Pazar, Kasım 04, 2018

Tarihte Ölçek Değişiminde Neden-Sonuç Ağlarında Örüntü Düzenlilikleri ve Düzensizlikleri


Önnotlar: Bu metinde metafor kullanılacak. Türkçe’de ‘teşpihte hata, hatasız teşpih’ olmaz deyimi var. Teşpih de bir metafor. Yani, metaforda hata ve hatasız metafor olmaz. Yani, tarihi irdelememiz, birçok epistemik sınırın yanısıra, aynı zamanda dilin sınırlarına da tabidir.
Bir gökadaya baktığımızda, ölçek değişimiyle birlikte, form düzenlilikleri ve düzensizlikleri kendiliğinden değişir. En büyük ölçekte kollar formları belirgindir, ara ölçeklerde düzensizlik belirgindir, yıldız / güneş sistemleri ölçeğinde gezegen yörüngeleri dizileri düzenliliği belirgindir.
Tarihe zaman ve mekan olarak farklı ölçeklerde baktığımızda, farklı neden-sonuç ağları / ilintileri ve ilintisizlikleri gözleriz. Bunun somut nedeni, en temelde doğadan ve üretimden gelen belli siklusların periyodlarının, sürekli düzensiz artık sayı vermesi ve en büyük ortak bölen ve en küçük ortak kat ilintisinin tamsayılı işlemeyişidir. Yani tarihte büyük sayılar kuramı düzeni, yani limitler ve asimptotlar oluşumu, belli epistemik sapmalarla gözlenegelmiş.
En makro düzende, 5 bin yıllık tarihte / Dünya Sistemi’nde şu an 13.’sü yaşanıyor olmak üzere, 400’er yıllık çıkış-iniş siklusları var.
Eğer ölçek değişirse, bu sikluslar da değişebiliyor, örneğin Orta Çağ Avrupası’nda (özel olaylar nedeniyle) iniş 1.100 yıl sürmüş.
Değişik yer ve zaman ölçeklerinde ise, bu formlar düzensizliğe kayabiliyor, yani bir tür düzensiz salınım dizisi oluyor, düzensiz uzunluklarda iniş ve çıkış ardışıklıkları yani.
Zaman aralığı iyice daraltılınca, uç varyans olasılıkları ve olanakları artıyor. Zaman aralığı büyüyünce, limitler işlemeye başlıyor.
TC 1946-2018 çokpartililik dönemi, Türkler’in çokpartili demokrasiyi pek beceremediğini kanıtladı gibi. 16 veya 160 devlet kurup batıran ve ortalama 85-90 yıllık devletler kuran Türkler, TC’yi de 90 yılda bitirerek bir limiti kanıtlamış oldular gibi.
Buradan da; Türkler’in 550-2000 arasındaki 1.450 yıllık coğrafya, ad, dil, din, ırk değiştirmelerinin kayıtlı tarihi gözönüne alınınca, tarihteki altkümeler veya altkategoriler olarak bölgeler ve halklar tarihi oluşuyor, diyoruz. Bunda da, düzenlilikler ve düzensizlikler var: Düzensizlikler genelde iç savaş ve artı göçler modunda yaşanıyor Türkler’de.
Nokta. Es.
(3 Kasım 2018)

Kürtler İçin Ayrı Ülke mi, Dil mi?: That’s the Question


Da bu konu, neden ancak 35 yılda akıl edilebilmiş?:
“9 Kürt partisinin, asimilasyonun önlenmesi, Kürt dilinin geliştirilmesi, resmi dil olması ve okullarda öğretilmesi amacıyla, ortak bir platform kurma kararına, HDP'nin tutuklu eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş'tan destek geldi.”
Bunlar birbirlerini engelleyen şeyler midir?
El cevab:
Ayrı ülke savaşla, bağımsız dil barışla kurulabilir ve savaşla barışın yöntemleri ve yolları, birbirine pek benzemez.
İronik olan şu:
“Ben de cezaevinde Kurmanci dil çalışmalarına büyük bir heyecanla devam ediyorum.”
Yani, meali:
Ben Kürt’üm, fiili kürt politikacısıyım ama Kürtçe bilmiyorum, hem de 35 yıldır.
Sonra da, imam-cemaat ilintisi oluyor.
En başa gidersek:
Kürt entellektüelleri var, Öcalan’dan önce de vardı. Öcalan ortalığa çıkıp, bağımsız ülke önerdiğinde, kimse de çıkıp, dilin ülkeden önce geldiğini söylemedi veya söyleyemedi.
Bunun açılımı şu:
Dünya’da son sömürgesizleşme döneminde (1960-2010 arasında) 100’den 200’e çıkmış ülke sayısına karşın 6 bin halk ve dil var. Kendi kendine alfabeleşme sürecine girmiş 3. Dünya ülkesi ve halkları örnekleri istisna durumda. Onun yerine, Rusya’da olduğu gibi, hegemon kültür alfabesiz dilleri o halklar yazıya geçmeyi istemeden, alfabelileştirmiş.
Yani:
Yazının 5 bininci yılında bile, tüm Dünya halkları yazıya gereksinim duymuyor, gerçek bu ne yazık ki. Bu durum, Kürt halkları ve Kürtçe’ler için de böyle…
Kürt entellektüellerinin önce bunu bilmesi ve öncelik sırasını seçmesi gerekirdi. Şu an ise, ülke de gitti, dil de: 1983-2018 arasındaki Kürtçe’lerin bir bölümü, yazıya geçirilebilecekken geçirilmedikleri için silinip gitti.
Bizim gözlemimiz ve saptamamız şu:
Gündelik yaşamın içinde, özellikle büyükkent olgularının içinde gözleyebildiğimiz kadarıyla, Kürtler dillerini feda ettiler çoktan. Çünkü Kürtçe kursları, bildiğimiz dilbilim fonetiği ve morfetiği üzerinden yürütülmedi. Kürtçe sözlü dil ağırlıklı bir dil olduğu için, konuşulan farklı şiveler yazıya geçirilemedi ve çoğu da silinip gitti, çünkü oto-asimilasyon genç Kürtler’i bu sözlü dil geleneğini üstlenmekten uzak tuttu.
Çingene, kapıyı soyulduktan sonra kilitlermiş. Kürtler de, kapıyı yenildikten sonra kilitlemeye çabalıyorlar ama artık çok geç.
Yine de elde şunlar var:
Taa 19. Yüzyıl’dan kalma Kürtçe yazılı kayıtları var, örneğin Ermeni Alfabesi ile basılmış Kürtçe kitaplar var, sömürgeci hegemonların (özellikle kiliseler üzerinden yürüttükleri) Latin Alfabesi’li Kürtçe metinler var. İlkin bunları tek değil, birden çok merkezde toplamak gerekli: Bildiğiniz Kürtçe külliyat(lar) yani.
Sonra da, son 35 yıl hiç yaşanmamış gibi, gençlerle Kürt Dili’ni yeniden inşa süreci gerekli.
Türkçe; bunu çok onyıllarda, 1930’larda ve 1960’lardaki 2 dalgayla becerdi: 100 bin kelimelik bir dili hiç yoktan var etti.
Kürtçe’nin ve Kürtler’in de yapması gereken budur.
Savaşmayı ve yenmeyi beceremediniz, bari barışı becerebilin…
(3 Kasım 2018)

Cumartesi, Kasım 03, 2018

Wallerstein’ın Dünya Sistemi’ndeki 2000-2020 Dönemi Aksamaları: 4 Ciltlik 1500-1914 AB / Dünya Tarihi


