Cuma, Kasım 30, 2012

'Gay' Camisi





Avrupa'nın ilk 'gay' camisi açıldı!

...

Avrupa'nın ilk ‘gay friendly’, yani eşcinsel ve LGBT (lezbiyen-gay-biseksüel-transseksüel) Müslümanlar’a açık camisi bugün Fransa'da hizmete girdi.”


Dünyanın ilki olmamakta imiş...


Hayırlı olsun, vatana millete Allah’a, ne diyelim...

Da:

Bildiğim kadarıyla, İslam geleneğinde eşcinsel erkekler erkeklerin arkasında saf tutan çocukların arkasında saf bulmak koşuluyla, zaten camide saf tutma hakkına sahipti. Birilerine özel cami açmak, İslam’ın ruhuna biraz uygun kaçmaz gibi. Ayrıca, özel cami açacaksan engelliler için aç, ne bileyim...

Ha:

Hak verilir, kullandırılmaz, ayrı konu. Yasaları yapanlar da o yasalara uymaz, yine ayrı konu. Maksat, dostlar alışverişte görsün...

Keza:

Bu camiye de gelmelerine olanak tanınan kadınların da, zaten camide fiilin ve fikren yeri var. Ramazandan ramazana ama olsun.

Burada küçük bir ayrıntı var:

“Cami, kalıcı bir mekan bulunana kadar başkent Paris'in doğu banliyösünde Budist tapınağı olarak kullanılan bir evde hizmet verecek.”

Di mi? Yap boz, boz yap.

Tek tanrılı dinlerde, işin özünü bırakıp da, biçimine kaptırırsan, böyle hop tirinam sonuçlar otaya çıkabiliyor.

Şimdi ne olacak?

O camiyi arada bir yakarlar yıkarlar, sonra sonra alışırlar. Olacağı bu...

Morfem, Fonem ve Semantem



B, B veya 13 olarak okunabilir. 13 B’nin dikey ve eğrili yazılış biçmlerinin farkından oluşur.

C, C veya 100 olarak okunabilir, anlamına gelebilir. 100 okunan C, Latince’deki 100 sözcüğünün baş harfidir.

B, B veya 2 olarak okunabilir. Arapça’daki ebced hesabına göre.

H, H veya N okunabilir. Yunanca’da veya Rusça’da.

Sözcüklerde Yüzgü



1.

Piazzolla ‘Pulsacion 1’de sert-esnek bir duygu var / yaratır. Sert ve esnek nasıl olunur? Sert-esnek’ler nasıl olunurlar?

1.1.

Bir uçak kanadı (bazılarının) sert ve esnektir.

Nereye kadar? Bazı fırtınaların sınırına kadar.

1.2.

Bir modern dansçının (bazılarının) kolları sert ve esnektir.

Nereye kadar? Bazı koreografilerin sınırına kadar.

1.3

Demek ki sınırda.

*

2.

Piazzolla ‘Pulsacion 1’de sert-esnek bir duygu var / yaratır.

Bu ne demektir?

Piazzolla ‘Pulsacion 1’de sert-esnek bir duygu var ve yaratır.

Piazzolla ‘Pulsacion 1’de sert-esnek bir duygu var ya da yaratır.

Piazzolla ‘Pulsacion 1’de sert-esnek bir duygu var ve/ya yaratır.

*

3.

Sert ve esnek sözcükleri, belli yerzamanlarda, diyelim Türkiye İstanbul 1960’ta ve Türkiye Ankara 2010’da farklı anlamlar yaratabilirler. Bir.

Farklı yazarlar onları aynı yerzamanlarda farklı anlamlarda kullanabilir veya onlara yeni anlamlar yükleyebilir / katabilir. İki.

Sözlüklerin okura ve yazara aktardığı / verdiği anlamlar, her zaman ve her yerde doğru değildir. Üç.

*

(Hepsi = 24 Kasım 2012)

Perşembe, Kasım 29, 2012

Hisar Nostaljisi




Son 35 küsur yıldır İstanbul’dayım.

Bunun 15 yılı Rumelihisarı’nda oturarak geçti, 20 yılı da Taksim civarında.

Bu 15 yılın ilk 10 yılında zaman duran zaman, mekan doğa mekan idi.

İlk yılımın baharında, geceler boyunca, erguvan kokuları içinde, sabahlara dek, Boğaz’da yankılanan vapur vuutlaması seslerini dinledim. Sahil’e inmişsem, Hisar burcunu aydınlatan aşırı turuncu gece ışıklandırmasında, martıların Aşiyan denizinde uyumasını seyrettim.

Orhan Veli gibiydi, Sait Faik gibiydi ama benim açımdan bakılınca, asla nostalji değildi; çünkü ben, hiçbir zaman geçmişe özlem duymadım, hep geleceğe özlem duydum ki öyle de öleceğim.

İnsanlar canımı hep acıtırlardı. Onlar beni antipatik bulurdu, bense onları acıtıcı.

1980’den önce solcular neden kitap okuduğumu sorarlardı, 1980’den sonra liboşlar / dönekler neden kitap okuduğumu sorarlardı.

Hisar sahili tam bir insanat bahçesiydi ve epeyi de bir hayvanat bahçesiydi. Açıkçası, bu kadar marjinali bir daha birarada görmedim. Keşi, alkoliği, delisi, vd hep biraradaydı. Genelde herkes birbiriyle kavga ederdi, hem de kafa göz yarmacasına...

E tabii, bu marjinaller yaşlandı, yoruldu, yaşam tarafından uyruklaştırıldı, nostaljifilik oldu. Dünya’nın dört bir tarafına dağıldı.

Şimdilerde Facebook’ta bir Hisar Sahil grubu var. 50+ yaş grubu insanları içeriyor çokça. Epeyisi inkitaları geçip, hakemin resmen şike yaptığı dönemlere girdiler. Yine de, her sene 3-5 tanemiz mezara gitmekte. Alkolik bir nüfus altkümesi içinde gördüğüm en yüksek 50 yaş civarı erkek ölümü bu kümedendir.

Kör ölür, badem gözlü olur. Eski Hisar sakinleri de nostajifilik olur tabii ki.

Yine de bu sahil, epeyi yazar ve epeyi ressam çıkardı, hakkını yememek gerek.

Yıllar boyunca, sahildeki o 10 metre kare, benim açımdan Yeryüzü’nde özgür olabildiğim tek alandı. Haa, orada da rahat bırakmazlardı ayrı konu. Cemaat duygusu ağır bastığından dolayı, 1980’den önce de, sonra da insanlar senin yalnız içmene izin vermezlerdi ki ben hep yalnız içerim, 40 yıla yakın süredir böyledir...

Son 10 yıldır AKP, tabii ki bu mekanın canına okudu, içkiyi yasakladı, bankları söktü, vb, vd... Sonra da bıktı herhalde, şimdilerde ortam gevşek ama kimse pek oralara gidemiyor, zamanları pek dolu çünkü. Onun yerine, Firuz Ağa’daki kavede ikamet eyliyorlar.

Hisar’ın ikinci köprüsü ve son birkaç yıldırki acımasız jentrifikasyonu, benim bir daha oralara dönmemi manen imkansız kıldı.

Olsun, bende ev duygusu hiç olmadı ki zaten...

Salı, Kasım 27, 2012

Yeni Orta Çağ ve Entellektüel


Eh, hayırlı ve uğurlu olsun, yeni bir Orta Çağ’dayız.

So what?

Orta Çağ’da ne yapmalı?

Yeni Orta Çağ’da ne yapmalı?

(Sanki, birileri bu soruları daha önce de sormuştu: Çernişevski ve Lenin gibi.)

Elimizde biri reel, biri kurmaca 2 yazılı örnek var:

Gustav le Goff ‘Orta Çağ’da Entellektüeller’ kitabında, Orta Çağ geldiğinde üniversitelerin kurulup, entellektüellerin kampüslerle çevreden yalıtılmalarının elit-halk kopukluğunu başlatması nedeniyle olumsuzlar ama oralarda ve o zamanlarda Aristo Mantığı’nın (hem de engizitör papazlarca) mükemmelleştirildiğinden ve evrensel bilgilerin başlangıcı olan summaların yaratılmasından bahsetmez.


Da, ne yapacaklardı?

Vahada da su kalmayınca, çölün toptan susuzluğu mu eşitlikçi ve  demokratik olacaktı?

Bunun yanıtı, ‘Fahrenheit 451’de Ray Bradbury tarafından farklı bir biçimde veriliyor: Kitapların yok edildiği bir çağda, geri kalan bazılarından herkesin birer kitap olması.

Eh, bunu da yaşadık: Naziler zamanında gerçekten kitap yaktı.

Bu durumda, o kitapların bazılarının yazarları olan (Fahrenheit 451 tipi) Yahudiler ne yaptı?

Bazıları kaçtı kurtuldu, bazıları toplama kampında öldürüldü. Toplama kampında öldürülenler arasında, ‘Ceza Sömürgesi’ ile toplama kamplarını öngördüğü kabul edilen Kafka’nın ailesi de vardı.

Tabii, o toplama kampından bazıları da kurtuldu. Onların bazıları İsrail’i kurdu. Onların da bazıları İsrail’de ve onun aracılığıyla yeni kitaplar yaktı.

Bu hikaye, kendisi de yakılan İskenderiye Kütüphanesi’nin evveliyatından beridir böyle değil mi zaten?

Bu durumda bunları bilerek, nasıl hala yeni Orta Çağ’da bilgiyi yalıtarak korumayacağız ki?

O zaman da, yinelenen trajedinin komedi olması gibi, ortaya yeni bir komedi daha çıkmaz mı?

Epilog / epitaf: Ey kari, sen komedinin ve/ya trajedinin neresindensin? (Şarkı sözü gibi, ‘Confusion will be my epitaph’ mı yoksa?)

Dipnot: İşbu metnin yazarı, yeni Orta Çağ’ın gerçekleştiği 1980-2010 arasındaki global süreçte, on binde birlik zeka ve bilgi elitizminden, bilinçli olarak on milyarda bire doğru seyrettiği için, statüsü ve/ya statüsüzlüğü, kendiliğinden açımlanmış olmakta.

Makro Epistemik Kategoriler


Bugünkü tanımlarımızla varlık, görüngü ve bilgi var.

Düşünde bunlara karşılık ontoloji, fenemonoloji ve epistemoloji var.

Bir de; bilim, sanat ve düşün var.

Örneğin varlık ile (1’li, 2’li, 3’li kombinasyonlar olarak)
bilim, sanat, düşün;  bilim-sanat, bilim-düşün, sanat-düşün, bilim-sanat-düşün uğraşabilir

Bugünkü momentte, bilim ve sanat görüngü ile, düşün ise varlık ve bilgi ile uğraşıyor.

Yani, var olabilecek 7 üzeri 3 = 343 durumdan 1’i geçerli durumda.

Bu da, hem benim biyografimdeki bilgisel uğraşımın, hem de biyografimin içine kakılı olduğu tarihçesel dönemin tözsel tanımıdır, eşlenik olarak. (aynı nedenle, gerçekte bir bilimci olmama karşın, daha çok bir sanatçı gibi algılanıyorum, bilimkurgu-gelecekbilim ikilemi gibi.)

Geçmişte hepsi ile düşün uğraşıyordu. Bilim olarak tanımlı bilimin yalnızca görüngülerle uğraşması, başta bazı bilimcilerin, epeyi insanın karşı çıktığı bir yanılsama durumunda.

Sanatın da aynı durumda olması, düşünce-duygu karşıtlığının algılanamamsına ve sanatın kimi zaman (doğrusal olmayan zamanlar gibi) bilimin yapacağı işleri yapmasına neden olmakta.

Düşün ise başlangıçta herşey idi, bugün ise pratikte hiçbirşey. Tümüyle sıfır olmamasının nedeni ise, ontolojinin ve metafiziğin bir türlü bilim kılınamaması ile ilgili. (ayrıca, bunları bilim kılacak araç, pekala sanat da olabilir kanımca.)

En baştaki, ‘kendi üzerine katlanabilir’ epistemik yapı nedeniyle de, tüm bunlar topolojik bir oluşum içinde. Bu topoloji, yoğrumlarla novumlar vermeyi sürdürecek.

Bulunduğumuz tarihsel moment yeni bir Orta Çağ olduğu için, bu boşluktalık durum, pekala 500 yıl kadar daha sürebilir. Sonrasında insan türünü ve post-hüman türünün ne tarafa yol alacağını bilemeyiz ve ona karışmayız ve karışma hakkını kendimizde görmeyiz de.

Pazartesi, Kasım 26, 2012

Sakla Samanı, Gelir Zamanı


2012’de yaşananlar, o ‘tarihi bitirdiği’ sanılan çook liberalizmin hiçbir yere varamadığını epeyi çok açıdan kanıtladı.

Öncelikle, sanal sektör değil, hala yastık altı altın, baki kalan tek ekonomik değer ve birikim durumunda, onu gördük.

İran’a ekonomik ambargo var hesapta. Tabii, biz uyanık Türkler ne yapıyoruz? İran’a altın satıyoruz, onlar da ödemeyi ülke içindeki hesaplarından yapıyor, oradaki para da bizim onlara ödediğimiz doğal gaz paracıkları: Al gülüm, ver gülüm...

Da, ondan sonra işler Arap saçına dönüyor biraz.

“Altın ve para piyasaları uzmanı Mehmet Ali Yıldırımtürk, bu yıl Türkiye’ye hurda altın girişinin çok olduğunu belirterek, ‘Ayrıca Türk tüketicisi de, altın fiyatlarındaki artış nedeniyle, çok fazla alım yapmıyor. Dolayısıyla azalan bu altın trafiğinde özellikle İranlılar’ın alımları piyasaya hareket getirdi. Yunanistan’dan gelen altınlarda Türk kesiminden özellikle Osmanlı dönemine ait, Reşat altınlarının, Kıbrıs Rum Kesimi’nden gelenlerde de İngiliz altınlarını görebiliyoruz. Bu da krizdeki Avrupalılar’ın yastık altındaki altınları ortaya çıkardıklarını gösteriyor’ diye konuştu.”


