Pazartesi, Aralık 02, 2013

World War Z: The Book



Bu bir kitap. The kitap. The book.

Bildiğim kadarıyla türünün ilk örneği.

Bir belgesel-kurmaca, kurmaca-belgesel, dok-drama, dra-dokümenter...

Son ikisi, ‘Wagner’ televizyon dizisi nezdinde, BBC tarafından, televizyonun 50. yılında, 1985-1986 gibi somutlaştırılmıştı.

Bu, bir çapraz medya malzemesi.

En iyi çizgiromanı olur.

Filmi olur.

Oldu da ama berbat oldu: Dünyayı kurturan yakışıklının öyküsü oldu.

Yine de, tek bir öykünün ziyadesiyle aksiyonlaştırılması olarak bakılırsa, Brad Pitt’in yediği herze, daha bir yenilir yutulur gibi olur.

İlk olmanın hatalarıyla, roman belki 5 / 10 bile alamaz ama 1 / 10 bile yeterdi, çünkü kopya değil.

Ancak, özellikle giriş olmak üzere, en az 1 bölümü, bence hayalet br yazar tarafından yazılmış.

ABD’de geçen bölümleri 5 / 10’un altına epeyi düşüyor ama yine de daha gerçekçi. Diğer ülkelerde geçenlerin gerçekliğinin iknası, tabii ki ben dahil, ortalama okurun, örneğin Çin hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmaması nedeniyle mümkün olmuş. Bunu da, yine örneğin Çin bölümü için Çince deyimler kullanılarak bu atmosfer yaratarak becermişler ve hayalet yazar fikri de oradan destekleniyor zaten.

Yapsaydım, kitabın çizgiromanını yapardım, filmini veya romanını  değil.

Ancak, bildiğim kadarıyla bunu çizgiye dökebilecek çizer Dünya’da yok: ‘Logicomix’ anafikri üzerinden, anime praksisinin işletilmesi gerek gibi bir durum sözkonusu. (Tabii, belki böyle biri vardır, onu bilemem.)

Kitapta ‘sense of humour’ var.

Daha da ötesinde mizah var.

Zombi-komedi değil de, zombi-ironi.

Yani, sonuçta zombilerin de beyni patlatılınca kaput, insanların da beyni patlatılınca kaput: Bu da acaip bir mizah sonuçta.

Espri şu ki kitabın yazarı, komedi filmleri oyuncusu / yönetmeni Mel Brooks’un gerçek oğlu. Bir de böyle bir ironi mevcut.

Karşılaştır-karşıtlaştır:

‘Walking Dead’ çizgiromanı ve dizi filmi ile karşılaştırılınca, kitabın değeri çok kolay anlaşılıyor.

O da, sıradan insanların olağanüstü koşullarda bile duruma ayamayıp, sıradan saçmalıkları hala eylemesini ifade ediyor ama bu tümüyle farklı bir biçimde bunu yapmakta: Orman ve ağaç bakış açılarını birarada koruyor.

Burada, kitabın kendini dayadığı içerik-biçim praksisi önemli:

Olay, BM raporu biçiminde yazılmış.

Bu da bizi doğrudan sosyolojik araştırma x roman karşıtlığı literatürüne götürür doğrudan.

Sosyolojik araştırmalar şimdiye dek, sosyolojik araştırma olarak, kendilerinin romandan üstünlüğünü önesürüyordu (ve tersi de) ama bir sosyolojik araşırma formatındaki bir romanın bizi doğrudan sosyolojik araştırmanın romandan üstünlüğüne götürmesi, mizahın da ötesinde bir durum.

Ha, bir de o bildik baş belası akademisyen dil ile feci bir alay var tabii. Bu da, hesapça durumu açımlayan bir sahte giriş / önsöz ile sağlanmış.

Bir salgın için gerçek koşullarda, romanda ileri sürülenin tam tersine, abartarak uğraşma durumu yaşanmış. Yakın zamanlarda küçümsenen bir salgın yok gibi. Çünkü 1918 grip salgını, tüm epidemiyologlara feci ders olmuşa benzer. Şu an, benzeri bir global salgından 350 milyon ölü, yani % 5 global zayiat bekliyorlar ki, büyük veba salgınından 650 yıl sonra bu oran, hala feci yüksek bir beklenti eşiği teşkil etmekte.

Asıl sorumuz ise şu:

Neden zombi konusu, böylesine bir global bir çapraz medya konusu oldu?

Ya da neden, bu konuda böylesine öpözgün örnekler verildi?

Sanırım, buradaki anafikir, ‘Unthinkable’daki ile aynı:

‘There is always another epidemiology.’

Ya da bitmeyen savaş sözkonusu...

Düşünün ki bir Türk bile, daha 1970’te bile, trafik kazalarını salgınbilim konusu sayıyordu. Bu doğru / geçerli yaklaşım kabul görseydi, trafik kazalarında 300 bin ölümüz olmazdı.

Bir de şu gerçek var:

Popüler kültürde tasarlanan herşey, er veya geç gerçek olarak yaşanır: Bir tür Kafkaesk çıplak derililik sözkonusu bu konuda.

Roman, bildik kıyamet söylemini kullanarak, bunu salgın hastalık üzerinden yapıyor. Bir tür önceden hissediyor gibi.

*

(Kitabın tam ortasında yazı ve düşünme molası.)

*

Tek tek öyküler konuyu episodik anlatımlı kılmış.

Öykü ağırlıkları ABD ağırlıklı olmuş.

Ortalama bir Yanki’nin dünya ülkeleri hakkındaki önyargıları az veya çok ve doğrudan veya saklı olarak bu yazarda da mevcut.

Öyküler söyleşi tipinde yazıldığı için arada bir kişi kipinde kalmış.

Öyküler az da olsa kimi güzelyazın olmuş. Kendi okurluğum açısından bu olumsuz ama ortalama okurlar için olumlu bir durum. O nedenle, bunun bilerek yapıldığı kanısındayım.

‘Happy end’ bu kitaba uymamış ve yakışmamış, hem de hiç.

İstatiksel bilgiler az. Dolayısıyla nesnellik de az.

Onda bire inen global nüfus ve tahmini 10 yıl ara verilen dünya ekonomisinin nasıl geriye döndüğü oldukça tartışmalı bir belirsizlik. Sonuçta, gerekli enerjiyi kim ve nasıl üretti, en basitinden?