Giriş:
20. Yüzyıl başından beridir, örneğin Toynbee’nin 37 ciltlik ‘Uygarlık Tarihi’si ile, tüm Dünya tarihini tek bir bütün olarak ele alma ve tarihi tam bir bilim yapma çabası süregelmekte. Wallerstein ana akım konsensusta bunu becerdiği kabul edilen ilk kişi ve bunun epistemik momenti 1960.
Wallerstein, Dünya tarihinin bütünlüğüne Annales Okulu veri tabanından atlasa hareketle, yani tümevarımla varmaya çabaladı. Wallerstein, bu geleneği tümüyle kabulleniyor.
Tarihte tümdengelim de var. Bu tümdengelim, eğer büyük sayılar kuramı belli çıkarımlar yapıyorsa, onların geçerliliğini baştan kabul etmek demek. Örneğin, eğer geçmişte 12 kez çıkış-iniş siklusu kayıtlıysa, 13.’sünün de 2000’de olacağını /  başlayacağını kabul etmek gibi. Wallerstein, nedense bundan kaçınıyor ve kendisinin gelecekbilimci olmadığını, tarihin geçmişle ilgilendiğini vurguluyor.
Oysa tarih; hem tümdengelimle, hem tümevarımla; hem geçmişten geleceğe, hem de gelecekten geçmişe işleyen bir bilim dalı. Çünkü, şimdi denilen şey, kayan bir referans noktası, yani sabit değil.
Buna ek olarak, tarihsel yorum-bilgi dediğimiz şey, n. kültürel moddan (n-1). veya (n+1). kültürel moda bakarak yorum yapma göreliği de içermekte.
Artı aynı şimdiye, geçmişten veya gelecekten bakınca da, farklı perspektifler görüyoruz.
+
Geliştirme:
Wallerstein, ana kavramsal çerçeveyi oluşturduktan sonra, kendi asıl ilgi alanı olan 1500-1914 arasını, 4 ciltlik bir çalışmayla ayrıntılı olarak incelemiş.
Tüm sözünü ettiğimiz aksamaları orada eylemiş. Örneğin, tarihin çözünürlüğü arttıkça, yani örneğin irdeleme zamanı daraldıkça, (nicel değişimlerin kendiliğinden nitel değişim olduğunu gözönüne almadan / alamadan) ölçüt değişimini becerememiş.
Ancak, bir şeyi çok iyi yakalamış:
Herhangi bir anda irdeleme yaparken, bazı şeylerin belirsiz kalabileceğini.
Bunun nedeni de şu:
Tarihin anlamlı bilgi oranı % 1 falan. Ancak, bazan o ayıklamayı yaptığınızda, elinizde anlamlı bilgi üretecek kadar veri kalamayabiliyor.
Ondaki örnek, AB ülkelerinin eski sömürgelerinin yeni ülke olma süreçlerinde, yeni kurulacak ülkelerin birden çok (eski) sömürgeci ülke arasında, hangisini kıble olarak seçeceğini tam olarak belirleyememesi durumu.
Bir de, uzun vadeli etkilerin biraz arapsaçı gibi olabilmesi de var:
Fransa, 1776’da İngiltere’ye karşı ABD’yi destekledi. İngiltere Fransa 1789’da krala karşı devrimcileri destekledi. 1914 geldiğinde, bunların özun dönemli etkileriyle ikisi de sömürgecilik olarak bitmişti. (Buna, negatif kısırdöngü veya yıkım ağı diyelim.)
Wallerstein, tüm Dünya tarihini gözönüne alarak yazmamış da gibi. 1250 Moğollar’ının 750 yıllık hiçliği, 1300-1900 Osmanlı’sının sonraki hiçliği, aynen AB içinde uygulanabilir. Yani AB, 1945 sonrasında bir hiç.
Böylelikle de, Wallerstein’ın neden AB-merkezli tarih yazmakla nitelendiğini anlamış oluyoruz. Diğer verileri hiç hesaba katmıyor gibi yazıyor.
Oysa, Wallerstein’ın kendi-eski yazdıkları yeterince açıkseçik çıkarsama öneriyor: AB’nin kendini bitirmesi gibi. Ve hatta ABD’nin kendini bitirmesi (çıkarsaması) gibi.
+
Çıkış ve sonuç:
Toynbee’nin 37 cildi 2 cilde özetlemesinin ardından ve onun tersine Wallerstein, yarımcildi 4 cilde uzatıyor.
Tarih denilense, ikisinin toplamı, tümevarımın ve tümdengelimin. Sorun, tıpkı dikiş biçimleri (2 ters 1 düz veya 2 düz 1 ters) gibi, bunların çiftyönlülüğünün hangi sayıda ve ardıllıkta kullanılacakları.
Demek ki çıraklar ustaları eçebiliyor.
Demek ki ustalar, kendi bilgilerini doğru yorumlayamayabiliyorlar.
Üstelik, Afro-Avrasya-dışı bölgeler hala Dünya Sistemi’ne sokulamamış durumda…
Nokta. Es.
(2 Kasım 2018)

Cuma, Kasım 02, 2018

Sıla’nın Öyküsü Yazarı Neden İlgilendirir?


Öykü beni neden mi ilgilendiriyor?
Ahan da, hikayesi…
Popüler kültür, bir feçes ırmağıdır. Ancak, gelecek feçesin aktığı yöne akar, Yani popüler kültür, (arada bir de olsa) geleceği vektörler.
Gelecek varsa, geçmiş de var:
Popüler kültürün geçmişi.
Popüler kültürün mensuplarına Mills ‘ünlü diyor’: Şarkıcı, futbolcu, manken, şu bu yani…
Popüler kültürün ünlü mensupları, alt sınıflardan çıkar veya çıkarılır. Sınıf atlama hayali baki kalsın diye…
Sıla da, bu öykü silsilesinin ve zincirinin son halkalarından biri…
Sıla’nın öyküsü, ustası olan Sezen’inkine benziyor ama ayrıntılarda farklı. Sonuçta, 40 yıl sonra ilk o başardı rekoru kırmayı: Levent veya Sertab değil… (Oysa onlar, buna daha yakındılar ama hastalıkları onlara çok tuhaf eziyetler ve çelmeler getirdi.)
Sıla’nın öyküsünde beni ilgilendirmeyen şeyler:
Klasik şiddet öyküsü.
Magazin ıvır zıvırları.
Sıla’nın öyküsünde beni ilgilendiren şeyler:
Kendisinden önce yaşanmış aynı hataları, kadermiş gibi bilmem kaçıncı kez yeniden yaşaması ve yaşatması, kendine de, başkalarına da…
Hızlı yükseliş ve hızlı çöküş çizgisinin tuhaf grafiği…
+
Çıkış ve soru:
Sorun şu:
Sıla, bu kısırdöngüden çıkabilecek mi?
Son 1-2 yıllık çizgiden gelen yanıtla:
Hayır…
Ama yol orada ve onu bekliyor…
(1 Kasım 2018)

Perşembe, Kasım 01, 2018

Sıla Gençoğlu ve Ahmet Kural


Öndeyiş:
Sıla Gençoğlu’nun bir çöküşe doğru gittiğini ve bunun ünlülerin kendilerine yazdığı kader olduğunu daha önce yazmıştık. Sıla’nın ustası Sezen ve o da aynı çizgilerden geçti.
+
Olay şu:
Ahmet, Sıla’yı dövmüş. Açıklanana göre ikinci kere dövmüş. Ahmet, daha önceki hanımlarından birinin de parmağını kırmış.
Sıla, birincide ayrılmış. İkincide, hem ayrılmış, hem dava açmış.
Sonraa, medya olaya üşüşmüş…
Bu konuyu birden çok kez yazacağımız kanısındayız. İlki bu olsun.
Konuya Ekşi Sözlük damarından girelim.
Birinci alıntı:
“bana gerçekçi gelmiyor ama sılanın da yalan konuşma ihtimalini düşünemiyorum, iki taraftan biri yalan konuşuyor ve bu ikisinden birinin yalanı ortaya çıkacak, çöküşü başlayacak.”
Bazı hukuki vakalarda kesin durum yoktur. Hoş, yaşamdaki epeyi durumda kesin durum yoktur. Tanık yoktur. Zaman geçince, durumda yalnızca 2 kişi olsa bile, çok farklı şeyler anımsarlar. Bu, sosyal psikoloji deneyleriyle ve hukuk vakalarıyla sabittir.
Elde kayıt var doğru. Ona kayıtları yaratacak (ve olduğu önesürülen) olaylar kesin olamayabilir. Mahkeme çok farklı kararlar alabilir. Vd, vb, vs…
Bana sorarsanız:
2 taraf da kendini kandırıyor. Nedendir bilmiyorum, ünün doruğuna çıkanların bir bölümü, içinden çıktıkları kenar mahalle veya lümpen altkültür kuburuna geri dönme i gösterir. Futbolcularda Varol, Tanju ve en son da Arda bunu yaptı. Şarkıcı desen, farksız: En son uyuşturucudan hapis yatanın öyküsü belli.
İkinci alıntı:
“bence bu olay öncesinde birlikte tatlı bir uyuşturucu partisi yapıldı, ahmet arap gibi, içince bokunu çıkartıyor, anlamsız olaylar neticesinde bu zamanlara gelindi, böyle bir olay yaşandı.
sıla hanımefendiye geçmiş olsun, yapması gerekeni yapmış. ahmet kural'ın sıla’yı sevmediğini ya da keyf olsun, şunu bir döveyim, dediğini düşünmüyorum. Uyuşturucu, vs gibi bir olay var bence.”
Aşağı yukarı benzeri bir hikaye olduğu kanısındayım. Uyuşturucu denmesin de, katkı maddesi veya trankilizan densin.
+
Sorun şu:
Toplumda genelde bir kültürel şizofreni var. Yani, parçalanma. Bu, kişiliklere de yansıyor, kişilikler de parçalanıyor.
(Not: Bireysel şizofrenlerde de kişilik parçalanır ama onların kültürü parçaladığı çok çok nadir görülür, Hitler falan gibi vakalarda o da…)
Yani durum, bildiğiniz çokkişiliklilik veya çok tutumluluk + çok davranışlılık durumu. Her 2 taraf da, birden çok davranış ve tutum değerlikli yani.
Bunun çaresi olabilir mi?
Tarih, olmadığını söylüyor ama her açmazın bir ilk çözümü de kayıtlı tarihte.
+
Sıla, en az 2 yıl müziğe veya üne ara verir.
Çaktırmadan veya açıkça temizlik tedavisi görür.
Kural yandı: Özer’in başına gelenler belli.
Genel çözüm (veya hiç değilse arayışı) ise, yok…
(1 Kasım 2018)