(O altıncıklar, belki 100 yıldır yastık altında, bu hesaba göre...)

Ayrıca, işin ekonomik boyutu şöyle:

“Türkiye’nin bu yıl geçen yıla göre iki katına çıkan hurda altın ithalatı, 50 bin tona yaklaşırken, toplam altın ithalatı 110 bin tonu ve ihracatı da, 170 bin tonu aştı. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verilerine göre Türkiye 2012 Eylül ayı sonuna kadar, 6,6 milyar dolarlık altın ithalatı gerçekleştirirken, 10,6 milyar dolar da ihracat gerçekleştirdi. Türkiye’nin geçen yılın tamamında gerçekleştirdiği altın ihracatı sadece 1,5 milyar dolara yaklaşırken, altın ithalatı ise, 6,1 milyar dolar olarak gerçekleşti.”

“Mücevher İhracatçıları Birliği başkanı Ayhan Güner de, İranlılar’ın para transferine yönelik ambargoyu, Türkiye’den altın alıp, başka ülkelerde satarak aşmaya çalıştıklarını söyledi. Güner, Dubai’den günde en az 200 teknenin İran’a gittiğini belirterek, şöyle konuştu: ‘Türkiye’den giden altınların çok büyük bir çoğunluğu kayıt altında ülkeden çıkıyor. Ancak direk İran’a değil, İranlıların satmak istedikleri diğer ülkelere gidiyor. Daha sonra Dubai, Suudi Arabistan, Kuveyt gibi ambargoyu uygulamayan ülkelerden İran’a para transferi gerçekleştiriliyor.’”

Türkiye de, bu parayı İran’dan doğal alımında kullanıyor.

Altının Türkiye’den İran’a veya diğer ülkelere nasıl gittiğini Babacan bile bilmiyor veya görmezden geliyor. Yani, ortada ciddi bir yasal ihlaller dizisi var. Birileri 10 milyar dolarlık ve parayı malı birden çok kez kayıtsız olarak döndürüyorlar.

ABD de bizi seyrediyor, hegemon hegemon, jandarma jandarma...

Bu para da sıcak para falan değil, kaynar para... Sonuçta, iran ile neredeyse savaş halindeyiz aynı zamanda...

Tabii, paranın dini imanı yok. 2. Dünya Savaşı’nda da, birbiriyle savaşan Almanya ve ABD, kömür ve çelik ticaretini üçüncü ülkeler üzerinden pekala sürdürmüştü.

Tabii, illegalite varsa ortada, işin içine er veya geç kriminaller de girer. Sonuçta, bilmem kaç bin ton altından ve tırla taşımadan söz ediliyor. Neo-korsancıklarımız, o tırları yakında otoyollarda ve/ya denizlerde buharlaştırmaya başlar.

İşte böyle oluyor, ‘neo-liberalizm’ dedikleri deli saçması oyun...

Pazar, Kasım 25, 2012

Ticaret ve Savaş


Nedense, ticaretin barışçı bir şey olduğu sanılıyor.

Öyle mi?

Bu konuda en eğlenceli örneği Vikingler veriyor:

Yeni bir kavimle karşılaşınca, önce onlarla savaşıyorlar, onları yenemezlerse, onlarla ticaret yapıyorlar: Bence adil bir yaklalışm.

Bilinen en eski ve en uzun ticaret rotası İpek Yolu. Neredeyse binyıllar boyunca; soyan (haydut), soyulan (kervancı) ve koruyan (asker) olarak, acaba kaç milyon kişi o yolda can verdi?

Ne için?

Birileri rektumunu ipek mendille silsin diye. (Lüks malların bazı kişiler için, yemekten daha acil olduğunu biliyorum.)

Daha da abartlı bir örnek var:

Cezayir-Senegal arasındaki, 50-55 gün süren ve dünyanın en büyük ve en acımasız çölünün (Büyük Sahra’nın) geçildiği ticaret rotası: Develerin yarısı telef olurmuş o yolda.

Dünya’da / tarihte ne kadar oranda savaşta, savaşçıların veya atların yarısı öldü ki?

Bu yol da binlerce yıldır varmış.

Tarihteki en büyük salgınlar, o çok ünlü Avrupa veba salgını da dahil olmak üzere, hep ticaret yolları üzerinden yürümüş. Tüm tarihte salgın hastalıktan ölüm oranı tüm nüfusun (100 milyar kişinin) dörtte biri imiş.

Hangi savaş 1 milyar kişi öldürdü ki?

Mahşerin 4 atlısı vardır:

Savaş, salgın, kıtlık ve ecel.

Diğerlerini açımladık. Bugün ticaret adına (turizm dahil), kaç ülkenin halkları kıtlık çekmekte?

WHO ve FAO, biyoyakıta geçme nedeniyle birkaç milyar kişinin açlığa sürüklendiğini çoktan açıkladı bile.

Kahve, kakao, tütün, vd doyurmayan bitki plantasyonları, doymak için gerekli bitkiler üretilecek alanları doldurup, kaç milyon kişiyi açlığa sürükledi acaba?

Nasıl ki savaşmayıp sevişmek, nüfus fazlalığı yaratıp, bizi darma duman ediyorsa; savaşmayıp ticaret yapmak da, bizi darma duman etmekte.

Dipnot: Bu metin, tam da dünya global ticaretin kırılma noktasına gelip, 3-5 yıl içinde yarıya düşüp, milyonlarca kişiyi işsizlikten sokağa dökmek üzereyken yazıldı. İşbu metnin yazarı, bunun tarihsel bilincinde, kaydını düştü ve o seçeneği yeğliyor: Ticaret devesine diken, ticaret insanına liken.

Ganimet ve Ticaret


Ganimet savaşta alınır.

Kar, ticarette ve barışta alınır.

Çalıntı, talansal, yağmasal, ganimetsel mal, genelde onda veya beşte biri fiyatına satılır ki genelde bu bir satıcıya satıştır ve ganimetçinin cebine giren paradır, ondan sonrası başka karlar ve ticarettir.

Apple ise, 2’ye mal ettiği teknolojik ürünleri 10’a satıyormuş.


(Bu haberde maliyet, fiyatın % 26’sı olarak gösterilmiş. İşin içine aksesuarlar ve hizmetler katılmamış.)

Sanki, kulağa bir şeyler yanlış geliyor, değil mi?

Daha komik durumlar da var:

İspanya, 1500’de Amerikalar’ı ilk yağmaladığında, tüm dünya ve İspanya da  gümüşe boğulmuştu, bu sayede Osmanlı habire devalüasyon görmüştü ve yavaş yavaş dünya hegemonyasını yitirmeye başlamıştı. Ancak, İspanya da kısa sürede sürümden zarar etti. Sonra da, pek sevgili korsan İngilizler (Kaptan Drake, vs) Kızılderililer’i soyan İspanyollar’ı soymaya başladı. Daha 1650’de İspanya’nın zenginliği bitmişti.


Yani, bu işler karışık, hem de epeyi karışık..

