Pazar, Nisan 29, 2012

Dr. Jekyll and Mr. Hide = Dr. House and Mr. Holmes


Giriş

Filmlerin künye bilgileri linkleri:

En son ‘Dr. Jekyll and Mr. Hide’ (2008):


Dr. House (2004-2012)


Son 2 ‘Sherlock Holmes’ (2009 ve 2011):



Geliştirme

Herhalde bu durum sinema tarihinde ilk kez görülüyor:

Sinemadaki bir tipleme, daha önceki sinemadaki ve romandaki bir tiplemeden esinlenip, onu serbestçe aşırı yorumluyor (Dr. House).

Ardından, birinci tiplemenin yarattığı toplu bilisizlik (ki bunun bilinçlice yapılmamış olduğuna ikna olduğum anlamına gelir ki yeni bilgiler bu düşünceyi değiştirebilir), sonucu etkilenen sinema altkültürünün orijinal ve ikinci tiplemeyi yeniden yorumlayıp çekerken, birinci ve kopya tiplemeyi (Sherlock Holmes) yeniden ve aşırı yorumlaması.

Bu kadarını gerçekten post-modernizm bile akıl edemezdi ama post-4-modernizm / post-5-modernizm ve 2. Sinema akıl etti.

Bir söz dilinin ve/ya sanat dilinin soyutlama düzeyinin yüksek sayılabilmesi için, onun kendi hakkında düşünce üretebilmesi gerekir ama bunu bilinçlice yapacak diye bir kuralımız henüz yok.

Gelelim tüm yorumlamalara:

Diziler artık düşünce üreten ve problem çözen duruma evrileli beridir, tuhaf bir biçimde kitleler tarafından daha çok izlenmeye başladı, Türkiye’de bile.

Bu durumda, o dizileri açıklayan kitaplar yayınlanmaya başladı.

Ve gördük ki diziyi yaratanlar da, yorumlayanlar da, popüler kültürün belli yorumlama gerçekliklerini tanımıyorlar. Ya da başka bir deyişle kendi eserlerini yanlış yorumluyorlar ki bu aşırı bir yorumdur.

Bloch’tan ve Huizinga’dan 100 yıl sonra bu tuhaf kaçıyor.

1’i 2’li olmak üzere, 2 kahramanın da ortak yanı şu:

Çok fazla düşündükleri için, zihinsel ve duygusal sorunları var. Ancak bu sorunlar çözülebilir olmanın çok ötesinde: Normal bakış açısıyla tedavi gerektiriyor durumda. (Bu, normal faşizmini aşan bir ideoloji: 1. Sanayileşme’nin ölümünü ve 2. Sanayileşme’nin doğum sancılarını imliyor.)

Bu anlayış, taa romantiklerin intiharperver 19. Yüzyıl’ından kalma köhne bir anlayış.

İnsanlar düşündükleri için sorunlara sahip olmazlar, diğer insanların hiçbiri düşünmediği için sorunlara sahip olurlar.

O nedenle de Dr. House ve Mr. Holmes, sürekli eksizekalı ve eksi bilgili birilerine açıklama yapar dururlar.

Oysa bizzat Dr. House’ın çok güzel ifade ettiği üzere:

Tıpkı hukuk ilkeleri gibi, bazı bilgiler ve düşünceler varsa, onları bilmeseniz de, onların getireceği sorumluluktan kurtulamazsınız. Eh bu açmaz, tıp ve (Holmes’ın polisiye yönüyle ilgilendiği) hukuk (yani ölümcül-yaşamcıl ayrımdaki) sorunlarda daha da apaçık ortadadır, yani aslında durum en sıradan durumlarda bile apaçık ortadadır ama neyse.

Karşılaştır ve Karşıtlaştır (Compare and Contrast)

Dr. House                                              Holmes

Sür-rasyonel                                         Duygusal (sub-rasyonel)

Apolitik                                                  Politik

Ateist                                                     ? = (Agnostik ?)

Bağımlı                                                   Bağımlı

Zeka: 9/10                                              Zeka: 7/10

Bilgi: 9/10                                               Bilgi: 11/10 (abartı)

Yalnız                                                     Potansiyel eşcinsel

İyi İngiliz aksanı                                   Kötü İngiliz aksanı

Aksiyonsuz                                           Aksiyonlu

Vital-fatal: 10/10                                    Vital-fatal: 7/10

Alter ego: Amber                                 Alter ego: Watson

Sonuç

Bu metnin başka çıkarımları ve bağlantıları da olacak. Bu açıdan bu metin, bir proto-hiper-tekst oldu. Burada görülen, yalnızca giriş-çıkış bağlantı çerçevesidir.

Tüm örnekler, sinema tarihinden başlayarak toplanırsa, menzili 2. Sinema’yı aşan potansiyel bir sonuç sergilendi demektir. Tüm o filmleri tasarlayan temel kişilerin bunu biliyor olması imkansıza yakın bir olasılık.

Yorumbilim yeni tanımlar kazandı.

Estetik yeni tanımlar kazandı.

Sinema yeni tanımlar kazandı.

Avangard yeni tanımlar kazandı.

Epistemoloji yeni tanımlar kazandı.

Perşembe, Nisan 26, 2012

Sinemasal Neo-Sistematikler


5 neo-sistematik tanımlaması deniyoruz:

1.        Kısa film olarak; bilgisayar oyunu demosu, reklam, klip, jenerik.

2.        Her tür tanımıyla oyun olarak film praksisi. (Oyun pazarının yavaş yavaş film pazarını geçmesi.)

3.        Çizgiroman, çizgifilm, film, ticari kart, oyuncak praksisi.

4.        Resim, fotoğraf, (çizgiroman dahil) grafik, film praksisi.

5.        Epistemoloji dalları olarak sanat dalları.

Her 4 konu hakkında da makaleler yazdık.

1.        Kısa Film Olarak Jenerik, Demo, Klip, Reklam (Sinema ve Kuram) (Buraya 2005 sonrası TV dizilerini de eklemiş oluyoruz, bakınız 5. örnekleme.)

2.        Bir Post-Film Örneği Olarak Film-Oyun (Post-Sinema)

3.        Çizgiroman Ticari Kartlarının Kültürolojisi (Çizgiroman)

4.        Fotoğraf, Resim ve Çizgiroman (Çizgiroman)

5.        ‘Lie to Me’: Problem Çözücü Diziler (Post-Sinema)

Bunlar eksik olarak da olsa, İkinci Sinema’nın fraktal dış sınır tanımlarını içeriyor.

Çıkarsamalar ve önkoyutlar:

Bu tanımlarla, post-modernizmin savunduğu epistemolojik muğlaklığın, aslında çokdisiplinliliğe geçişteki bir belirsizlik dönemi olduğu gerçeği mevcut oluyor.

Tekdisiplinlilik, çokdisiplinlilik ve disiplinlerarasılık yeni tanımlar kazandı. Örneğin, aynı disiplinlerarası sanat eseri, ait olduğu sanat dallarında, farklı (realizm veya sürrealizm gibi) epistemolojik / estetik düzeylerde / ekollerde olabilir. Bu durum daha önce de vardı ama kayda geçmemişti. Örneğin, modern resimle modern dans eşzamanlı ortaya çıkmamıştı. Bunun tersi de rahatça çıkarsanabilir.

Bunların hepsi de, gelecekte bir süreliğine kalıcı olarak uzun dönemde yine değişecek olarak, yeni sistematik tanımlara doğru yol aldğımızı imler. Örnekse, fotoğraf 1850, sinema 1995, modern dans dalı olarak buto 1970 tarihli / momentli. Yukarıdakiler 2010 momentli. En geç 2020’de yeni tanımlar gelir.  1995-2010 arasında trans-sinema, yeni sinema ve post-sinema yaşandı bile. İkinci Sinema’nın ilkede olsun tamlaşması, en erken 2015’te olabilecek gibi görünüyor.

Salı, Nisan 24, 2012

Novaya Zemlya




Künye: Yönetmen: Aleksandr Melnik, Senaryo: Arif Aliyev, Oyuncular: Konstantin Lavronenko, Andrei Feskov, Marat Basharov. 2008, 119 dakika.


‘Novaya Zemya’ Rusça’da ‘yeni bölge’ demekmiş. Kuzey Denizi’nde Rusya’nın aynı adla tanınan 2 adası da vardır.

Film sınırları ve eksikleri olan bir filmdi.

Yine de, yaşam ve ölüme ilişkin limit bilgiler veriyordu.

Gelecekte bir zaman Rusya’da, idam cezası kalktığı için, çok kalabalıklaşan müebbede mahkumların 200 küsuru bir deneye tabi tutulur. Götürülüp, Kuzey Kutbu’na yakın bir bölgeye bırakılır. Mevsim henüz yazdır ve güneş hiç batmaz.

İlk gruplaşma daha gemide başlar: Müslüman Çeçenler, ayrı ayrı hücrelerde hapsedilmiş olsalar da, birbirleriyle iletişime geçerler ve ötekilerle kavga ederler, çünkü onlar ne de olsa teröristtir, ötekilerle anlaşamazlar.

İlk maraza da gemide çıkar.

Sonra hepsi bölgeye bırakılır. Hepsinin kolları kilitlidir ve anahtarları da uzağa bırakılır.

Çeçenler azınlık olsalar bile, bölgede ilk gruplaşmaya ve atağa yine giderler, çünkü ilk önce anahtarları alıp, öldürülmekten kurtarılmak istemektedirler.

Hristiyan mahkumlar onları öldürür.

Buraya kadarki planlarda ilginç olanlar şunlardı:

En ihtiyar Çeçen hiç konuşmaz, hiç kımıldamaz. Ölürken bile susar.

Bunun anlamı şu: Ruslar bir biçimde Müslümanlar’ın şehadete inanılmaz bir sükunetle gidişine saygı duymayı öğrenmişler. Başka bir filmde de, yine ölüme mahkum ve bir tuzaktan çıkmak isteyen ve istemeyenler arasındakiler yüzünden, birbiriyle savaşan bir grup komandodan Müslüman olanı, kendini öldürtür, yani şehadeti gönüllü kabullu eder.

Yine ana film:

Bu kargaşa sırasında, filmin baş kahramanı olan kişi kaçak ve tek başına bir yerlere sığınır. Avcılık yaparak yaşar ama sonunda yakacak bulamaz.

Bu sırada, mahkumlardan biri de onu bulmuş ve onun yanında kalmaya başlamıştır. İkisi de çok üşüyünce, gruba kömür çalmak için geri dönerler ama yakalanırlar.

Ortaya çıkar ki, onların başına gelen herkesin başına gelmiş ve erzaklar bölgedeki fareler tarafından azaltılmıştır. Bu durumda en güçlü kişi, ölümcül bir yarışla o gün ölecek kişinin belirlendiği bir sistem kurmuştur. Sona kalan öldürülür ve yenir.

Tam da yamyamlığa geri döndüğümüz bir dönemde bu filmin yapılması çok ilginç. Ruslar, hem 1. Dünya Savaşı’nda (kaynak Hasan İzzettin Dinamo’nun kayınpederi), hem de 2. dünya Savaşı’nda, o ünlü Stalingrad savunmasında, epeyi yamyamlık yapmışlardır.

Kahramanımız, kendine yandaş toplayark, onların yardımıyla, yamyamlığı yaratanı öldürerek yamyamlığı durdurur. Az kalan yiyeceği dağıtır ve bir sonraki sevkiyatı beklemeye başlarlar.

O sırada kahramanın bulduğu, düşmüş deniz uçağını tamir etmeye başlarlar.

Sevkiyat gelir.

Bir sürpriz vardır:

Bu kez 50-60 kişilik ABD’li ve önemli bir bölümü zenci olan bir grup daha bırakılır.

Kahramanımız, karşı grubun liderine elini uzatır ama karşısındaki elini bile uzatmaz.

Yankiler doğrudan bunlara saldırırlar.

Deneyi yapanlar, en üst yöneticinin kararıyla, hepsini katleder ama kahramanımız 3 kişiyle daha kurtulur. Ancak, filmin kurgusu nedeniyle, kaçılan uçağın düşüp düşmediği anlaşılmaz.

Sonuçta, kademeli olarak 4 savaş ve 3.-4. arasında kısa bir barış vardır, hani 5.000 yıllık tarihte yalnızca 50 yıl tam barış olması gibi.

Filmde konuşma çok azdı.

Ruslar’ın daha Sovyetler çökmeden önce de var olan, tam Stalinavski tarzı diyemeyeceğimiz ama hem natürel, hem metafizik olabilen türden, Tarkovski’nin de çok iyi kullandığı bir oyunculuk tarzı var.

Absürd var. Dehşet var. Ancak herşey aşırı olağan. Herşey çırılçıplak görünüyor. (İngilizler benzeri bir oyunculuk sergilerler ama onlarınki süslüdür, Ruslarınki aşırı sade.)

Tabii olağan gerçekleşir: Çar’ı da Sibirya kullanan, Stalin’i de Sibirya kullanan bir ülkenin cehennem tasarımı da kutup olur o zaman, Müslümanlar’ınki gibi çöl değil.

Filmi seyrederken çenem düştü. Artık sinemada öyle düşünceler açıkça dilegetiriliyor ki anti-hümanist olan benim düşüncelerimi bile aşan durumlar ortaya çıkıyor.

Film boyunca 300’e yakın kişi ölüyor. 200’ü aşkını birbirini çıplak elle veya doğada bulduğu taşla filan öldürüyor. İnsanların cinayet moduna geçişini, Holywood bu kadar açıkseçik hiç gösteremedi, seri katilli olan filmlerde bile. ‘Katil Doğanlar’ bunun yanında çocuk oyuncağı kalıyor.

Bu filmde öldürmek o kadar doğal, o kadar gerçek ki, yemekten ve seksten daha yakın bize...

Daha önce dediğimi, bu film açıkça ortaya koydu:

Ölümüne kadar delice savaş, kimin sağ kalacağı hiç belli olmaz...

Dipnot:

Mecazımız da şu:

Coğrafya’da ‘Novaya Zemlya Etkisi’ denilen bir ışık olayı var: Güneş olağan olarak doğduğu süreden daha önce doğmuş ve çizgi veya kare biçiminde görünüyor. Bu durum ilk kez bu adalarda gözlendiği için, olaya bu ad verilmiş.


Evet, önümüzdeki kısa gelecek zamanda, batmış olan ‘tarihin güneşi’nin doğduğu böyle sanılacak.

E, bir de tabii ki ne varsa, ekstremofillerde var.

Pazartesi, Nisan 23, 2012

Wallerstein ve 12 İlkesi ve Şerhleri


Alıntı: Dünya Sistemi, İmge Kitabevi, 2003, sayfa: 385-386.

12 ilke:

1.        Kapitalist dünya ekonomisinin motor gücü olan kesintisiz sermaye birikimi.

2.        Uzamsal açıdan eşitsiz bir alışverişin doğurduğu merkez-çevre gerginliğini içeren omurga niteliğindeki işbölümü; bu eşitsiz alışverişin Arguri Emmanuel’in tanımladığı gibi olması zorunlu değildir.

3.        Yarıçevresel bir bölgenin yapısal varlığı.

4.        Ücretli emeğin yanısıra ücret-dışı emeğin önemli ve sürekli rolü.

5.        Kapitalist dünya-ekonomisinin sınırlarının egemen devletlerden oluşan devletlerarası sistemin sınırlarıyla çakışması.

6.        Bu kapitalist dünya ekonomisinin kökenlerinin 19. Yüzyıl’dan daha eskilere, olasılıkla 16. Yüzyıl’a yerleştirilmesi.

7.        Bu kapitalist dünya-ekonomisinin dünyanın bir bölümünde (büyük ölçüde Avrupa’da) başladığı ve daha sonra birbiri ardından gerçekleştirilen ‘sistemle bütünleştirmeler’ aracılığıyla yerkürenin tümüne yayıldığı görüşü.

8.        Tam anlamıyla meydan okumayla veya hiçbir meydan okumayla karşılaşmaksızın, hegemonya dönemleri yaşayan hegemonik devletlerin bu dünya-sistemindeki varlıklarının görece kısa ömürlü olduğu.

9.        Tümü sürekli olarak yaratılan ve yeniden yaratılan devletlerin, etnik grupların ve ailelerin, türlerinin ilk örneği olmaması.

10.     Sistemin örgütleyici ilkeleri olarak, ırkçılığın ve cinsiyet ayrımcılığının önemi.

11.     Sistemi aynı zamanda hem çürüten hem de güçlendiren sistem karşıtı hareketlerin doğuşu.

12.     Sistemin doğasında bulunan çelişkileri açığa çıkaran çevrimlerin ritmleri ve sürekli eğilimleri içeren ve şu anda yaşamakta olduğumuz sistem krizinin nedenlerini açıklayan bir düzenek.

12 şerh:

1.        Kesintisiz sermaye birikimi, bir tek altın türü uzun dönemli  saklanabilir değerli metaller için sözkonusudur ama Wallerstein’ın kastettiği sermaye, toprak rantı olmadığı gibi, değerli metal rantı da değildir. Jentrifikasyonlaştırılan büyükkentlerdeki üssel toprak rantı da kastedilmiyor. Bildiğimiz sanal sektör kastediliyor ki o da habire çöker durur.

2.        Bir: Alışveriş, oyun kuramı gereği % 90 olasılıkla sıfır toplamlı olmayan bir oyundur. Çünkü 2 taraftan birinin göreli kazancının yüksek olması olasılığı çok yüksektir ve öbür taraf bunu bilemeyebilir (zaten ticaretin birincil amacı, savaştan daha karlı bir alışveriştir). İki: Merkez-çevre ilişkisi, tamama yakın raslantısal, çoğunluk rasgeledir. Örneğin, 1500’den sonra İspanya’dan İngiltere’ye, 1750’den sonra İngiltere’den ABD’ye güç odağı kayışının öyküsü gibi.

3.        Biz buna sistem-dışılık diyoruz. Emperyalist kuramcı Barrett de öyle diyor ve onları asimile etmeye çabalıyor ama yine de başaramıyor: 65 yıl ABD hegemonyası, % 50’den az başarı (ayda bir internete giren 1,5 / 7 milyar nüfus oranı asıl çekirdek kazanç nüfus kesimi).

4.        Biz buna da ekonomi-dışı ekonomi diyoruz, kayıtdışı ekonomi değil. Ekonomi-dışı ekonomik değerler her zaman yüksek olmuştur. Buna bir de boş zamanlarda yaratılabilen ekonomik artı-değerli icatları katarsak, ekonomi-dışı (kayıt-dışı ve kayıt-iç dahil) ekonomi ekonomi-içi ekonominin boyutlarını geçer.

5.        Tarihi artık 5.000 yıllık sayıyoruz. Batı’yı 1500 veya 1750 başlangıçlı almak, sonucu etkilemiyor. Sonunu da 1950 veya 2000 almak sonucu etkilemiyor.

6.        Bir tane sonul makro öğe olması matematiksel limit olarak makul. Bunun Batı olması, onun ne kadar Batı olduğunu sorgulamamızı durdurmuyor. (Batı ancak 1500’te tam Batı oldu ve 1945’te artık Batı eksik Batı idi.)

7.        Dünya sistemi modelleri, bütünleşme içermek zorunda değildir, çünkü zaten kendileri çöküş dönemleriyle tanımlıdır. Çok basit: Sibirya, doğal gaz bulanana kadar, 5.000 yıl boyunca dünya sistemi dışı idi, keşfi 20. Yüzyıl’da tamamlandı. Şimdi bir de küresel ısınmanın getirdiği artı tarım toprakları olabilir ama yeni bir buzul dönemi gelirse Sibirya yine devreden çıkar ve bu süreçler dünya sistemi modelinin kendisinden bağımsızdır. Yani bazı parçalar, sistemle hiçbir biçimde istatiksel karşılıklı ilinti içermez, Büyük Sahra sulananabilene kadar öyleydi, öyle ve öyle de kalacak.

8.        Buna en uygun karşı örnek Cengiz Han devletidir. Ayrıca, burada kastedilen tekkutupluluktur ve ABD’nin tekkutuplu dünyadaki beceriksizliklerine, fazlasıyla verisel bağlı bir saptamadır. Yine burada kastedilen şey, budanan ağaçların daha uzun yaşadığı gerçeğidir ama bazı ağaçlar kendini budayabilir ya da başka bir deyişle Roma ve Bizans’ı uzun yaşatan dış hegemonyalar kadar, iç hegemonya çekişmeleri de oldu.

9.        Bir, melezlemelerin safkanlılık yaratması ve tersi de imlenmiş oluyor. İki, etnik gruplarla ulusların fazla farklı olmadığı, örneğin homojen olmadığı ortaklığı kastediliyor. Bu ayrışmanın yapaylığı kastediliyor. Dolayısıyla, bunların o denli etkili parametreler oluşunun, insanların onların öyle olmasına ilişkin inancı olduğu gösterilmiş oluyor, din de böyledir.

10.     Buna hiçbir zaman katılmadım, çünkü global GSMH saptamaları % 10 oynarken, kadın ücretinin de erkek ücretinden % 10 oynamasını, o denli önemli bir kriter olmayabileceği düşüncesi burada mevcut ve geçerli.

11.     Marjinallerin toplumsal değişimlerin aşağı yukarı tümünü gerçekleştirdiği ve değişimi yaratanların değişimi isteyenler olmayabileceği gözlemi, bu konuda bizi ikircikli bırakıyor. Marjinalliğin isyanlarının sistemi ne zaman, nasıl, vd güçlendirip zayıflattığı, istatiksel açıdan zayıf ilintili kalıyor yani.

12.     Çevrimlerin ortaya çıkışı, aklımıza düzensiz devinimlerin düzenli, düzenli devinimlerin düzensiz devinmeler yaratığı kaotik modeller getiriyor.

Art-çıkarsamalar:

Böyle bir genel panoramada epeyi çatlaklar dizisi resimleyince, sistemin aslında hiçbir zaman bütünleşmemiş olduğu ortaya çıkıyor ve dünya sistemi ile dünya sistemleri pratik olarak bizim gözümüzde ayırtsızlaşıyor. Sistemin, tektonik plakalar gibi birbiriyle sürtünerek değişerek, birbirini iteleyen parçalar olması modeli de, kulağa mantıklı geliyor. Dolasıyla Batı’nın nasıl Batı olmayandan evrildiğini de açıklayabilir duruma geliyoruz.

Böylelikle, neo-globalizmin ve ‘dünya sistemicilik’in ayırtsızlaştığı koşulların dışına çıkmayı bir derece olsun beceriyoruz. Bize bu sıralarda en çok gereken farklı düşüncelerin eksodusu, 2 antitezin sentezi değil. Yani, tersine kompleks poliyalektik, diyalektik değil.

Sermaye birikimi, tarihin tüm dönemlerinde vardı ve belki 5.000 yıl, yani bir tarih daha var olmayı sürdüreceğe benzer ama kesin konuşamayız. İnsan-değil’in gelecekteki 5.000 yılının devletle ilintisini henüz bilmiyoruz.

5.000 yıllık dünya sistemi, limit görüngüye ancak % 50 oranında vardı. O nedenle harita hala belirsiz. Ancak bu genel sonucu (örneğin insan-öteyi) değiştirmeyecek. Yani tarihin nereye varacağı belirsiz, zaten gelecekbilim ilkeleri açısından da böyle, geçmişbilim ilkeleri açısından da böyle ve ikisinin bireşimi zamanbilim yapmıyor, dikkatleri bu duruma çekmek isteriz.

Tarihin nereye varacağının da önemi yok. Tarihi tarih ve devleti devlet yapan olumsuz nedenlerin pekala ayıklanabileceğini hep biliyorduk. Ayrıca, bunların ayıklanması (örneğin şiddetin ve savaşın önlenmesi) gerektiği (veya savaşın bazı durumlarda ekonomik zararsızlığı), sonucu belirsiz ve tümdengelimsel bir önerme olarak duruyor.

Evet, global kriz var ama biz onu düzeltmek veya düzelmesin istiyor muyuz?

Tarihe yapılan yüzlere, hatta binlerce yıllık sert müdahaleler, tarihte potansiyel gerilimler olarak yerleşti. Onların bir bölümünün tarihsel depremler yaratarak boşalmasında sakınca yok. İnsan türünün acı çekmesinde sakınca yok. O nedenle global kriz olmasında da şimdilik sorun yok gibi. Ön-insan türü, 1 milyon yılda 10 küsur kez Afrika’dan eksodus yaptı ve ancak 50.000 yıl önceki sonuncusu, şimdiki 5.000 yıllık tarihi yarattı (ayrıca tarih-önce ile tarih arasında sıkı geçişimler olduğu giderek ortaya çıkıyor, çünkü artık nerelere bakmamız gerektiği belirginleşiyor). Yani, insan türü birkaç kez tümüyle yok olma tehlikesi atlattı ama bu yeni kriz bunu içermiyor, vereceği zarar maksimum % 20 (1,5 milyar) global nüfus kaybı ve 500 yıllık bir duralama ki bunlar zaten daha önce de oldu ve tür evrilerek sürdü.

Böylelikle, tümdengelimsel olarak koyduğumuz ‘insan imkansızdır’ savımızı, yaklaşık 30 yıl sonra, bu modelde de ortaya koymuş oluyoruz. İnsan olmuş olduğu gibiliğiyle evrimsel bir çıkmaz. Ancak insan-sonra’lar onu değiştirecek. İnsan-sonra’lardan biri de hümanist barışı kalıcı olarak sağlayacak ve böylelikle Dünya ev-gezegeninin sonsuz dek radyoaktif olması engellenebilir. Şimdilik çok fazla kan davası var.

Liberalizm buydu galiba?:

Bırakınız öçlerini alsınlar, alabiliyorlarsa eğer, yoksa yine yenilirler, hep olduğunca.

Bir anti-marksistin gayet marksistçe davranarak, ezilenlere verdiği sonul şanstır.

Dipnot, metin çıkış ve hatta başka metine çıkma:

Wallerstein, 13. madde sayabileceğimiz biçimde, ayın metnin 386.-387. sayfalarında şöyle bir saptama yapar.

“Avrupa Orta Çağ dünyasıyla modern dünya modelleri arasındaki özelliğin rahatsız edici bir biçimde bulanıklaştığı...”

Bunu, Le Goff ‘Orta Çağda Entellektüeller’ eseriyle birleştirince, 2 sonuç ortaya çıkar:

Bir: Engizisyon-rönesans çakışıklığının Avrupa’da 4 + 4 kez ayrı yerzamanlarda yaşanmışlığına karşın, Asya’da en az 1 kez (11. Yüzyıl’da Maveraünnehir’de) çakışık / faz binişik yaşandığı durumu var ve bunu bu durumlar ve modeller açıklar duruma geliyor.

İki: Le Goff’un Orta Çağ Avrupa’sında dünyevi ve uhrevi bilgi ayrılırken, aynı zamanda entellektüellerin halktan kopup üniversitelerine / fildişi kulelerine çekilmelerinin de, çakışık / faz binişik yaşanması saptaması, kimi bu durumların biµrbirinden bağımsız yorumlanması / kabul edilmesi gerektiği ortaya çıkar.

2. dipnot: 1. dipnot tümüyle başka bir metnin konusu olsa gerekse de, bunun muhtemelen bu konuda yapılan ilk kezki bir saptama olması ve konuya entegre olması nedeniyle, buraya şerh ve ek düşüldü.

Pazar, Nisan 22, 2012

Ölüm Meta-Travması Kurmaca Örneği


Öykü:

‘Dr House’ın 5. sezonunun 5. bölümünde, biseksüel ve 10 yıl kadar vadeli ölümcül hastalığı olan bir doktor kadın, bir barda tanıştığı bir kadınla bir gecelik bir ilişki kurar.

Kadın onun evinde fenalaşır. Hastaneye kaldırılır. Hasta kadının aslında doktor kadının Dr. House’ın yanında çalıştığını bildiği ortaya çıkar. Ona tedavi olabilmek için, onu kullanmış gibi olur.

Kadına konulan teşhis 10 yıllık bir ömürdür. Doktor kadın hasta kadına kendisinin de 10 yıllık ömrü kalan başka bir hasta olduğu açıklar. Ölüm için kullandığı deyim, ‘seninle yarışıyorum’dur.

Sonra öyküde u-dönüşü olur ve hasta kadın iyileşir. Doktor kadın yine limitli ömürlü hasta olarak kalır ve bir gecelik ilişkilerine devam eder.


Çıkarsamalar:

Sınırlı ömrü olan biri travma yaşar. Sınırlı ömürlü biriyle tanışan kişilerin bazıları travma yaşar. (Ölüme mahkum hastaların yakınlarının davranışları, durumu inkardan ölene değil, kendine acımaya kadar değişen spekturmlarda seyreder.) Aynı zamanda bir paylaşım yaşar. Bu paylaşım ortadan kalkarsa, ölecek olan bir travma daha yaşar. Ölümden kurtulanların tamamına yakınının yaşamında hiçbir değişiklik olmaz.

Ölüme mahkumlara söylenen, fıkra gibiki ‘1 ayınız varsa, çocuk yapın; 1 yılınız varsa, kitap yazın’ deyişi, yine de bir ideoloji eksenini çizer.

İnsanların tamamına yakını kalcı hiçbirşey yapmaz. Kısa ömrü kalıp bunu öğrense bile. Ölümden kurtulsa bile.

Ölüm deneyimi çok ender raslanan, yazılı kayıtlarına daha da az raslanan bir durumdur. Bizde Memet Fuat’ın ‘Ölünceye Kadar’ı bir örnektir. O kitaptan Fuat’ın ölümü sonunda kendisinin seçtiği kanısına vardım ama bunu kanıtlayamam.

Sorun da bu zaten:

Ölüme karşısında hissedilenleri dilegetiren yazı bile yetersizdir. Elde yeterince yazılı kayıt olmadığı için, genellemeler yapılacak kadar genişlikte veri tabanı yoktur.

Ölümü kezlerce yaşamama karşın, ardından gelen travmalar ve bedensel bitkinlikler, benim bile deneyimlerimi yazmamın çoğunu engelledi.

Yazdıklarım, sonraki ikincil ve üçüncül yeniden yorumlu art-art-kayıtlardır.

Çok tuhaf ama bu çok az ölüm kayıtları bile bana, ölümsüzlüğün nasıl bir şey olduğunu düşünebilme yetisi vermeye başladı.

Örneğin, ölümsüzlüğün de ‘çok kez yaşanmış ölüm deneyimi’ gibi, bir tür özdeşsizlik yaratacağını gördüm. Ölümsüzler önümüzdeki 1.000 yıl daha azınlığın azınlığı olarak kalacaklar. Zaten insanların tamamına yakını ölümsüz yaşamayı da beceremez durumdalar, çünkü ölümlü yaşamayı beceremiyorlar.

Ölümsüzle,r 100.000 kitap yazmayacaklar kesinkes. Düşünce nakli 1.000 yıl daha mümkün olmayacağı için bu en konsantre düşüncelerin üretimsizliği açısından üzücü. (Düşünce nakliyle kastedilen, zihnin dijital kopyalanması değil, beynin yazılım-donanım bireşimindeki epistemolojik çkarsamalarının, yalnızca o beyne özgülüğünün şimdilik (diyelim yine 1.000 yıllık) kalıcılığı.)

O kurmaca örnek, bana bunları düşündürttü.

Cuma, Nisan 20, 2012

Meta-Travma: Ölümden Büyük Nedenli Travmalar


Önbilgi: Bu metin, Levent Mete’nin ‘Psikeart’ Sayı: 20’deki, ölüme mahkum bir kan kanseri hastasının yaşamının son evrelerinde, ona psikiyatrik rahatlatma verme sürecindeki yaşadıklarını anlattığı  makalesinin okunmasının ardından yazılmıştır. (Kendisini dil gücü ve dürüstlüğü için tebrik ediyorum.)


Ölüme kesinkes mahkumiyet durumu, en büyük travma nedeni kabul edilir ama ondan daha beterleri de vardır: Ölümü birden çok kez yaşamak bunlara bir örnektir.

Bunun bir örneği, toplama kampı psikolojisidir. Şerh: Ancak, toplama kampı kurtulanlarının bir bölümünün İsrail’i kurup, orada kendilerine yapılanlardan daha büyük zulümleri yapar olma ve bu zülumleri yapmayan benzerleriyle etkileşimi konusunda ortada pek çalışma yok ama en keskin kayıtlı psiko-sosyal örnekleri oluşturabilirler.

Diğer bir örnek, Stockholm Sendromu’dur. Teröristlerin aldığı rehinelerin onları haklı bulma psikolojisine sürüklenme süreçlerini tanımlar. Teröristlerle empati kurmanın patalojik bir bulgu kabul edilmesi, buradaki duyarlı noktadır.


Başka bir örnek, cephede sağ kalanların psikolojisidir: Kendi arkadaşlarının ölümüne ve kendilerinin sağ kalmasına bilinçaltında sevinmekten dolayıki suçluluk duygusu.

Öbür örnek kurmacadır: Peter Weir’ın ‘Korkusuz’ filminde, çok az kişinin kurtulduğu bir uçak kazasından kurtulan birinin kendini ölümsüz sanması ve kendini ölüm aşamasına sürükleme süreci anlatılır.


Öteki örnek de kurmacadır: Dr. House 4. sezon 16. bölümde, öleceği kesin olan bir doktor komadadır. Sevdikleriyle vedalaşması için, bikaç dakikalığına diriltilir ve hemen ardından ölür.


Doğrusal programlama açısından bakınca, bunlar epeyi geniş bir tanım alanını çevreleyen genişlikteki sınır vakalardır.

Bu satırları yazıyorum, çünkü bilgili birinin kestirebileceği gibi, kendim de birden çok kez ölüm tehlikesi deneyimi yaşadım. En son tevekkül aşamasına geldim. Ancak, her ölüme sürüklenişim başkalarının hatası nedeniyle olduğundan dolayıki hayret ve her kezinde tam tam sıfır-epsilon noktasından geri dönüş yaşantısı bir acaip yaptı beni: Meta-travmatik denebilir durumuma.

Dipnot. Sağ kalmanın utancı ya da sağ kalma sürecinde kendine yapılanların utancı, Museviler tarafından en büyük travma kabul edilir ve onu yaşayanlardan 2 kuşak sonraki torunlarda bile, intihar eğilim yarattığı önesürülür ki bunlar başka bir metnin konularıdır.

(20 Nisan 2012)

Çarşamba, Nisan 18, 2012

Psikoloji Perspektifleri

18 yaşımdan beridir tüm psikolojik ustalara negasyonla yaklaştım. Bu, ‘genel mantıksal negasyon tavrım’dan farklı ve fazla olarak, onların dogmatik faşizmine karşıydı. Hem birbirlerine, hem de hastalarına yaptıkları, toplama kampı psikolojisini zaman zaman aştı.

Ana akımların çatallanması, çeşitlilik açısından hoş, epistemolojik açıdan nahoş bir durum. Sonuçta, o kadar az insan tipi de yok, o kadar çok insan tipi de yok. Hiçbir psikoloğun tüm yaşlıların veya tüm çocukların birbirberine limit benzer durumda olmasına lişkin antropolojik yaklaşımda bulunduğunu okumadım. Bu konunun bireysel değil de, toplumsal insan bilimlerinin bilgi alanı içinde kalması eğlenceli.

Delilerin iyileştirilmesi yaklaşımı, hem bir ayral, hem de bir marjinal olarak beni çok sinirlendiriyor ve deli olduğunu kabul eden nadir delilerden biriyim. Bunun koşutunda, tüm toplumsal değişimleri marjinallerin yarattığı gerçeğinin de kayıtlı olması başka bir ironi. Yani, hem ineği kesiyorlar, hem sütünü sağıyorlar.

Geleneksel ‘id-ego-süperego’ veya ‘iç-orta-dış beyin’ yaklaşımlarını çok epistemolojik faşistçe bulduğumu hep belirttim, bir kez daha belirtmiş olayım. Aynı biçimde kadın-erkek ve sağ-sol beyin düaliteleri de beni sinirlendiriyor.

Felsefenin doğru formatta soru sorma biçiminin doğru yanıttan fazlasını getirdiği saptaması, psikoloji için fazlasıyla geçerli. 100 küsur yıldır zihin için doğru sorular henüz sorulmamış durumda. Adını andığım yukarıdaki paradigmalar da yanlış, soru sorma biçimleri de.

Trans-, post- ve meta-hüman’ın psikolojiye fiilen girip, fikren dışarıda bırakılması bir ikilem. Tedavilerde insan-değil kavramı (en azından öteki olarak) kullanılıyor ama psikoloji sözlüklerinde bu yok. Onun yerine hala her 2 anlamıyla da identifikasyon var.

Bunları süpürüp atınca, geriye neler kalıyor?

Öncelikle, birleşik bir zihinbilimin münkünlüğü. Klasik psikoloji disiplini ile bunu yaratmak imkansız. Ancak, psikoterapi ile psiko-analizin farklı ve kimi durumda karşıt şeyler olduğuna aymaları da iyiye işaret (bakınız ‘Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2011, Türkçe basım’).

Sonralıkla zihinbilimin bilim kılınması yolunun yürünmesi. Tarih bile tam bilim yapıldıktan sonra, zihinbilimin bilim yapılmasının ondan da sonraya kalması üzücü.

Burada korteks ile zihinin eşlenmesi ikilemi şimdilik ayrı bir disiplin olarak ele alınmak zorunda. Mantıksal açıdan bu 2 kategorinin realizasyon momentlerindeki farklılığın epistemolojik çelişkiler yaratabilecek düzeyde olması. Diğer bir deyişle eksik bilgilerin tammış gibi ele alınması, yanlış haritalamalar yaratıyor ki bu dünya coğrafyası haritalama tarihinde de gözlenen bir durum zaten.

Görüldüğü gibi, değişik disiplinlerden alınan düşünce ve akıl yürütme modelleri hala gerekli durumda.

Son olarak, monizm-düalizm düalizminin tutarsız değil, geçersiz olduğunu düşünüyorum ve bu konuda en az 3 makale yazmam gerekli. Bir: monizm. İki: dülazim. Üç: Her ikisinin monizminin ve düalizminin kompleks poliyalektiği.

Es ve nokta.

Salı, Nisan 17, 2012

İkinci Sinema Nedir?

İkinci Sinema, Birinci Sinema’nın ertesinde oluşan sinemadır.

Birinci sinema, 1895-1995 arasındaki yüzyılda tanımlıydı.

1985-2015 arasındaki 30 yıl, her 2 sinemayı da kapsayan içiçe geçmiş iki dönemli bir dönemdi: 1950-2000 arasındaki 2 (1. ve 2.) Sanayileşme sürecinin içiçeliği gibi.

Bu içiçe dönemde; trans-sinema, yeni-sinema, post-sinema örnekleri, peşpeşe ve içiçe olarak, kaotik kırınımlar biçiminde oluştu.

İkinci Sinema, 2005’ten itibaren sözkonusudur.

2015-2025 arasındaki sürede, tüm 5 sinema türünde örnekler sergilenmeyi sürdürecek. Birinci Sinema daha uzun süre, 3 kırınım küme daha kısa süre boyunca sürecek.

2. Sinema hala holografik sinemayı içermiyor. Teknolojik olarak mümkün ama şirketler ekonomik olarak onu karlı görmüyor ve 3D çeşitlemelerin karlılığıyla yetiniyor. Bu, aslında ticari muhafazakarlıktır: Yani, yeni ürün satılabilecekken, korkudan hala eski ürünü satmakta ısrar etmektir: Titanik’in 10 yıldan sonra bir de 3D olarak piyasaya yeniden sürülmesi gibi.

2. Sinema tiyatrodan bağımsızdır. (Ek bilgi: Televizyon dizisi, bu sıralar tiyatro oyuncularına büyük paralar kazanmak için olanak sağladığından dolayı, tiyatrocular sinemanın peşini biraz olsun bıraktı ve bu sayede sinema yıldızları da telvizyon dizilerinde rol aldı. Eskiden, dizi ve sinema oyuncuları genelde birbirinin alanından uzak dururdu.)

Kung-fu filmleri sayesinde, sinemanın şu sıralar en fazla içiçie olduğu diğer sanat alanı, dans koreografisi durumunda. Artık savaş filmlerinde bile döğüş koreografisi var. Bu, Pina Pausch’un 1984 Los Angeles Olimpiyadı’nda yüzlerce dansçıyı dans ettirmesi kadar kiteleselce-faşistçe ama başarıyla yapılıyor, bunu imlemek gerekli.

Sinemaya görsel ve işitselliğin dışındaki duyu-dillerin katımı böylelikle, en çok motor alanda kalıyor. Film seyrine tat ve koku katımı, şimdilik ticari görülmüyor., teknolojik olarak denendi ve mümkünlüğü görüldü.

Söz-dilinin öte dili olan matematik ve mantık dilleri giderek daha fazla sinemaya sokuluyor ve düşünce filmi, olabileceğinden yavaş olsa da, giderek varlığı kesin görünür duruma geliyor.

2. Sinema, 1. Sinema’nın 2 dünya savaşı ve 2 dünya devrimini ıskalaması yerine, onları aşan 4 makro-global krizle yüzleşecek ama etkileşim sonuçlarını henüz kestiremiyoruz. Yine de, Çin’in 1911’in ve 1949’un, Japonya’nın 1941 Pearl Harbour’un filmini yapmış olması, yeterince sağlam sinemasal dayanaklar. Yine de, krizler hala öngörülemezlik boyutlarında yer aldığı için. 2. Sinema’nın onları anlatmakta zorlanacağı kanısındayız. Eski Yugoslavya savaşlarının anlatımı çok ironik ve çaprazdı örneğin.

Diğer sanat dalları öncülüğünü azalttığı veya yitirdiği için, 2. Sinema, 1. Sinema’dan sonra da, sinemanın öncü bir sanat dalı olarak sürmesini sağlayacak.

Gerisi henüz gelecekbilimsel belirsizlikte kalıyor.

Perşembe, Nisan 12, 2012

Beşinci Eksodus

İnanılmaz sıradan bir yaşamım olacaktı, en azından gençken benim kadar zeki olan 2 erkek kardeşimin öyle oldu.

Birinci eksodus, 1974’te AFL ile geldi.

İkinci eksodus, 1977’de BÜ ile geldi.

Üçüncü eksodus, 1989’da YTÜ lisansüstü ile geldi.

Dördüncü eksodus, 1999’da bedelli askerlik ile geldi.

Beşinci bir eksodusa daha gereksinimim var, yaşamım tümüyle açmazda.

Tüm şanslarımı tükettiğimi düşünüyordum ama 2010 Kasım ürtikeri ve 2011 Mart köpek ısırması, artı birkaç yaşıtımın ölmesi ile negatif şanslar yasası, bana biraz pozitif şans daha biriktirmiş oldu.

Ona gereksinimim var, şansa, azıcık şansa, çok az şansa.

Yoksa, beni hiçbirşey kurtaramaz, ben bile...

Çarşamba, Nisan 11, 2012

İkinci Sinema Nedir?

İkinci Sinema, Birinci Sinema’nın ertesinde oluşan sinemadır.

Birinci sinema, 1895-1995 arasındaki yüzyılda tanımlıydı.

1985-2015 arasındaki 30 yıl, her 2 sinemayı da kapsayan içiçe geçmiş iki dönemli bir dönemdi: 1950-2000 arasındaki 2 (1. ve 2.) Sanayileşme sürecinin içiçeliği gibi.

Bu içiçe dönemde; trans-sinema, yeni-sinema, post-sinema örnekleri, kaotik kırınımlar biçiminde oluştu.

İkinci Sinema, 2005’ten itibaren sözkonusudur.

2015-2025 arasındaki sürede, tüm 5 sinema türünde örnekler sergilenmeyi sürdürecek. Birinci Sinema daha uzun süre, 3 kırınım küme daha kısa süre boyunca sürecek.

2. Sinema hala holografik sinemayı içermiyor. Teknolojik olarak mümkün ama şirketler ekonomik olarak onu karlı görmüyor ve 3D çeşitlemelerin karlılığıyla yetiniyor. Bu, aslında ticari muhafazakarlıktır: Yani, yeni ürün satılabilecekken, korkudan hala eski ürünü satmakta ısrar etmektir: Titanik’in 10 yıldan sonra bir de 3D olarak piyasaya yeniden sürülmesi gibi.

2. Sinema tiyatrodan bağımsızdır. (Ek bilgi: Televizyon dizisi, bu sıralar tiyatro oyuncularına büyük paralar kazanmak için olanak sağladığından dolayı, tiyatrocular sinemanın peşini biraz olsun bıraktı ve bu sayede sinema yıldızları da telvizyon dizilerinde rol aldı. Eskiden, dizi ve sinema oyuncuları genelde birbirinin alanından uzak dururdu.)

Kung-fu filmleri sayesinde, sinemanın şu sıralar en fazla içiçie olduğu diğer sanat alanı, dans koreografisi durumunda. Artık savaş filmlerinde bile döğüş koreografisi var. Bu, Pina Pausch’un 1984 Los Angeles Olimpiyadı’nda yüzlerce dansçıyı dans ettirmesi kadar kiteleselce-faşistçe ama başarıyla yapılıyor, bunu imlemek gerekli.

Sinemaya görsel ve işitselliğin dışındaki duyu-dillerin katımı böylelikle, en çok motor alanda kalıyor. Film seyrine tat ve koku katımı, şimdilik ticari görülmüyor., teknolojik olarak denendi ve mümkünlüğü görüldü.

Söz-dilinin öte dili olan matematik ve mantık dilleri giderek daha fazla sinemaya sokuluyor ve düşünce filmi, olabileceğinden yavaş olsa da, giderek varlığı kesin görünür duruma geliyor.

2. Sinema, 1. Sinema’nın 2 dünya savaşı ve 2 dünya devrimini ıskalaması yerine, onları aşan 4 makro-global krizle yüzleşecek. Çin’in 1911’in ve 1949’un, Japonya’nın 1941 Pearl Harbour’un filmini yapmış olması, yeterince sağlam sinemasal dayanaklar. Yine de krizler hala öngörülemezlik boyutlarında yer aldığı için. 2. Sinema’nın onları anlatmakta zorlanacağı kanısındayız. Eski Yugoslavya savaşlarını anlatımı çok ironik ve çaprazdı örneğin.

Diğer sanat dalları öncülüğünü azalttığı veya yitirdiği için, 2. Sinema 1. Sinema’dan sonra da sinemanın öncü bir sanat dalı olarak sürmesini sağlayacak.

Gerisi henüz gelecekbilimsel belirsizlikte kalıyor.

Karton-Çizgifilm

Bu yöntem, eski bir çizgifilm yöntemiydi, maliyeti ucuzlatırdı.

Bu kez 21. Yüzyıl’da ‘Ghost Rider 2’de kezlerce ve ‘Rango’nun kapanış jeneriğinde bir kez ve hepsinde çok başarıyla kullanılmış.

Bu, siyahbeyaz filmin renkli film dönemine geçildikten sonra, farklı anlatı tarzları için, başarıyla kullanımasına benzer, aynı zamanda balisetin hala Kalaşnikof denli, hatta sessizliği nedeniyle, geceleri ondan daha işlevsel olabilmesi gibi.

Dijital katkıyla karton-çizgifilm yapmak çok kolay. Dolayısıyla onun bugünkü tüm olanaklarını henüz görememiş durumdayız.

Buradaki 2 örnekten, düşüncedeki metafor silahı için en uygun sanatsal yöntemlerden biri olabileceği ortaya çıktı.

Tarihsel bir çöküş ve daha büyük bir geçiş dönemindeyiz: Tüm yeni ve eski düşünce silahları, hatta silahsız savaş bizi kurtaracak. Hepsi de, bir kez daha elden geçirilmeli ve bilenmeli.

Butoh ve Tanztheater Banalitesi

Buto Japon modern dansıdır.

Tanztheater Alman modern dansıdır.

Dönem olarak 2. Dünya Savaşı ertesi, 1980’ler, post-modern dönem, Soğuk Savaş dönemi olarak farklı yaklaşımlarla sıfatlandırılan bir dönemde yükseldiler ve indiler.

Yükselme elitleşme idi, iniş banalizasyon. Daha doğrusu tam tersi.

Burada kültürel süblimasyondan söz edilmiyor, faşizmin aşırı bayağılığından elit ürünler çıkarmak kastediliyor.

Ancak bazı şeyler aslına rücu eder. Japonya ve Almanya da, butoh ve tanztheater da öyle oldu.

Japonya dünya mazlumu yerine, dünya zalimi oldu.

Almanya ise, 2 dünya zalimliğine karşın, dünya mazlumu omadan üçüncü kez dünya zalimi oldu. Slovenya’yı hemen tanıması nedeniyle, fazladan 10.000 kişi öldü. (İnsan ölmesine pek karşı değiliz ama faşizm nedeniyle ölmesine ilkede karşıyız.) Bu Birleşik Almanya faşizmini Fassbinder’in öngördüğü önesürülür.

Yine birbirine karşıt olarak, buto patriyarki, tanztehater matriyarki nedeniyle bayağılaştı.

Yani, bir zamanlar birleşen yollar artık ayrılmış oldu. Zaten dünya hegemonyası AB’den ve ABD’den Asya’ya kaydı ve Japonya dünya zalimi olarak yeni dünya lideri olmak istiyor ama bunun için gereken toplumsal libidosunu 1970’lerdeki ekonomik ve 1980’lerdeki ‘buto-anime-Miike’ atağıyla tüketti.

‘Battle Royal 1-2’nin açıkça saptadığı gibi, ortalık küçüklerin kazanmasına uygun duruma geldi ama ortalıkta öncü küçük ülkesel kültür aday adayı bile yok. (Türkiye küçük değil, orta boy aday adayı olabilir.)

O nedenle sentez veya praksis oluşamadığı için, dekadans oluşuyor ve banalite dekadansın fenomenlerinden yalnızca birisidir.

Global bir çöküş ve fermentasyon dönemine yol aldığımız, hatta içine çoktan girmiş bulunduğumuz kesinleşti. Dolayısıyla, buto ve tanztheaterin bu yeni durumu, genel durumu daha da kötüleştiriyor. Oysa ki bunlar, 1980’lerde post-modern ayırtsızlığa karşı işlevsel 2 sanatsal / kültürel panzehir durumunda idi.

Dans bitti. Koreografi bitti.

Dolayısıyla yeni elit danslar zamanı. O kadar.

Anımsayalım: Bosch gerçek engizisyonun karanlığının ve bayağılığının içinden gerçek bir elit ışık olarak bugüne dek 500 küsur yıl boyunca yükselip geldi.

(5 Nisan 2012)

Perşembe, Nisan 05, 2012

Elit Sanat Nasıl Banal Olabilir?

Sanat elit sayılır, gündelik yaşam banal.

Ancak, elit sanat ürünleri de banal olabilir.

Özellikle güzele çok yüklendikleri zaman.

Neden?

Banal gündelik yaşamın ürünlerinden olan mankenlerin gösterdiği üzere, güzellik çok ender raslanan bir şeydir. Gerisi ‘photoshop’tur. O da yalan söylemek, dezenformasyon ve banaldir.

Dezenformasyon neden banaldir?

Çünkü Bilgi Çağı’ndayız.

Çünkü aynı zamanda tarihin bir çöküş ve geçiş dönemindeyiz. Bu dönemde genlde en çok yalan söyleyenler kazanır ve güzel, bir yalandır: Holywood ve Yeşilçam yalanı.

Çünkü güzel süperegosaldır, faşizm de öyle, onu uygulayan Prusyalı subaylar da öyle, onlar da güzele çok düşkündü, örneğin Wagner’in güzel müziği gibi.

Yalan söylenmediğini varsayalım:

Güzel tek başına, çıplak olarak var da, güzel ne işe yarar?

Hislendirmeye.

His yerine, düşünce gereken Bilgi Çağı’ndayız.

En kitlesel ve bayağı ürünler verilen sinemada bile, düşünce filmi ble yapılabilirken; modern dansı da, klasik baleden sonra, güzel hissine hasretmek bayağıdır, aşağılıktır, yalandır.

Banal Nedir?

Türkçe’de günlük kullanımda, ‘bayağı ve adi’ demektir.

İngilizce’de şunlar demekmiş:

“devoid of freshness or originality; hackneyed; trite.”

http://bonniedean.ca/2011/10/banalogy/

“Tazelikten veya özgünlükten kaçınma; basmakalıp, klişe, bayat.”

Redhose İngilizce-Türkçe sözlük.

“sıradan, .ayağı, basmakalıp.

http://translate.google.com/

Bunların hepsinin aynı şey sayılması, yani olumsuzlanması ama gündelik yaşamımızdaki aşağı yukarı tüm şeylerin banal olması çok ilginç.

Hazır giyimin en pahalı formlarının tamamına yakını banaldir, en sıradan formlarının da.

Sanırım konu, taze (yeni ve farklı) ve özgün olana geliyor. İnsanların banal olmak için bunlardan kaçınması gerekmiyor; kaçınmasalar da yine banal olmaya varıyorlar; çünkü banal olmayan, yani özgün çok ender. Ayrıca toplum, öyle habire yeni yapılan şeylerden hiç hoşlanmaz, belli bir ataleti vardır.

Yani sorun, aşağılık olmakta değil, aşağılık olarak kalmakta.

Bu, bize neden kültür ve tarihin neden ‘olduğu gibi olduğu’nu da açıklar: Bir kez büyük sayılar kuramına bağlandınız mı, o hep işler. Büyük sayılar kozmos için geçerlidir, kaos için değil. Kaosta, % 10’dan fazla belirsizlik gerekir.

Burada önemli bir nokta daha var:

Değişim, belirsizlik de demek olduğu için ondan çokça kaçınılır: İnsanlar, dibinde canavar oldukları bir kuyuya, ne olduğunu bilmedikleri bir kuyudan daha rahat inerlermiş.

Bu, bize evrimden kalan ve tuhaf bir biçimde metamorfoz geçirmiş tuhaf bir nitelik.

Ben bunu genel olarak, toplu bilisizliğe yerleşen, son 3 milyon yıllık anayurt Afrika’yı kezlerce terklerin tamamına yakınının başarısız olmasına ve başarılı olan tekinin de fazla başarılı olup, insanın orman, dağ, kutup gibi acaip bölgelerde yaşamasına izin verip, onun ve kültürünün daha da acaipleşmesini sağlamasına bağlıyorum.

Sonuçta, onlardan sonra, sonul olarak varılan kent yaşamı ise daha acaip, çünkü toplumsallık orada bir kölelik durumunda. İnsanlarsa, hala 10 metrelik bir güvenlik çemberi gereksiniyor ama kent yaşamı buna izin vermiyor. İnsanlar bugünün büyükkentlerinde kendilerini tehdit altında hissediyorlar ve dost-aile imajı / menzili ile örtüşüyor.

Diğer bir deyişle, insanın tüm kültürel evrim aşamaları hep banalliklerle dolu. Bunun bir tek çıkarımı var: Büyük sayılar kuramının işlemesi için gereken süre hala dolmadı. Yani, insanlar banaldan yana daha çok yalpa vuruyorlar ama eğitim süresinin artması, vd nedenleriyle bu durum, 5.000 yıl sonra filan kalıcı olarak nitelikli kültürden yana değişmiş olacak.

Sonuçta, resim tarihine bakmak yeterli: Taş Devri’nin resim dahilerinin resimlerini, bugün ilkokul çocukları yapabiliyor, hem de yine istatiksel yineleme kümeleri içinde.

Tabii ki bu gerçek, banali katlanılır kılmıyor.

Çarşamba, Nisan 04, 2012

Karşılaştırmalı Banaloji = Bayağıbilim

Mutfak

Çinliler neden dolmayı icat etmedi?

Hintliler neden dolmayı pirinç yerine, patates ve peynerlie dolduruyorlar?

Türkler, neden yemeyi, içmeyi, sevişmeyi çok sevip, üçünü de berbat eyledikleri halde, dolma icadı dahil, inanılmaz bir mutfak icadına sahipler?

Veriler:

Pirinç, Hindistan ve Çin’in otantik bitkisi. Türkler’in otantik bitkisi olsa olsa at otu olabilir.

Makarna, erişte ve aradaki tüm işlenmiş buğday ürünleri (kuskus, arpa şehriyesi gibi ama irmik veya bulgur gibi değil), aynı yemeğin birbirine beş benzemez çeşitlemelerini verebiliyor.

Demek ki koloniyalizmde İspanya-İngiltere-ABD sırası gibi, herhangi bir kültürel süreçte ardışıklık ve ilk başlayanın en güçlü olması ilkesi yok.

Türkler’in 1.000 küsur yılda hiç balık kültürü olamadı ve bu hem bir kontrol öğesi, hem de Türk mutfağının olmaması gereken acaip bir açığı. Sanırım, midyeli pilavı da Türkler icat etmedi.

Pazartesi, Nisan 02, 2012

Özgürlüğün Anlamı

Son 38 yıldır gurbetteyim, yani tek başınayım, yani neredeyse 40 yıldır özgürüm.

Kendimi bildim bileli özgürlük, benim için ekmekten önce geldi. Ya da başka bir deyişle, çok aç kaldım ama ekmeksizliğin acısından çok, özgürlüksüzlüğün acısını yaşadım.

‘Gönüllü kulluk ruhu’nu bilirim, hakkındaki ilk kitabın 500 küsur yıl önce yazıldığını da bilirim.

3 darbenin özgürlüksüzlüğünü çok acı yaşadım. İnsanların işbirliğinin acısını daha çok yaşadım.

Sonra liberalizm denen kölelik getirildi. 1789 Fransa Devrimi’nin ilkelerinden biri olan, ‘liberte’nin liberalizmin neo-muhafazakarlar tarafından nasıl , ‘çalışmak özgürleştirir’ Krupp faşizmine dönüştürüldüğünün acısını da çektim.

İnsanlar toplumsallıklarını kölelik olarak yaşarlar. O nedenle özgürlük, bireyselliğe kalır. Oysa kolektif çalışmanın özgürleştirici yanları çoktur, insana daha çok boş zaman bırakır.

Her dönemin standart biyografileri varır. Halihazırdaki standart biyografi, insanlara 75 yıl veriyor. Bunun ilk üçte biri okul, son üçte biri emeklilik ve yaşlılık ile özgürlüksüz geçiryor.

En özgür olunan 25-50 yaş arasındaki, üçüte birlik yaşam dilimi ise, mesai ile kölelik altına alınmış durumda. Üstüne bir de aile, çocuk, vd ekleniyor, tam oluyor.

Ancak, insanların işsiz kalınca, emekli olunca, gerçekten zorunluca yalnızca kalınca, özgürlükten kaçtığını hep gördüm.

Önceleri bunun yalnızca biz feodal karakafalı Türkler’e özgü olduğunu sanırdım, sonra sarıkafalıların da öyle olduğunu gördüm. Tamam, en az % 25’i tek başına yaşıyor ama bunu seçtiği için değil, toplumsal kirpinin dikenleri batmasın diye.

Evrimsel kökenimizde bireysel özgürlük var. Maymunlarda ergen ve genç erkek bireyler zaten özgür bırakılıyor.

Oysa, bizim devletimiz, büyükkentlerimiz, standart biyografilerimiz ve bunların kafesleri var.

Yaşlanınca insanlar özgür bırakılıyor ama iş işten geçmiş oluyor. Beden ve zihin çöküyor çoğunluk.

İşin kötüsü, 1960’larda 1971 öncesinde, özgürlüğü toplum olarak da somut olarak yaşadık. Bir ‘yanlış anlamalı’kullanımdı ama vardı, gerçekti, biten Cumhuriyet gibi. Zaten zihinsel özgürlüğüm,o zamanlar içinde, engenlikten önce kuruldu.

Sonra peşpeş gelen kölelikler beni çıldırttı, çıldırtıyor, çıldırtacak.

Örneğin, şu an en son olarak hesapça internette ifade özgürlüğü var ama insanların yeni ve farklı düşüncelere tepkisi, düzenin cezalandırıcılarından daha çok, yani sıradan insanlar kraldan çok kralcı durumunda. Birileri kaçar gider, özgürlüğüne kavuşur, diye ödleri kopuyor.

5.000 yıllık ‘dünya sistemi tarih’, insan türünün bu biçimiyle bir yere varamayacağını gösterdi. Özgürlüksüzlük bu çıkmazlardan yalnızca biri. Cahillik, aptallık diğer başkaları.

Kendi ülkesinde hem hapis, hem sürgün biri olarak, özgürlük hayali kura kura ölüyorum.

Kitlenin cehennemi kazandı, bir kez daha.

Pazar, Nisan 01, 2012

CASUSLUK ROMANLARININ POLİYALEKTİĞİ

Önkoyut

Bu metin, 1990 tarihçesel değişimlerinin yaşanmasından bir 10 yıl geçmeden yazılamazdı ve/ya yazıldığında anlamlı durumda olmazdı. Yine benzeri bir durum olarak, bir 10 yıl daha sonra anlamsızlaşabilir. O nedenle yalnızca düşüncesel bir moment olarak kabul edilmeli.

Casusluk romanları deyince, gerilim ve polisiye romanlarının bir bölümünü de kastediyor olacağız.

Giriş: Casusluk Romanlarının Tarihçesinin Hermenötiği

Veri tabanı olarak temelde John Le Carre’nin romanları kabul edilecektir, çünkü incelenecek olan yerzamanda tartışma konusu tüm zaman dilimlerini ve konu çeşitlemelerini irdeleyecek biçimde yazmış olan bir tek o var..

Agatha Christie, ticari olarak dünyanın en çok satmış olan yazarı: İngiliz, polisiye yazmış ve kadın. Bir önesürüme göre, kitapları 20. Yüzyıl’da 2 milyar adet satmış durumda. Dünyanın en çok satmış olan 3 kitabının İncil, Stalin’in toplu eserleri ve Mao’nun Kızıl Kitap’ı olup, 3’ünün de erkekler tarafından yazılmış olup, 3’ünün de ideolojik olması ve çoğunluk zorla ve/ya bedava edinilmesi bir gösterge. Aslında, dünyanın en çok satmış 3 yazarının kadın olması ve diğer 2’sinin aşk romanları yazmış olması da bir gösterge. Ancak bunlar metnin anlam kapsamı içinde yer almıyor.

Agatha Christie’nin ve John Le Carre’nin İngiliz olması bizi ilgilendiriyor. İngiltere, 2. Dünya Savaşı’ndan önce, dünyanın 1 nolu ülkesiydi. Sonrasında ise yerini ABD’ye kaptırmıştı ve Ian Fleming ve le Carre’de bunu dikkate alınmamış olması da bizi ilgilendiriyor.

John le Carre bir MI5 ajanıydı. Casus romanları yazarları olan Ian Fleming, Graham Green, Muriel Spark da öyleydi. Le Carre’nin Köstebek’i (kurmaca) ile Asrın Casusu’nu (belgesel) karşılaştırınca, olgusal açıdan birebirlik örtüşme görüyoruz. MI5 elemanı Kim Philby’nin deşifre olmamak için, Rosenbergler’i bile isteye ölüme yollaması ve bunu açıkça itiraf etmesi, kurmaca kitaplar için bile abartılı görünüyor.

Yazarlar neden casusluk romanı yazar? Buradaki örnekler öznel, çünkü kendileri casus. (Hemingway’in ABD için çalışmak isteyip, kabul edilmediği önesürülür. Bu arzu neden acaba? İktidar mı? Psikopati mi?) İkinci kategori araştırmacı gazeteciler: Malzemelerini belgesel olarak sunamayınca, romana kayıyorlar. Örneğin, Forsyth’in Çakal’ındaki de Gaulle’e suikast girişimi o yıllarda resmen yalanlanmıştı. Oysa durum gerçekti ve Carlos tarafından dilegetirildi. Bizde de Soner Yalçın, örce kitap yazdı, sonra da konu uzmanı olarak dizilerde danışmanlık.

Okurlar neden casusluk romanı okur? İnsanlar komplo kuramlarını severler. Casusluk romanları okumak gerilim duygusu, yani adrenalin salgısı yaratır; bu da tekdüze küçük burjuva kısırdöngülerini unutturur. Herkes, iktidardakilerin aslında ortalıkta saçmalayan siyasetçiler olmadığını bilir. Sakıp Sabancı’nın darbecilerle ve MİT’çilerle görüşmelerini, Çatlı’ya imzaladığı kitabı anımsayalım.

ABD tarafından yaratılan çoksatan kitap kategorisinde her zaman 3-5 casusluk romanı bulunur. 1990 ertesinde bir bocalama oldu ama tezler yeni antitez-düşmanlar yaratmakta duraksamadı. Bugün her casusluk romanında bir Arap mutlaka var.

Diyalektik-Poliyalektik Açılımları

Aristo’nun analitik diyalektiğinde, bir şey ya erdemlidir, ya da erdemsizdir. Lao Tzu’nun sentetik diyalektiğinde erdem erdemsizliktir.

Hegel’in (Kant’tan devralınmış) triyadik diyalektiğinde sentez denli, dekadans da bir olursaldır (contingency). Marx’ın diyalektik materyalizminde karşıtlar çelişir, çatışır ve sentezlenir.

Buraya kadar hepsi pozitif diyalektikti.

Adorno’nun negatif diyalektiğinde karşıtlıklar ve çelişkiler birbirine karıştırılmadan birarada tartılır; karşıtlığın iki tarafı diğeri üzerinden dolayımlanmadan, en keskin ucuna doğru sürüklenir.

Buraya kadar hepsi düzüne diyalektikti.

Tersine diyalektikte, karşıtlıklar birbirine yaklaşmaz, mesafeli kalır veya birbirinden uzaklaşır. (Daima savaş olacak değil ya.) Bu tutarlı değil, geçerli bir durumdur. Çokkültürlü toplumlarda, örneğin cumhuriyet dönemindeki Türkiye’de, tüm ayralların birbirine anlayış değil, düşmanlık ve saldırı gösterdiği gözlenir. 1985-2000 arasının en mağdur ayralları sayılan Kürtler’in, bırakın eşcinsellere veya uyuşturucu bağımlılarına karşı, kendi halkından astlarına karşı bile sürekli faşistçe davrandığı bilinir. Keza köylülerin zenginkondulaşması, 1983-1998 arasında diğer gecekonduluların mal varlığını tam bir talan ve yağmaydı. Öyle ki: Anadolu toprağının bu nedenle yüzyıllarca çölleşmesi gündemde.

Buraya kadar hepsi diyalektikti.

Ursula K. Le Guin’in çoğul (üçlü) diyalektiğinde 3 tane karşıt 2’li sav vardır. ‘Mülksüzler’ romanında bunlar çelişir, çatışır ama sentezlenmez. Alana 4. kategori-novum girer ve öykünün sonu boşlukta kalır. O demez ama biz buna ‘triyalektik’ diyebiliriz.

2’den 3’e yol varsa, 3’ten 4’e, 4’tan çoka ve/ya sonsuza da gidebiliriz ya da o yolu tanımlayabiliriz. Konulu tanımlarla, diyalektikten ve 2’den sonrasına ‘poliyalektik’ diyoruz. Tanım gereği, poliyalektikte ‘n x (n-1)’ adet 2’li karşıtlıklar, yani diyalektikler koyabiliriz. Şerh: Bir kategorinin kendisiyle çelişkileri, özdeşlik ilkesinin sorunsalıdır. Diyalektik, Aristo’dan Adorno’ya dek, özdeşlik ilkesini sorgulamaz. Buradaki parçalarda, Adorno’dan sonrasında sorgular ama o başka bir metnin konusu olur.

Artı-ekstra çıkma: Bu karşıtlıklar bir düzlemde 180 derece açılı 2 ışın olarak tanımlıdır. Bunları 90 derece açılı, yani birbirine dik olarak yeniden tanımlarsak ve yeni bir öğeyi alana sokarsak, birbirine karşıt olan 3 adet 2’li yine olur ama bu durum biraz daha farklı bir triyalektik / poliyalektik olacaktır. Birim, ters ve geçersiz işlemler farklı tanımlanacaktır. Karşıtlıklar birbirine tersinmez işlemlerle dönüşebilir olacaktır ki Le Guin bir bakıma bu tür bir triyalektik tasarlamış oldu, çünkü Anarres bir bakıma Urras ile, bir bakıma A-İo ile özdeştir ama hiç biri verili yerzamanda diğerine çevrilemez, başka bir deyişle en keskin devrim bile %o 5-100 tümel değişim demektir.

Casusluk Romanlarının Karşılaştırmalı Kültürbilimi

Önce diyalektikler:

ABD-SSCB karşıtlığı

1945-1990 arasındaki biricik temel ikilemdi. ABD, SSCB’yi yenerek dünyanın tek hakimi olacağını sandı. 1991’den sonra gerçekleşen olaylar tümden yanıldığını gösterdi. Eski savunma bakanları, eski CİA’ciler bunu görüyor ama şimdikiler görmüyor. Hoş, eskiler de şimdi görevde olsalar, hem görmezden gelirler, hem de basiretleri bağlanır. İktidarın gözü kördür çünkü.

John le Carre’nin romanları, MI5’i öne çıkarsa da, aslen CİA-KGB çatışmasını irdeler. Burada ilginç olan, her iki tarafta da karşı tarafa casusluk yapanların idealist kişiler olmasıdır. Hiçbir le Carre romanında bir ABD ajanı Rus ve bir SSCB ajanı Yanki karşı karşıya gelmez ve/ya iletişime girmez. le Carre’nin kalemi ve arşivi güçlü olduğu için, ilginç metinler olurdu: İki taraf da yakalanır ve biribiriyle alay eder, Ortaoyunu metni gibi olurdu.

ABD-İngiltere karşıt(sız)lığı

ABD İngiltere’nin eski sömürgesidir. İngiltere ABD’nin yeni sömürgesidir. Nasıl ki İngiltere sömürgeciliğin ve royal emperyalizmin bayrağını İspanya’dan, Portekiz’den ve Hollanda’dan devraldıysa, sanayileşmenin bayrağını da ABD ilk sanayileşen ülke olan İngiltere’den devralmıştır. Hoş, Japonya da ADB’den çoktan devralmıştır ayrı konu.

MI5’çiler CİA’cilere ‘kuzenler’ der. Özellikle 5 veya 6 MI5 en önde geleninin, köstebek çıkması, CİA’cilerin MI5’çileri feci küçümsemesine yol açar. MI5’çiler de CİA yöntemlerini barbarca bulur. Yine her zamanki gibi insanlar zorbalığa boyun eğerler ve uzaktan uzağa haset duyarlar.

ABD-AB karşıtlığı

ABD-AB karşıtlığı, 2003’teki 2. Irak Savaşı’ndan sonra açıkseçikleşti. AB’nin 3 devinden İngiltere, ABD’nin peşine kuzu kuzu takılırken, diğer 2 G-7 Almanya ve Fransa edime karşı çıktı.

2004’te AB, nüfusuyla, ekonomisiyle, aslında askeriyesiyle de ABD’den büyük ve daha güçlü durumda ama bunun bilincinde değiller. (Örnekse, her yıl 10’un üzerinde ABD savaş uçağı düşüyor ve 20 milyar dolarlık silah ABD topraklarındaki depolardan çalınıyor.) Ancak, iki dünya savaşında da ABD tarafından kurtarılmanın aşağılık takınağını yenemiyor. Oysa, dünyanın en iyi silahları AB’de, özellikle de uçaklar ve helikopterler, yalnızca revizyon gerekli, geleceğe bakış açıları dar.

Sanırım henüz ABD-AB karşıtlığını körükleyen romanlar yazılmadı. Bunun için 5-10 yıl daha geçer. ABD, 2. Dünya Savaşı’nda aslında Almanya’ya atom bombası atacaktı. Konu bırakılan yerden sürdürülebilir. ‘Indiana Jones’ saçmalığı hala var olan Naziler çocuklara bile gülünç geliyor artık. AB’deki beyazkafa ırkçıların ABD’ye düşmanlığı işlenebilir. Anti-faşist ‘punk-rock’çular’ Bruce Springsteen’e karşı: Bir konserde iç savaş çıkar, iyi konu olurdu.

ABD-İslam Karşıtlığı

ABD 1980’de SSCB-Afganistan Savaşı’nda İslam’ı besledi. 1991’de İran’a karşı Irak’ı destekledi. 1992’de bugünkü Tayyip iktidarının temellerini TC’de kurdu. Hepsinde de yanıldı. Bu konuyu ‘Demokrasi Tuzağı’ kitabında, CİA’nin eski TC sorumlusu Graham Fuller çok iyi açımlar. Hele Afganistanlı savaşçıların, ABD’nin İslam’ı seçmesi durumunda, hem maneviyatı, hem de maddiyatı kurtaracağına ilişkin düşüncesi, tam Doğulu kurnazlığıdır. Sorun, İslam’ın maneviyatının gerçekten var olması ve ABD’de maneviyatın, örneğin aile kurumunun gerçekten ölmüş olmasının ironik ikilemidir.

Müslüman teröristler Carlos ve FKÖ sayesinde, daha 1960’larda casusluk romanlarına girmişti. Burada ilginç olan, le Carre’nin ve diğer batılı casuluk romanı yazarlarının da, MOSSAD’a duydukları sempatidir. Oysa, Yahudi kurnazlığı bile, canlı bombaları engelleyemiyor. Artı, bugün canlı bombaların Müslüman icadı sanılması da, medyatik yanılsatmalara bir örnektir.

Sonra Triyalektikler

ABD-AB-Ortadoğu:

Petrol en geç 2050’de bitecek. Bu hem AB’nin hem de ABD’nin sonu demek. İnanılmaz biçimde her ikisinin de bunun için uzun dönemli bir planı yok. Kanada ve Norveç dışında 1. Dünya yok olacak, üstelik soğuk iklim kuşağındalar. 3. ve 4. dünya petrolsüz gerçekten yaşayabilir ama 1. Dünya değil.

Şibumi’de tamamen hatalı bir biçimde, Arap siyasetçiler ve/ya casusluk örgütü yöneticileri gayet embesil tipler olarak resmedilir. Oysa ki aynı kişiler aynı yıllarda KGB aracılığıyla, Batı’ya oldukça zarar verici olabilecek bilgilere sahiptiler. Zaten sonradan ortaya çıktı ki, İRA ve ETA FKÖ ve diğer örgütlerle yakınen halvet durumundadır. Böylelikle MI5, en basit casusluk kuralını çiğnemiş oldu: Asla düşmanını küçümseme.

Asıl Poliyalektikler

Şimdi asıl açılımlarımızı sergileyebiliriz:

Tekkutuplu dünyanın ikikutuplu dünyadan daha iyi bir yer olmadığının ortaya çıkması, 1990-2000 arasındaki global tarihçenin genel tarihe en önemli katkılarından birisidir. Düşmanını yenmenin veya öldürmenin de savaşı kazanmak anlamına gelmeyebileceği Sun Tzu’nun ‘Savaş Sanatı’na şerh olarak kondu. ABD’nin tek başına dünya jandarmalığını götüremeyeceğini, kendi uzmanları bile baştan biliyordu, çünkü ne Kore’de, ne de Vietnam’da ABD savaşı kazanmamıştı. Hele hele kasap McNamara’nın bile bir belgeselde bunu itiraf edebilmesi yeter de artar kanıt. Buradan çıkarsama, 3.-büyük savaş yerine, 50 küçük ama toplamı daha büyük savaş demek oldu ve önümüzdeki 50-100 yıl boyunca da öyle olacağa benzer.

Burada negatif diyalektiğin karşıtlıkları muhafaza etmek ve tersine diyalektiğin karşıtlıkların birbirinden uzakta tutulması savlarından çok, karşıtlıkların aslında tam karşıtlık olmadığı savının geçerliliği ortaya çıktı. ABD eski bir AB sömürgesi, SSCB ise AB taklidi yapan bir Asya ülkesi, diğer bir deyişle nicel olarak A’+B’<<
Tarihin ‘olmayana ergi’ / ‘saçmaya varma’ yöntemini tümevarımsal olarak sergilediği pek vaki değildir ama bu kez öyle oldu. Casus romanlarındakinden saçma durumlar yaşandı: Eski SSCB’de uzay üsleri çökerken, Çin uzaya insan yolladı ve AB uzaya füze yollamakta 40 yıldır zorlanıyor. Çin, ABD’nin bütün teknoloji sırlarını 2002’de çaldı ve üstüne bir de alay etti: Hırsızlar hırsızlıktan yakınıyor. İsrail kendini yok oluşa kilitledi. FKÖ lideri Arafat faşist bir zalim olduğunu kanıtladı. Eski Vaşova Paktı üyeleri NATO’ya girdi. Bla bla...

Bu durumdan casusluk da payını aldı, eski Stasi’ciler yeni ‘Abwehr’ci oldu. Ernst Volkman ‘Casuslar’ kitabında bu konuda ilginç örnekler verir: Nazi olan Musevi, MOSSAD’da çalışan eski Nazi, KGB’de çalışan eski Nazi. Aynı kitapta halefler ve selefler de irdelenir: Risya’da ve Çin’de devrim sonrasında eski casusluk kadrosu aynen korunur. Yalnızca iki düşmanın biri diğerini yok eder. Bizde de Abdülhamit ile başlayan espiyonculuk, cumhuriyete taşınmıştır ve hala muhbir vatandaşlarımız sözlüklere geçecek denli etkindir.

John Le Carre’ye geri dönelim:

İşadamı terörist besler: ‘Yolun Sonu’. Smiley emekli olmuştur. Artık gençleri eğitmektedir. Bir çömez onu anımsayarak adım adım anlatmaktadır. 10’un üzerinde öykü-vaka anlatır. Sondan bir önceki ilginçtir: Dolar milyarderi bir işadamı Smiley ile alay eder ve kazananın daima para olduğunu söyler. Smiley kuşkuya düşer ama idealizminden vazgeçmez. Eğer, ABD-SSCB / CİA-KGB çatışmasını para açısından okursak, baba ve oğul Bush’un CİA’ye sahte Irak atom bombası belgeleri hazırlatması ortaya çıkar. Petrol fiyatlarının 6 ayda 5 katlara tırmandırılması şu an aleyhte yeterince kanıt oluşturuyor.

Çift taraflı ajan: Hemen her casuluk romanında bir hain vardır. Sorun birden çok hain olduğunda ortaya çıkar: Bu 3 tane tek tanrılı din olmasının, aslında 3’ünü de değillediği gerçeği gibidir: Aslında hepsi birbirinden ayırtsızdır ve birbirine düşmanlıkları incir çekirdeğine eziyet düzeydedir. Unutmayalım, ABD-SSCB birbiriyle soğuk soğuk savaşırken, vatandaşları aynı yemekleri yediler, aynı giysileri giydiler, hatta aynı TV dizilerini seyrettiler. Değişken parçalar, kültürbilimci Murdoch tarzı listelenmiş kültürel bütünün %o 1’i civarında bile değildi. Şerh: Diyalektik bu konuda hiçbir şey söylemez.

Bağımsız terörist: Bu tip Trevanian’ın Şibumi romanında anlatı zirvesine ulaştırılmıştır ama onun öncesinde konu taslağı gibi, 2 Jonathan Hemlock romanı gerekmiştir: ‘Eiger Sanction’ ve ? (Altın Yayınları). Gerçek yaşamda Carlos öyledir: Çok dillilik ve yitirilmiş bir kimlik, Müslüman olan eski marksist bir ateist.

Gerçek Örnekler:

Usame bin Ladin, Afganistan-SSCB Savaşı için ABD tarafından yaratıldı. Sonunda dönüp ABD’yi vurdu. Irak işgalinden sonra, o artık dünya teröristlerinin gözünde bir ilah. Eylemcisinden (İspanya’da tren bombalanması, 200 küsur ölü) sinemacısına (Ölüm Oyunu : 2, Fukasaku) birçok insan artık onu model alıyor.

‘Önce Kadınları Vurun’da Eileen McDonald (E Yayınları), önemli bir noktayı vurgular: Erkek teröristler teslim olmakta ama kadınlar olmamaktadır. O nedenle, anti-terör timlerine böyle bir emir verilmiş. Yazar, Leyla Halid’den başlayarak, 20. Yüzyıl’ın kadın teröristlerini irdeliyor. Ancak, yazılış zamanı uymadığı için canlı bomba olgusunu yaratan Sri Lankalı kadın teröristleri irdelememiş.

Unabomber, bireysel bir terörist idi. 18 yılda yakalanmadan, tek başına bombalı mektuplarla 3 kişinin ölümüne neden oldu. En sonunda, kardeşinin raslantıyla onu tanıyıp ihbar etmesi sonucunda yakalandı ve şu anda hapiste. Yakalanmadan hemen önce, yeni bir bomba göndermemek için istediği biçimde, ABD’nin büyük gazetelerinde bir manifestosu yayınlandı (Kaos Yayınları). Metin, mental konfüzyon yaşayan birinin ABD düşmanlığını içeriyordu. Sanayileşme toplumumun çözümlenmesi hatalıydı.

İkiz Kuleler’in yok edilmesi romanlarda dilegetirilmiş. Daha da abartılı olabilecek olan, 1970’lerin romanı ‘Kanlı Pazar’daki (Milliyet Yayınları) 1 milyon olası ölülük stadyum, açık hava, konser bombalamasıdır.

Çıkış : Kurmaca ve Gerçek

Kimi kurmaca yaşamı geçer, kimi yaşam kurmacayı:

Faik Bercavi, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Türkiye başkonsolosu ve Hitler’den önceki başbakanı von Pappen’i bombayla öldürmeye çabalar ama beceremez. Bu hata 100 kişinin ölümüne neden olur, TC ve SSCB işe karışanları hacamat ceder. Bercavi bu konuda hiç konuşmaz ama ilginç olan durum şu ki işin içine Nazım Hikmet’in de karışmış olması olasılığı var.

Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli, casusluktan hapiste yatar ama bu konuda tek satır yazmaz. Onun yerine, Türkiye edebiyatının hapishane üzerine bir numaralı kitabı olan ‘Mapusane Çeşmesi’ni yazar.

Eski MİT’çi Bayraktar, ABD için casusluk yaptığı için hapse atıldı. Ancak kendisiyle ilgili tüm bilgiler ya yok edildi, ya da hasıraltı edildi. Kanun hükmünde kararnameler gibi, bir bakıma olmayan yasalar ve belgelerle mahkum edildi. Güncesi de yok edildi ama kendisi hala sağ. Belki bir gün konuşur.

Honecker ve eski Stasi’cilerin hepsi serbestçe ortalıkta dolaşırken, hatta yeni Birleşik Almanya için çalışırken, eski Doğu Almanya’daki bir Türk casus, hala yıllardır hapis yatıyor. İronik olan, bir ABD üssünde hapis olması. Yani ABD, olmayan bir ülkenin topraklarında ve bir müttefikinin toprak bütünlüğünü ihlal ederek, kendi aleyhine işlenmiş saydığı bir suçu cezalandırıyor.

Geçtiğimiz yıllarda 85 yaşında bir İngiliz kadın, 60 yıl önce Doğu Bloku için casusluk yaptığını itiraf etti ve devlete karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olmadığı için hapse kondu. Burada ironi, kadının gerekçesinin vicdanı olması. Böyle bir vaka en abartılı casusluk romanlarında bile yazılmadı.

John Le Carre’nin ‘Trampetçi Kız’ romanında bomba tasarımcısı emniyet için iki fitil kullanır, Uğur Mumcu cinayetinde de 2 fitil kullanıldı. Kurmaca yapıcı ile ima edilen kişi, gerçek yapıcının öğretmeni ya da babası bile olabilir, çünkü böylesi bir benzerliğe sık raslanmaz.

Casuslar kurmacayı gerçek, gerçeği kurmaca kılabilme yetisine sahiptir. Bunu iş becermek için yaparlar ve biyografileri tamamlandığında, mazide kalmış CİA-KGB absürdü gibi kurmaca da, yaşam da absürdleşmiştir. Yani; onların yaşamında ve kurmacasında hiçbir zaman sentez yoktur, kimi negatif, kimi tersine poliyalektik vardır. Mental regresyon ve konfüzyon anlamında dekadans bolca vardır. Casuslar hapishaneye olduğu kadar, tımarhaneye de düşerler.

Casusluk romanlarının poliyalektiği, bugüne dek gözden kaçan bu irdelemelerin ortaya serilmesine katkıda bulunur ama olgular kuramlar arasında kesin neden-sonuç ilintileri kurmaz. Burada ve şimdi kesinlik % 50 sınırında gezinir ki muğlak ve kesin bilgi etkileşimi için de özel bir çalışma alanı sunar.

Bundan sonraki adım, akışkanlar devimselini insan bilimlerine uygulamak demek olacak, içiçe ve esnek poliyayektik modellemeleri olacaktır.

(Ekim 2004)