Askeri strateji eleştirisi, ne yazık ki biraz havada kalmış.

*

Kıssadan hisseler:

Toplu imha savaşı, hala en etkili savaş yöntemi konumunda.

Bireysel açıdansa, kendine yeterli bir inziva, en uygun savunma yöntemi konumunda.

Kurmaca salgını dışında bunu yapmaya en yakın aday adayları; biyolojik, elektronik, kimyasal ve nükleer silahlar.

Romanın ve daha birçok diğer romanın çevresinde dolandığı kıyamet konusu, gerçek yaşamda giderek daha yakın bir olasılık durumuna yükseliyor. Bunun için de, asıl gereken on bin intihar bombacısı ama bu da sonuca ulaşması, pratik açıdan muhakkak aksayacak bir proje olurdu.

Bilimkurgu bir kez daha gelecekbilim eyliyor.

Tam da bu çizgide, romanın insanseverliği berbat kaçıyor. Anropomorfik hümanizm, bilimkurgu romanlarda çoktan değillenmiş durumda.

Yani:

Şu ya da bu biçimde insan türüne, insan sonrası tür olma yolu açıldığında, insanların % 99,99’u (yani limit tamamı) yine o küçük insan / dandik burjuva kültürlerine geri dönerler, döndüler de zaten. Roman da öyle bitiyor zaten.

Bu da, romanın bize negasyon yoluyla verdiği kıssadan hisse: Asla insan yok veya insan imkansızdır.

Sonuç:

Roman başarabileceğini başarmaya çabalamamış, yalnızca başında iyi bir depar atmış ama maratonda depar çok çok nadir işe yarar (örneğin ABD’li kadın bir maratoncunun son yüz metrede attığı depar ve bununla maratonu kazanması gibi) ve o da sonunda.


Ciddi Oyun: Sel Kontrolü 2015






Önnot: Dünya halkları hafiften gerçeğin çölüne aymaya başlamış.

Bundan önce rol oynama oyunları ve oyun terapileri vardı:



Artık ciddi oyun var.

Ciddi oyunun tanımı:

“The aim of the serious gaming project was to develop and test advanced training and simulation tools to prepare water professionals for crisis situations, based on the knowledge created in the previous years.”

“Ciddi oyunun amacı, önceki yıllarda yaratılmış bilgilere dayanarak, kriz durumları için su uzmanlarının hazırlayacağı simülasyonları geliştirmek ve test etmektir.”


‘Hannibal’deki canilik eğilimli polis ne diyordu:

‘According to my design...”

Yani:

“Benim tasarımıma göre...”

Yani:

Simülasyon gerçekten daha gerçektir. De, buna birilerinin gerçekten ayması mucize ötesi bir durum...

Huizinga, daha 75 yıl önce ‘Homo Ludens’te ne diyordu?

“İnsan oynayarak öğrenir.”

Hala ve çocuklar gibi: O nedenle, insan hala insan olmadı ve hala tarih başlamadı. Tarih, insan doğrudan öğrenmeye başlayınca, başlayacak. Ondan bir epistemik kritik eşik sonrası da, düşünce-öte ve tarihwöte olacak.

Bu proje, gerçekten sel felaketi riski taşıyan Hollanda tarafından organize ediliyor.

Malumunuz, daha önceleri uçuş simülasyonları pilotlara epeyi hatayı, gerçek yaşamda yapmadan önce, simülasyonda yapıp öğrenme fırsatı yarattı.

Şimdi de ölçek ve ölçüt büyümüş:

Sel gibi, disiplinlerarası bir konuya doğru...

E tabii, zaten bunun daha öncesinde bizim 1960’lar tarihli 5. yıllık kalkınma planlarımız vardı. Açın bakın, orada ne söylendiyse, tersi yapılarak, TC buraya getirilmiştir, göreceksiniz.

Aklın you bir. Aklın yolu geç intikalli.

Olabilir, geleceğin acelesi yok: Gelecek hep gelir ve uzun sürer...

Çıkış:

Şuna emin olabilirsiniz:

2075 gibi Hollanda, global ısınma ve okyanus seviyesi yükselmesi nedeniyle, gerçekten sel felaketine maruz akalacağı zaman, neyin ne zaman nerede nasıl yapılacağı çoktan hazır olmuş olacak.

En önemlisi:

Panik olmayacak:

Felaketten koruyucu hekimliğin altın ve birinci kuralı yerine getirilmiş olacak böylelikle.

Bilgi öldürür.

Bilgi yaşatır da...

Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz...


Pazar, Aralık 01, 2013

AFL'liler ve Statü



Ankara Fen Lisesi 1964-1982 arasında Türkiye’deki tek fen lisesiydi. Dolayısıyla, 16 ders yılı boyunca, 2 aşamalı sınavla seçilmiş ve özel müfredat görmüş olarak, Türkiye’nin en zeki on binde birini temsil ettiler.

De ne oldu?

Bu bin beş yüz kişinin içinde, yüksek statüye ulaşan bildiğimiz 2 ad var:

1968 mezunu İsmail Özdağlar ve 1976 mezunu Süreyya Ciliv.

Biri bakan oldu, diğeri ülkesel en büyük teknolojik şirketin genel müdürü.

Bu bin beş yüz kişinin 700’ü mühendis, 700’ü doktor oldu, çünkü o yılllarda adam olma geleneğinin tanımı buydu. 100 kişi falan da diğer dallardan mezun oldu.

Bir de başarısızlar var:

1970’lerde dağda ölenler, deliler, alkolikler, vd... İçlerinden birisi olduğum 1977 mezunlarından birisi, 1980’de camiden çıkarken öldürüldü: Rahmetli ilkokul arkadaşımdı da...

Bugünkü ölçekte nakit 1 milyon dolar sınırını geçmiş oranı, % 5 gibi ama onu da zaten BÜ mezunları daha yüksek oranla becerdi, özellikle de işletme mezunları.

(Eskiden mühendisler daha çok kazanırdı, şimdi doktorlar daha çok kazanıyor: Bu da tuhaf bir değişim.)

Manevi açıdan ise; rektör var, dekan var, bölüm başkanı var, profesör var... Çok var hem de...

Ancak temel bilimlerde büyük buluş yapmış biri galiba yok aramızda...

Tabii, temel bilimlerde büyük buluş yapmış Türk de çok az... Matematikte İnönü, Arf, Kortel üçlüsü, yeterince kalabalık bir örnekleme...

Tabii, buradan soru kipine geçiyoruz:

AFL’nin amacı para kazandırmak mı idi?

AFL’nin amacı statü kazandırmak mı idi?

AFL’nin amacı dahi / mucit / kaşif yetiştirmek mi idi?

Yanıt:

Hiçbiri...

Çünkü AFL vardı ama AFÜ yoktu, yani üniversite düzeyinde hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık etrafa...

1977 mezunu sağ 94 kişiden 10 tanesinden çoğu şu an yurtdışında mukim... En ironik örnek bu yıl geldi: 1977 mezunu biri, 54 yaşında TC’yi kalıcı olarak terketti ve çok iyi de etti bence.

Sonuçta AFL başarısız bir proje oldu.

Zaten baştan şanssızdı:

AFL’yi ABD tasarlamıştı, aslında Afrika için düşünülmüştü ve Türkiye’de gerçekleştirildiğinde, bu türden yalıtık kampüslü dahi grubu projesi türünden vazgeçilmişti, yani biz ölü doğmuş bir projenin ürünü olduk. (Ancak o tür proje, BÜ’de çok iyi işledi.)

1970’lerden sonraki TC, cezayla dahi katleden bir ülke oldu. Beyin göçü sayılarımız ortada...

1980’lerden sonraki TC, ödülle dahi katleden bir ülke oldu. Sonuçları ortada, yani özel üniversitelerin ve şirketlerin Ar-Ge’lerinin durumu ortada...

En eğlencelisi de, AFL sonradan maruf cemaatin eline geçti. Onlar da, konunun üzerine üç bukleli ve bilek kalınlığında ettiler, tam oldu.

Sonuç:

Bin beş yüzde bir buçuk (Özdağlar rüşvetten içeri girdi çıktı) başarı binde bir başarı eder...

Tamam mı, devam mı?

Yanıtı okurlardan bekliyoruz.

Dipnot: 150 küsur AFL mezunlarının içinde, üniversite sınavında ilk tercihini kazanamayan çok kişi var; onu biliyorum. 1977’de ilk 50’de AFL mezunu 15 kişi vardı diye biliyorum.


Cumartesi, Kasım 30, 2013

Trans’laştırabildiklerimizden misiniz ki?



Bir haber:

Bu çocuk kime 'Anne' diyecek?

...

28 yaşındaki Karen erkek olarak doğdu. Kendini kadın hisseden ve kadın kimliğine sahip olmak isteyen Karen amacına ulaşmak için üç yıl mücadele etti. Kadın olarak doğan 26 yaşındaki Alexis de erkek kimliğine sahip olmak için aynı mücadeleyi verdi. Geçen yıl yasalaşan ve mahkemeye başvurmadan kimlik değiştirmeye olanak sağlayan Cinsiyet Kimliği Yasası imdatlarına yetişti.

Karen ve Alexis, Arjantin’in en tutucu eyaletlerinden Entre Rios’da evlenen ilk ‘gay’ çift oldu. Karen Bruseralario ve Alexis Taborda aşkı Buenos Aires’de transların katıldığı politik bir eylemde başladı. Çift tanıştıkları günden itibaren hiç ayrılmadı.

Hormon tedavisi gören ancak, cinsel organlarında değişiklik yaptırmayan çiftin kilisede evlenme istemi kabul edilmedi. Karen, birkaç gün önce Twitter üzerinden Papa’ya izin için başvurdu. Ancak şu ana kadar herhangi bir yanıt alamadı. 8 aylık hamile olan Alexis, 22 Aralık’ta sezaryenle ‘Genesis’ adını vermeye karar verdikleri bebeklerini dünyaya getirecek.”


Konu, Zihni Sinir fantezisini aşmış. Görüldüğü üzere, Papa’nın bile havsalasını zorlamış, adam konuşamayacağı konuda susmuş..

Daha önceki aşama, 2 kadın lezbiyen çiftten aktif ve bıyıklı olanın 2 çocuk doğurması ve ardında boşanma ile sonuçlanmıştı.

Evlenmek isteyen eşcinsellerin zıtcinsellerden farklı hiçbir yanı olmadığını düşündüğümü daha önce de yazmıştım.

Çocuk sahibi olmak isteyen eşcinsellerin zıtcinsellerden hiçbir farkının olmadığını da daha önce yazmıştım.

Birbirini aldatan eşcinsellerin zıtcinsellerden hiçbir farkının olmadığını da daha önce yazmıştım.

Evlenip boşanan eşcinsellerin zıtcinsellerden hiçbir farkının olmadığını da daha önce yazmıştım.

En son da bunu yazmış oldum:

Aldatma olsun olmasın, boşanma olsun olmasın, bu duble trans çiftin de zıtcinsel çiftlerden hiçbir farkının olmadığı gerçeğini...

Soru kipleri:

Farklılık tripleri bunun için miydi?

Özgürlük tripleri bunun için miydi?

Dünya’yı değiştirme tripleri bunun için miydi?

Bla bla bla...


Cuma, Kasım 29, 2013

Yurdum Ateistleri



Valla, bana feci asparagas bir haber gibi geldi ama asparagas ise bile çok mavra:

“SEKAM'ın 81 ilde 15-28 yaş aralığındaki 5 bin 541 gençle yaptığı araştırmada ‘ateist’ kimliğini kendisine uygun bulan 160 gencin verdiği yanıtlar şaşırttı. Ateist olduğunu belirten 160 gencin yüzde 61'i ‘Allah'ın varlığına kesinlikle inanırım’, yüzde 18'i ‘inanırım’, yüzde 13'ü ‘şüpheliyim’, yüzde 9'u ise ‘inanmam’ seçeneğini işaretledi.”


Kendi gözlemime göre ise, kendini ateist sayan yurdum insanlarının yarısı panteist, yarısı ise agnostik.

Gelelim halkımızın bu araştırmaya tepkilerine:

“Yapılan bir araştırmaya göre, cennete giden ateist sayısı, müslüman sayısını ikiye katladı. HAHA Ankara Bürosu.