Kalkıp da, mülkiyetin hırsızlık olduğunu önesürsek, taa hayvanlarda bile mülkiyet ve artı hırsızlık var, uymaz.

Ancak söyleyeceğimiz şu:

Ticaret barışı, en az savaş katliamı ve ganimeti denli acımasızdır. Arada da haraç gelir: Geçenden 1 akçe, geçmeyenden 2 akçe hesabınca; yani, işgal edilenden 1 ganimet, işgal edilmeyenden 2 ganimet / haraç gibi olur.

Bu konuda Çin ilginç bir tarihsel gergef çizmiş:

Hep batısındaki halklarca haraca bağlanmış ama o da doğudaki halkları hep haraca bağlamış. Muhtemelen bir ara hem haraç verir, hem alır olmuştur veya dağınık bir ülke olduğu için, beyliklerinin bir bölümü dışarıdan haraç alırken, bir bölümü de haraç vermiştir. Ayrıca, aynı o beylikler de kim kimi yenerse hesabınca, aralarında haraçlaşmıştır.

Yani, anlayacağınız bu konular, orjiden hallice: Bir kere oyuna girdin mi, ister savaş, ister ticaret, ne zaman öpeceğin, ne zaman öpüleceğin hiç belli olmaz.

En eğlenceli olanı; Osmanlı sadrazamlarının tayin edilince bir makam kaftanı, bir de kefen diktirmesi ve herkesin de kalp çarpıntıları içinde, tayin haberi beklemesi hesabınca; ne savaştan, ne de ticaretten kaçanı 5.000 yıllık tarihte pek görmedik.

Ha, arada muz ve yağmur suyu ile savaşı unutup, ebedi barış içinde yaşayanlar oluyor, onları da bir sonraki göçmen kuşak pişirip yiyor, yamyam hesabınca (bakınız Polinezya adaları tarihi)...

Cumartesi, Kasım 24, 2012

AB Trajedisi Komedi Oldu


“1 trilyon euro düzeyindeki bütçe konusunda Brüksel’e derin görüş ayrılıklarıyla gelen birlik ülkeleri arasında, ciddi ve geleneksel çizgileri zorlayan kamplaşmalar yaşandı. Tüm çabalara rağmen üye ülkeler, pozisyonlarından taviz vermeyince, zirve herhangi bir anlaşma sağlanmadan sona erdirildi.

...

Zirveye katılan AB diplomatlarının ‘Komediyle trajedi arasında gidip gelen bir zirve oldu’ sözleriyle değerlendirdikleri toplantıdan sonuç çıkmaması, her şeyin bittiği anlamına gelmiyor.”


Öncelikle belirtelim ki her ikisi birarada olabilir ki zaten genelde ikisi biraradadır ama genelde biri öne çıkar ve baskın görünür.

Bu durumda asıl trajedi şöye oluşur:

Szabo’nun filmi ‘Venüs’le Şeyttirmek’te hicvedilen AB ülkelerinin kendi aralarındaki ve birbirlerine karşı olanki düşmanlıkları, 2. dünya Savaşı bitiminden beridirki 65 yıllık barışı sona erdirebilir. Bunun için yeterince mesnet mevcut.


Din ve mezhep ayrımı mevcut. Katolik engizisyonu mevcut. Ner büyük ülkede % 20 faşist oy mevcut, hem de onyıllardır mevcut. Bölünecek ülke aday adayı mevcut. Ekonomik kriz mevcut.

Faşizm-engizisyon birlikteliği aslında komedidir ama çabucak trajediye, yani katliama dönüşür. Ateşle barut ve benzinle kibrit reaksiyonundan bile daha çabuk.

Neden hala komedi?

Çünkü sırada, AB çözülmesinden sonra, ABD çözülmesi var.

Çünkü sırada ABD-AB çatışması var.

Bunların Rusya ile çatışması var (3 ikili).

Bunların Çin ile çatışması var (4 ikili).

Olay orjiye dönüyor yani.

Ya da:

Yerden göğe küp dizseler, alttakini çekseler, seyreyle gümbürtüyü, komedisi.

Tarih tangır tungur, gümbür gümbür çöktü bile çoktan.

Cesetler öldüklerine henüz aymadılar, toplama kampının zehirli gaz duşu kapısında kendi ölümüne aymayan Museviler gibi...

Peki, Türkiye bu resmin neresinde?

Bir ters, bir düz haroşo; bir kertenkele, bir kertilenkele.

Hep öyle olmadı mı zaten?

Bir Doğu, bir Batı; bir Kuzey, bir Güney (bu TV dizisi olan değil).

Cuma, Kasım 23, 2012

Eski Savaşlar, Yeni Silahlar




Savaş bildiğiniz savaş, binyıllardır sürüp gitmekte. Silahlarsa bir acaip, habire değişmekte.

Skorsky nam şahsın icadı olan helikopter, o yaşarken de, o öldükten sonra da bir türlü mükemmel duruma getirilemedi. Konu yüzyılı aşkın bir süredir çözülemedi. Bir olasılık, zeplinlerin modifikasyonu ve dikine inip kalkan uçaklar, helikoptere değişik ve kalıcı bir çözüm getirebilecek.

Konumuz açısında çok ilginç 2 örnek var, 2’si de ülkemizle ilgili:

Bir: PKK icadı olan, omuzda taşınabilir ve ateşlenebilir helikoptersavar.

“Operasyonda ele geçirilen mühimmat ve malzemelere ilişkin bilgilere de yer verilen açıklamada, PKK  mensuplarınca helikopterlere karşı kullanılmak üzere üretilen 1 adet el yapımı 'zagros' silahı...”


Bu silahın dürbünü, tetiği ve namlusu, 3 ayrı silahtan sökülüp monte edilmiş.

Bu, Somali icadı, omuzda taşınan ve soba borusundan bozma LAW’dan sonra, ileri teknolojiye geri teknolojilerin uyarlama yanıtının diğer bir örneği olmuş.

İki: Tatar yayı olarak da anılan, çok eski bir silahın yeni bir modikifasyonu.



O silahı kullanan bizim ordumuz olmakta. (Linkteki ve metne ek konmuş foto da onun.)

Üç: Yıllardır ikisinin karışımı bir silah düşlerim: 10 kiloluk bir patlayıcı kullanacak ve omuzda taşınabilir, artı sessiz bir silah. Bununla, gerekli öndüzenekleri kurarsan, İkiz Kuleler’i tek başına aşağı indirebilirsin veya İstanbul’u atombombalayabilirsin.

Asker milletiz vesselam.

Peki, hangisi daha etkili?

İlki ile helikopter düşürürsün, medyada haber olur, moral bozar.

İkincisi ile önderlerden birini öldürürsün, adamın kendi bile öldüğünü anlamaz.

Üçüncüsü, daha yapılmadı ama bir şey düşünüldüyse, muhakkak yapılır, hele hele bir silahsa.

Terör ve medya geştaltı: Bu da, başka bir metnin konusu olsun.

Dipnot: Benim gibi asker kaçağı ve bedellici olan Engels de, silah tasarımı ile yakınen ilgilenirmiş vesselam.

