Pazar, Aralık 30, 2012

Hediye ve/ya Rüşvet


Hediye ve/ya Rüşvet

“Görevini 11 Eylül’de bırakan eski Kamu Etik Kurulu Başkanı Prof.Dr. Bilal Eryılmaz, siyasiler için öngörülen 12 bin liralık hediyenin ‘yasayla öngörülmüş rüşvet’ olacağını söyledi. Dört parti temsilcisinden oluşan Meclis Etik Komisyonu’nun Meclis Başkanı Cemil Çiçek’e sunacağı Siyasi Etik Yasa taslağında 10 asgari ücret (7.398 lira) olan hediye sınırı, 12 bin liraya çıkarılmıştı.”


Yalnızca 1 kişinin 1 kişiye vereceği hediye. Hediyesi 12.000 TL.

Yani, 20 milyon kişinin 1 yıllık maaşı.

Yani, 75 milyon kişinin 1 yıllık ortalama harcaması.


Bu arada milletvekileri, adam başı 30.000 TL benzin parasını, 26.000 lira telefon parasını devlete ödetiyorlar.


Olay hediye, bahşiş veya rüşveti aşmış. Göstere göstere, verenden 1 akçe vermeyenden 2 akçe alma hesabı olmuş.

Devamı da varmış:

“’En fazla etik ihlali yasaları dolanma, eş dost akraba kayırmacılığı, hemşericilik’ diye konuşan Eryılmaz şunları söyledi: ‘En fazla etik ihlali de belediyelerde. Özel kalem müdürlükleri istisnai kadro. Genellikle yakın tanıdıklar alınıyor, memur yapılıyor. KPSS’de belirli bir puan alma şartı yok. Görevde yükselme yönetmeliğini aşmak için de başkan yardımcısı, genel sekreter yardımcısı yapılıyor. Sınava girmeden müdürlük, daire başkanlığı yolu açılıyor. Yasaları dolanma bu. Belediye meclislerinin imar komisyonu başkanı müteahhit olabiliyor. En ciddi sorunlardan biri bu. Bir bakanlıkta belli bir statüde çalışan memur bir maaşları çok yüksek olan üst kurula atanıyor. Sonra eski görevine görevlendirmeyle geri dönüyor ama üst kurul maaşı alıyor.’”

Dolanma dolandırma. Muhafazakarlar paracıkları muhafaza ediyor. Sen ben bizim oğlan hesabı.

Minareyi çalan kılıfını çoktan hazırlamış.

Tevfik Fikret’in 100 yıl önce söylediğince:

‘Aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyin

Bu han-ı iştiha sizin’

Osmanlı da battı, Cumhuriyet de battı nasıl olsa. İstanbul’u talanla yeniden fethediyorlar mümin kardeşlerimiz.

Cumartesi, Aralık 29, 2012

Feneon Öykü 13



1.

Kürkçü Dükkanındaki Kedi

İstiklal Caddesi’ndeki kürkçü dükkanının boş vitrininde, canlı bir kedi, yuva sepetinde yalanıyordu.

(27 Kasım 2012)

*

2.

Sütçü İmam Böceği

“Büyük Birlik Partisi (BBP) Kahramanmaraş İl Başkanlığı, geçtiğimiz günlerde yeni keşfedilen böceğe, 'Sutcuimamun Avgın' adının verilmesine tepki gösterdi.

Böceği keşfeden Doç. Dr. Sakine Serap Avgın ve KSÜ Dekanı Prof. Dr. Mehmet Fatih Karaaslan'a tepki gösteren BBP Merkez ilçe Başkanı Hayrettin Arslanhan, ‘İstiklal Savaşı kahramanlarımızdan Sütçü İmam’ın adının böyle bir böceğe verilmesi bizi rahatsız etti.’ dedi.”

Kendisinin adı bir üniversiteye verileceğine, bir canlıya verilmesi, daha uzun ömürlü bir anma değil mi?

(29 Kasım 2012)

*

3.

Apartmanda 'ayakkabı çıkarma' kavgası: 1 ölü

Olay Küçükçekmece Gültepe Mahallesi Meriç Sokak 16 numaralı apartmanda meydana geldi. İddiaya göre 3 katlı binanın en üst katında oturan ev sahibi Bozkurt ailesi giriş katta oturan Kızıltan ailesini binanın kirlendiği gerekçesiyle ayakkabılarını apartmanın girişinde çıkarmaları konusunda uyardı. Saat 17.30 sıralarında giriş katta kiracı olarak oturan 65 yaşındaki Efrahim Kızıltan ayakkabılarını yine içeride çıkardı. Bunun üzerine ev sahipleri Döndü Bozkurt ve gelini Sevda Bozkurt , Kızıltan ile tartışmaya başladı. Tartışma arbedeye dönüşünce kalp rahatsızlığı olduğu öğrenilen Efrahim Kızıltan bina içerisinde fenalaştı. Kızıltan’ı eşi Nazmiye Kızıltan eve alarak sakinleştirmeye çalıştı. Bu arada da, yere yığılan eşi için olay yerine 112 ambulans ekiplerini çağırdı. Olay yerine gelen sağlık ekipleri Kızıltan’ı tüm müdahalelere rağmen kurtaramadı.”

İnsan bıçaklama filan bekliyor, başlıktan sonra...

Cuma, Aralık 07, 2012

Bilimde Yarış, Rekabet, Galip ve Mağlup




Adamın biri (Orteig) taa 1919’de bu geleneği başlatmış. Paris-New York arasını uçakla durmadan geçecek ekibe, o zamanın parasıyla 25.000 dolarlık ödül vaat etmiş (bugün için bunu 100-125 ile çarpabilirsiniz). 1927’de muşhur Lindberg bu işi kıvırıp ödülü almış. Ancak, toplam 9 ekip bu işe 400.000 dolar harcamış.

Sonra olay uzaya sıçramış. 1996’da Diamandis, belirli bir 2 hafta içinde, uzaya 100 kilometrelik uçuşu 3 kişilik bir araçla yapacak ekibe 10 milyon dolar vaat etmiş. Ödülü 2004’te Mojave Aerospace Ventures kazanmış. Yine bu işe, 7 ülkeden 26 ekip 100 milyon dolar yatırmış.


Benzeri bir ödülü Google Lunar X Ödülü koymuş. Ay’a bir robot kondurup, onu 500 metre hareket ettirecek devlet-dışı ekibe 30 milyon dolar ödül vaat etmiş. Demek ki er veya geç, birileri bu işi de kıvıracak.


Tamam, kapitalizmin özü bu. Tamam, bazılarına göre ise de, insanın özü bu.

İnsanlar havucun mu, sopanın mı daha iyi motive ettiği hep tartışılır. Kendi hesabıma bilim ve evrim tarihinden biliyorum ki insan türü tüm ilerlemelerini sopayı geçtik, türün yok olması durumunda falan gerçekleştirmiş. Burada sosyal psikolojinin X ve Y yaklaşımları sorunu yok, kayıtlar var.