% 61'lik araştırmaya ateistlerden beklediğim tepki:
‘Dinime söven ateist olsa.’ Hahahaaay:)))

Benim bugün kendi aralarında toplanıp danaya ortak giren Ateist arkadaşlarım da var.

Bu topraklar cumaya giden ateistler gördüyse Allah'ın izniyle Marksist ülkücüleri de görecektir.

valla bizim oralarda ülkücüler bile ahmet kaya dinler ateistler bile selamun aleyküm diye selam verirdi...

Ateist gençlerin yüzde 61'i Allah'a inanıyorsa, bu gruba giren müslümanların yüzde 61'i de ateist oluyor o zaman.”

Bu ülke, Geziciler sayesinde, kendini Müslüman sananlara cuma namazı kıldıran, kendini ateist sananlar da gördü.

Özgürlük ‘ne olsa gider’ değildir, multi-kulti ‘ben yaptım, oldu’ değildir.

Muhafazakar ve liberal olunamayacağı gibi, ateist olup da Allah’a da inanılamaz.

Ancak, alıntıların da gösterdiği üzere, dedesi 1968’li, babası 1978’li olanın burnu feçesten çıkmaz zaten.

Zırvalamaya devam gençler, tarih size mabadıyla gülmeye devam ediyor. Daha olmadan çürüdünüz gençler... Beyninizi çöpe attınız gençler... Sizi internet bile bilgilendiremedi gençler... Ölmeden mezara girdiniz, beyninizi kubura ve kabire döndürdünüz gençler...

Sıradaki kuşak gelsin gençler...

Siz evlenin, çocuklar peydahlayın, sınıf atlayın...


Deli ve Freak



Önbilgi 1: Psikiyatristler şizofrenlerin bazılarıyla pek tartışmazlar, çünkü onlar söz ve akıl oyunlarıyla psikiyatristi yenebilirler.

Önbilgi 2: Bu metin, bir psikiyatristin ‘freak’ sözcüğünü kullanma hakkının olup olmaması üzerinden işler.

2006-2012 yılları arasında 6 yıl psikiyatriste gittim.

Ben hariç 4 kişilik ailemin tamamı deli doktoruna gitti. En sona ben kaldım.

Doktorla aramızdaki diyalog ilginçti: Ben kendisinin deli olduğunu düşünen bir deliyken, o kendisinin deli olduğunu düşünen hastasının deli olmadığını düşenen bir doktordu.

O kişi, 53 yıllık yaşamımda beni dinleyen tek kişiydi ama o da eksik dinledi.

Süreç göreli başarılı sonuçlandı. Deliliğimi daha çok kontrol etmeyi öğrendim ama bana göre deliliğim daha da arttı, tabii ki bu yaşlılıktan dolayı böyle: İnsan yaşlanınca, başkalarını rahatsız etmekten rahhatsız olmaz oluyor, yani huysuz bir moruk oluyor.

‘Freak’ demeyelim ama kendimi hep bir marjinal ve ayral olarak algıladım.

Marjinal sınır kavramına dayalıdır. Asosyallikle sosyallik arasında tam sınırda durdum (kaldım değil, durdum). O nedenle hala yeni bir grupla tanıştığımda, hacimsel olarak da, tam o grubun kenarında dururum / yer alırım. Ders sınıflarında ise, hep sol arkada yer aldım ki bu da bir mecaz / metafor teşkil edebilir.

(Bu sınırdalık, beni ‘multi-binded border-line’ bir tip gibi yaptı.)

Kendi kendimi marjinal olarak niteleyebilirim ama bu başkalarına beni bir marjinal olarak niteleme hakkı vermez.

Neden?:

Çünkü:

Bir: İntihar etme eğilimli biri, başkalarına onu cinayet hakkı vermez.

İki: TC toplumu, yarıdan çoğunun marjinal olduğu veya tanımlanabildiği bir toplumdur, yani kimsenin kimseye diyecek sözü yoktur bu konuda.

Üç: Başkalarına ‘freak’ demek veya bilinçaltında olsa bile öyle düşünmek, bir psikiyatristi Hipokrat ve Türk doktoru yeminini çiğnemiş konuma sokar.

Dört: Bu tutum / davranış, mahalle baskısını geçer, otomatik lince yol alabilir.

Beş: Bu koşullarda bir özsavunma ortamı doğar. Diyelim ‘Dogville’ filmindeki gibi. O özsavunma da bu metindir.

Gelelim orman panoramasına:

Bir: Yeni bir orta çağa girdik. Orta çağlarda delilik artmasa da, tuhaflaşır: Eski ve bu-yeni orta çağdaki toplu dans etme krizleri gibi.



(Dans Vebası)

İki: Bu koşullarda devrimi marjinaller ve deliler yapabiliyor / yapabilecek. Zaten toplumsal değişimi hep marjinaller yapar ama tarihte bu durum belki ilk kez ortaya çıktı gibi.

Üç: Normaller marjinallerden berbat durumda, çünkü orta çağ koşulları genelde öyle olur.

Sonuç:

Hepimiz ölümlüyüz, ölünce geriye çocuktan başka şeyler de bırakma hakkı verilmiş ender kişilerdendik ve limit tamamımız bunu kubura / kabire gömdü çoktan.

O nedenle, bırakınız marjinaller devrim yapsın. Siz normaller tarihi yeterince yaptınız zaten ve sonuç da ortada...


Perşembe, Kasım 28, 2013

Niyazi Biggart, Niyazi-Değil Sipahioğlu


Biggart profesyonel bir fotoğrafçıydı.

11 Eylül 2001’i fotoğraflarken öldü.

Felaket objesine bilerek daha yakın durduğu için öldü.

Yani isteyerek öldü veya isteyerek eylediği bir edim kendisinin ölümüne neden oldu.

Olayın 300’ü üzerinde fotoğrafını aldı. Onlar daha sonra sergilendi.


Olayda ölen tek profesyonel fotoğrafçı oydu, yani Niyazi’liği buradan geliyor, hem de gönüllü Niyazi’liği...

Çektiği fotoğaflardan biri, SİPA’nın 40. yılı için yapılan bir kitaba girdi.

O kitabın sergisi Türkiye İstanbul FKM’de açıldı.


Bendeniz de, Niyazi’nin varlığını orada öğrendim.

Bir de Niyazi-değil olan, o ajansın sahibi Gökşin Sipahioğlu var.

Ancak, kendisinin Niyazi-değil’liği oradan gelmiyor.

Yine, o sergide yer alan bir fotoğraf var, bir başkası çekmiş: Nik Wheeler.

Sipahioğlu, o fotoğraftaki terörist Carlos’u teşhis ediyor ki bu edim, onun ve fotoğrafçının ölümüne neden olabilirdi. Arkadaş, bununla da yetinmiyor, konu hakkında Fransa devletiyle işbirliği yapıyor, yani bir Omo beyazı kuvvet gibi davranıyor (bu bilgi, sergi içindeki metinlerden alıntıdır).

Tuhaf olan şey, o fotoğrafın Carlos aleyhinde delil olarak kullanılması ve dahası, Carlos’un adamı öldürteceğine veya öldüreceğine, üzerine bir de tebrik etmesi.

Carlos neden böyle bir şey yapmış?

Çünkü kendisi, terörden kişisel olarak birkaç 10 milyon dolar kazanan biri: Biraz farklı bir terörist yani.

Çünkü kendisi, medya geştaltının bir terörist olarak kendisi, eylemleri ve global terörizm için kullanılmasını onaylıyor.

Çünkü kendisi, meşhur olmaya bayılıyor.

Peki Sipahioğlu, bunu Arafat için yapsaydı, ya da Che, ya da başka biri için?

Sağ kalır mıydı?

Bence hayır.

Peki, buna ayar mı? Aydı mı? Ayabilir mi? Çok mu cesurdu?

Ayamasa bile, bunu bilmek onun sorumluluğunda idi.

Ve bu adam bugün bile hala fotoğrafçı ahlakı ve onuru için aday gösteriliyor.

Bence yanlış geçersiz ve katl-i vacipmiş kendisinin...

Ey kari, sen ne dersin bu konuda?

Dipnot: Metnin fotosu, Wheeler’ın çektiği ve bir dergiye kapak olan Carlos fotoğrafı.



Salı, Kasım 26, 2013

Freak, Ucube, Marjinal, Ayral

Geçen perşembe gecesi bir arkadaş masasındaydık.

Masadaki bir çocuk psikilatristi arkadaş benim gibilerin konumunu taınmlamak için ‘freak’ (= ucube) sözcüğünü kullandı.

Öncelikle, meraklısı için aşağıda linkler var, konunu 2 farklı açısını ele alıyor:

‘Ucube’ (Freaks) filmi:


(Bu filmin Hitler’in ilktidara geldiği ilk yılda yapılmış olması, dolaylı bir gösterge.)

‘Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi’ kitabı:


Gelelim bize:

Masadakiler, TC’deki o zamanlarki on binde bir zekayı temsil eden AFL mezunlarıydı. Konu da, aramızdaki ayrallar, marjinaller, sosyopatlar, psikopatlar üzerinden açıldı.

Masadakilerin ben hariç tamamı, zekalarını normalleştirmişlerdi, çünkü bunun cezasını çekmişlerdi veya çekenleri görmüşlerdi.

Beni de tam sınırda olan, kurtarılacak yaramaz kardeş olarak görüyorlar.

Gelelim ana tanımlarımıza:

Marjinal, adı üzerinde sınırda yaşayanları tanımlar. Bu sıralar ağırlıklı olarak iler marjinallik üzerinden ekonomik bir tanım sayılsa da, tüm alanlardaki marjinalleri kapsayan bir tanımdır marjinal.

Ayral ise, geleneksel bir kavram, yani 1980 öncesinden kalma.

İstatiksel olarak 3 standart sapma tesinde nitelilkler sergileyenleri kapsar ve nicel olarak % 1,5 gibi bir yüzdeyi içerir.


Şimdi tüm bu sayılanların ortak özelliği, toplumu değiştirenlerin onlar olmasıdır. Çok olurlarsa, ortamın canına okurlar, hiç olmazlarsa toplum statikleşir ve bunu acısını çok çeker: Böyle de ironik bir ikilem mevcuttur.

Dolayısıyla bu kardeşlerimiz, hem cezalandırılır, hem de uzaktan uzaktan sevilir gibiler.

Gelelim ucubeliğe:

Aslına bakılırsa, o da göreli bir kavram: 1 metrelik 1 pigme için 2 metrelik 1 Hotanto bir ucubedir ve tersi de...

Kendime gelirsem:

Bu sayılanların hepsiyim ve daha fazlayım. 50 yıl boyunca tüm anormalliklerimi tanımlamaya çabaladım ama hala % 10’luk bir dilim var ve onlar en önemli bölgede.

Ucube olma sıfatını taşırım, çünkü 9 yaşında şiddetten aşırı zevk aldığımı öğrendim. Böyle bir sürü niteliğim var ve bazıları burada sayılamaz.

Tabii, bu yönlerimi elimden geldiğince sakladım ama normallerin burnu da iyi koku alır doğrusu. Dolayısıyla, epeyi de ceza gördüm toplum tarafından...

Gelelim işin nesnel momentine:

Yeni bir orta çağdayız artık. Geçmişteki orta çağlardan bildiğimiz üzere, bu dönemlerde acaiplerin oranı da sayısı da artar ve arttı da. Bugün TC toplumunda anormal sayılan tüm sıfatlar biraraya geldiğinde, geriye nüfus kalmıyor gibi.

Tabii benim asıl derdim şu:

Kendi bir ucube olacakken, karış tarafa geçip ucubeleri ‘ağaç yaşken eğilir’ hesabınca, çocukken değiştirmek için, bir çocuk psikiyatristi olan arkadaşın durumu...

Onun takdirini okura bıraktım...


Pazar, Kasım 24, 2013

Soru ve Yanıt

Türkiye’de ve Türkçe’de internetin iletişimi ne duruma getirdiğine ilişkin 1 örnek ve açımlamaları:

Olay Facebook’ta 1 psikiyatri grubunda geçer, soru benim, yanıt 1 psikiyatristten değil:

Soru:

“Psikiyatri hastalarına neden kortizon veya muadili verilir?”

Yanıt:

“Şişman insanlar daha sakin, daha sevecen, mülayim oluyor, görüntü de ister istemez insanın psikolojisine yansıyor...”

Yorumlar:

Bu soruya yanıt bu mu?

Hayır.

Arada kortizonlu bileşiklerin insanlara kilo aldırdığı bilgisi var ama bunu herkes bilmez ve bilmek zorunda da değil.

Bu soru, bir uzmana soruldu. Yanıtlayan bu konuda bir uzman değil. Yani yanıtlayan bu konudaki soruyu dinlemeden, o konuda kafasında olanı yazdı / anlattı.

Çıkarsamalar:

Bu adamın tanıklığına güvenilmez.

Bu adamın iletişimine hiç güvenilmez.

Bu adamla birlikte hiç mi hiç iş yapılmaz. Sürekli ‘ben öyle demedim’, ‘sen şunu demek istedin’ gibi, deli edici laflar duyarsınız.

Bunları da internet bu duruma getirdi, çünkü tüm internet iletişim(sizliğ)i böyle...


Cumartesi, Kasım 23, 2013

Otobiyografi Üzerine Öznel Notlar

Otobiyografi üzerine okurken ve yazarken bulmayı arzuladığım arzuladığım malzemeleri bir türlü bulamadım. Ben de oturdum, o olası tasarımların bir bölümünü karaladım, karalama çünkü bu konu hakkında ilk kez yazdım, yani son 8 yıldır, yani son yazma aşamamda.

30 bin sayfa yazmış durumdayım. (Bu konuda rekor bende değil, onu belirtmiş olayım.)

Bunun 3 bin sayfası günce, 3 bin sayfası mektup.

Bir: Yani, benim için günce ve mektup otobiyografik edebi formlar. 1984-2013 arasında haftada 1 tempoyla gibi yazılmış olan bu metinler, soyut varlığımı anı anına değilse bile, günü gününe imlemiş oluyor.

Bir ayrım burada başlıyor:

İki: Ben bile oturup, şu an 50 yıllık yaşamımı yazsam, o son 30 yılı farklı yazarım.

Üç: Biyografi otobiyografiden çok farklı olacaktır ama illa ki doğrudanlık açısından eksik olmak zorunda değil, çünkü bazı yazarlar ister anı anına yazsın, ister 30 yıl sonra yazsın, kendi yaşamlarındaki güncel ayrıntıları ayırsamada zayıflar ama iyi belgeleyiciler bu zorluğu aşıyor nasılsa.

Dört: Böylelikle, benim bakış açımdan söylenirse: Ben, sen ve o olarak otobiyografi ve biyografi, benim soyut varlık saydığım, başkalarının kendi olarak tanımladıkları şeyi anlatmak durumunda değil.

Beş: Zaten ek olarak benim özel bir durumum var: Ben şizofrenik bir kendi-değil’im. (Aynı zamanda insan-değil’im ama cins’im ve bu da, ‘bir, iki, çok’ ekseninde beni asimetrik yaptı.)

Altı: Benim yaptığımsa, varlığımı tanımlamak, varlığımı / biyografimi kültüre yerleştirmek ve aynı zamanda kültürü de varlığıma yerleştirmek oldu. Özel not: Bu Escher’in çift / çok yansımalı resimleri gibi değil. Yansıma, bir geometrik dönüştürümdür, düz aynada bile perspektif görsel dönüştürüm vardır. Yani benim anlattığım, benim içimden geçen kültürün beni değiştirmesini ve yazma yoluyla benim kültürü nasıl değiştirdiğimi öznel olarak imlemek oldu.

Yedi: Hepsini birleşik alan saysam da; anı ve portre, özyaşamöyküsel çabama koşut ama ondan ayrı ilerledi. Özellikle portre yazıktırmalarım, özellikle ‘İstanbulaceze’ ve ‘Güzellemeler’ dizilerinde olduğu üzere, yine öznel seçimimle oluşan ama kesinkes tarihin momentlerinden etkilenmiş metinler oldu.

Sekiz: Seyyar sahhaflık gibi, sözel bir altkültürde de sürekli / yoğunca bulunduğum için, konuşmalarım yazdıklarımdan biraz farklıdır, bunu da imlemiş olayım. Bazı kuramcılar bunun gerekli ve/ya kaçınılmaz olduğun önesürer ama ben o kanıda değilim.

Dokuz: Tarihte ünlü kişelerin belki binde biri otobiyografi yazar ve onların çoğu, artistlerinki gibi lüzümsuz (Hildegard Knepf gibi) ve çarpıtılmış ve başkalarınca yazılmış (Knepf gibi yine) olur.

On: Edebiyatçıların otobiyografi eksikliği ise, pek tahammül edilir bir durum değil. Romanlarında doğrudan kendi görüşlerini kullanan yazarların, kendini doğrudan ifadeden kaçınması ironik bir durum. (Bence buna cesaret edemiyorlar aslında.)

On bir: Otobiyografinin kendini doğrulama veya itiraf olması da yine tarihsel momentlerle ilintili.

On iki: Fakir Baykurt’un Almanya’ya eksodusundan sonra, Türkiye okurundan kopması ertesinde, eğer 1995 tarihli 8 ciltlik otobiyografisi olmasaydı, onun eserleri bambaşka kulvarlarda anlaşılmış kalırdı. Yani otobiyografi yayınlandığı anda da kuşkusuz eserleri etkiliyor.

On üç: Muzaffer Buyrukçu’nun 8 ciltlik güncesi ise, portreleme-günce alanında tanımlı kalsa da, bize inanılmaz özgün bilgiler aktardı şimdiden.

On dört: Dolayısıyla otobiyografi türü, değil eksik, henüz başlamamış bir edebi alan durumunda hala.

On beş: Yine de, 1940-1970 yılları arasındaki Cumhuriyet dönemi için, özellikle edebi yazarların anılarının 100 tanesi bambaşka bir öznel tarih yazdı bizlere. Asıl önemlisi, yazarlar da diğer eserlerin tamamına yakınını bilmediği için, böyle bir moment de kayıtlanmış oldu. Not: O anıları okumak, benim otobiyografi / günce nalayışımı çok değiştirdi.

On altı: Kendi biyografimi tarihe şöyle ya da böşle yerleştirmiş olsam da, soyut varlığımı tümüyle tanımlamayı, kendimi ancak proto-tip / arketip sayarak hayal edebiliyorum. Yani, 30 yılda bu işi tamamlayamadım ama belki 5-10 yıldır da pek değişmiyorum içsel olarak.