Çarşamba, Kasım 21, 2012

Standart Biyografiler ve Astandart Nekrografiler


Karşılaştıralım ve karşıtlaştıralım (compare and contrast):

Bir: Tüm kültürel modlarda standart biyografiler vardır. Bunlar; hem istatiksel olarak uzun vadede geçerli büyük sayılar kuramının gereği, hem de toplumsal düzenin korunması için oluşturulan kültürel evrimsel formatlarıdır. Ancak, bunların en verimli, en ergonomik veya en optimum sonuçlar olduğu da pek söylenemz.

İki: Astandart nekrografiler, genelde ödüllendirilen standart biyografilerin, cezalandırılan istatiksel kırınım saçakları, bireysel isyanlar, vd, vb benzeri nedenlerle çevresinde oluşmuş yaşam ve ölüm desenleridir.

Bir: Şu anda ve burada ağırlıklı olarak geçerli olan 1. Sanayileşme kültürel modunun standart biyografi desenlerine bakalım:

75 yıl yaşam beklentisi: 25 okul + 25 yıl mesai + 25 yıl emeklilik (= ve +) Yılın üçte biri iş + yılın üçte biri boş zaman + yılın üçte biri uyku.

Toplum bu moda limitlendikten belli bir süre sonra, ondan sapmalar ve örüntü bozulmaları oluşmaya da başladı. Çünkü; sömürenler bunu sömürdüklerine çok gördüler ve sömürülenler de bunu çoğunluk kendileri için yetersiz buldular. Artı, bu makro kategorik dağılımların kendi iç Brown devinimleri de var.

İki: Onların astandart nekrografi dağılımlarına bakalım: Marjinaller, ayrallar (deviant), keşler; alkolikler, depresyonistler, etnik ve dinsel azınlıklar, eşcinseller, atesitler, çocuksuzlar, bekarlar. Burada en önemli nokta, hem toplumun iç dinamiklerinin gevşemesi / yorulması, hem de bu azınlıkların mücadelesi sonucunda ortaya çıktı ki tüm astandartlar toplumun yarı nüfusunun üzerinde ama yine de egemenlik standartlarda ve normal faşistilerde.

Burada ilginç olan durum, astandartların da birbiriyle pek geçinememesi; yani eşcinsellerin atesitlere veya dinsel azınlıklara hoşgörü ile yaklaştığı pek gözlenmemş. Üstelik bu konunun dışa vurulan biçimi ki bir de dışa vurulmayan ve tutum-davranış ayrımının tutumun aşırı sert olmasından yanaki dengesizliği nedeniyle, tüm azınlıklar ve çoğunluklar arasında bir iç savaş mevcut. Aslına bakılırsa, tarihi de göçerten bu durum, çünkü egemenler bunu ne görebiliyor ve ne de aslında bunu yönetebilir durumda.

Bu durumda en çok kazanan anarşist yaklaşımlar oluyor, yani devletin çözülmesi’ciler. Espri şu ki bunlar da birbiriyle savaş halinde ve bu da devletçilerin elini güçlendiriyor, yoksa devletler tarihte çok daha hızlı göçerdi.

Genel: Bu palet / yelpaze çok geniş. Öyle ki tüm kültürü, tarihi ve panoramayı kaplıyor durumda. Bu kavramsal çerçevenin böyleliği, uzmanlar tarafından parça parça yazılmış durumda ama onları tek bir panoramaya birleştirmek, bir disiplinlerarasıcının / çokdisiplinlinin işi olmakta.

Şimdi soru şu: Burada bir çözüm var mı?

Yanıtlar şunlar:

Bir çözüm gerekli mi?

Birarada yaşamak, bir yalan söylemdir (gözlemsel durum, ideolojik durum değil).

Eğer, tarihte Orta Çağ’ları hep düzen ve rönesansları hep çatışma yaratmışsa, çocuk büyüyene, yani insanlık kalıcı tarihsel bilgiler oluşturuna dek, deveye diken, insana liken daha iyi gibi.

İşbu metnin yazarı, bir Oğuz Atay’sal resim çizdi ve içine kendini de yerleştirdi ve (bir astandart nekrografi olarak) resmetti. Bu durumda okur, kendini bu resimde nerede görmekte acaba?

Sınıf Metamorfozu




Sınıf tanımı geleneksel olarak, burjuvazi ve proleterya biçiminde oluşturulmuştur. Bu tanım, aristokrasinin egemen sınıf olmaktan silindiği, 1789 Fransa Devrimi’nden bu yana geçerlidir. Proleterya sınıfı ise, 1750’lerde başlayan 1. Sanayileşme ile tanımlıdır.

Buraya kadar sorun yok ama bundan sonrasında var.

Burjuvazi temel olarak küçük ve büyük diye 2’ye ayrılmıştır ama eskiden küçük burjuvazi ile kastedilen kesim orta burjuvazidir (şimdilerde orta direk). Gerçek küçük burjuvanın proleterleşmesi olasılığı her zaman var olmuştur ve tersi de. Büyük burjuva (komprador), tüm burjuvazinin % 1’i gibidir, belki daha da azıdır.

Proleteryaya lümpen proletarya ile alt bir tanım daha getirilmiştir ama engelliler, 3. Dünyalılar, marjinaller gibi ekonomik determinizmin bakarkör olduğu ama yaşam pratiğinde epey kalabalık olarak var olan kesimler gözardı edilmiştir.

Sınf ayrımının sabit olduğu, kimsenin aşağıdan yukarı veya yukarıdan aşağıya pek devinmediği varsayılmıştır ama gerçek öyle değildir:

Bir: Dolar milyarderleri listesindeki adlar her 10 yılda bir üçte bir oranında değişmektedir.

İki: Sınıf atlama ve düşme, dipdibe olgulardır ve bazan sınıf atlamak isteyenler sınıf düşerler ve bazan da sınıf düşecekler sınıf atlayabilirler.

Gelelim bunların toplam demografide ne kadar yer tuttuğuna:

Danimarka ve (eski) Doğu Almanya 1980, kayıtlı olmak açısından ve dengeli gelir dağılımının görüldüğü yer ve zamanlar olmuştur ve ikisinde de en zengin % 20, en fakir % 20’nin yalnızca 2 katı gelir elde etmiştr. Demek ki kabaca limit budur denebilir.

Bugün neo-liberal düzende, sıkıp yalarsan 25 yılda bir veya birkaç ev alabilecek ekonomik birikim sağlarsın (ondan sonra o paraları harcatacak bir sürü hastalığın olur, ayrı konu). Yani sınıf atlamak, her zamankinden daha kolaylaşmış gibi gösterilmektedir.

Ancak, ABD’de 1968’den beridir proleteryanın reel ücretleri düşmektedir. Bu da nüfusun herhalde % 50’si gibi demektir.

Tarım ürünleri fiyatları on yıllardır düzenli olarak düş(ürül)mektedir ve bu da tarım kesimini açlık sınırına sürüklemektedir. Bu da % 30-40’lık bir global nüfus dilimi demektir. Bu kesimlerin bir bölümü yüzyıllarca uzamaz kısalmaz olarak yaşagelmişti.

Dolar milyonerlerin ve milyarderlerinin sayısı da toplam nüfusa oranı da sürekli artmaktadır (artmak dendiyse, %o 1’den 2’ye artmaktadır). O artış, o nüfus kesimimin toplmamının binlerce katı miktarda kişiyi açlık sınırına sürüklemektedir, çünkü ekonomide azalan girdiler kuralı geçerlidir.

Makinalaşma ve robotlaşma, milyonlarca işçiyi işsiz bırakmaktadır. Bugün Japonya’da otomotiv sektöründeki işgücünün % 10’undan çoğu robottur.

Yani, 1. ve 2. Sanayileşme’yi birlikte yaşıyoruz. Dolayısıyla sorunlarını da birlikte yaşıyoruz.

Bunun tek çözümü azalan nüfus yaratmak. O da yaratıldı ama bu kez yaşlanan nüfus sorunu başladı ve bugün bu 700 milyon kişi için en önemli sorun durumunda.

Bu türü ekonomik ve onun ardılı diğer alandaki sorunlar genelde kriz yaratır ve yaratıyor da zaten. Böylelikle, sınıf tanımları da değişiyor.

Ancak bu sınıf tanımı değişmesi, 1960-2000 arasıki teknokrat-bürokrat kategorilerinin şimdilerde infokrat-kognikrat düzlemine kayması ile açıklanamaz.

Asıl açıklamanın açılımı şöyledir:

Bugünkü (2000-2025 arasındaki) dünya nüfusu; temel 4 kültürel moda (proto-feodal, feodal, sanayi, post-endüstri) kabaca eşit olarak yayılmıştır ve bu büyük bir sınısal fay hattı yaratmaktadır ama genel (kültürel, ekonomik, vb) ayrımların ötesine de kayıp, insan-post-hüman ayrımına da kaymaktadır.

Böylelikle tüm insanlar birarada yaşayamaz ama herhangi bir makro kategorileşmede de, ayrı ayrı da bağımsız olarak süremez duruma gelmiştir. Bunu yaratan da, son 30 küsur yıllık neo-liberalizmin neo-globalizmidir.

Bu durumda dünya sistemi çökmekte ve çözülmektedir. Eski Orta Çağ’da Avrupa’da merkezi kralların yerini, mikro-manastır beylikleri almıştı. Zaten tarihte de 50 devlet ile 250 devlet arasında bir salınım hep gözlenegelmiştir.

Şu sıralarki global sınıf çatlakları çok devlete, beyliklere, yeni Fetret Devri’lere, krizlere, Orta Çağ’lara doğrudur ve bu daha önce olduğu üzere, bir kültürel mayalanma yaratıp, yeni sentezlere doğru bizi götürecektir.

Ancak yepyeni bir sorunumuz var: İnsan türü 1945’ten beridir tümüyle yok olabilir durumda ve şimdilerdeki sınıf savaşları bizi doğrudan insanlığın sonuna dek sürüklemektedir. ABD kompradoryasının  ve Rus neo-oligarklarının göremediği budur: Dünya yok olursa, onlar da yok olur.

Bu durumda beklenen, 30 Yıl ve 100 Yıl savaşları gibi durumlardır. Çoğul mikro savaşlar da dünya sistemini çözmeyi sürdürecek ve ekonomi bugünkünün belki % 10’una, belki % 1’ine düşecektir.

Tabii, o zaman da ne proleterya kalacaktır geriye, ne de burjuvazi. Yeni sınıfların oturması ise yüzyıllar alabilecek. Unutmayalım ki köylü-proleteryadan işçi-proleteryaya geçiş 11.000 küsur yıl sürdü.

Cumartesi, Kasım 17, 2012

Sömürü Şeysi




Sömürü var mıdır?

Vardır.

Ancak, sömürünün doğruluğundan daha çok, sömürü yanlış tanımları vardır.

Bu, Marx’tan Smith’e dek uzanan tüm ekonomik determinist ideologlar için böyledir.

Ondan önce de, kendisinden ve baş belası eseri ‘Nüfus Üzerinesi’nden 40 yıl sonra, matematiksel yanlışlığı Verhulst tarafından kanıtlanmış Malthus için böyledir.




Ancak, yine de Marx da, Darwin de, Verhulst’a değil, Malthus’a ikna olmuştur.

Sömürü nedir?

Üretimin ve toplam ekonomik değerin gerçekte üretim yapmayan oldukça küçük bir azınlığın (%o 1 ila % 1’in) elinde birikmesidir.


Ancak, 5.000 yıllık tarih ve devlet denilende, reel değeri 1 ila 1.000 arasında değiş(tiril)en altın ve benzeri değerli metaller dışında, hiçbir ekonomik kalıcı birikim yoktur ve olmamıştır. Bu bir.

Ticaret her zaman sömürülü olmaz. Her 2 taraf da birbirini sömürebilir ya da 2 taraf da artı ekonomik değer kazanabilir. Diğer bir deyişle, oyunların toplam değeri eksi, sıfır veya artı olabilir. Bu iki.

Sömürülmek, en azından artık, sömüren denli, sömürülene de sorumluluk yükler; tıpkı yönetilmenin yönetenler denli, yönetilenlere de (seçmenlere de) sorumluluk yüklemesi gibi. Bu üç.

Bir de şu yandan bakalım:

Şu anda dünyada 1.000 küsur dolar milyarderi sömürgen var. Bunlar ne yapıyor? Uzaya falan mı yerleşiyor? Hayır. Salak sepet konulara para harcayıp, diğer birilerine daha para aktarıyor ve genelde 3-4 kuşak sonra mirasçılarına hiçbir reel değer kalmıyor. Daha da önemlisi, o liste 10 yılda bir üçte bir oranında değişiyor.

Yani sömürü, sömürene de pek bir yarar sağlamıyor aslında, ne maddi olarak, ne de manevi olarak. Örneğin şu anda mümkünken, hiçbir dolar milyarderi kendini klonlatma ve beden nakli araclığı ile şu an teknolojik olarak mümkün ve (Papa’ca ve BM’ce) yasak olan ölümsüzlüğün peşine düşmedi.

Yani sömürü, sömürülenlerden de pek bir şey almıyor. Bizde jentrifikasyonla (kentsel dönüşümle) gecekonduluyken zenginkondulu olanların eski ve yeni halleri ve Brezilya’da uyuşturucu ticareti parasıyla 10 yılda sınıf atlattırılan 40 milyon kişinin eski ve yeni halleri bunu açıkça kanıtladı: Ortalama yaşam beklentileri artmadı, tam tersine Yankiler’de olduğu üzere, obezitelik gibi yaşamlarını kısaltan birçok hastalıklar edindiler.

Ayrıca, Venezüella’da olduğu gibi muz ve yağmur suyu ile bedava yaşamak, neredeyse 1 milyar kişi için mümkünken, onlar ne yapıyor?. Teneke evlere kentlere gecekondulara koşuyorlar: Sınıf talmayan, günda 16 saat çalış(tırıl)maya.