Çarşamba, Ekim 31, 2018

İsmail Beşikçi ve Kürt Pozisyonu 2017


Bu konuyu daha önce yazmıştık ama konunun daha geniş açılı olarak yeniden ele alınması gerekti.
Beşikçi, onyıllardır Kürt tarafının yanında yer alan bir aydın. Kendisi, doğrudan dezenformasyon yapmıyorsa da, durumu doğru algılamıyor da, o zaman da analizleri gerçekleri ıskalıyor.
Şöyle demiş 2017’de:
“HDP, 7 Haziran seçimlerinden TBMM’de 80 milletvekili kazanmıştı. Bu aşamadan sonra, gerilla mücadelesinin geri planda kalması, siyasi mücadelenin öne çıkması gerekiyordu. Artık, HDP’nin meclis grubunun önde kalması, gerillanın geride durması gerekirdi. Mücadelenin siyasal mücadele şeklinde sürmesi gerekir. Eğer ana dil mücadelesi olsaydı, daha kitlesel destek alırlardı. Ana dilde konuşmaktan dolayı, savcılıkta ya da mahkemede gerginlik olduğu zaman, savcılık ve emniyet birimlerinin önünde halk toplanıp, başkanlarının tutumlarını savunurdu, daha kitlesel olurdu. Mücadele böyle yürüseydi, daha çok başarı olurdu, yıkım olmazdı.”
O andaki durumları, gerçekten eksik ve yanlış kavramış.
Haziran 2015’te AKP yenilince, birileri devreye girdi. Temmuz-Ağustos 2015’te, TC-PKK-IŞİD 3’lüsünün 2’li permütasyonlarının hepsi, peşpeşe denenerek fiili savaş durumu yaratıldı.
Bu 3 iktidar odağı da durumu kendi hesabına ve çıkarına göre yorumladı ve 3’ünün de yanlış-geçersiz olduğu ortaya çıktı. Ekim 2018’de 3’ünün de durumu ortada.
Beşikçi’nin hatası ise, PKK’nin de, HDP’nin de, o süreçte hiçbirşey yapamayacağını görememesi. Yani, birileri silah çekmişken, kimse ortalıkta beyaz bayrakla ortalıkta dolaşamaz, dolaşırsa da vurulur. Ayrıca, kitlesi de o partiye oy vermez, çünkü kitle 30 yıllık silahlı mücadele nedeniyle oy veregeldi.
PKK’nin hatası şu oldu: 50 bin kişi umarak, halk savaşı ilan ettiler; 5 bini geldi, bini öldü. 50 bin gelseydi, 210-15 bini ölebilirdi: Çünkü zaten 100 bini öldü.
Beşikçi asıl olarak, PKK’nin ve Öcalan’ın ana çizgisinin bağımsız devlet olduğunu hala kavrayamıyor gibi. İnsanların dediğine değil, yaptığına bakılır. Kaldı ki Kürt halkı da, Kürtçe kitap basılsın diye o kadar kayıp vermedi ki zaten, o kitapları hemen hiçbir Kürt okumuyor şu anda.
Parti-gerilla ayrımına gelince:
Demirtaş, Ağustos 2014’te cumhurbaşkanı oldu diye,  Erdoğan’ı ayakta alkışladığı an, o parti kitlesi açısından bitmiş oldu. Demirtaş’ın Ağustos 2015’i görebilmesi gerekirdi. Göremediği için de, şu an hapiste. Üstelik, kendi yandaşları onu pasif olarak tasfiye ettiler. Bunu da, kendisi ağzından kaçırdı.
İkinci alıntı:
“Bu dönemde Kürtler’in batı kamuoyunun desteğini alması çok önemlidir. Batı kamuoyu Kürtler’i nasıl destekler? Kürdistan’ı nasıl destekler? Örneğin hendek mücadelesi olduğu zaman batı bunu desteklemez ama dilinden dolayı Kürt’lüklerinden dolayı baskıyla karşılaşıyorsa, o zaman batı kamuoyu destekler, böyle bir desteğin alınmasında büyük yarar var.”
Bu hatayı; Öcalan da yaptı, Müslim de yaptı, Barzani de yaptı, Talabani de yaptı. Beşikçi de yapmış olmuş. Arkana emperyalist güçleri olarak ulusal mücadele yapamazsın, zamanı ve çıkarları gelince, seni satarlar, sen de açıkta kalırsın. Batı, Kürtler’i 100 yılda 10-15 kere sattı, her kezinde de Kürtler katliama uğradılar ama kendi tarihlerinden hiçbirşey öğrenmediler ve ders almadılar.
Ayrıca, Batı’nın artık Kürtler’i desteklememesinin daha önemli bir nedeni var:
İslam terörü yükseliyor ve Kürtler giderek daha şeriatçılaşıyor, yani batı için artık Kürtler de, islam teröristi muadili (veya aday adayı) olmakta. Aslına bakılırsa Kürtler, 40-45 yıl öncesinde bile asla ve kata sosyalist olamazlardı, çünkü proto-feodal bir kültür enternasyonalist olamaz.
Son olarak:
Beşikçi, bunları çok yıldızlı bir oteldeki bir toplantıda ve ‘Amerika’nın Sesi’ muhabirinin sorusuna yanıt olarak söylemiş. Bu moment, tek başına herşeyi batırıyor.
(30 Ekim 2018)

Mıgırdiç Margosyan, Fıllaname, Lümpen Halklar, Çokluk-B.kluk


‘Fıllaname’, Aras Yayınları tarafından, ona 80. yaşgünü hediyesi olarak basılan, Margosyan’ın 5 kitaplık derlemesinin adı.
Kitabın arka kapağında bir metin var. Nedense, birinci el kitap satan internet siteleri o metni yayınlamaya gerek görmemişler, kitabı nasıl tanıtıyorlarsa: Yabancı siteler, uzun süredir kitabın içindekiler bölümünü de koyuyorlar oysa.
O metnin başka bir versiyonunu internetten bulduk:
“ “Cehü”, Yahudiler’e Kürtçe’de verilen addı. Biz Hıristiyanlar ise, Yahudiler’e “Moşe” diyorduk. Hıristiyanlar’ın hepsi gâvur veya “Fılle” oldukları halde, kendi içlerinde Ermeni, Süryani, Keldani, Pırot’tular. Ermeniler ise, Süryaniler’e “Asori”  derlerdi. Müslümanlar’ın tüm Hıristiyanlar’a toptan “gâvur” demelerine karşılık, Hıristiyanlar da, tüm Müslümanlar’a toptan “Dacik” diyorlardı.
Ama tüm bunların dışında gerçek olan şuydu ki deliler bir safta, geriye kalan diğerleri, yani Dacikler, Gavurlar, Haçolar, Kızılbaşlar, Yezidiler, Ermeniler, Türkler, Kürtler, Keldaniler, Süryaniler, Asoriler, Pırotlar, Fılleler, Moşeler, Cehüler, Dürziler, hep beraber diğer saftaydık!”
Not: Pırot her neyse, internette yok. Ermenice-Türkçe sözlükte bile yok. Artı, ‘fılle’ de, ‘fılla’ da kullanılmış, doğrusu hangisi bilemeyiz.
Biz en başından beridir, 100 iken 200 olan, 400’e kadar yolu var (yanılmış devletli) ülkeli, 6 bin küsur halkın (ki coğrafi ayrımlarla bu 60 bin eder, örneğin Dobruca, Kazan, Kırım, Kuban, Köstence, şu bu Tatar’ı var), 19. Yüzyıl sonundan beridir, 1789 Fransa Devrimi’nden sonra dayatılıp, 200 küsur yıldır asla gerçekten var edilememiş, ulus-devlet kavramından dürtüklemeyle, emperyalistlerin Osmanlı İmparatorluğu gibi ülkelerden 40-50 ülke birden üretmesiyle oluşturulmuş, lümpen kimlik bilinci veya kültürel kimlik zorunlu aitliği kavramının faşistçe olduğunu önesürenlerdeniz.
Zaman geçtikçe, örneğin Kürtler’in Türkler içinde 2015 ertesinde, kendilerini (zorunlu değil) gönüllü oto-asimilasyona tabi tuttuğu, yine bir Kürt aydını (Selim Temo) tarafından yazıldıkça, yani yaşamda geçerli bilgiler günışığına çıktıkça, dediğimizin geçerli olduğu görülmekte.
Margosyan ise, buna değişik ve ironik bir dille yaklaşmış.
Deliler, marjinal bir toplumsal altkümedir. Gelecek ilk başarısız devrimi, marjinallerin yapacağı giderek ortaya çıkmakta. Buna aday adayı ilk altküme, 1. Dünyalı slaktivistler oldu, ‘We are 99%’ ve ‘Occupy Wall Street’ gibi.
Delilerin marjinalliği, toplumsallığa bile isteye dahil olmamalarından dolayı: Yani; toplum onları dışlamıyor, onlar toplumu dışlıyorlar veya deliler topluma zararlı değil, toplum delilere zararlı. Yani; Adorno’sal bakış açısıyla ve negatif diyalektik bakış açısından deliler, devrimden uzak kalarak, onu gerçeksemekteler. Bu, söz(cük) oyunu falan değil, bir mantık realitesi.
Margosyan bunu da saptamış, şunu da saptamış:
Nerede çokluk, orada feçes: Kültürel çoğulluk diye debelenler halt yiyorlar.
Deliler, bir biçimde bu absürd ve melokomik kuburun ve kabirin dışındalar ama onlarınki de başka bir açmaz ve bu da, ayrı bir ironi alanı.
Tuhaf bir soru kipi:
Bir delinin dini veya dinsizliği olur mu?
Bu soruyu, ateistliğini ve deliliğini, kendini bildi biledir bilen ve kabul eden, 55 yıldır böyle yaşayan, ateist bir deli olarak yazdım.
Sorun; yukarıdaki söylemin geçerliliği, genelgeçer kültürel kimlik dayatmasının değil.
(30 Ekim 2018)

Salı, Ekim 30, 2018

Felaket Yönetimi: Dünya / ABD Katliam Rekoru 2017


Alıntı:
“The mass shooting occurred between 10:05 and 10:15 p.m. PDT on October 1, 2017, which was the third and final night of the festival. When the shooting began, country music singer Jason Aldean was giving the closing performance.
Shortly before 10:00 p.m., hotel security guard Jesus Campos was sent to the 32nd floor to investigate an open-door alert. He attempted to open a door that provided immediate access to the floor, but found that it would not open. After Campos entered the floor, he discovered an L-shaped bracket screwed into the door and door frame, which was responsible for barring the door from opening. After reporting the discovery to his dispatch center, he heard the sound of rapid drilling coming from Room 32-135 and went to investigate the matter. At approximately 10:05, he was hit in the right thigh by one of about 35 bullets that Paddock fired through the door of his suite. After Campos was hit, he took cover in the alcove between Rooms 32-122 and 32-124 and immediately informed the hotel by radio and cellphone that he had been shot, though he believed he had been shot with a BB or pellet gun. At the same time, maintenance worker Stephen Schuck was on the same floor to fix the door that Campos had reported as being barricaded. Campos, who was already injured, encountered Schuck and told him to take cover. Schuck contacted hotel dispatchers over his radio, informed them of the ongoing shooting, and told them to call the police. Neither Las Vegas Metropolitan Police Department nor MGM Resorts International, the Mandalay Bay's owner, have confirmed when information about the initial shooting was relayed to the police.
After Paddock used a hammer to break two of the windows in both of his suites, he began shooting through them at 10:05 p.m. He ultimately fired more than 1,100 rifle rounds approximately 490 yards (450 m) into the festival audience. He initially started out with a few single gunshots before firing in prolonged bursts. Many people in the crowd initially mistook the gunfire for fireworks. During the shooting, a security fence hindered concertgoers from fleeing the 15-acre concrete lot. The gunfire continued, with some momentary pauses, over the span of ten minutes and ended by 10:15 p.m.
In addition to shooting at the concertgoers, Paddock fired eight bullets at a large jet fuel tank at McCarran International Airport 2,000 feet (600 m) away. Two of those bullets struck the exterior of the tank, with one bullet penetrating the tank. The fuel did not explode because jet fuel is mostly kerosene, which is unlikely to ignite when struck by a bullet.
During the shooting, police officers were initially confused whether the shots were coming from the Mandalay Bay, the nearby Luxor hotel, or the festival grounds. There were also multiple false reports of additional shooters at other hotels on the Strip. Officers eventually spotted multiple flashes of gunfire in the middle of the northern side of Mandalay Bay and responded to the hotel. At 10:12 p.m., two officers on the 31st floor reported the sounds of gunfire on the floor above them. When officers arrived on the 32nd floor at 10:17 p.m. and encountered Campos a minute later, he directed them to Paddock's room and helped others evacuate. Campos was then directed to seek medical attention for himself.
Between 10:26 and 10:30 p.m., eight additional officers arrived at the 32nd floor; some of those officers manually breached through the door Paddock had screwed shut with the bracket. The gunfire had ceased, and the police moved systematically down the hallway, searching and clearing each room, using a master key that was provided by Campos. At 10:55 p.m., the officers finished evacuating guests. At 11:20 p.m., police breached Room 32-135 with explosives. Paddock was found dead on the floor from a self-inflicted gunshot wound to the head. Police then breached Room 32-134; while entering the hotel suite, an officer accidentally fired a three-round burst from his weapon, but the bullets did not hit anyone. At 11:27 p.m., officers announced over the police radio that a suspect was down.”
(İlgili Wikipedia maddesi.)
10 dakika atış. 1.100’den fazla mermi. Seri atış yani. Kayıtlarda şarjör değiştirme boşlukları duyuluyordu.
450 metre mesafe.
59 ölü, 422’si atışlardan, gerisi panikten 851 yaralanma.
Sonra adam kendini vurmuş ve ölmüş.
Atışların bir bölümü, yakınlardaki uçak yakıtı depolarınaymış ama depolardaki yakıt, mermiyle ateş alacak türden değilmiş. Eğer öyle olsaymış, ölü sayısı epeyi artarmış.
Festival alanında birkaç bin kişi olduğu tahmin ediliyormuş.
Polis, atışın nereden geldiğini anlayamamış. Yani, o kadar mesafeyi akıl edememiş. Yani polis, hiçbirşey yapamamış. Olaya girememiş bile.
+
Yorumlar:
Birçok açıdan rekor.
Olay, giderek kurmaca örneklere limitleniyor. Buradan çıkan tek sonuç, katillerin bilgisinin ve hayal gücünün hala eksik olduğu. Ya da diğer bir deyişle: O kurmaca örneklere er veya geç varılacak. İkiz Kuleler saldırısında bile, failler, o kulelerin yıkılmayabileceğini düşünmüşler, çünkü daha önce de saldırı olmuş ve kuller yerinde kalmış. Ancak olay olup bittikten sonra, silahsız savaş kavramı yaratılmış oldu. Asıl önemlisi: Gökdelenlerin yakıt depolarının tam yeri bilgisi, tüm yıkımın asıl kilidi ve anahtarı.
Yani, toplu katliam / cinayet ile toplu terör olayı birbirine karışıyor giderek.
ABD, % 5 global nüfusuyla Dünya toplu saldırılarının % 31’ini yaşıyor. Olay, silah temininin kolaylığına bağlanıyor ama silah bulmak zor olsa bile, isteyen bulur. Adam kalkıyor, yarı otomatik tüfeklerle 400 küsur metreden atış yapıyor: Bunu kaç asker veya polis yapabilir ki? Yani bir: Bildiğimiz öldürme eğitimi konusu bu, silah temini değil. İki: ABD, kültüründe bireysellikle kitleselliğin en çelişkili yaşandığı ülke: Sanıldığının tersine, toplumsal baskı çok-çok yüksek. 300 milyon kişide her yıl 300 küsur kişinin insan öldürecek denli filmi koparması, (milyonda bir ile) yüksek değil, düşük bir oran ki belki 3 milyon kriminal var.
Bir de, seri cinayet / seni terör konusunda hep ıskalanan bir gerçek var: Sıradan insanların tamamına yakını, standart biyografilerini harfi harfine yaşarken, binlerce kişiyi eziyor ve duygusal olarak yaralıyor ve bunların milyonda biri de filmi koparıyor: Gerçekte olup biten bu. Kaybedenlerin / eziklerin çok-çok az bir bölümü seri katil oluyor yani.
Not: Konuyla ilgili olarak, İngilizce’de 5’in üzerinde terim / deyim var. Tanım hala bulanık yani. Burada gözden kaçan bilgi, herşeyin 1968-2018 arasındaki; global kapitalizmin birkaç kezlik iç bunalımları, 1968’lilerin başarısız ileri hamlesi, 1980 ertesiki başırısız neo-liberalizm, tüm Dünya’da büyükkentliliğin ve beton ormanılığın getirdiği şiddet artışı, veri tabanlarının içiçeliği.
Yani:
Borsa, terör, tüketim, kapitalizm kendiliğinden terördür ve cinayettir.
Yani:
ÇÜŞ, mafya / kriminalite, devlet, terörist global negatif sembiyöz vardır.
Yani:
Kara kara para (mafya) ve beyaz kara para (rüşvetçiler, yolsuzlukçular, kayıtsız ekonomiciler, vd) aynı şeydir.
+
Artı:
En geniş panoramasıyla ve post-travmatik stres sorunu olarak; tüm trafik kazaları, terörizm olayları, seri katliam olayları maktulleri, ölümle sürpriz bir biçimde yüzleşen ama o ana kadar ölümü hiç düşünmemiş kişiler olarak ele alınabilir.
Neden mi?
Çünkü; hem Lima sendromu var, hem de Stockholm sendromu. Yani; hem katiller maktullere aşık olabiliyor, hem de maktuller katillere aşık olabiliyor. Tabii bir de, olay anında şok olup kalan ezici çoğunluk var, 0 tepki yani.
Felaket yönetimi açısından, elde o kadar çok savaşta yer almış asker, ağır felaketlerle yüzleşmiş itfaiyeci, polis, tıp personeli, şu bu varken, tüm bunların global bir kayıt merkezinde toplanmamışlığı rezalet bir durum: İnterpol veya Europol ne işe yarıyor acaba? Felaket yönetimi ve artı önleyiciliği onların işi değil mi?
Kameraya simetrik olarak yer değiştirsek:
Az sayıda da olsa, olaylardan sağ kalan teröristler ve katiller var. Örneğin, İsrail’de bomba hazırlarken malzemeler elinde patlayıp, kör ve ağır yaralı kalan bir Filistinli’nin öyküsü olduğu bir belgesel vardı: Adam, çektikleriyle kefaretini ödemiş olduğunu kabul ediyordu, kimse ona 10-100 kişiyi öldürmekle, kendini bedensel olarak sakatlamanın birbirini karşılamayacağını söylemedi ama… Kimse, Carlos’a anlamsızca öldürdüğü insanlarla ilgili soru sormayı beceremedi veya Unabomber’a ama…
Sonuçta Shakespeare deyişi:
Silahlar insan öldürmez, insanlar insan öldürürler.
Artı:
Dünya politikacıları, yüz milyonlarca kişiyi ölüme yolladılar ve hemen hiçbiri yargılanmadı.
Şiddet, insanın ve yaşamın olağan bir parçasıdır, doğallık tanımını pas geçiyoruz, olağan diyoruz. Bu şiddetin görüngülerinin, olaylarının, süreçlerinin tarafsız olarak ve sakinkanlılıkla bilgileştirilmesi gerekir, slaktivist histerinin gereği yok.
Eğer çözüm varsa, o verilerin içinde saklı olacaktır.
Yoksa, tarihin eğitim zayiatına devam…
(30 Ekim 2018)

Pazartesi, Ekim 29, 2018

‘Book Club’ ve ‘Tea with the Dames’


60 değil, 70 değil, 80.
80’er yaşında 4’er kadın.
İlki ABD-Hollywood kurmacası, ikincisi İngiltere belgeseli.
İlkinde 4 kadın ‘Grinin 50 Tonu’nu okuyor, ikincisinde 4 kadın geçmişlerini okuyorlar, anlatıyorlar ve ‘işte geldi, gidiyoruz, hoşçakalın’lıyor.
İşte bu nedenle ABD, 135 yıldır sinemayı yaratamadı.
İşte bu nedenle İngiltere, Shakespeare oyunculuğu çizgisinde klasik oyuncular yaratarak, başta Hollywood olmak üzere, Dünya sinemasını besledi.
Tüm kadınların ortak yanı ise, gençliklerinde güzel, yani ‘prima donna’ olmaları. Yataklarından onlarca ‘jeune priemere’ gelip geçmiş.
Söz uçar. yazı kalır.
Zaman uçar, oyunculuk kalır ya da kalmaz.
ABD’lilerde kalmamış, İngiltereliler’de kalmış.
(29 Ekim 2018)

Pazar, Ekim 28, 2018

ABD'de sinagoga silahlı saldırı: Ölü sayısı 11'e yükseldi


ABD’de 10 bombalı paket gönderildikten sonra şunu düşünmüştük:
Uzun dönemli terör olayları dizisinde, 1, 2, 4, 8 olay sayısı katlaması dizisi vardı. 10 asimetri yarattı, yeni durum 16 olabilirdi, olmadı.
Bu, 11. olay oldu.
Hala asimetri var: 11, 16 değil. Artı, ötekiler tekdüze bir dizi, bu olayın içeriği farklı. O zaman da, hedef yanıltma asimetrisi sözkonusu demektir.
Olayın haberi şu:
“Sinagogdaki saldırının haftalık ibadet sırasında meydana geldiği ve binanın haftasonu olması nedeniyle dolu olduğu belirtildi. Pensilvanya Valisi Tom Wolf, saldırıyı ‘mutlak bir trajedi’ olarak nitelendirdi. Wolf, “Hepimiz daha fazla kaybı olmadığı için dua etmeliyiz. Çok uzun süredir tartışıyoruz, tehlikeli silahlar vatandaşlarımızı zarara sokuyor” ifadelerini kullandı.
ABD Başkanı Donald Trump ise gazetecilere yaptığı açıklamada yaşananları nefret suçu olarak nitelendirdi. Sinagogun içerisinde bir silahlı güvenlik görevlisinin olması gerektiğini belirten Trump, “Eğer içeride bir koruma olsaydı, sonuç bundan çok daha iyi olurdu, ama yoktu” ifadelerini kullandı.”
Görüldüğü gibi, teröristler asimetrik ama oligarklar da asimetrik ki bunu da belirtmiştik ve bundan böyle bu türden asimetrik terör olaylarının artacağını imlemiştik.
Felaket yönetimi açısından ise, bir ‘Catch 22’durumu:
Olayı önleyebileceklerin olayı yaratanlar olması ve o nedenle onların felaketi önle(ye)meyecek olması.
Adam sivillere silah verdirmiş. İstiyor ki içeride, silahlı sivillerden daha çok silahlı polis olsun ve bildiğimiz kovboy filmi çevrilsin. Bu da, doğrudan ‘Do not Resist’ belgeselini anımsatıyor. Yükselen faşizmlerde, polis devleti yükselir, 1930’lar ABD’si gibi. Trump 2020, onu özlüyor yani.
Gözönüne alınmayan durum şu ama:
O silahlı siviller, ortalama eğitili bir güvenlik görevlisinden çok daha eğitimli artık. Otel terörünü anımsayalım:
Adam 100 metre öteden onlarca kişiyi vurdu.
En başa dönelim:
1966 ‘Tower / Kule’ çizgifilm belgeselindeki, ilk olay vakasına:
Adamın bir bir kuleye çıkıp, 2 saat içinde, 16 kişiyi öldürüp, 35 kişiyi de yaralamıştı.
Kaç ABD polisi, bunu teknik olarak başarabilir ki?
Yani, olay kilitlendi.
Vurgu:
Paradoks veya kısırdöngü değil, kilitlendi. Ancak, zemberek atımı tetiklenmesi hala olmadı. İşte o zaman, gerçekten yeni dönem dizilerinde çığırından çıkmış sivil terörü aşamasına gelinecek. Hinüz olmadı ama eli kulağında.
Ve bunu yaratanlar oligarklar, teröristler değil.
Olayın bütüne geri dönersek:
Bu olay kapsamında, birkaç olay daha gerçekleşir diye tahmin ediyoruz.
Ancak gidişat, yeni bir İkiz Kuleler vakası değil. Seri cinayet önkoşulu olan en az 4 kişiden 50 kişiye gelindi belki ama İkiz Kuleler’deki 3 bin kayıba daha çok var.
İşte bu nedenle biz, şunu önceden öngördük:
Seri cinayet / katillik ile seri terörizm birleşecek, birleşiyor, belki birleşti bile… Dolayısıyla, birinden diğerine gidiş gelişler bolca görülecek artık. Bunun yeri ve zamanı da ABD 2020’ler olmakta…
Artı:
Spartacus isyanları olgusu ile bu tür yeni lümpen kitle isyanı olgusu, birbirinden çok farklı şeyler.
Çünkü:
Köle-sahip ayrımıyla, tüketici kitle mensubu cemaatsel bireyi-oligark ayrımı birbirinden çok farklı.
Demek ki:
En azından halihazırdaki koşulların gösterdiği biçimiyle, köleyi özgürleştirip tüketici veya sömürülen emekçi kılmak, o denli de kapitalist çıkarına uygun değilmiş. Çünkü, kapitalist sistem battı, epeyi oranda da bu nedenle…
İşte bu nedenle, 1861-1865 ABD İç Savaşı, 150 yıl sonra tarihsel olarak değillenmiş oluyor.
Bu yeni moment, ABD’nin çöküşünü imliyor, o kesin ama şu kesin değil:
1750 1. Sanayileşme, 1776 ABD kuruluşu, 1789 Fransa Devrimi makro olaylar dizisinin benzeri (akla getiricisi, ipucu vericisi, ima edicisi) olaylar, 2015-2020 arasında oldu mu veya 2020-2050 arasında olacak mı?
Diğer bir deyişle:
İktidar boşluğu, global olarak bu kez doldurulamayacak gibi.
+
Dipnot:
Orta Çağ’daki bu türden ana hegemonsuz ortamda kitlenin tarihi dibe çekmesi olayları / olguları kayıtları o denli açıkseçik değil. Dolayısıyla, tarihsel referansımız bu konuda zayıf şimdilik.
(28 Ekim 2018)

Cumartesi, Ekim 27, 2018

Roma Klübü ve Gelecekbilim


“Yirminci yüzyıldaki en büyük ekonomik şoklardan birinin -1973’teki petrol krizi - hemen arifesinde, yetkin bir araştırmacı grubu, “Büyümenin Sınırlandırılması” adlı ikonlaşan bir rapor yayınladı.
Büyük bir ilgi gören ve tartışmalara konu olan çalışma, insanlığın geleceğine ilişkin kasvetli bir manzara çiziyordu. Kontrolsüz kaldığında, ekonomik büyüme ve nüfus artışının, gezegenin tüm kaynaklarını tüketeceği ve 2070 yılı civarında ekonomik bir çöküşe yol açacağı belirtiliyordu.”
45 yıl önce.
Roma Klübü, BM bünyesindeki bir gelecekbilim kurumu. Eldeki global istatistiklere bakarak, düşük, orta ve yüksek düzeyli üçlü tahminler yapıyordu. Bu bilgiler, BM ve UNESCO istatistik yıllıklarında, gelecek projeksiyonları olarak, yıllarca yer aldı ama kimse onlara dikkat etmedi ve onları kaale almadı.
Geçmişbilimci / tarihçi oldukları için, ilkede gelecekle ilgi düşünce üretmeyi reddeden Düya Sistemi’ciler de, aynı zamanlarda aynı öngörüyü yapmışlar ama şu formatta:
Dünya’yı ekonomik bir daralma bekliyor. Kapitalistler, bunu engellemek için, yeni pazar arayışına gireceklerdir.
Sonra da o kapitalistler, 1980 neo-global neo-liberalizmini uyguladılar: Kapitalizme tabi nüfusu, global % 15’ten % 50’ye zorladılar ve Dünya bir kez daha çöktü ve iflas etti. Şu anda globalleşmişlik, % 50 sınırından % adoğru belli bir hızda düşüyor, iflas eden ülkeler oluyor. Reel ekonomik küçülme, süreklilik kazanana kadar da, bu durum böyle sürecek.
Devam:
“Kulübün 50’nci kuruluş yıldönümü sebebiyle, 17 Ekim’de Roma’da yayınlanan güncelleme, daha çarpıcı bir etki bırakıyor. Her ne kadar, sonuçlar orijinal rapordaki kadar sert olmasa da, insanlığın kendisini bir “Catch-22” durumunda bulduğunu söylüyor.
Yazarlar, alışılmış iş anlayışı ya da hızlanan ekonomik büyümenin, Birleşmiş Milletler’in dünya genelindeki sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin (SKH) - 2030 yılı için bir toplumsal ve çevresel refah hedefleri - gerçekleştirilemeyeceği anlamına geliyor. Hükümetler, yoksulluk ve açlığın yok edilmesi ve her insana kaliteli bir eğitim sağlanması gibi toplumsal hedeflere ulaşmak amacıyla, “geleneksel politikalar” diye bilinen politikaları büyük oranda güçlendirse dahi, çevreyle ilgili hedefleri ıskalama tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar.
Rapor, “2050 yılına dek, Dünya’nın yaşam destek sistemlerini geri çevrilemez tetik noktalarının ötesine taşımak noktasında yüksek bir risk mevcut” diyor.”
Doğrudan söyleyememişler, biz söyleyelim:
2010’dan beridir Dünya’nın kaynakları yerine geri konamıyor. Su, gıda, enerji, nüfus, çevre makro-global krizleri artık kaçınılmaz.
Kapitalizm, kendini tükettiğine savaşa başvursa da, şu sıralar birçok yerde savaş olsa da, savaş yeterince insanı öldüremiyor. Onun yerine salgın var, nufüsün üçte birine kadar yok edebiliyor. Kıtlık da o kadar çok insan öldürmemiş tarihte.
Bu noktadan sonra getirilecek bir kontrollü ekonomik küçülmenin, bu açmazları engelleyemeyeceği ama erteleyebileceği kanısındayız.
Örneğin, Kanada’nın ve Rusya’nın donmuş topraklarının çözülmesiyle ve buğday üretme bölgesi sınırının daha kuzeye kaymasıyla, atı Güney Amerika ve Afrika’nın ormanlarının tarıma açılmasıyla, gıda açmazının çöküşü ertelenebilecek.
Örneğin, sıvı bitkisel yağlar ve bitki kökenli alkol üretmekle, enerji krizi de ertelenebilecek.
Ancak; asıl kriz 2070’te olsa, ne olur; 2120’de olsa, ne olur?
Olacak sonuçta. Olmasını engelleyebilme olanağı çizgisi çoktan geçildi.
Buna en benzer ve en yakın dönemli global kriz, 1929 Krizi idi. Ancak, onda kıtlık yoktu, salgın da yoktu. En yakın global salgın ise, 1918 İspanyol Gribi salgını, on miyonlarca kişiyi öldürdü. Yani savaş, kıtlık ve salgını ardından getiriyor. Çünkü, savaşlar ertesinde büyük göçler de olmakta: 2. Dünya Savaşı ertesinde, Almanya-Rusya arasındaki topraklardaki Alman kökenlilerin göçü, bir hesaba göre milyonlarca ölü demek oldu.
Şu anda global göçmen oranı, % 5 ve 350 milyon kişi. Göç veren ve alan bölgelerin nüfusu ise, global nüfusun % 20’si-25’i. Yani, bazı bölgelerde göçmen oranı % 20 oldu. Bu durum, o bölgelerdeki kültürü tümüyle değiştirmekte.
Türkiye’ye gelen Suriyeli göçmenler, beraberlerinde adı hala konmamış birçok hastalık getirdiler. Aynı göçmenler, Türkiye’yi hızla ümmileştirdiler.
Sonuçta, dönüp dolaşıp, refah kriterinin tüketim değil, eğitim ve sağlık olduğu ve ilkin bunların bozulduğu görülüyor. Bugün Türkiye’de 7,5 milyon üniverseti öğrencisi, 4,5 milyon askerlik sorunu olan genç erkek ve onları koca olarak bekleyen, 4,5 milyon genç kadın var. Bu, 16,5 milyonluk nüfusun hiçbir vasfı yok, eğitim düzeyleri eksi yani. Bu da, sağlığın bozulması demek, çıplak elle taharetlenmenin bağırsak kurdu yapması gibi.
Tüm bunlar da, barbarlık ve Orta Çağ demek. İrrasyonalizm, bilgi düşmanlığı, ümmilik, üniversite kampüsü düşmanlığı demek.
Yani, 2020-2120 arası böyle yaşanacak. 1. Dünya’dakiler dahil, global nüfusun % 75’i için böyle. Geri kalan % 25, mikro ülke olmak veya tüketime fazla kaptırmamışlık gibi nedenlerle, o kaostan fazla etkilenmeyecek.
Bu kargaşayı da, o büyüme ve tüketim merakı yaptı.
Bu kargaşa, 1973’te açıkça görülüyordu ve 1945-1973 arasındaki savaş ertesi ekonomik büyüme nedeniyle oldu.
Yıl 2018 ve insanların % 99’u bu gerçeği hala inkar ediyorlar.
Yeni Orta Çağ, bir bakıma bu da demek:
Gerçeklerin inkarı.
+
Dipnot:
‘Catch 22’ durumu da şu olmakta:
“ “Catch-22" ibaresi, "sorunlu bir durumda, var olan tek çözümün sorunun özünde olan bir durum ya da kural tarafından engellenmesi" anlamında İngilizce'de kullanıma girmiştir. Kısaca Türkçe'de kısırdöngü dediğimiz şeydir aslında.”
Türkçe meali de şu:
Kapitalistler, kapitalizmin yarattığı sorunu çözemezler.
Var olan tek çözüm de, ekonominin küçülmesi.
Yani:
Kapitalistler, ekonomiyi küçültmezler de, küçültemezler de, küçültmek istemezler de: İsterler ki ‘batsın bu Dünya’…
İşte o nedenle tarihteki tüm büyük hegemon devletler battı ve tarihte iniş-çıkış dönemleri makro siklusları var. En az 2150’ye kadar iniş-çöküş dönemindeyiz.
(27 Ekim 2018)

Perşembe, Ekim 25, 2018

ABD 22-26 Ekim 2018: 4 Günde 10 Bomba: Felaket Yönetimi ve Gelecekbilim


Olay şu:
“4 gün içerisinde ABD’li güvenlik güçlerinin tespit edip etkisiz hâle getirdiği bomba düzeneği sayısı 10.”
10’da 10 devlet başarısı, teorik olarak imkansız ve pratik olarak tarihte bir ilk.
Buradan gelen ilk çıkarımımız, güvenlik görevlilerinin uyarılmış olması.
Çıkar sağlayabilecek görünen ilk kişi Trump, çünkü bombaların hepsi de muhalif kimselere gönderilmiş. Çıkar sağlayabilecek ikinci kişi de Putin ama eğer Rusya ABD’de böyle işle yapabiliyorsa, ABD bitmiş demektir, biz henüz o tarihsel aşamaya gelmedimiz kanısındayız, dolayısıyla bu iş, içeriden kotarılıyor.
Kurmaca-gerçek ilintisi açısından bakınca, olay giderek ‘Kod Adı Kılıçbalığı’ filminin öyküsüne benzemekte. O film, tam da 11 Eylül 2001 olaylarına denk geldiği için, vizyona geç çıkarılmıştı.
Buradaki açmaz şu:
Tarihin belli dönemlerinde oligarklar, kendi çıkarları ve devlet çıkarları içinde karmaşaya düşerler, birbirlerine fazlaca dalarlar, oyun bozulur, sistem çöker, sistem kendini çökertmiş olur.
‘Kod Adı Kılıçbalığı’ tam da bu öyküyü imliyordu.
Darbı meseli de şuydu:
Görünenle olan, daima birbirinden farklıdır.
Biz burada da öyle olduğunu düşünüyoruz.
Konuyla ilgili ilk metnimizde, ilk 4 hedefin pek önemli olmadığını yazmıştık. Sonraki 6 hedefi de ekleyince, durumu iyice saçmalaşıyor: 1 oyuncu, 1 senatör, şu bu. Bir tek, eski CIA başkanına yönelik hedefleme anlamlı.
Buradaki fark şu:
İlk kez şu tanım kullanılmış:
“New York belediye başkanı Blasio, bu girişimlerin arkasındakileri ‘seri-bombacı’ ve ‘terörist’ olarak nitelendirdi.”
“Seri bombacı”…
İstanbul Kasım 2003 de seri bombaydı, Unabomber da… Ama kimse bu deyimi kullanmadı…
Yeni bilgi:
Olay, tarihte ilk kez 8’i aştı. 1, 2, 4, 8 gibi bir dizi kullanıldı ve bu kez 10 biliniyor. 8, Türkiye’de 2015 ertesinde kullanıldı.
Yani biz, olayın hala global ‘joint venture’ mafya, ÇÜŞ, terör, kontr-terör negatif sembiyözü işler aşamasında olduğunu savunuyoruz. Bu konuyla ilgili 10’un üzerinde metin yazdık ve yayınladık, örneğin ÇÜŞ’lerin çevreci katliamları hakkında…
Sorun, bunların artık koordine ve kombine değil, çatışan ve çelişen aşamada olmasında…
İktidar seçkinleri birbirini yerler, yöneten kalmaz, ayaktakımı da birbirini yer: Tarih böyle olmuşluğunu imliyor.
“Güvenlik güçlerinden alınan bilgilere ve FBI’ın yaptığı açıklamalara göre, postalanan 10 bomba da, benzer şekilde paketlenmiş. Üzerlerine yapıştırılan ve posta adreslerinin belirtildiği etiketler birbirinin benzeri. Ayrıca her pakette birer düzine ender zarf pulu bulunuyor. Yetkililer, kimi paketlerin postayla gönderildiğini, bazılarının ise elden teslim edildiğini dile getiriyor. Bütün patlayıcı düzenekleri, ‘boru bombası’ olarak tanımlanıyor. Paketlerin her birinin ‘gönderen’ adresi de aynı. O adres, paketlerde ismi yanlış yazılan eski Ulusal Demokratik Komite Başkanı Schultz’un ev adresi.
New York Times’a konuşan bir yetkili, ‘’Gönderen kişi aynı olmalı’’ diyor. Fakat bu seri saldırı girişimlerinin arkasında bir kişinin mi olduğu; yoksa bir grup tarafından mı düzenlendiği bilinmiyor.”
At izi, it izine karışıyor yani…
Bizce asıl soru şu:
Çakal Carlos, İkiz Kuleler’e saldırılmasını planlayan grupta bizzat kendisinin bulunduğunu yine bizzat kendisi açıklamıştı. Acaba o veya Unabomber, şu an bu işin içinde mi, doğrudan veya dolaylı, bilerek veya bilmeyerek?
Eğer değil ise, yeni aşama şu:
Artık yeni bir Hasan Sabbah yok, yeni Hasan Sabbah’çıklar var; tıpkı, 3. Dünya Savaşı değil, 3. Dünya Savaşçıkları’nın olması gibi…
Artı: Henüz epsilon bir ipucu olarak şöyle bir durum var artık: Müslüman terörü ile evangelist ‘neo-con’ kontr-terörü semibiyözlemeye başlıyor, tıpkı eski CIA Türkiye alan sorumlusu Fuller’ın, Afganistan teröristi Taliban mensuplarını New York’a götürmüşlüğü gibi (ki bunu da bizzat kendisi anlatmış)…
Olayın limiti ve asimptotu, Dünya’nın en büyük 15 kentinden birinde nükleer kirli bomba patlamasına kadar gider.
Bu; 1968’de de mümkündü ama 2018’de hala yapılmadı, yapılamadı değil, yapılmadı… Yapılabilen şey ise, melokomik biçimde, Dünya’nın en olmadık yerlerinde, Türkiye’de de, sıradan ve bilinçsiz insanların, tıp veya mühendislik aletlerinin içinde yerleşik olan nükleer izotoplu metal malzemeleri, kimi kazayla, kimi bilerek yerinden almaları ve sonunda en azından küçük sayıda insanın bildiğimiz nükleer neden ile ölmesi…
(26 Ekim 2018)

ABD’de 4 Bomba: 23-24 Ekim 2018


ABD’de 4 yere / kişiye bomba gönderildi:
CNN, Soros, Obama, Clinton.
11 Eylül 2001’de 4 hedef vardı:
İkiz Kuleler (x 2), Pentagon, sonuncu Beyaz Saray veya Senato idi uçağı siviller düşürdüğü için hedef anlaşılamadı, demek ki büyük olasılık hedef Beyaz Saray idi, Pentagon için o kadar çok kimse, canhıraş feda hamlesinde bulunmazdı bizce.
Ticaret, askeriye, siyaset: O momentte bunlar, ABD’nin gerçekten en önemli / büyük hedefleri idi.
Artı: İkiz Kuleler zaten 1993’te içeriden vuruldu ama yıkılamadı.
23 Ekim 2018’deki hedeflere bakarsak, bunlar gerçekten en büyük hedefler mi?
Yanıt belirsiz.
Gönderen kaynak neresi olabilir?
11 Eylül 2001’in El Kaide’sinin kaynağı Suudi Arabistan olduğuna göre ve son Kaşıkçı olayından sonra, yine öyle bir kaynak umulur.
Sorun şu:
Terörizmde aşırı bir performans kaybı ve belki 40 yıldır süregelen bir yöntem yinelemesi var: 2’den ancak ‘2+2’ye gelebildiler.
Belki hala Çakal Carlos gibi bir dinozoru veya onun gibileri  akil adam olarak kullanıyorlardır da ondandır.
Unabomber gibi biri, tek başına birçok kişiye bombalı mektupla zarar vermişti ve yıllarca da yakalanmamıştı, sonunda ancak kardeşinin ihbarıyla yakalanabildi. Bu 4’lü bombalar olayı, ondan çok çok geride bir performans.
Evet, ABD güç kaybında.
Ama artı evet, teröristler de feci güç kaybında.
İşte biz o nedenle, taa 10 yıl önceden, halihazırdaki zaman ve mekan koşulları, yeni bir Hasan Sabbah çıkaramaz, çıkaramadı, çıkaramıyor, çıkaramayacak, dedik. (Buradan çıkan sonuç, son 20 yıllık tarih bükülmesinin göreli küçük olduğu ve kırılma beklenmeyebileceği olabilir.)
Ancak bu global hegemon kontr-terörist devletlerin ve devletlere karşı ama devlet kurma eğilimli teröristlerin negatif sembiyözünün ilintilerinin açımlanması gerekli ama ne yazık ki eldeki veri tabanı eksik.
(24 Ekim 2018)

Çarşamba, Ekim 24, 2018

Kıraathane Değil, Mandahane İstanbul


‘Yahu, bu kadının hiç sesi soluğu çıkmıyor, acaba nerelerde?’ diyorduk.
Meğerse, Yasemin Çongar meşgulmüş, P24’ü ve Kıraathane (İstanbul’u) açıyormuş:
“T24 sayfalarında rastladığınız, kitap eleştirileriyle göze çarpan K24’ün meğer bir de bundan böyle ciddi, kültürel - sanatsal eserlerin tanıtılıp sergileneceği, yeni bir pencere açma derdi de olmuş. Adı da: Kıraathane! İlk etkinliği de, işte geçen akşamki gösteriydi…
Ama asıl böylesi zehirli şartlarda, bir panzehir yaratarak, ‘fikir’ denen kavramı geliştirmeyi, beslemeyi ve bir tür okul gibi hizmet etmeyi amaçlayan P24 ve K24 gibi oluşumlar yaratmak, başlı başına şapka çıkartılacak bir durum arz ediyor…
P24'ün kurucu başkanı Hasan Cemal'dir. Diğer kurucu üyeler de şunlardır: Doğan Akın, Yasemin Çongar, Andrew Finkel, Hazal Özvarış, Yavuz Baydar ve Murat Sabuncu.”
(Paragrafların sırasını bilerek ters çevirdim. Metin, ancak böyle anlaşılır oldu. Yani bunlar, kendilerini öven metinler yazarken bile, dezenformasyon yapıyorlar.)
Bir: Gasteden kaveye mehter adımı gidiş olmuş.
İki: Arda Turan’ın Barcelona’dan Başakşehir’e gelip, bar dağıtması gibi bir çizgi olmuş.
Üç: Tüm adları gözüm ısırıyor diyemem, onlar okuru ısırıyor diyebilirim ancak. Her devrin, her mekanın, her medyanın mandaperver medyatör insanları bunlar.
Bu mandaperverlik, Tanzimat’tan beridir, Türk yarım aydıncığnıın makus talihi ve kapıkulluğu değil, kapıcılığıdır. ‘Türkiye’yi 1920’de ABD işgal etse, 2000’de çoktan uygar olmuştuk’ diyen TKP’li bile görmüşlüğüm ve bizzat dinlemişliğim vardır.
Haberin devamı muazzam:
“29 Nisan 2016, Cumartesi, saat 21.00’de, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde seyrettiğimiz ‘İyiliğin ve Kötülüğün Şarkısı’ adlı gösterinin düzenleyicileri, P24 ve K24 hakkında bilgi sahibi olmanız için, armudu pişirip sunuyorum, yazımın içindeki kutucuklar aracılığıyla…”
‘Zorlu Center’ yahu. Pu ha haa… Plazalardan 5 yıldızlı gösteri merkezlerine, artık yatay mı, dikey mi olduğunu bilemeyeceğimiz bir sıçrama olmuş.
İşte bu nedenle biz taa en başından beridir, ‘eğer; iyi, doğru, güzel şeyleri kötü, yanlış, çirkin insanlar yaparsa; iyilik, doğruluk, güzellik  güme gider’ dedik ve haklı olduğumuz da, son 10 yılın öyle denilen alternatif medya çöküntüleriyle, Bianet’iyle, Radikal’iyle, T24’üyle ve bu güruh ile açıkseçik ortaya çıktı.
Bunlar, yine birbirini bulmuşlar:
Mehmet Altan, Yasemin Çongar’a teşekkür ediyor, babasını anma töreninde yaptığı konuşmayla:
“ ‘Bir gün bana 'Türkiye'nin geri vitesinin sınırı yoktur, dikkat et' demişti. Çetin Altan'a karşı vefasızlığı biraz burularak izliyorum. Başta Yasemin Çongar olmak üzere ‘Kıraathane İstanbul'a teşekkür ederim.”
Şıracının şahidi bozacı, davulcunun şahidi zurnacı…
Bu arada baba Altan’ın habire gazete değiştirmesiyle ilgili soruya verdiği yanıt şuydu:
“Birincisinden sonrası, farketmiyor.”
Yani, ar damarı bir kere yırtılıyor.
Kıraathane İstanbul’un açılışı haberi:
“İstanbul'un ilk edebiyat evi olan Kıraathane, 1 Ekim'den itibaren okuyucu ile buluşuyor. Beyoğlu Asmalı Mescid'de bulunan Kıraathane, her sezonda farklı bir sergiyle sanatseverlerin karşısına çıkmayı hedefliyor.”
Ufat at da, civcivler yesin, İstanbul’un ilk edebiyat eviymiş.
Çıkış ve yorum:
Belli ki bunlar, yeni fonlar bulmuşlar. Arpanın suyu kesilince, sesleri de kesiliyor yani. Ulüfesiz olamıyorlar yani. Ulüfeyi alınca da, hamamdaki deliler gibi., kendi sesleriyle kendileri gaza geliyorlar.
+
Dipnot: Türk aydıncığının başlayıp bitiremediği projelerden olan, Latife Tekin’li Akademi Gümüşlük’ünü de, Sevan Nişanyan’lı Şirinci Köyü’nü de gördük.
Yani bunlar, yolu açacaklarına, bozuk greyder gibi, yolun ortasında yatıp, yolu tıkıyorlar.
Üstüne bir de alkış bekliyorlar. Onu da AB ve onun ülkelerinin kültür fonları veriyor işte.
(23 Ekim 2018)