On yedi: 3 bin sayfa güncemi okumayı kimseye önermem. Çabaya yazık olur bence.


Cuma, Kasım 22, 2013

Viral Videoların Salgın Kaotiği


0. Derece Koyutlar:

Bir: Ne salgınları biyolojik hastalık sayıyoruz, ne de viral videoları kültürel hastalık. Her ikisinin de yayılması ve durması için kaotik dağılımlı parametreleri olan ve matematiksel modelini sorguladığımız değişkenlikler (atematiksel) fonksiyonları olarak sayıyoruz.

İki: Bunun benzeri olan bir durum, orman yangınıdır. Bir orman yangını, kendini de bitirebilr, sonsuza dek yayılabilir de.

Üç: Henüz olguların ve olayların veri tabanından tümevarımla kesin denklemlere varmayı beceremedik ve bunun peşindeyiz.

Ana metin:

Viral videolar, virüs gibi çok hızla yayılan videolardır.

Genelde çok hızlı yayılırlar ama yayılmaları bir süre sonra sıfıra limitlenir.



Salgınlar ise farklı bir görüngü kümesi sergileyebilir:

Salgınlar, kuluçkaya veya uykuya yatabilirler, böylelikle de gelecekte 1 veya 1’den çok kez daha yeniden salgın olma / yaratma potansiyelini taşırlar.

Şimdilik böyle bir viral video görülmedi henüz.

Ancak, internet ileride yüz yılını falan doldurduğunda, yeterince yineleme kümesi birikecek ve bu görülecektir. Örneğin, belli makro toplumsal olayların yuvarlak sayılı yıldönümlerinde, eski dönemin belgesellerinin seyrine yönelik olarak bu durum gözlenebilecektir.

Bu bir.

Görülen viral video dağılımlarına bir bakalım ve onları modellemeyi deneyelim:

Muhatap sayısı sabit giden yayılım var, muhatap sayısı artarak giden yayılım var.



Bu daha çok, kalıcı ün ve geçici ün ayrımında ama o da kesinlikle bir salgın konusu.

Bu iki.



Muhatap sayısı pratikte sıfır olan bölgeler var. Örneğin viral videolar için bu, internetsiz bölgeler olmakta. Veba salgınında Avrupa’nın belli bölgeleri, ana ticaret yolları üzerinde olmadıkları için, salgından kurtulabilmişlerdi. Demek ki bu koruyucu hekimlik konusu.



Bu üç.

Zamansal olarak eşzamanlı sayılabilirseler de, bazı salgın hastalıklar ve bazı viral videolar, diğerlerinden çok daha hızlı yayılabildi ve her ikisi için de, bunun nedenleri tam açıklanamadı henüz. Ancak, 1 parametre var: Çığ etkisi. Yani, daha çok izleyici başlangıcı, daha çok izleyici devamı demek. Bunun tersi de, kendini bitirme demek.

Bu dört.



Bir de bunun daha küçük ölçeklileri var. Makro viral videolar, global toplam seyircide 100 milyonu gördü. Oysa sosyal medyada her gün binlerce veya yüz binlerce ölçekli paylaşımlar yapılıyor ve bunlar düzenli olarak sayılmıyor. Kaos matematiğine göre, bunların mikro örüntüleri büyüklere benzer ama varyasyonlu olacaktır. O varyasyonlar da ana denkleme ulaşmamızı sağlayacaktır.

Bu beş.



Salgın hastalıkların yayılma mevsimi olduğu gibi, viral videoların da, tüm sosyal medya konularında gözlendiği gibi, yayılma saatları var.

Bu altı.

Sonuç:

Bunlar, bir tür doğrusal programlama sınır doğruları çiziyor.

Ancak, bizim aradığımız doğrusal-olmayan bir matematiksel model.

Bu durumda, 2 modeli melezleyeceğiz demektir.


Çöken Uygarlık Senfonisi

Önnot: Schoenberg’in böyle bir kompozisyonu olabilir, emin değilim, o eser ‘A Survivor from Warsaw’ da olabilir, ondan da emin değilim.

1974-2014 arasında, 40 yıl boyunca bir deli saçması, bıçak sırtı, amok koşusu tutturdum.

Bir beyin olmak için yaşamımı oto-anarşistçe yıkarken, Türkiye’de 1. Cumhuriyet, ölmeden önce son bakışta aşklık bir epi-rönesans tutturup, yükselip çöktü; Dünya’da ise, 1960’larda 3. Dünya’nın ve 1968’lilerin yükselişi geldi, sonra kapitalizm bilmem kaçıncı kez küllerinden yeniden doğdu, neo-globalist neo-liberalizm dalgası ile ortalık kan ve ateşe boğuldu.

Şu an durdum, bakıyorum:

Ben kurtuldum ve Dünya toptan öldü. Tam da, ‘Mülksüzler’deki Shevek gibiyim ama onun gibi tek başına kurtulmanın vicdan azabını duymuyorum, çünkü kendini yeterince zekat keçisi yerine koyduktan sonra, kerizlikten vazgeçmiş bir neo-entellektüelim artık.

Daha da berbatı, benim için bir gelecek yok ama intihar etmeyeceğim, öyle bir yetim yok ve ayrıca Stephan Zweig kadar salak da değilim. Öylecene dururum, o da bana yeter de artar bile...

Nasıl oldu da böyle oldu?

Çünkü en inanılmaz sürpriz atlara oynadım ve en inanılmaz sapa yollara girdim ve en inanılmaz ayaz sularda yüzdüm ve ben haklıymışım: Tek-hiç yol buymuş, eğer o da bir yol ise tabii ki...

Ancak, burada ve bu anda durup, sessizce saygı duruşum varken, o çöken uygarlığın da, kulaklarımda çınlayan, inanılmaz estetik bir senfonisi var.

Bu, ne batan ilk uygarlık, ne de gelecek olan ilk rönesans / neo-uygarlık...

Aç parantez Bosch-Bruegel, kapa parantez Kafka-Fassbinder üzerinden öyle bir kuadreliktik dikmeler dizisi almışım ki dosdoğru karşı kıyıyı bodoslamışım.

Ve kulaklarımda o eşsiz melodiler çınlıyor...

Kurtulmamın bir ve yalnızca bir nedeni var:

Asla ve kata bir evim olmadı ve asla ve kata bağlanmadım, yani asla ve kata bir insan olmadım...

Bu açıdan bakınca ilk reel-uzaycıyım, daha doğrusu bir arketipim / prototipim... Hem de başarısızından...

Bu açıdan biyografim-tarihçe griftliği tam da çakışıyor.

Tam da budur, denklemin henüz görülmemiş çözümünü uygulayışım.

Tam da budur, sorulmamış soruları soruşum...

Tam da budur, o senfoniyi ilk dinleyenin ben oluşum...

Gelelim kabaca konunun müzikalitesine:

Genel melodik akış, benim ilk kez ‘Zombi War’ filminin 2 yıl önceki ön-fragmanında duyduğum tını üzerinden işliyor...

Genel müzikalite-kültüralite, kesinkes Piazzolla’nın ‘Pulsacion’ dizisindeki gibi, iniyor çıkıyor, çakıyor söküyor, acılar sökülmüş çiviler gibi gönlümüzde nakşolmuş kalıyor...

O çivilerin delikleri, tuhaf bir viskositedeki kültür tarafından gelgitlerle doldurulup boşaltılıyor.

Eksilen yaşamlar, kendini hiçleyen / kendi harcanmış yaşamlar akıp gidiyor...

Tuhaftır vurmalı çalgılar zayıf ama poliritmleri var ve bunun nasıl bir müzikalite olduğunu bilmiyorum henüz... Belki de, yine ‘Zombi’deki gibi, yavaş gelip giden bir poliritim olabilir bu pekala, çünkü tarihin 25-50-250 yıllık döngüleri var bilinen ve bizim şu an yaşadığımız 1985-2000 (proto-11 Eylül 2001) için olan en küçük boyuttaki siklus...

Genellikle yerel-tümel ölçek-ölçüt üstüste çakışmaz. Ancak, Türkiye-Dünya 1960-2010 bir biçimde çakıştı... Hep birlikte çıktık, hep birlikte indik...

Dolayısıyla tek bir çalgı ile orkestranın senkronundan ziyade, tuhaf bir az faz farklı, ekstradan boyutluluk işitsel artetkisi mevcut...

Tüm birleşik disiplinlerarası bilgim, çöken uygarlık senfonisini ancak böyle tanımlayabiliyor henüz...

İnanın, ne yazdığımı ben de anlamadım... Metin kendini bana yazdırdı işte...


Perşembe, Kasım 21, 2013

ABD'nin Pratik Ekonomik Gelecekbilimi

Hisarcıklıoğlu şöyle demiş:

“Dünyada ilk kez gelişen ülkelerin ekonomik büyüklüğü, gelişmiş ülkelerinkini geçti. Bu ilki tespit edip, buna göre strateji üretmek isteyen ABD, bütün dünya ekonomisini kökten etkileyecek 2 büyük atılım için harekete geçti. Amerika; Latin Amerika’dan Avrupa’ya dünya ekonomisinin % 75’ini tek bir pazarda, daha da önemlisi tek bir standartta buluşturmayı hedefliyor ve bütün yatırım ortamlarını da aynı noktaya götürüyor. Bu bölgenin dışında kalanlar, maalesef kaybedenler olacak; çünkü dünyanın üretiminin standardını değiştirecekler.”


Katılmadığımız birinci nokta şu:

Bu, yeni bir süreç olarak sunulmuş ama değil: ABD’nin 2000 askeri Stratejisi ve CIA kökenli proje üreticisi Barrett’in deyimiyle, neo-liberalist global pazarın dışında kalan yerlerin nüfuslarını pazarlaştırma çabası, 1990’lardan beridir var.

Koşut olarak Putin Rusya’sının gücü (ki bunu Suriye konusunda doğrudan yaşadık) ve yine 1990 ertesi Rusya planlarının (anti-komünizmin geri tepmesi ve bugün AB’de Rusya’da eski komünistlerin pekala % 20 oy alabilmesi) yanılması var elde.

İkinci nokta:

Çin’de görüldüğü üzere, böylesi bir makro yeni bir tüketim dalgası, Dünya ekonomisini bir daha çökertir ve çökertecek de ve Çin çökmesi henüz gelmedi. Böylelikle ABD, 2029 global ekonomik krizini öne almaya çalışıyor gibi oluyor. (Bunu da yapabilirler ama bu ABD o cürete kalkışamaz gibi.)

Üçüncü nokta:

Taa Mao zamanından beridir, yani  3 Dünya kuramlarından beridir, hem 1. ve 2. Dünya farklı tanımlandı, hem de 4., 5. ve n. dünyalar da görmezden gelindi. Ek olarak da, G-7 nüfusunun belki yalnızca % 70’i veya % 60’ı 1. Dünya şu an. O % 25 de öyle.

Dördüncü nokta:

ABD’nin bu çabası, şu anki NASA’sız özel sektör uzaycılığının sonuçlarını öngörememesi gibi, 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürünün, örneğin beden nakli ve insan kolanlama yoluyla gelecek ölümsüzlüğün, ekonomik ve kültürel olası sonuçları yönünde sıfır çalışmaları bulunması öngörüsüzlüğüne sahip.

Beşinci nokta:

Dolayısıyla, 2. Sanayileşme’nin ekonomisiyle, üretimin tüketimden çok olduğu ve dolayısıyla ekonomik krizlerin tersine yönde de olsa, daha çok geri tepeceği bir dünya kuruluyor ve bundan da en çok zarar görecek ülke ABD.

Altıncı nokta:

ABD, Japonya’yı veya Avustralya ABD ürünleri bağımlısı yapabilir mi, o da belli değil. Japonya, arabasıyla bilgisayarıyla ABD’yi kaç kere tuş etti tersine.

Sonuç: Gelecekbilim geçmişbilimden ders alarak tasarlanır ve uygulanır.

Nasıl ki 2000 Askeri Stratejisi tuş olduysa, bizce ABD’nin bu ekonomik gelecekbilimi de tuş olacaktır.

Hisarcıklıoğlu’nun ABD’nin dümen suyunun izlenmesi önerisi de hiç yeni bir öneri değil, 30 küsur yıldır zaten öyleyiz. İşe yarasaydı, çoktan yarardı.

Yani: Kılavuzu ABD olan Türkiye’nin sonu külliyen mafiş...