Şimdi bu ödüllerin havuç olduğu kesin. İşlediği de kesin.

Ancak, gözden kaçabilecek bir durum var: Fire çok yüksek.

Ödülde de yüksek. Cezada da yüksek.

Ödülde yüksek olduğunu, o ekiplerin israfı açımlıyor.

Cezada yüksek olduğunu, ABD’nin 1.’den sonra, 2. mekiği de düşürmesi açımlıyor.

Tüm bunları geçelim:

O, bilim tarihinde çalışmış ama başarısız olmuş ekiplerin edindiği deneyimlerin ve bilgilerin ne kadarı kamuya mal oldu acaba?

Ödülü A miktar para olan bir ödülü kazanamamış bir projeye B (> A) miktar para harcamış birileri, orada edindiği (çoğunluk olumsuz) bilgileri paylaşmak isterler mi acaba?

Yine bilim tarihine bakalım:

Naziler, zamanında Museviler’i zamanında ince kıyım epeyi doğramışlar. Bunu da nöroloji alanında epey yapmışlar. Ancak, bunun patentini almak veya kamudan saklamak gereği duymamışlar. Almanya’ya dalan ABD ve SSCB bilimcileri, o bilgileri kapanın elinde kalacak biçimde yağmalamışlar. Uzun süre deontoloji (tıp ahlakı) nedeniyle o bilgiler genel kullanıma açılmamış. Sonunda bakmışlar olmayacak, vicdanlarını ‘o bilgilerle sağ kalacaklar, o bilgiler nedeniyle ölmüşlerden daha çok’ yaklaşımıyla perdelemişler. Bilgileri kullanıma açmışlar.

İnsanın halleri çok ve neredeyse tamamına yakını pek acaip. Bunlar da öyle.

1990 sonrasında ABD-SSCB rekabeti ortadan kalkıp da, ABD uzay yarışını son 5 yılda özel şirketlere havale edeli beridir, bu işlerde durum böyle. Ancak, o özel şirketlerden biri kalkıp da, Çin ile işbirliğine girse, 2. Dünya Savaşı ertesinde yargılanan Krupp gibi olurlar: Ne insanlık suçları kalır, ne de ihanetleri.

Bilimci olmak için temel bir eğitim aldım. 1970’lerin Türkiye’sinde bilim, tıp veya mühendislik demekti, ben ikincisini yeğleyip, ondan da uzaklaştım. Ancak, bugün ve burada kendimi bir bilimci sayarım, gelecekbilimi epeyi bilimci bilim saymasa bile...

Bilim ve bilimcilik yolunda, ekip çalışmalarım çok oldu. Ancak, zihinsel tipim, feci kuramsal, içedönük, tasarımcı, vd olduğu için ve son onyıllarda bunlar da pek makbul şeyler sayılmadığı için, bilimciliğimi hep tek başıma icra edegeldim. Boyut fermuarı da tasarladım (ki bu ışık hızından hızlı gitmenin yollarından birini açıyor), 5 milyon kişinin bir hamlede nasıl öldürülebileceğini de...

Rekabeti severim, yarışı severim, en önemlisi rekoru severim. Kendi düşünce rekorlarımı kendim kaydederim, tarihini (çoğunluk internet üzerinden) kesinleştiririm, patentini de almam, çünkü onların hepsini, ‘Mülksüzler’deki Shevek gibi, (tümüyle nefret edilir bulduğum ve (Dostoyevski yaklaşımıyla) daha az nefret edilir olmalarına çabaladığım) insan türüne hediye edeceğim nasıl olsa.

Benim tek rakibim vardır: Kendim. Kendimi yenerim, kendime yenilirim, çünkü oldukça şizofren biçimde kafamın içi epeyi kalabalıktır. Kendi aralarında maç yaparlar işte.

Bugüne kadar, zekam ve bilgim nedeniyle hiç ödül almadım, hep ceza aldım, hem de öldürülmecesine...

Olsun, derdim değil, bilimciler de genelde aynı şeylere maruz kalıyor. Sonuçta, eksi zekalılar ve eksi bilgililer benim gibilere zulmetti diye bir şey kazanmıyorlar.

Tüm bunları 18-25 yaş arası, bilimcilik yoluna yeni girmişler için, kayıt olsun diye yazdım. İstedikleri kıssayı hisse alırlar, istedikleri yöne giderler. Ben geleceği bomboş bırakma yanlısı bir gelecekbilimciyim, onların işine karışmam.

Bilimsel Paradigmalar Tarihi




Eski Yunan’da maddenin 4 fazı (ana hali) tanımlıydı:

Ateş, hava, su, toprak.

19. Yüzyıl biliminde temelde yine 4 faz vardı:

Plazma, gaz, sıvı, katı.

20. Yüzyıl’da sonra jöle gibi (katı-sıvı arasındaki) arafazlar ve (bazı atomlarda süperiletkenlik olarak da tezahür eden) Bose-Einstein yoğunlaşması gibi ötefazlar işin içine girdi.

21. Yüzyıl’dayız. Maddenin temel yapıtaşı yok veya atom değil (kuark da değil) ya da ne olduğu henüz bilinmiyor. O nedenle, atomun altyapısı olan çekirdeklerin altyapısı olan kuarkların fazları da tanımlı. Zaten, Evren’in en erken evrelerinde bu fazlar olağan olarak mevcutmuş.

Demek ki herhangi bir alandaki paradigmalar, zihinler ve kültürler tarafından böyle evril(til)ebiliyor. (Sonul paradigmalara henüz varmadık ve bazı konuların sonul paradigması yok da, buradaki öteparadigmalık gibi durumlar da var.)

Bir de, bu paradigmaların mekanlarda ve zamanlarda nasıl yer değiştirdiğine, vaka çalışması olarak bir bakalım:

Aristo Mantığı, Aristo tarafından / yaşarken eksik olarak tanımlanmıştı. Aristo öldükten ve Eski Yunan zirvesini Büyük İskender ile görüp hemen ardından çöktükten sonra, Aristo’nun çalışmaları onun vasiyetinin bir sonucu olarak korunmak için, o zamanlar dünyanın en büyük kentlerinden biri olan İskenderiye’ye gitti ve oradan tüm dünyaya yayıldı. (Doğu’nun ve Eski Çin’in o zamanlar Aristo’dan haberdar olup olmadığını henüz bilmiyoruz.)

Aristo’nun çalışmaları Süryanice, Süryaniler ve Suriye sayesinde yok olmaktan kurtulup, hem Doğu’ya / İslam’a, hem de Batı’ya Hristiyanlık’a aktarıldı.

İslam’ın Maveraünnehir 11. Yüzyıl rönesansı (ve aslında aynı zamanda engizisyonu da) zamanında ve yerinde, Gazzali ve İbn-i Sina Aristo’nun eserlerini yorumladılar.

O zamanlar Arapça olan eserler, 13. Yüzyıl’da Latince’ye çevrildi ve o dönemde aşırı dünyevi sayıldığı için Aristo lanetli bir yazar olmasına karşın, bir papaz olan Aquinolu Thomas sayesinde Latince’ye ve Batı’ya / Avrupa’ya aktarıldı. Ardından Hristiyan papazlar sayesinde tüme yükseltgendi. Bugün biz Aristo Mantığı’nın tasımlarını Latince ünlülerle simgelenmiş olarak çalışıyoruz (SiP ve/ya Felacio gibi).

Tarihin ironisi olarak, Aristo tek tanrılı biri olmasa da, eserleri ve mantığı, birbiriyle cihad ve Haçlı Sefer(ler)i ile 1.350 yıldır savaşan, her 2 tek tanrılı dince de benimsendi ve soğuruldu. Bugün her 2 dinin de ilahiyati ve hermenötiği (yorumbilim), Aristo Mantığı’na tümüyle dayalıdır.

Bugün Yeryüzü’nde, Aristo Mantığı’na dayalı Euclid Geometrisi’nin birden çok sistematik alternatifleri yaratılmış olsa da, Aristo Mantığı’nın bu yönde sistematik alternatifleri hala yaratılmamıştır ya da konsensusta kabullenilmemiştir.

Yani:

Bir bilimsel paradigmanın yaratılması kadar, konsensusta kabulü ve yayılması da önemlidir. Ancak, şunu da biliyoruz: Eğer bir paradigma bir kez yaratılmışsa, hatta yalnızca düşünülmüşse, er veya geç global insan kültüründe farklı tezahürlerde muhakkak kezlerce gerçeksenir.

Manıtk, geometri, fizik paradigma eşlenikliği açısından bakarsak:

Aristo Mantığı, Euclid Geometrisi ve Newton Fiziği eşleniktir. Feynman’ın (Kayıp Ders ile) saptadığı üzere, Einstein’ın fiziği de Neewton’unkine eşleniktir.

O Einstein, keçi gibi inatçı olarak, başkalarının kendisine yaptığını, kendisi de başkalarına yaparak, kendisine yardımcı olması için müracaat eden Kaluza’nın 4’ten çok boyutlu uzamzaman paradigmasını gömmüş, inatla kendi paradigmasını savunmuş ve o sayede de global fizik bir açmaza girmiştir yüzyıldır veya bir asırdır gibi.

Yoksa, bugün çoktan ışık hızından hızlı gitmenin yolunu bulmuş ve bize göreli olarak oldukça yakın gezegegenlere doğru vınlamıştık çoktan. Onun yerine, şu şavalak hümanist faşistler Dünya’yı yok etmesin diye debeleniyoruz boşu boşuna...

O nedenle:

Bir artı-değer düşünce yaratılır ve (sağolsun bunu artık epeyidir mümkün kılan internet sayesinde) global toplu bilisizliğe enjekte edilir. O bilgi tohumları, yeterince çok sayıda olduğu için, asla ve kata yok olmaz. Bizler de 1.000 yıl gecikmeli de olsa, bu atom bombalık insan türünü geride bırakacak oluruz.

Ahan da, size yepisyeni paradigmalar, hemi de bipbilimsel...

Perşembe, Aralık 06, 2012

(Sosyal) Medya Etiği Şeysi





Bir haber:

“ABD'de metroda trenin altında kalan 58 yaşındaki Ki-Suck Han'ın ölümünün manşete taşınması medya etiği tartışması başlattı.”


Breh breh breh...

Bu ne ahlak kardeşiim, insan seven sevenee...

Bakalım fotoğrafa:

Adam ölmek üzere.

Kaç saniyesi var?

1-5.

Kendi çıkamaz mıydı?

Bedenine ve zihnine bağlı.

Fotğrafçı onu çıkaramaz mıydı?

Neden çıkarsın ki? Adam onu da aşağıya çekebileceği için, kendi de ölebilirdi. Yaşama hakkı, (eğer öyle bir şey varsa) yaşatma sorumluluğundan önce gelir.

Çıkaramayabilirdi. Yine beden ve zihin durumu.

Metro duramaz mıydı?

Durabilirdi. Ancak metro yapısına bağlı.

Sonuç?.

Bir insan öldü. Hepi topu bir insan. Soru, bundan ne öğreneceğimizdir. Sonuçta, her yıl on binlerce kişi ölüyor, öyle veya böyle.

Neden?

Bir akıllı bir deli diğer akıllıları rahatsız etti diye ona müdahale edince, deli onu öldürdü.

E...

O deli yargılanacak mı?

En azından idam veya benzeri bir ceza almayacağa benzer.

Gelelim halkımızın yorumlarına:

Gazetecinin görevi ne; fotoğraf çekmek mi, yardım etmek mi?

Rıza Özel ( Türkiye Fotomuhabirleri Derneği Başkanı): Bence gazetecinin görevi o anda olay yerinde kimse yoksa insani olarak vazifesini yapmaktır. Lübnan’da füze atışları sürüyordu. ‘Bir iki fotoğraf çekelim’ dedik, insanlar boynumuza sarıldı. Baktık ne BM ne Kızılhaç var. Kendi arabalarımızı verdik. Yaşlıların bazılarını sırtımızda taşıdık. Birbirimizin fotoğraflarını da çektik.”

Hadi bunları kurtardın. Peki, sen bir yerlerdemuhabirlik yaparken şimdiye dek o civarda kaç kişi öldü?

Binlerce.

Onlar için savaş muhabirleri bir şeyler yapabildi mi?

Hayır.

E, o zaman bu söylenenlerin anlamı ne ola ki?

Deniz yıldızı fıkrası mı anlatıyoruz yoksa?

Ölüm anının fotoğrafını yayımlamak medya etiğine uygun mu?

 Doç. Dr. Hülya Uğur Tanrıöver: Yapacak bir şey varken fotoğraf çekmeyi doğru bulmuyorum. Bir ölüm anı görüntüsünü yayımlamayı ise şiddetin pornografisi olarak adlandırıyorum.”

Şu ‘şiddetin pornografisi’ lafını kim uydurduysa, kafasına güvercinler şans getirsin. Pornografiye neden laf sokuşturuyorsunuz ki, kabahati ne? Şiddet neden apartman çocuklarının ‘tu kaka’sı oluyor ki? Bunu söyleyen insan yaşamında kaç can kurtardı, Akut’çuluk nedir bilir mi, ilk yardım bilir mi? Vb, vd.

Önce can, sonra canan.

Yaşama hakkı, yaşama sorumluğunu aşar.

Her insan ölümü görmelidir. Hatta çocuklar ergenlikten önce mezarlık ve morg görmelidir. Eskiden ortalıkta insan asmaları kimseyi cani filan yapmadı. Vb, vd.

Bunlar ölümü bilmeyenlerin abuksamaları.

Ölümü bilirim. Önce kendimde, sonra başkalarında. Çok insan kurtardım. Çok insan beni ölüme yolladı. Zevk için ve hayat bilgisi için gidip tıp fakültesinde kadavra da doğradım. Tavuk da kestim canlı canlı, kanlı kanlı. Bu normal faşisti şavalaklar kadar, kimseye zarar filan da vermedim. Psikopat falan da değilim.

Kıssadan hisseli sonsöz:

Ölümü bilmeyen ve tadmayan ne yaşatabilir, ne de yaşamın biricik tadını alabilir.

Ayrıca, medyanın neresi düzgün ki etiği de öyle olsun?

Kaotik Denklemler ve Tarih




Öncelikle şunu vurgulamış olalım:

Geometri, aritmetik, cebir, kalkulus, mantık ve topoloji olarak matematik, tarihe uygulanabilir. Tarafımızdan epeyi uygulanmıştır da...

Kaotik denklemler, bu matematikte daha çok aritmetik ve cebir arasında yer alırlar.




Bu konunun çalışılması 1836 kadar eski tarihlidir ve Verhulst Malthus’un nüfus üzerine savlarını matematik kanıtlarla çürütmüştür.

Kaotik denklemlerin temel özelliliği, kısa sürede büyük nicel değişimler göstermeleridir. Bunun da nedeni denklemde, hem çift hem tek, artı hem çoğuncu hem 1. üslerin (yani eksi ve artıların) birarada yer alışıdır.

Ancak bunun basit bir biçimi de vardır:

Bildiğimiz pozitif tam sayıları yanyana yazalım. Sonra sırayla 1 tek – 1 çift hesabı, aralarına 1 + ve 1 – imi koyalım. İşte, bu dizinin herhangi bir n. öğesinde, dizinin toplamı artı ve eksi sonsuzlar arasında giderek artan biçimde salınan bir dizidir.

Tarih de işte kimi zaman ve yerlerde böyledir. Senkop vurmaya ve/ya büyük genlikler arasında salınmaya başlar. Örneğin, 1945’te atılan 2 atom bombası, türün tümüyle yok olması potansiyeli ve aktueli demek olmuşken, çok değil 12 yıl sonra 1957’te uzaya gönderilen ilk yapay uygu Sputnik ile türün uzayda evrilip başka br tür olması durumları, çok yakın yerzamanlarda yer almıştır.

2025 arasında ise şu büyük genlik salınımları mümkün:

Öncelikle, hemen önümüzde susuzluk, gıdasızlık ve enerjisizlik  makro-makro krizleri var ve eğer bunların hepsini atlatamazsak,  türümüzün 500-1000 yılın arasında şu sıralar içinde bulunduğumuz yeni orta çağda kalma olasılığı var.

Bunun dışında tarihsel bir miras da var:

Birinci Sanayileşme 1750-2000 arasında yaşandı ama 2000’de dünyanın üçte biri veya yarısı o sanayiden nasiplenmemişti henüz.

Aynı zamanda İkinci Sanayileşme (robotlaşma, bilgisayarlaşma, vd) 1950’lerde bu kültürel modun içinde başlamıştı.

Dolayısıyla, şu sıralar içinde bulunduğumuz 4 (proto-feodal, feodal, sanayi, ikinci sanayi) kültürel modları arasında yaklaşık eşit olarak dörde bölünmüş dünya nüfusu, 2’li değil, 4’lü kaotik atraktörlü merkezler arasında salınmaya başladı.

Türün yok olması var; 60 yıllık trans-, post-, meta-hüman var; İkinci Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü var; birçok yeni orta çağlar var. Dolayısıyla, şimdilik hacıyatmazvari bir biçimde sallanıp duruyoruz bu odaklar arasında.

Bendeniz, daha çok faşizm ve engizisyon esktremofiliği bir neo-entellektüelim. Yani, bunların oluşturabileceği kalıcı karanlık dönemlere hazırlık yaptım sağ kalmak için. Tabii, Hoca’nın bahara ve düz yola itirazı olmadığı gibi, bendenizin de neo-rönesanslara ve yeni aydınlanmalara itirazım yok. 40-50 yıl daha yaşayıp, bu kıssalı tarihsel hikayenin sonunu bizzat okuyabilmek ve yorumlayabilmek arzusundayım.


Çarşamba, Aralık 05, 2012

Eski ve Yeni Ekonomiler




Menderes geldi, 0. liberalizmi denedi, başaramadı. İpi boyladı.

Ardından 3 darbe (1960, 1971, 1980) geldi. Ortalık bir güzel ütülendi. Hain solcular asıldı veya liboşlaştırılıp beslendi.

Böylelikle, ardından ancak 3 liberalizm (Özal, Çiller, Erdoğan) çığı daha gelebildi. Toplum dümdüz edilmişti çünkü, itiraz edebilen olmadı. Oldu da, istisnai olarak...

Hocaların hocası rahmetli Demirgil’in bir ekonomik anekdotu vardı:

‘Ciklet sanayisine 1 koyar 200 alırsınız, çelik sanayisine 200 koyar 1 alırsınız. Cikletsiz yaşayabilirsiniz ama çeliksiz yaşayamazsınız.’

Eski ve yeni ekonomileri, artı eski ve yeni liberalizmleri bu anekdot çok iyi açımlıyor.

Erdoğan 10 yıldır var. Cikletimiz çok, yerli çeliğimiz yok. Asbestli hurda çelik alıp, kanserli kanserli yeni çelik üretiyoruz.

Bu sürede:

Türkiye ulusal ekonomisinin en büyük özel sanayi şirketleri, bankaları, KİT’leri ve borsası, tümüyle yabancı şirketlerin eline geçti, hayır geçirildi.

Olağan koşullarda, bir yatırımda yılda % 5 gibi kazanır, yatırımınızı 20 yılda amortilersiniz. (Örneğin ev için de böyledir, daha doğrusu böyleydi, şimdi ev de 10 yılda amortilenmekte.)

Oysa, Erdoğan döneminde finans sektöründe de, reel sektörde de bu % 10’a çıktı.

Nasıl mı?

Reel sektörde zaten yıllık % 10 kar transferi serbest.

Finans sektöründe ise, sabit tutulan kurla % 4 dolar enflasyonu ve % 10 reel faizle, % 15 nominal (TL) faiz sürekli verilir durumda.

Yani:

Erdoğan sayesinde Türkiye’ye giren tüm kara ve sıcak paralar, zaten 10 yılda ana parasını kurtardı.

Ahan da kazık, o zaman girecek işte, şimdi yani.

Ahan da, global ekonomiye entegrasyona, yani ABD maşalığına o zaman başlayacağız işte.

Adamlar ana parası ödenmiş yatırımlarla, bizimle kedi fare ile oynar gibi oynayacaklar. Sağı solu manipüle edecekler. Buğdayı indirip altını fıştıklayacaklar ve tersi de...

Eh AKP’cim de, 10 yıl daha kalmaya ve başkan maşkan olmaya  hevesli ya, onları mı kıracak?

Çıkarıverir reel faizi % 20’ye...

Yapıverir yakıtı, elektriği, suyu, otobüs biletini 3 katı fiyatlı.

Yapmadı mı çoktan? Bir daha yapar. İtiraz eden yok nasıl olsa. İstersen harcama, nasıl olsa... Ya sev, ya terket nasıl olsa...

Tabii eski ve yeni ekonomiler varsa, eski ve yeni devrimler de var.

Yani:

Yeni devrimler, Erdoğan’cığımın sufle aldığı yönden gelmeyecek.

En güzeli de şu:

Nereden geleceğini devrimin kendi bile bilmiyor ve bu yeni devrim Godot değil, çünkü geldi bile, kimse Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacının farkında değil.

Menderes asılmıştı. Erdoğan ne olacak bilemem: Başkan babamız olsa da olur. Menderes gibi asılıp, cennete gitse ve anıtı dikilse de olur.

Onu boşverin: 1848’e istinaden 2048 veya 1968’e istinaden 2068 az sonra... Arada 2023 pas pas olur devrimin kabaralarının altında...

Yoksulum, Yoksulsun, Yoksul


“AB istatistik kurumu Eurostat'ın verilerine göre, birlik genelinde yoksulluk ve dışlanma riski altındakilerin toplam nüfusa oranı, geçen yıl % 24,2'ye çıktı.”


AKP’cim, bu konuda da dezenformasyonunu sürdürüyor.

Onların resmi sayılarına göre, son 10 yılda günde 4,3 dolar ve altı para harcayabilen TC vatandaşı oranı % 30,3’ten 2,79’a düşmüş.


E, peki aynı dönemde işsizlik arttı mı?

Evet.

Üniversite mezunlarında % 30, 30-55 yaş arası erkeklerde % 33 işsizlik var.

E, peki Türkiye’nin göbeği İstanbul’un göbeği İstiklal Caddesi’nde yüzlerce kişi nasıl çöpten yemek yiyor? Fantazi olsun diye mi?

AKP sosyal marketlerde bedavaya oy satın alabilir, milyarlarca lirayı devlet para ödemeden kömür olarak dağıtabilir, sonra da o kömür zenginlerde çıkar.

İnsanlarır harcaması gereken para ortada:

Türk-İş'in araştırmasında, Nisan ayında 4 kişilik ailenin açlık sınırı 939 lira 64 kuruş, yoksulluk sınırı da 3 bin 60 lira 72 kuruş olarak hesapladı.


Yani, yoksulluk sınırı kişi başına aylık 765 lira. Oysa aylık harcama 500 lira civarında:


Varın, ötesini siz hesaplayın:

Kitap harcaması 0, tatil harcaması 0.

Sonuç?:

Bizi anladık, az gelişmiş ülkeyiz ama AB ülkeleri tüm Dünya’yı 500 yıl sömürdükten sonra, azalan nüfusla 100 küsur milyon açı nasıl yaratabiliyor, anlamış değilim.

Bu sömürü bile değil, bu neo-liberalizm bile değil, bu süzme salaklık...

Salı, Aralık 04, 2012

Mars'a Gitme Projeleri




Uzay yarışı ABD ile eski SSCB arasındaydı ve temelde politik / ideolojik idi ama her ikisi de eski Nazi bilimcileri kullanmakta beis görmedi, diğer bir deyişle uzay projesi pratikte tümüyle Alman’dır. (Uzaya gidişle 20. Yüzyıl’ın en başında kuramsal olarak ilk ilgilenen kişi bir Rus (Tsiolkovsky) ve pratik olarak ilgilenen kişi ise bir ABD’li (Godard) idi.)


Ay’a ilk gitmeyi ABD başarmışsa da, toplam başarı puanında SSCB öndeydi. Tabii SSCB yıkılana kadar.

Bu yarış, 1962-1986 arasındaki sürede, uzaya giden 200 kişi varken, bu çalışmalarda ölen kişi sayısının 20’nin üzerinde olmasına neden oldu ve bu % 10’luk mesleksel ölümsel oran başka hiçbir meslekte yoktu.


Aynı zamanda bu yarışta ABD, 1986’da ve 2003’te 2 uzay mekiğini ve epeyi astronotu da temize havale etmeyi becerdi.


Sonra sonra ortalık duruldu. ABD, projelerini Rusya’ya ve özel sektöre aktarmaya başladı. (Bunu finanse eden kişinin, Paypal kurucularından olması ve aynı zamanda Microsoft’un ortaklarından birinin de uzay çalışmalarına epeyi katkı yapmış olması ilginç göstergeler.)

Sonra, Çin devreye girdi. Sanayisel casusluğun suyunu çıkarmacasına, 3-5 yılda uzaya gitti geldi, gitti geldi. Yanısıra, sarı ırk şahlanınca, yani olay Güney Kore - Çin - Japonya arasındaki rekabete kayınca, onlar da epeyi bir dellendi. En son da Rusya, Mars’a gitmek için AB ile işbirliği anlaşması imzaladı.


(Ek bilgi: ABD ve AB de güç birliğine girmiş, ben de yeni öğrendim.)


20 yıl önce Mars’a ilk insan inişi tarihi tahmini, belki 2030, belki 2040 idi. Şu anda 2025 veya öncesi olacak ve muhtemelen ilk gidenler orada sizlere ömür olacak: Hem öylesi daha ucuz olacağı için, hem istenmese de hatalar olacağı için.

Şimdi, böyle bir proje neden, nasıl, hangi?

Uzay çalışmalarının insan türüne ekonomik olarak zararlı olduğunu savunan çok. Ancak, 1957’deki yapay uydunun 1945’teki 2 atom bombasına toplu bilisizlikte verilen bir canhıraş / ‘survival’ yanıtı olduğunu, bilimciler bile dikkate almıyor nedense.

Diğer bir deyişle:

İnsan türü yalnızca Dünya gezegeninde kalamaz, kalırsa yok olur ve bunu çoktan kanıtlamış durumda.

Artı:

Uzay çalışmalarının dolaylı ürünü olan (teflon tava gibi) teknolojik malzemeler, çalışmaları çoktan amorti etti bile. Kabaca: 100 milyar dolarlık harcamaya, bir o kadar da ekonomik katkı, diyelim. (Tabii o 100 milyarla kaç kişi doyurulurdu, ayrı konu.)

Tabii ki:

Ay’a ilk gitmek bir hegemonluk gösterisi idi, Mars için de öyle olacak. Bakmayın, o dost geçinenlere. Nasıl olsa, sarı ırk bu kez beyaz ırka feci feyk atacak.

Mars’a gitmek veya yerleşmek yerine, Ay’a yerleşmek daha mantıklı ama Ay bazı psikopatların el uzunluğu açısından bize fazla yakın durumda. Ne de olsa, Mars’a gidiş aylarca sürecek, bu orada patlasın diye gönderilen bir atom bombası bile olsa. Yani, orası daha emniyetli şimdilik.

Tabii, tarihi rekabet değilse bile, çekişme ilerlettiği ve bu sıralar AB feci bir biçimde tuş olmuş yatar durumda olduğu için, bu Mars konusu küçük bir itekleme oldu global kamuya ve kültüre.

Asıl önemlisi, Obama ile somutlaşan yeni ABD politikaları NASA’nın bütçesini epeyi kısma yönünde işlemeye çoktan başladı.


Sonuç?:

Mars’a er veya geç gidilecek, acelesi yok: Ay’a 1969’da gidilince kimsenin boyu uzamadı, 1979 da olabilirdi bu tarih.

Ancak, bir gelecekbilimci olarak uzay çalışmalarına baktığımızda, ne yazık ki epeyi büyük boşluklar görmekteyiz şimdiden. NASA ve mekik tarihçesi bunu kanıtladı bile.

25 yıllık periyodlarda gerçekleşebilecek gıdasızlık, susuzluk, enerjisizlik krizleri, her an sırası ne olursa olsun, gelebilir oldu çoktan. Bunlar uzay çalışmalarına 50-100 yıl bile ara verdirebilir.

Tabii, tarihten şunu öğrendik: Bir şey insan kültürüne girmişse, er geç kullanılır ve uygulanır: Uzay kültürü de öyle.

Bir şey daha biliyoruz: Su değirmeninden buhar makinesine dek ilk icatlar, hiçbir zaman ilk kezinde yaygınlık kazanmamış. Uzay çalışmaları da öyle olabilir pekala.

Geriye ne kalıyor?:

Her zamanki bilimkurgusal ve gelecekbilimsel hayaller.

Olsun, biz insan türünün sürme olasılığı % 10’ düştüğünde bile, hesaplarımızdan şaşmadık ve hep eksodus yolunu imledik.

Mars insan türü için hala ve hep o eksodus yollarından biri olarak 250 yıl daha kalacak. Bu kesin.

Dipnot 1: Mars’a gönderilmiş ve orada kalmış, insan yapımı araç sayısı 12 imiş.


Dipnot 2: Mars’a yönelik insansız etkin proje sayısı, 2006-2012 için 36 imiş.


Dipnot 3: 20. Yüzyıl’da 1965-2017 için tasarlanmış Mars’a yönelik insanlı proje sayısı 54 imiş.


Dipnot 4: 21. Yüzyıl için insanlı proje sayısı 17 görünüyor.


Dipnot 5: İnsanlı gidişlerde, insanlarla Mars’a gidebilecek ve orada sağ kalabilecek ekstremofil mikroorganizmaların varlığı kesin imiş. Onların orada gelecekteki evrimi ise, hiçbir biçimde tahmin edilemiyor ki bu süreç er veya geç yaşanacak demektir.

(‘Modern studeis of extremophiles...’ başlıklı paragrafı)

Mars, Karbonat, Su ve Karbon Dioksit


Karbonat, CO3 simgeli, 1 karbon ve 3 oksijen atomundan oluşan bir moleküldür.

Su, H2O simgeli, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan oluşan bir moleküldür.

Karbon dioksit, CO2 simgeli, 1 karbon ve 2 oksijen atomundan oluşan bir moleküldür.

Evren olağan olarak 4’te 3 hidrojen ve 4’te 1 helyum atomundan oluşur. Hidrojen atomu, 1 proton ve 1 elektrondan oluşur. Helyum atomu, 2 proton ve 2 elektrondan oluşur.

Evren 13,5 milyar yıl yaşındadır ve yarıçapı 78-90 milyar ışık yılıdır. Bunun nedeni, Evren’in erken döneminde yaşanan ve ışık hızından hızlı devinmiş / büyümüş Şişme Dönemi’dir.

Evren’de bu sürede yıldızların evrimi ile çok çok düşük yüzdede, helyumdan ağır atomlar yıldızların içinde nükleer reaksiyon ile sentezlenmiş ve yıldızların ölüp patlamasıyla bu artıklar tüm Evren’e yayılmıştır. Onlar da sonradan 2. ve n. kuşak yıldızları ve kayaç (Dünya tipi) gezegenleri oluşturmuşlardır.

Karbon 6 protonlu bir atomdur. Periyodik tablodaki yeri onu, hem +  4, hem de - 4 elektron değerlikli kılmıştır. Bu da onu organik kimyanın temeli haline getirmiştir.

Yani, organik kimya dediğimiz şey, kuantum fiziğinin özel bir durumudur yalnızca.

Karbonun altında yer alan silisyum, daha ağır bir atom olduğu için, karbonun kurduğu kadar çok çeşitli molekül kuramaz. 2012 itibarıyla, 10-100 milyon arasında karbonlu / organik molekül sentezlenmiş ve patenti alınmış durumdadır.

Karbonlu moleküller uzay boşluğunda da sentezlenebilmektedir. Buna yıldızların radyasyonu neden olmaktadır. 10-100 atomlu büyük moleküller şimdiye dek uzay teleskoplarıyla gözlenebilmiştir.

Güneş genel bir yıldızdır. Samanyolu Gökadası’ndaki yıldızların çoğu onun ölçeğindedir ama hangi oranda yıldızın 2. ve n. kuşak olduğu henüz kesin olarak bilinmemektedir.

Eğer yaşam başlamış olacaksa, bu 2. ve n. kuşak yıldızların gezegenlerinde olabilmektedir.

Yaşam için, temelde su ve karbon dioksit molekülleri gerekmektedir. Diğer atomlar ve moleküller eser miktarda da olsa yeterli olmaktadır.

Yaşam için, belli bir ısı azlığı ve çokluğu da gerekmektedir. Su 0 derecede donar ve organik moleküllerin çoğu 50 derecenin üzerinde bozunur.

Venüs yaşam için fazla sıcak (+ 450 derece), Mars yaşam için fazla soğuk (- 90 derece) durumda. Yaşamın var olabilme olasılığı, Venüs’ün yörüngesinin biraz dışından ve Mars’ın yörüngesinin biraz içinden başlıyor. (Eskiden bu sınır, tam Dünya yörüngesi üzerinde düşünülmüştü.)

Yine de her 2 gezegende de organik moleküller vardır. Mars’ta temel olarak karbon dioksit katı ve gaz (karbon dioksit belli basınçlarda katıdan doğrudan gaz fazına geçer), su katı fazda vardır.



Bunlara ek olarak Mars’ta karbonat da vardır. Mars’ta yaşam tartışmaları tümüyle bu karbonat üzerinden dönmektedir. Çünkü Dünya üzerindeki karbonat kalıntılarının (kayalarının) önemli bir bölümü, deniz kabukluları tarafından üretilmiştir.


En son Mars’ta yaşam bulunması umutları bu dayanak üzerinden yürütülmüştü.


Bundan sonrası akıl yürütme:

Mars’ta bir zamanlar sıvı su bulunduğu kesinleşti. Bu suyun ne zaman ortadan kalktığı henüz bilinmiyor.

Bu suyun yaşamın göstergesi olması gerekmiyor, çünkü Jüpiter’in uydusu Avrupa’da da sıvı su var ama yaşam yok.

Mars yaşam için fazla soğuk.

Hem Dünya’da, hem de Mars’ta, koşut bir yaşam evrimi mantık açısından ters, çünkü Dünya üzerindeki bile, imkansıza yakının gerçekleşmişliği durumunda ve 10’larca kere tümüyle yok olma tehlikesi geçirmiş: Dünya en az 1 kez tümüyle donmuş ve 1 kere kabuğu çatlayıp bir ateşküre olmuş.

Yaşamın Dünya’dan Mars’a gitmesi ve artı uzaydan Dünya’ya gelmesi bu durumda saçma kalmakta.

Dünya’daki ekstremofil mikroorganizmaların uzay ve diğer gezegen koşullarında sağ kalacağı anlaşıldı ama bunların uzayda yüzlerce yıl yol alması mantıksız.

Mars’ta karbonat varlığı inorganik kökenli olsa gerek ki uzayda da böyle örnekler var.

Bilimcilerin bu tür açıklamaları, hem aralarındaki proje rekabeti, hem ünü sevmeleri, hem NASA türü kurumların artık devlet ilgisini pek çekememesi gibi, epeyi kalabalık nedenlerin sonucu. 10 yıllardır Mars’ta yaşamın bulunmak üzere olduğu türden açıklamaları hep okuyageldik. Eskiden insanlar astronomi ve kozmoloji haberlerini okumadıkları için, konuyu önceden yok ve ilk kez bilinmiş sanıyorlar.

Mars’ta yaşamın olmasının da hiçbir anlamı yok. Dünya’da var da ne olmakta ki? 1945’ten beridir, onu tümüyle yok etme tehlikesini yaratan biziz.

Mars’a insan gönderilmesi projelerinin, Mars’ta yaşam olup olmamasıyla hiç ilgisi yok ve bu daha önemli bir sorun şu sıralar.

İnsanlar Mars’a gidince de, zaten ekstremofiller Mars’a onlar aracılığıyla yerleşmiş olacak.

Sonuç?:

Bilim yerine, sahte bilimin insanları hep bilimden daha çok ikna etmesi gerçeği...

Mars ve Yaşam


Sevgili bilimciler, Mars’ta önce su kanalları görmüşlerdi. Bilimkurgu yazarları ise epeyi ileri gidip, orada bizden ileri uygarlıklar da (ön)görmüşlerdi.

Bu sıralar, Mars’a robotlar aracılığıyla da olsa, insan varlığı avdet eyledi. Böylelikle de:

Medyaya haber gerek ya, UFO’ların ve hayaletlerin yanına, bir de ‘Mars’ta yaşam bulundu, bulunuyor, bulunabilir, yoksa bulunmadı mı?, en güvenilir uzmanımız bilmem kim dedi ki...’ türünden haberler döşeniyorlar habire.

Konuyu tüm yönleriyle bir inceleyelim:

Öncelikle Güneş Sistemi, Evren’deki tek gezegenli yıldız sistemi değil. Bu konu, 1995’ten beridir kesin bilgilere kavuştu. 1 Aralık 2012 itibarıyla, çoğu Güneş Sistemi’ne 100 ışık yılı yakınlıkta, 853 tane gezegen saptanmış durumda.


Ancak, bunların tamamına yakını Dünya tipi değil, yani kayaç değil de, (Jüpiter gibi) gaz devi tipinde. (aslına bakılrsa, illa ki orada başlamamış olması koşuluyla, hem gaz devi gezgenlerde, hem de bunların Avrupa tipi uydularında, belli ekstremofil yaşamlar barınabilir ama bu kestirim kesin değil henüz.


Dünya tipi gezegen bulmak göreli kolay. Çünkü Güneş tipi yıldız bulmak kolay, çünkü Güneş ortalama büyüklükte ve sık raslanan türden bir yıldız. Gezegenlilik de öyle ender bir dumu değil, öyle olduğu ortaya çıktı.

Ancak, Dünya tipi gezegenler ancak, bir yıldızın ölüp de uzaya Helyum’dan ağır elementler yayıp da, bunların uzayda bir hidrojen bulutuna uygun koşullarda toslayıp da, onu bir gezegenli yıldız sistemine dönüştürme durumunda gerçekleşiyor.

Ayrıca, Dünya, Venüs’ten dışarıda ve Mars’tan içeride yer alıyor. Dünya tipi gezegenlerde yaşamın var olması, ancak yıldızdan bell uzaklıklarda ve yakınlıklarda mümkün. Venüs fazla sıcak, Mars fazla soğuk ve bunu böyle kılan, onların Güneş’e uzaklıkları. Dünya’da yaşamın var olabilme aralığı / kuşağı, Venüs’ün yörüngesinin hemen dışında başlıyor ve Mars’ın yörüngesinin hemen içinde bitiyor.

Asıl önemlisi, Dünya’daki yaşamın evrim tarihi:

Koozervatlardan prionlara, virüslerden bakterilere uzanan mikro-mikro ölçekteki ve milyarlarca yıl sürmüş olan organik ve inorganik evrim, Dünya’da bile bir kez daha olmayabilirdi. Yani, hem olumlu, hem de olumsuz koşullar, bunu biricik (ünik) kıldı ama ben ve bazı bilimcilerin ortak kanısı / sezgisi bu henüz, yani pek kanıtlanabilir bir bilgi değil.

Devam:

Canlılarda genetik yapının oluşması bile, yalnızca Dünya’ya özel olabilir.

Bu durumda ne olacak?

Canlılığı, organik kimyanın ve kendi düzenlenen, kendi-kritik, negatif entropili oluşumların çok çok özel bir durumu saymak zorundayız.


Yani:

Evren’de canlılık olmaması olasılığı % 99 falan dolayında ama bizim kendi tanımımızla canlı saymayabileceğimiz ama bizden daha uygar değil de, daha zeki yapıların olması olasılığı çok yüksek ki bu türden oluşumlar bilimkurgu romanlarda epeyi irdelenmiştir.

Yani:

Zeka ve benzeri şeyler antropomorfik bir tekelde (yalnızca insana özgü ve onunla ilintili) değildir.

Gelelim Mars’a.

Evet, bir zamanlar Mars’ta sıvı su vardı ama bu orada yaşam olabilmesi anlamına gelmiyor. Jüpiter’in uydusu Avrupa’da da sıvı su var ama orada da yaşam yok, en azından bizim tanımlarımızla yok.

O zaman soruyu şöyle sorabiliriz:

Mars’a yaşam götürülse, orada sürebilir mi?

Şunu belirtmek gerekir ki kurtçuk gibi bazı makro yaşam formları, değil Mars’ta, uzay boşluğunda bile uzun süre sağ kaldı ve sonraki yaşamında herhangi bir sorun yaşamadı.



Bu durumda, bazı mikrooranizmalar Mars’ın ekvator kuşağında, çok seyreltik atmosferde bile, toprağa yapışarak sağ kalabilir, çünkü  Güneş yeterince enerji veriyor orada da.

Şimdi uzman bilimciler de, yetersiz okuryazarlıkta (kısaca ümmi) insanlar da, bunu böyle uzun ve ayrıntılı olarak irdelemektense, piyango hesabı, ‘Mars’ta yaşam bulundu-bulunmadı’ biçiminde papatya falını daha heyecan verici buluyor. Eh, ne de olsa uygar ve zeki kültürümüz çok sıkıcı aşamlar yaratmış durumda. Açıkçası, eğer Evren’de herhangi bir yerde zeki canlılar varsa, en iyi seçenekleri bizden uzak durmak olurdu kanımca.



Sonuca bağlarsak:

Bir: Mars’ta yaşam olasılığı yoktu ve yok.

İki: Mars’ta yaşam belki sürdürülebilir ama insanlar er veya geç oraya yerleşip, orada koloni kuracaklar. Konu insanlar oldu mu, ‘olmaz olmaz’dır.

Üç: Evren’de bizim tanımlarımızla canlı bulunması müknü ama Dünya üzerindeki evrimin burada bile gerçekleşmesi 10 eksi 99 (yani 10 kere 10 milyarda bir olasılık gerçekleşmişlikli) filan olasılık içeriyor, olduğu haliyle bile. Tabii, bu yaşamın mucize olduğunu göstermiyor, Evren’de 100 milyar gökada ve 10 üzeri 25 filan yıldız var. (Her 2 olasılığın karşlaştırılması, e üzeri eksi 4 gibi bir sonuç verebilir.)

‘Ad absurdum’ epilog:

Dünya’daki yaşamı nasıl bitiriyorsak, Mars’ta da yaşam bulursak, orayı da hallederiz elhamdürüllah...

Pazartesi, Aralık 03, 2012

AKP Milletvekili: ‘Beni Kocamdan Koruyun’





“AK Parti Ağrı Milletvekili Fatma Salman Kotan, eşi İdris Kotan ile Sincan Adliyesi’nde anlaşmalı olarak boşanma davası açtı. Fatma Salman Kotan’ın talebi üzerine mahkeme İdris Kotan’a 6 ay eşine yaklaşmaması ve rahatsız etmemesi yönünde karar verdi.”


Korumayın kardeşim. Bence, bu çifte değer yargılılık olur.

Bugüne kadar kaç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kadın benzeri kararı aldıramadı da veya aldırdı da, sevgili kolluk kuvvetlerimiz duruma aldırmayıp, ardından eski veya halihazırdaki kocaları tarafından dövüldü veya öldürüldü?

Hani, herkes yasa karşısında eşitti?

Bu kadın hakkında da karar almasınlar. Hatta peşine paparazzileri taksınlar. Öldürülmesini naklen ölüm ve ibreti alem diye versinler. Azz soonraa, ‘reality show’ olsun.

Hatta ve hatta cinayet TBMM’de işlenmeli. Daha etkileyici olur. Nasıl osa milletvekileri orada birbirini öldürüyor veya yine sevgili kuvvetlerimiz oraya dalıp milletvekilerini karga tulumda tutukluyor.

Şimdi de bunu veya öbürünü AKP’ye uygulasınlar. Uygulasınlar ki o ‘been, yine beenn’ takınaklılar, popolarının altındaki sandalyenin ilelebed olmadığına idrak etsinler.

Evet, bu durumda bu şerefli vazife, kutsal kanallarımız Kanal 24’e ve Kanal 7’ye düşüyor.

Pazar, Aralık 02, 2012

Türkiye’de İnternette Sinema Eleştirisi


Elimizde 2 metin odağı var:

Bir: Sinemabloglari.com’daki sinema metinleri.

İki: Radikal Blog ve Milliyet Blog gibi, yeni moda olan, gazetelerin blog köşesi açması atağının sonucu gelmiş olan sinema metinleri.

Sinemabloglari neredeyse sanal SİYAD olmaya niyetli bir kurum. Derlenmiş sitelerin en güzel yanı, çok sapa filmlerin buralarda karşımıza çıkabilmesi. Bir de dürüst ve açıkseçik yazmanın getirdiği bir farklılıklar sergilemesi. Herkesin aşırı standartlaştığı bir 3. dalga neo-liberalizm batağındayken, bu iç serinleteci bir durum. Gençlerin farklılığı da oldukça ortalama (1-3 standart sapma içinde tanımlı) ama olsun, hiç olmamasından yeğdir.

Blogcular ise, sinema yazımını da tümüyle moda / ‘trend in’ çizgisinde izliyor. Özellikle MB’un 6 yılı aşkın bir süredir, limit olarak açıkça sergilediği üzere, internet insanları daha zeki ve bilgi kılamadı henüz ve ne yazık ki gençleri de. 1968 kuşağının dünyadan aymazlığı, torunlarına bile sirayet etmiş gibi görünmekte.

Her 2 grubun da ortak özelliği, İstanbul Film Festivali bilmem kaçıncı kuşağı, global sinema hakkında bedavaya bilgi sahibi yapmışken, sinema tarihinin klasikleri hakkında inanılmaz az sayıda metnin yayınlaması. Eğer, o filmleri değersiz buluyorlarsa, o filmler onların eleştirilerini çok daha değersiz bulacaktır eminim. Burada yine bir aymazlık, ‘bana ne, bana ne, ilgilenmiyorum’ tavrı sözkonusu gibi.

Gelelim eleştirinin özüne:

Türkiye yarı-aydınları, eleştiriyi küfür olarak algılama geleneğinin 90. yılını idrak etmek üzereler neredeyse. Yapıcı eleştiri gibi, kokmaz bulaşmaz, başsız poposuz anlayışlar icat etmeye debeleniyorlar.

Oysa:

Eleştiri yıkar.

2000’lerin dünyasının kültürünün tümü yıkılmaktan öte, 3-5 kez sıfırlanıp ‘reset’ edilmesi gereken bir faşizmde ve engizisyonda. Yani, uzlaşma veya idare etme olanağı hiç yok.

Ayrıca, devletlerin çözülmesinin getirdiği bir ayaktakımı kökenli anarşizm de egemen ve/ya genelgeçer moda durumunda şimdilerde.

Tüm bunlara karşın, ‘sevelim sevilelim’ ve ‘birbirimizi kırmayalım, lütfeeğn’ tarzı ergen çıkışları hala ağırlık taşıyor.

Artı:

Eleştiri sinemayı yeniden (kimi aşırı) yorumlar ve inşa eder.

Bir moment daha mevcut:

2010’ların dünyasında sinema öyle vektörler kazandı ki onların tamamını disiplinlerarası ve çokdisiplinli eleştirmenler olmadan anlamak imkansız duruma geldi. (Disiplinlerarası ve çokdisiplinli olmanın avangardlığı şimdiliki eleştirmenlerin üzerinde, sanatçıların pek değil nedense).

Türkiye’de bunlar gözden kaçıyor. İngilizce yazan dünyada da öyleye benzemekte.

Dolayısıyla ağır bir tarih, kültür, sanat, sinema bilinçsizliği, egemen tüm eleştirilerde. Suda yaşayıp suda yaşadığını bilmeyen balıklar gibiler insanlar.

Bu metin, bu durumu değiştirmeyi ummuyor, yalnızca imlemeyi umuyor.