nin benzer örnekleri, kitabı çevirmenin olanaksız duruma geldiği
bir sonuç yaratabiliyor.
Onu
çizdik, bunu değilledik, şunu sildik. Geriye ne kaldı veya bir şey kaldı mı?
Çok nadir
örnekli olan rüya yazımları var. Kimi zaman aşırı mahremleşen mektup yazımları
var.
Yani
bizce sorun, 1. veya 2 tekil kişi yerine, 3. tekil veya çoğul kişi kalıbında
veya dilinde.
Biz
bunu, deneme-eleştiri alanında yazarak çözdük. Çünkü o zaman dili didikleyebildik
ve sorgulayabildik. Türkçe’nin aşırı kaotik ve aşırı dinamik değişkenliği, o
alanlarda dilin kendisiyle de oynama hakkı veriyor, bize verdi de zaten.
Ki zaten
adını andığımız tüm yazarlar, deneme veya eleştiri yazdığında feci çuvallamış.
Tamam, kurmaca türler başka dil istiyor, kurmaca-dışı alanlar başka dil
istiyor. Ancak bizce bir yazar, birden çok alanda ve türde yazmayı bilmeli.
Türkçe kompozisyon yazmayı da bilmeli, bildiğimiz orta bir münazarası düzeyinde
sözlü tartışmayı da dilsel olarak becerebilmeli. Ki bu ikisi, ortalama bir
denemenin ve eleştirinin dil düzeyinin 10 yıl / yaş gerisinde kalır kültürel
gelişmişlik olarak.
Buradan
kurmaca olan ve olmayan diyalog yazımı gibi ilginç bir alana geliyoruz. Biz
(ölümlü ve ölümsüz ikileminden devinimle), Lü ve Süz diyaloğumuzda öyle yaptık
ama tümüyle sezgisel ve esinsel olarak. O bir felsefi metin oldu ama birçok
roman diyaloğundan daha canlı ve daha hakiki oldu.
Ancak,
biz de öykü anlatmayı beceremiyoruz.
10 sayfalık diyelim. Onun yerine, anekdot
yazabiliyoruz ancak.
Ancak,
kalkıp da, öykü yazıp da, onu yayınlatmıyoruz hiç olmazsa. Üstüne beğeni de
beklemiyoruz.
Diğer
bir deyişle bir yazar, becerebildiği türü yazmalı. Şiir yazan Orhan Kemal’e
içeride Nazım’ın, ‘oğlum, sen öykü yaz’ demesi gibi bir durum bu. Ve o iyi ki
onu dinlemiş.
Ama aynı
Nazım, Balaban’ı yazar kılamamış. Ressam kılmış ama yazar kılamamış. Balaban’ın
‘Şair Baba ve Damdakiler’ini en az 3 kere okudum. Birşeyleri dilegetirme
peşinde olduğunu anladım ama neyi dilegetirdiğini hala anlamadım. Çünkü Balaban
köylü kökenli. Dil ile başı dertte, yazı dili ile yani.
Topluca
bakınca, Türk Edebiyatı’nda o dönemde Türkçe ile başı dertte olmayan yazar
göremedim.
İşte
bunun nedeni, tümüyle ayrı bir metnin konusu.
Çıkış:
Birkaç
öncül neden tanımlamış olalım burada:
Yazarların
kültürel geçmişleri; hem ümmi, hem de sözlü gelenekli. Diğer bir deyişle yazı
kültürü, hiç öyle sanılmasa da, Anadolu geleneğinde aşağılanır, özellikle bazı
şeyler yazılmaz ve artı yayınlanmaz sayılır, hala öyledir de, anılar için
özellikle öyledir. Mahrem sözcüğünün anlamı aşırı genişletilmiştir bizde.
Dilin 3
aşamasına, yazardan önceki, yazarın yarattığı ve yazarın vardığı dil aşamaları
olarak bakınca, bu konuda düşünüp yazmış, hiç denemecimiz olmadığını, yani bu
konuda hiç kafa yorulmadığını da ayırsadım. Bakmamışlar ve görmemişler yani.
‘Devrim
yarından da yakın’ iyimserliği onları batırmış. 1971’de 1980’i görememişler ve
9 yıl daha takılı dümen gibi gitmişler. Sonra da güm. Gemi batmış.
Yabancı
dil bilmeme üzerinden, Dünya’dan feci bihaberlermiş. 1930’lar MEV çevirileri
2/10 ya alabilir, ya alamaz, bugünkü çeviribilim ciddiyetiyle bakılınca.
Yani, ya
Memduh Şevket gibi, dil açık denizinde tek başına yol alacaksın, ya da
birbirine yanaşıp, gemiler gibi, bitişik düzen yaşayıp ve yazıp, ondan sonra da
hep birlikte batacaksın, donanma olarak: 1980 ertesinde ikincisi olduğu
görülmüş bizde.
(12 Mart 2018)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder