Pazartesi, Aralık 02, 2013

World War Z: The Book



Bu bir kitap. The kitap. The book.

Bildiğim kadarıyla türünün ilk örneği.

Bir belgesel-kurmaca, kurmaca-belgesel, dok-drama, dra-dokümenter...

Son ikisi, ‘Wagner’ televizyon dizisi nezdinde, BBC tarafından, televizyonun 50. yılında, 1985-1986 gibi somutlaştırılmıştı.

Bu, bir çapraz medya malzemesi.

En iyi çizgiromanı olur.

Filmi olur.

Oldu da ama berbat oldu: Dünyayı kurturan yakışıklının öyküsü oldu.

Yine de, tek bir öykünün ziyadesiyle aksiyonlaştırılması olarak bakılırsa, Brad Pitt’in yediği herze, daha bir yenilir yutulur gibi olur.

İlk olmanın hatalarıyla, roman belki 5 / 10 bile alamaz ama 1 / 10 bile yeterdi, çünkü kopya değil.

Ancak, özellikle giriş olmak üzere, en az 1 bölümü, bence hayalet br yazar tarafından yazılmış.

ABD’de geçen bölümleri 5 / 10’un altına epeyi düşüyor ama yine de daha gerçekçi. Diğer ülkelerde geçenlerin gerçekliğinin iknası, tabii ki ben dahil, ortalama okurun, örneğin Çin hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmaması nedeniyle mümkün olmuş. Bunu da, yine örneğin Çin bölümü için Çince deyimler kullanılarak bu atmosfer yaratarak becermişler ve hayalet yazar fikri de oradan destekleniyor zaten.

Yapsaydım, kitabın çizgiromanını yapardım, filmini veya romanını  değil.

Ancak, bildiğim kadarıyla bunu çizgiye dökebilecek çizer Dünya’da yok: ‘Logicomix’ anafikri üzerinden, anime praksisinin işletilmesi gerek gibi bir durum sözkonusu. (Tabii, belki böyle biri vardır, onu bilemem.)

Kitapta ‘sense of humour’ var.

Daha da ötesinde mizah var.

Zombi-komedi değil de, zombi-ironi.

Yani, sonuçta zombilerin de beyni patlatılınca kaput, insanların da beyni patlatılınca kaput: Bu da acaip bir mizah sonuçta.

Espri şu ki kitabın yazarı, komedi filmleri oyuncusu / yönetmeni Mel Brooks’un gerçek oğlu. Bir de böyle bir ironi mevcut.

Karşılaştır-karşıtlaştır:

‘Walking Dead’ çizgiromanı ve dizi filmi ile karşılaştırılınca, kitabın değeri çok kolay anlaşılıyor.

O da, sıradan insanların olağanüstü koşullarda bile duruma ayamayıp, sıradan saçmalıkları hala eylemesini ifade ediyor ama bu tümüyle farklı bir biçimde bunu yapmakta: Orman ve ağaç bakış açılarını birarada koruyor.

Burada, kitabın kendini dayadığı içerik-biçim praksisi önemli:

Olay, BM raporu biçiminde yazılmış.

Bu da bizi doğrudan sosyolojik araştırma x roman karşıtlığı literatürüne götürür doğrudan.

Sosyolojik araştırmalar şimdiye dek, sosyolojik araştırma olarak, kendilerinin romandan üstünlüğünü önesürüyordu (ve tersi de) ama bir sosyolojik araşırma formatındaki bir romanın bizi doğrudan sosyolojik araştırmanın romandan üstünlüğüne götürmesi, mizahın da ötesinde bir durum.

Ha, bir de o bildik baş belası akademisyen dil ile feci bir alay var tabii. Bu da, hesapça durumu açımlayan bir sahte giriş / önsöz ile sağlanmış.

Bir salgın için gerçek koşullarda, romanda ileri sürülenin tam tersine, abartarak uğraşma durumu yaşanmış. Yakın zamanlarda küçümsenen bir salgın yok gibi. Çünkü 1918 grip salgını, tüm epidemiyologlara feci ders olmuşa benzer. Şu an, benzeri bir global salgından 350 milyon ölü, yani % 5 global zayiat bekliyorlar ki, büyük veba salgınından 650 yıl sonra bu oran, hala feci yüksek bir beklenti eşiği teşkil etmekte.

Asıl sorumuz ise şu:

Neden zombi konusu, böylesine bir global bir çapraz medya konusu oldu?

Ya da neden, bu konuda böylesine öpözgün örnekler verildi?

Sanırım, buradaki anafikir, ‘Unthinkable’daki ile aynı:

‘There is always another epidemiology.’

Ya da bitmeyen savaş sözkonusu...

Düşünün ki bir Türk bile, daha 1970’te bile, trafik kazalarını salgınbilim konusu sayıyordu. Bu doğru / geçerli yaklaşım kabul görseydi, trafik kazalarında 300 bin ölümüz olmazdı.

Bir de şu gerçek var:

Popüler kültürde tasarlanan herşey, er veya geç gerçek olarak yaşanır: Bir tür Kafkaesk çıplak derililik sözkonusu bu konuda.

Roman, bildik kıyamet söylemini kullanarak, bunu salgın hastalık üzerinden yapıyor. Bir tür önceden hissediyor gibi.

*

(Kitabın tam ortasında yazı ve düşünme molası.)

*

Tek tek öyküler konuyu episodik anlatımlı kılmış.

Öykü ağırlıkları ABD ağırlıklı olmuş.

Ortalama bir Yanki’nin dünya ülkeleri hakkındaki önyargıları az veya çok ve doğrudan veya saklı olarak bu yazarda da mevcut.

Öyküler söyleşi tipinde yazıldığı için arada bir kişi kipinde kalmış.

Öyküler az da olsa kimi güzelyazın olmuş. Kendi okurluğum açısından bu olumsuz ama ortalama okurlar için olumlu bir durum. O nedenle, bunun bilerek yapıldığı kanısındayım.

‘Happy end’ bu kitaba uymamış ve yakışmamış, hem de hiç.

İstatiksel bilgiler az. Dolayısıyla nesnellik de az.

Onda bire inen global nüfus ve tahmini 10 yıl ara verilen dünya ekonomisinin nasıl geriye döndüğü oldukça tartışmalı bir belirsizlik. Sonuçta, gerekli enerjiyi kim ve nasıl üretti, en basitinden?

Askeri strateji eleştirisi, ne yazık ki biraz havada kalmış.

*

Kıssadan hisseler:

Toplu imha savaşı, hala en etkili savaş yöntemi konumunda.

Bireysel açıdansa, kendine yeterli bir inziva, en uygun savunma yöntemi konumunda.

Kurmaca salgını dışında bunu yapmaya en yakın aday adayları; biyolojik, elektronik, kimyasal ve nükleer silahlar.

Romanın ve daha birçok diğer romanın çevresinde dolandığı kıyamet konusu, gerçek yaşamda giderek daha yakın bir olasılık durumuna yükseliyor. Bunun için de, asıl gereken on bin intihar bombacısı ama bu da sonuca ulaşması, pratik açıdan muhakkak aksayacak bir proje olurdu.

Bilimkurgu bir kez daha gelecekbilim eyliyor.

Tam da bu çizgide, romanın insanseverliği berbat kaçıyor. Anropomorfik hümanizm, bilimkurgu romanlarda çoktan değillenmiş durumda.

Yani:

Şu ya da bu biçimde insan türüne, insan sonrası tür olma yolu açıldığında, insanların % 99,99’u (yani limit tamamı) yine o küçük insan / dandik burjuva kültürlerine geri dönerler, döndüler de zaten. Roman da öyle bitiyor zaten.

Bu da, romanın bize negasyon yoluyla verdiği kıssadan hisse: Asla insan yok veya insan imkansızdır.

Sonuç:

Roman başarabileceğini başarmaya çabalamamış, yalnızca başında iyi bir depar atmış ama maratonda depar çok çok nadir işe yarar (örneğin ABD’li kadın bir maratoncunun son yüz metrede attığı depar ve bununla maratonu kazanması gibi) ve o da sonunda.


Ciddi Oyun: Sel Kontrolü 2015






Önnot: Dünya halkları hafiften gerçeğin çölüne aymaya başlamış.

Bundan önce rol oynama oyunları ve oyun terapileri vardı:



Artık ciddi oyun var.

Ciddi oyunun tanımı:

“The aim of the serious gaming project was to develop and test advanced training and simulation tools to prepare water professionals for crisis situations, based on the knowledge created in the previous years.”

“Ciddi oyunun amacı, önceki yıllarda yaratılmış bilgilere dayanarak, kriz durumları için su uzmanlarının hazırlayacağı simülasyonları geliştirmek ve test etmektir.”


‘Hannibal’deki canilik eğilimli polis ne diyordu:

‘According to my design...”

Yani:

“Benim tasarımıma göre...”

Yani:

Simülasyon gerçekten daha gerçektir. De, buna birilerinin gerçekten ayması mucize ötesi bir durum...

Huizinga, daha 75 yıl önce ‘Homo Ludens’te ne diyordu?

“İnsan oynayarak öğrenir.”

Hala ve çocuklar gibi: O nedenle, insan hala insan olmadı ve hala tarih başlamadı. Tarih, insan doğrudan öğrenmeye başlayınca, başlayacak. Ondan bir epistemik kritik eşik sonrası da, düşünce-öte ve tarihwöte olacak.

Bu proje, gerçekten sel felaketi riski taşıyan Hollanda tarafından organize ediliyor.

Malumunuz, daha önceleri uçuş simülasyonları pilotlara epeyi hatayı, gerçek yaşamda yapmadan önce, simülasyonda yapıp öğrenme fırsatı yarattı.

Şimdi de ölçek ve ölçüt büyümüş:

Sel gibi, disiplinlerarası bir konuya doğru...

E tabii, zaten bunun daha öncesinde bizim 1960’lar tarihli 5. yıllık kalkınma planlarımız vardı. Açın bakın, orada ne söylendiyse, tersi yapılarak, TC buraya getirilmiştir, göreceksiniz.

Aklın you bir. Aklın yolu geç intikalli.

Olabilir, geleceğin acelesi yok: Gelecek hep gelir ve uzun sürer...

Çıkış:

Şuna emin olabilirsiniz:

2075 gibi Hollanda, global ısınma ve okyanus seviyesi yükselmesi nedeniyle, gerçekten sel felaketine maruz akalacağı zaman, neyin ne zaman nerede nasıl yapılacağı çoktan hazır olmuş olacak.

En önemlisi:

Panik olmayacak:

Felaketten koruyucu hekimliğin altın ve birinci kuralı yerine getirilmiş olacak böylelikle.

Bilgi öldürür.

Bilgi yaşatır da...

Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz...


Pazar, Aralık 01, 2013

AFL'liler ve Statü



Ankara Fen Lisesi 1964-1982 arasında Türkiye’deki tek fen lisesiydi. Dolayısıyla, 16 ders yılı boyunca, 2 aşamalı sınavla seçilmiş ve özel müfredat görmüş olarak, Türkiye’nin en zeki on binde birini temsil ettiler.

De ne oldu?

Bu bin beş yüz kişinin içinde, yüksek statüye ulaşan bildiğimiz 2 ad var:

1968 mezunu İsmail Özdağlar ve 1976 mezunu Süreyya Ciliv.

Biri bakan oldu, diğeri ülkesel en büyük teknolojik şirketin genel müdürü.

Bu bin beş yüz kişinin 700’ü mühendis, 700’ü doktor oldu, çünkü o yılllarda adam olma geleneğinin tanımı buydu. 100 kişi falan da diğer dallardan mezun oldu.

Bir de başarısızlar var:

1970’lerde dağda ölenler, deliler, alkolikler, vd... İçlerinden birisi olduğum 1977 mezunlarından birisi, 1980’de camiden çıkarken öldürüldü: Rahmetli ilkokul arkadaşımdı da...

Bugünkü ölçekte nakit 1 milyon dolar sınırını geçmiş oranı, % 5 gibi ama onu da zaten BÜ mezunları daha yüksek oranla becerdi, özellikle de işletme mezunları.

(Eskiden mühendisler daha çok kazanırdı, şimdi doktorlar daha çok kazanıyor: Bu da tuhaf bir değişim.)

Manevi açıdan ise; rektör var, dekan var, bölüm başkanı var, profesör var... Çok var hem de...

Ancak temel bilimlerde büyük buluş yapmış biri galiba yok aramızda...

Tabii, temel bilimlerde büyük buluş yapmış Türk de çok az... Matematikte İnönü, Arf, Kortel üçlüsü, yeterince kalabalık bir örnekleme...

Tabii, buradan soru kipine geçiyoruz:

AFL’nin amacı para kazandırmak mı idi?

AFL’nin amacı statü kazandırmak mı idi?

AFL’nin amacı dahi / mucit / kaşif yetiştirmek mi idi?

Yanıt:

Hiçbiri...

Çünkü AFL vardı ama AFÜ yoktu, yani üniversite düzeyinde hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık etrafa...

1977 mezunu sağ 94 kişiden 10 tanesinden çoğu şu an yurtdışında mukim... En ironik örnek bu yıl geldi: 1977 mezunu biri, 54 yaşında TC’yi kalıcı olarak terketti ve çok iyi de etti bence.

Sonuçta AFL başarısız bir proje oldu.

Zaten baştan şanssızdı:

AFL’yi ABD tasarlamıştı, aslında Afrika için düşünülmüştü ve Türkiye’de gerçekleştirildiğinde, bu türden yalıtık kampüslü dahi grubu projesi türünden vazgeçilmişti, yani biz ölü doğmuş bir projenin ürünü olduk. (Ancak o tür proje, BÜ’de çok iyi işledi.)

1970’lerden sonraki TC, cezayla dahi katleden bir ülke oldu. Beyin göçü sayılarımız ortada...

1980’lerden sonraki TC, ödülle dahi katleden bir ülke oldu. Sonuçları ortada, yani özel üniversitelerin ve şirketlerin Ar-Ge’lerinin durumu ortada...

En eğlencelisi de, AFL sonradan maruf cemaatin eline geçti. Onlar da, konunun üzerine üç bukleli ve bilek kalınlığında ettiler, tam oldu.

Sonuç:

Bin beş yüzde bir buçuk (Özdağlar rüşvetten içeri girdi çıktı) başarı binde bir başarı eder...

Tamam mı, devam mı?

Yanıtı okurlardan bekliyoruz.

Dipnot: 150 küsur AFL mezunlarının içinde, üniversite sınavında ilk tercihini kazanamayan çok kişi var; onu biliyorum. 1977’de ilk 50’de AFL mezunu 15 kişi vardı diye biliyorum.