Tamam, depdeli tüketici toplumu kültürü onları çılgıncasına  koşullandırıyor ama 500 yıl önce, kendi zengin olup, hiç gereksinimi yokken, yalnızca o şavalakları resmetmek için, kendini sokaklara (daha doğrusu panayırlara vuran) Yaşlı Bruegel sayesinde, görsel olarak çok açıkseçik izlediğimiz üzere, sıradan kitle zaten hep şavalaktı, sonradan öyle yapılmadı: Eh, sen eşek olursan, semer vuracak birileri her zaman çıkar sonuçta.

Tüm bunlar bugün sağlıksız ve eğitimsiz yüz milyonları haklı mı çıkarıyor? Hayır. Ancak, 40 yıl yaşayacağına 100 yıl yaşayanların da, o 40 yıldakinden farklı hiçbirşey yapmadığını da gördük; tüm dünyada neredeyse 60 yıldır bilmek kaç yıllık zorunlu eğitim varken, dünyanın belki % 80’inin aktif okuryazar olmadığını da.

O zaman soru şu:

Sömürü yüzünden bugün Yeryüzü’nde ne eksik?

Göründüğü kadarıyla hiçbirşey: Ne bilim eksik, ne sanat, ne de düşün. (1930’larda Köy Enstitü’lerin de, 1960’larda tüm AFL’lilerin de Türkiye’de hepsini gördük, tüm biyografileriyle.)

İnsanların insanca yaşaması mı?

O o (insanca yaşayamadığı önesürülen) insanların sorunu, elinde tuzlukla hıyarı olana (kitleye veya iktidar seçkinlerine) koşan entellektüel şavalakların değil...

Evet, sömürü bir savaş ve bir devrim nedenidir ama kimin kimlerle savaşı ve kimin devrimi?

Ebay, Tezgah, Takas ve DEVRİM




Bir haber:

“Ünlü elektronik ticaret sitesi eBay, ünlü markalarla birlikte Kanada'nın Toronto kentinde 24 saatlik bir sokak pazarı kurdu.”


Bir haber daha:

“Yunanistan'da, ekonomik krizin olumsuz etkilerini her geçen daha etkili bir biçimde hissetmeye başlayan Yunan halkı ihtiyacı olan eşya ve ürünleri satın almak yerine kendi aralarında değiş tokuş yapmaya başladı.”


(Bu haberleri, tam da ‘Açlık Oyunları’ filmini izlemeye kısa bir ara vermişken okudum.)

25 yıllık seyyar satıcıyım. 38 yıllık entellektüelim. Her 2 bilgi-duyum da bana, yeni bir orta çağa girildiğinin göstergelerinden birinin de, devletli, kurallı, yerleşik market düzeninin dağılmaya başlaması olduğunu kezlerce gösterdi. Bir de, paranın yerini takasın almaya başladığını... Bir de, o yeni orta çağın artık göbeğinde olduğumuzu... Bir de lakaplarımdan birinin zekat keçisi olduğunu...

E, 2’si de gerçekten olmuş da, ne olacak o zaman?

Yeni bir durum bu:

Hem internet marketleri var, hem internet marketi seyyar tezgah açtırıyor, hem de tüketici çılgınlığının son aşaması da yetmemiş, daha da ötesi arzulanıyor, yoksa sistem çökecek. Aslında çöktü ama kimse bunu kendine ve başkalarına itiraf edemiyor.

25 yıldır sokaktayım ve 25 yıl da okula gittim. Ve geceleri çöp tenekelerini karıştırıyorum. Bulduklarımı tezgahımda satıyorum.

Neden böyle yapıyorum?

Fakir doğdum ve fakir öleceğim. Yani, cebim ve beynim boş doğdum. Beynim şimdi dolu ama cebim hala boş.

Bu bir seçim mi?

Kierkegaard’a göre evet, Kafka’ya göre hayır.

Aç kalınca, çalar mıyım?

Gerek kalmıyor.

Aç kalınca, öldürür müyüm?

Sağ kalabilmek için çok kendimi (kendimi çok değil) öldürdüm.

Kendini çok öldüren biri, başkalarını da öldürmeye hak kazanır mı?

Yanıt okurdan olsun.

Siberuzay uzmanı Oshii’nin ‘Food Grifters’taki kıssadan hissesi: Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar. Kıyamet kopunca da, herkes herkesi öldürür: ‘Battle Royal 1-2’deki gibi, ‘Açlık Oyunları’ndaki gibi...

İnsanlar açlıktan birbirini film icabı değil de, gerçekten öldürmeye başladı çoktan: İstanbul’da, Atina’da, Toronto’da...

Yeni pazarsız pazar gergefi, kültürel olarak bir novum olabilir ama işlevsel olmayabilir.

Ne yapmalı?

Bu soruyu, ilk dünya devriminin başına ilk geçen kişi olan Lenin de zamanında sormuştu ama ilk ölen o oldu, sonra Troçki, sonra Stalin (yani devrimin 3 adamı). Yani, onun alacağı ve vereceği yanıt çoktan geçersizlendi bile...

Benim şimdiye dek hiç verilmemiş bir yanıtım var mı ve/ya olabilir mi?

İnanın, onu ben de merak ediyorum.

Ancak bildiğim kesin bir şey var: Bu yeni bir devrimin ayak sesleri. Bildiğim bir şey daha var: Bu devrim de başarısız olacak. Ancak bu başarısız devrim, son başarısız devrim olabilir.

İşte ben o son başarısız devrimin, yani 100 denekle kesin sonuç alınacak bir deneyin, 99. başarısız deneğiyim.

Seçim yok, en azından benim için...

Perşembe, Kasım 15, 2012

İstanbul'a Atom Bombası Atılırsa Ne Olur?





Türkiye bitmez. Ayakta kalır.

Ankara ayakta kalır. Atom bombası atana, atom bombası atar.

15 milyon kişinin tamamı ölmez. İstanbul 1,5’ar milyon kişilik 10 merkez ve 1.000 kilometre karelik yayılım içeriyor. 1-1,5 milyon kişi ölür.

Eğer sanayi merkezi olan doğu taraf bombalanırsa, siviller zarar görmez ve tersi de. Bombanın çevresinde 10 kilometre çapında bir boş çemberin çevresine yeni İstanbul genişler. Bu da kuzey ve kara tarafı demek. Zaten er geç oraları katledecekleri için, sonuç pek değişmemiş olur.

İstanbul Boğazı ortadan kalkabilir ya da tersine genişleyebilir. 2 uca da 150’şer metrelik tepe yaratacak bombaların yeraltından yukarı doğru patlatılması gerekir. O zaman da atom bombasının radyoaktif etkisi azalır.

Her durumda Karadeniz ve Marmara ölür. Ege ve Akdeniz 5 yıl sonra ölür.

Sanayi % 15 zarar görür.

Tarım pek zarar görmez.

İşgücünde ve hizmet sektöründe sıkı bir ferahlık olur. Hatta yurtdışından kalifiye eleman ithali başlar.

Ekonomik zarar 400 milyar dolar civarında olur. Bunun 100 milyar dolarını yurtdışındaki Türkler telafi eder. 100 milyar dolarını da uyuşturucu ticareti telafi eder.

Geri kalan açık ve daha önceki borçlar nedeniyle, Türkiye geçici konkardato ilan eder. BM, Dünya Bankası ve IMF Türkiye’yi yeniden hızla borçlandırır.

Yeniden yapılanma için deprem beklenir. Bir olasılık deprem bombadan sonra hemen olur. Ortalık daha da boşalır.

Böylelikle 1. Cumhuriyet’i gömeriz. 2. Cumhuriyet başlar.

Pek de fena bir senaryo gibi görünmüyor. Şu bombayı kendimiz mi atsak, ne yapsak acaba?

Detektif Dee




Künye: Tsui Hark: Yönetmen, 120 dakika, 2010.


Gözünü sevdiğimin Tsui Hark’ı...

Gözünü sevdiğimin Çince’si...

(Bazan kanımda Çinlilik olduğundan cidden kuşkuya düşüyorum.)

Konu:

Bir detektif bir seri cinayeti çözer.

Tarih M.S. 689.

Dünyanın ilk kadın hükümdarı / imparatoru Çin’de.

Bir adet proto-Marco Polo (İtalyanca konuşan biri) Çin’de.

Bir adet Rodos Feneri benzeri Buda heykeli.

(Dakika 3, gol 3.)

İlk detektif.

İlk albino (Çin filmlerinde).

(Dakika 9, gol 5.)

Bir hayvan kahinin konuştuğu şamanizm.

(Dakika 17, gol 6.)

Tarih kayıtlarını doğruyu söyleyen detektife yaktırtmak.

Onu yapay kör yapmak.

Canlı bombanın arkaik yorumu: Suikstçılar başarısız olunca, canlı canlı doğrudan ateşe atlarlar.

(Dakika 22, gol 9.)

Alkış, alkış, alkış...

(İzlerken cidden soluğum kesildi.)

Dışarıda, içeride olacağınızdan daha fazla hapiste olacağınızı biliyor olmanız gerek.

(Dakika 24, gol 10: Şandelden, karşı yarı sahadan.)

Detektif, kendini korumakla ve hizmetle yükümlü kadın muhafız, detektifi öldürmek isterken onu tutar ve elindeki usturayı ona verip, gırtlağını traş için ona açar.

(Dakika 30, gol 11. Bu benim özel spesiyalitem oldu, ne de olsa erkek yorumu.)

Bir detektifi tarih kayıtlarının her gün yakıldığı yerde çalıştırırsanız, o körlüğü aşmanın yolunu bulur ve kayıtları belleğine kaydeder.

(Dakika 39, gol 12. Bu akıl yürütme, gündelik yaşamın kültürolojisi çalışmanın, bazı tarihsel kayıtlar yok edilse bile, onları kayıtlı bırakmanın en az bir yolunu bulduğunu imler.)

Bir Doğulu’nun, bir has Doğulu’nun Batılı altkültür parodisi: Korsanlar filan ama Batı tarzı korsanlar parodisi, yoksa Malaya Boğazı’ndakiler Kaptan Drake dedelerinde vitamin iken var idi...

(Dakika 50, gol 13. Doğulu ‘sence of humor’ beni çok güldürdü. Ayrıca, ahan da oryentalizm panzehiri bu arada.)

Final: Buda heykelinin yüz kısmının bir mask olarak patlayıp dağılması: Sıkıyorsa, bunu Hz. Muhammed’e adapte edin.

Bir final daha: İyi bir savaşçı ne zaman ayrılacağını da bilmelidir.

(Dakika 157, artık gol yok.)

İşte tüm bunlar Hark farkıdır. Onu biricik yapanlardır. Bizi yıllarca filmsiz bırakması için kendisine sitayiş etsek de, 10 yılda 1 film olsun, bu olsun.

Dipnot: Filmin 1 saatı zirve, 1 saatı vasattı. İkinci yarı klişelerle doluydu.

Salı, Kasım 13, 2012

ABD Atta Gidiyor




“ABD Başkanlık seçimlerini kaybeden Cumhuriyetçi aday Mitt Romney yanlıları Obama Amerikasında yaşamak istemediklerini beyan etti. 100 bin Amerikalı eyaletlerinin ülkeden ayrılması için dilekçe imzaladı.

...

ABD anayasasında eyaletlerin özerklik kazanmasını düzenleyen bir madde içermiyor. Ama Beyazsaray 25 bin imza toplayan Teksas eyaleti'ndeki Cumhuriyetçi'lerin dilekçesine yanıt vermek zorunda.

...

Bu, Abraham Lincoln'ün seçilmesinin ardından 1861-65 yılları arasında yaşanan Amerikan iç savaşından beri ilk ayrılma talebi.”


Bu, er veya geç olur. 1789’dan beridir tarih geleneğidir. Halk gayet abuk sabuk konularda limit % 50-50 ayrımına varır. Bu ayrılma inatlaşma olarak sürer gider. Burada (arayüzde) çatlak oluşur, sonra da ülke attaa...

Bu ABD için 1968’den beridir mevcut, yani reel ücretlerin gerilemeye başladığı yıldan beridir.

Ancak 2001’deki fiili tasfiyeden yalnızca 11 yıl sonra böyle bir olayın gerçekleşmesi şaşırtıcı bir durum.

Bu reel bir bölünme başlangıcıdır ve sonucu ister 10, ister 100 yıl sonra muhakkak oluşur.

2000’lerde bu ayrım, siyah bir başkan, eşcinsel evlilikleri gibi görünürde ciddi ama aslında gayet gayrıciddi tartışma konuları üzerinden yürüdü ama asıl konu ABD’nin savaşı sürdürüp sürdürmeyeceği idi ve bu konuda seçmenlerin oy hakkı sıfır durumda. Yani, Obama’nın seçmenleri Arap Baharı’na filan oy vermedi, barışa oy verdi.

Genelde büyük devletleri batıran şey, büyük devletlik takınaklarıdır ama bu kez ABD’ye batıran şey, onu ilk kez parçalayan ve ilk kez reel emperyalist yapan iç savaş durumu oldu (bunun Osmanlı’nın Fetret Devri’nden hemen sonra İstanbul’u almasıyla başlangıçsal benzerliği var).

ABD’nin de ölü eyaletleri var ve ironik olan durum bunların en Yanki ABD’li eyaletler olmaları: Orta-Batılılar. Ancak, ayrılık isteyen ilk eyaletler olan Arkansas ve Kuzey Carolina bunlardan değil; ilki orta, diğeri doğu-orta konumlu. Zaten orta-batı eyaletleri ekonomik olarak tek başlarına var olamazlar.

Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana olup bitenler tarihin giderek ivmelendiğini gösteriyor. Son 20 yıldır olanlar, tarihte geçmişte 200 yılda olabildi bazan.

Böylelikle, 2030’a varmadan ABD’nin ve AB’nin fiilen var olmadığı tarihsel momentler yaşayacağımız kesinleşti. Bizim de içinde olduğumuz bir grup gelecekbilimcinin yeni orta çağ kestirimlerinin, bu denli açıkseçik ivmede gerçekleşiyor olabilmesi de şaşırtıcı.

Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz.