Salı, Aralık 30, 2014

Parmak İzini Fotoğraftan Kopyaladılar



Almanya’da ‘hacker’lar / bilgisayar korsanları, bir bakanın parmak izini, yalnızca fotoğraflardan kopyaladıklarını açıkladılar.
Korsanlar, bundan sonrasında politikacıların eldiven giymesini önerdiler.
Duruma bir bakalım:
3-4 tane ve değişik açılardan çekilmiş fotoğaflardan 3 boyutlu görüntü elde edilmesi, zaten bilinen bir şey. Buna devleti korumakla görevli kişilerin şimdiye dek aymaması tuhaf.
Bunun şu anda yapıldığı belirtilmiş ama eski teknolojiyle bile, 10 yıl önce yapılmış olabilir, çünkü bildiğim kadarıyla, laserle 2 pencere camı arkasındaki sesler optik yoldan okunabiliyor, hem de en az 20 yıldır.
Bunu şuraya bağlayacağım: İstenirse, eldivenin üstünden bile, parmak izi fotoğrafı alınabilir, en azından şu andaki teknolojiyle.
Tabii ki soru şu:
Bunu yapmak bir suç mudur?

Şerh: Normal insanlar günde en az 100 yere parmak izlerini bırakırlar. Bunlar toplanırsa ve kaydedilirse, bunu kimse bilemez.

PeKeKe'nin Aç Tavukları



... kendilerini TC’nin buğday ambarında görüyorlar.
Şöyle bir haber:
“Engin Özkoç, yapılan gizli oturumda, dönemin BDP Grup Başkanvekili’nin çözüm süreci ile ilgili taleplerini, 6 madde halinde açıkladı.
İşte CHP’li Özkoç’un canlı yayında açıkladığı o maddeler:
1- Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi.
2- Öcalan’ın serbest bırakılması.
3- Özerklik koşularının gündeme getirilmesi.
4- Eyalet başkanlarının TBMM’ye getirilmesi.
5- Özerklik hakkının saklı olması.
6- Her eyaletin kendi özerk güvenlik güçlerinin olması.”
Yani, Kürtler ABD’ye poposunu dayamış, TC’ye de göbeğini... Yanki tarrağıyla gerdeğe gireceklerini sanıyorlar.
Peki, olasılık ne?
Ocak 2015 itibarıyla + % 51.
Şubat 2015 itibarıyla - % 110.
Paradoksal mı?
Hayır.
Gelecekbilim hesabı yalnızca. Onu somutça gördüğümüz zaman açımlarız. (Şerh: Geleceği % 110 bilen bir gelecekbilimci durumuna geçince, gördüklerimden hiç mi hiç hoşnut olmadım doğrusu.)
Yalnızca soyutça, çarşıdaki pirince giderken, evdeki bulgurdan olma, durumu olarak özetleyelim.
Günümüzü bırakalım, geliin, şööle bir geçmişe bakalım:
TC’nin mirasında ne var?
Tehcir bir, mübadele iki.
1’er milyon Ermeni ve Rum degaj.
Atatürk’ün hatasıdır:
Kürtler giderse, nüfus az olur sanmış ama yanılmış.
Peki, Kürtler ne yapmış?
Teali cemiyeti falan filan, Araplar’ın İngilizler’e yaptığı gibi, devekuşu misali, kafayı kuma gömüp, popoyu açıkta bırakıp, hayallere dalmış.
Bu hayale 1250’de Cengiz Han hempalarıyla dayanışarak da yapmışlardı. Ne oldu sonra? Toplu imha savaşı.
Yani, Kürtler bu topraklarda 5 milenyumdur ülke kuramamışlar, 2 milenyumdur da, hatalarından ders alamamışlar.
Ayrıca, bu toprakların tek İndo-Avrupa dilini konuşanı olarak, haricen gazel okuduklarına ve işgalci olduklarına aymamışlar.
Aynı zamanda, Araplar’ı hiç yenemediklerini de öğrenmemişler.
Bu sayede, Türkler ve Araplar işbirliği yapacak gibi.
Bu bir.
İki:
İnşaallah, ülke kurarlar da parçalanırlar. Ancak, şu an zaten 10 parçalar, o zaman > 20 parça olacaklar.
Halkım Tatarlar gibi, Kürtler de ihanetsiz duramıyorlar, olmadı, kendi kendilerine ihanet ederler. Ettiler bile çoktan.
Üç:
Kurdukları reçete berbat. ABD bu hebaı onlaır satar ama uygular mı acaba? ABD’nin bundan ne çıkarı var acaba? ABD7nin hiçbir iler tutar hesabı olmayabilir mi acaba (IŞİD’de olduğu ve Obama7nın bunu itiraf etitği gibi)?
O hesap, taa 1980 dönemli, BOP gibi, ABD askeri Strateji 200 gibi, çook demode hesapların ürünü bu. Değiştirmediler, çünkü kayan veri tabanlı gelecekbilimi nedense ABD CIA’i ve genelkurmayı hiç yapamadı.
Gelelim bize:
Bunu açıklamak suçmuş. E peki, bunu yapmak anayasal suç değil mi?
Kusura bakmasınlar, iadm cezası geri gelecek. Bu kezinde, onların doğmamış torunlarına bile acıma olmasın.
Hodri meydan.
Bunu, TC’nin işkence yaptığı ve 1983’te Kürtler’in PKK akil dedeleriyle1 ay boyunca Gayrettepe’de ve Selimiye’de beyin fırtınası yapmış biri olarak yazdım.
O zaman söylediğim yineliyorum ve resti büyütüyorum:
Kürtler, Türkiye’nin ve ortadoğu’nun kızılderilileri ve/ya toplama kampı Museviler’i bile olamayacak.
‘Show no mercy’...
Dipnot 1: TC’den yana olmamın tek nedeni, ‘insanların daha az nefret edilir olacağı durum olması’ nedeniyledir.

Dipnot 2: Reklam filmi tiradı gibi: “Bannaa faşisit dedileer...” (Fonda arabesk müzik.)

Almanya'da Asgari Ücret Başlıyor



Evet, yanlış okumadınız, yeni başlıyor:
Not: Bu  önemli durum, sevgili yandaş ve karşıdaş basınımız tarafından haber değerinde bile bulunmuyor son 1 yıldır.
Yaa, nerelerden nerelere geldik:
1968’de araba almak için grev yapan şavalak Fransız (FKP’li) Stalinist’lerden taa buralara...
Evet, Almanya Dünya’nın en has-faşist ülkesi ama şu son birkaç yıldır en yeni ve farklı politik gelişmeler nedense hep orada oluyor: AB’ye karşı olan  Alternatifler ve/ya Korsan Parti gibi.
Ara not: Yine de anımsayalım: 1980’lerde neo-liberalizm ilk gelmişken, yine Almanya’da asimile-oportunist-kollaboratist Yeşiller şavalakları devreye girmişken, ‘politik aktif’ diye bir şey vardı orada, şimdi tüm Dünya sathında mevcut.
Yani, olayın Almanya’da vuku bulması olağan.
AB halkları, nedense bir emekçi hakkı kazanmışlık rehaveti içindeydi ama birden emekliliğin hayal oluvereceği ortaya çıktı.
Şerh: Asgari ücret uygulamasının işsizlik yaratacağı savına ilişkin kesin bir gösterge olmadığına ilişkin bir veri:
Yani, döndük dolaştık, tüm haklar gitti, başa geldik: İşte, o nedenle devrim. 2029 krizine karşı 2048 gibi bir devrim denemesi.
Almanya’da asgari ücret saat başına 8,5 avro olacakmış. Ayda 1.700 avro maaş eder ve ancak geçindirir ki bu brüt miktar, net değil.
ABD’de ise bu, saat başına 7,25 dolar.
Bir anti-marksist, anti-komünist, toplumcu-değil olarak, 1992’den beridir söylediklerimizi yineliyoruz: Ne devrim biter, ne emekçi mücadelesi. Haa, şavalak devrimciler ve/ya işçiler bitebilir. Aradan 1-2 kuşak geçer, sonra uyanış yeniden başlar. Tarihin ve fütürolojinin ortak kuralıdır: 25, 50, 250 yıllık sikluslar.
Bu konu, çok geniş açılımlar yaratacak 2015’te, onları yazmayı erteleyelim.
Sonsözü ise şöyle belirtelim:
Eğer, müstakbel 2029 Krizi’nde marjinallere devrim yapma şansı verilirse, onlar emekçilerden daha az başarısız olurlar ve / ama duvarı daha çok deler / zinciri daha çok çatlatırlar.
Hoşgeldin yeni yıl, tüm kaybedenlere, tüm umutsuzlara...

Dipnot: Bu metin için gereken haberi bana ulaştıran İzzet Bey’e teşekkürler.

Pazartesi, Aralık 29, 2014

Laleper Aytek Sergisi



Fotoğrafta; kurmaca, belgesel, sahte-belgesel ayrımı ilginç biçimlerde işletilebiliyor. Sergi, bu yönden irdelenecek.
Sergi, belgesel olma savında bir sahte-belgesel olmuş ve bunu da hafiften kurmaca üzerinden yapmış.
Aytek, çok onyıldır hala, lümpen matriyarki ve matriyarkal şeyselleşme / lümpen feminizm çizgisinde dolaşan bir fotoğrafçı. Açımlama: Ödüllendirilen bir kadın iken, cezalandırılan bir kadınmış gibi davranırdı.
Gösteren-gösterilen ilintisini bozarsanız, sonuç ya David lynch’in ‘Ateş Benimle Yürür’ünün giriş planı gibi olur, ya da eksi kültürel artı-değer’li şeyselleşme. Bu sergi için yanıt: b) şıkkı.
Aytek’te, gösteren-gösterilen ilintisi kopuk. Kendi Paris’liliğini ve/ya Parisli-değil’liğini tanımlayamamış. Paris’in nesnesini gösterememiş. (Gönüllü şeyselleşmiş) Kendi’sini göstermiş. Paris’i göstermek, Eyfel Kulesi’ni göstermek değildir, belki eski biçimde ‘clochard’ göstermektir. Sergi, Dünya’nın tüm büyükkentlerine ait olduğu önesürülebilecek fotoğraflarla dolu.

Toplam sonuç: Bizcesi bu, yabancılaşma değil; bu, sattığı düşünülen ama modası geçmiş bir malı satma çabası. (Post-modern yabancılaşma ve ‘ne olsa gider’ anlayışı.)

2015 Gelecekbilimi



Önnot: Son 1 ayda, televizyondaki haber programlarındaki hemen herkes gelecek yıl kestiriminde bulunuyor. Bir de biz yapalım bari.
İktisadi:
Eksiler: Rusya kaput, TC kaput. Suriye kaput, TC kaput. Olası artılar: İran, Batı ile anlaşır. İran artılaşır, TC de artılaşır. Şerh: Artı ve eksi girdilerin daha önceki yıllardaki girdeleri listesi belli: İran, Rusya ve Suriye’yi telafi edemez; dahası iran’dan kara para değil, ak para gelir ki bu da kullanım / verim / kar oranını düşürür. Diğer komşular ‘ceteris paribus’.
Askeri:
Suriye kaput, TC yeniden savaşmayı öğrenecek. PKK IŞİD’e yenildi: Bir açıdan iyi, 2015’te bir daha yenilecek; bir açıdan kötü, TC yine savaşmayı unutuyor, en azından PKK ile. Ermenistan-Azerbaycan sorunu, son dakika golü ile yeniden başladı. Kıbrıs olduğu gibi kalır. Irak, Barzani olduğu sürece olduğu gibi kalır ama Talabani hala sağ, yani sürprizlere açık olalım.
Siyasi:
AB nanay. ABD hepten nanay, Obama, artık yeni ve farklı hiçbirşey yapmayacak, seçimler geliyor. Putin, olumlu veya yeni bir olumsuz atağa geçecek. Genel seçimlerde AKP kazanır, batarız; kazanmazsa, daha çok batarız. HDP-BDP ikilemi, Kürtlere’e çok zarar verdi şimdiden, daha da verecek. CHP ve MHP eski hamam eski tas. Sosyal demokrat, ateist, farklı, yeni, marjinal parti oluşumları umulmuyor; yani, yeni kurulan partiler eskilerin salaklığını aynen devam ettiriyorlar. Tayyip Fethullah’ı dövmeyi sürdürecek.
Dini:
Engizisyon, mahalle baskısı, alaturka yavşaklık dizisinden c) şıkkı. Yani, Tayyip gidince de, bu rezillik bir süre daha sürecek.
Hukuki:
Pardon, öyle bir şey mi var?
Ahlaki:
Dejenerasyona ve dekadansa devam. Sodom ve Gomore’den beter oldu Müslümanlar. Aile kalmadı. Fuhuş, alkolizm, uyuşturucu, depresyon son 12 yılda tavan yaptı. Ellerine sağlık.
Genel panorama:
2015 farklı bir yıl olacak ama zenginler de fakirler de buna karşı bir türlü pozisyon alamadı, dolayısıyla dalgayı bordadan yiyecekler, fakir olarak biz de.
Genel gelecekbilim perspektifi:
2029’a daha var ama engellenemeyecek noktayı geçtik gibi. Devrim atılımı engelenemez artık ama başarısızlığı da şimdiden buradan görünüyor. 3 makro-makro global kriz (su, gıda, enerji) hala devrede yok. Şerh: 2000-2015 arasında en az 1’i devreye girseydi, belanın 1’i eksilirdi hiç olmazsa.
Kültüroloji:
Bosch-Bruegel çıkması dönemi geldi, yani yeni Orta Çağ’ın, kültürel zeminin yükselmesiyle değil de, tek başına yaratan, premature rönesansımsı dahiler dönemi geldi. Favori sanat dalımız, çapraz medya.
Sonuç:
% 50’den büyük olasılıklı olan ana-yol gerçekleşiyor, yani tarihsel bir sürpriz yok 2015’te. Bu da ilginç bir durum, çünkü tarihin sürprize en açık ve en kolaylık gösteren ara dönemlerinden birindeyiz.
Hayat bilgisi dersi:

Tarih sana yenilik şansı verdiğinde kullanmazsan, zor dönemlerde bunu denesen de beceremezesin.

Pazar, Aralık 28, 2014

Matriyarkal Oportunizm



55. yaşımda çokeşli-hiçeşli nötroseksüel-aseksüel biri olarak, matriyarki ile tüm irdelemelerim, hemencecik homongolosluk olarak addediliveriyor. Bunu pas geçiyorum.
Kadınların barışçı ve hümanist türden insanlar olduğu konusuna hiç ikna olamadım. Erkeklerin yediği her türden ahlaksız herzeyi, erkeklerin zoru falan olmadan, epeyi kadının yediğini onyıllardır izliyorum: Oportünizm de onlardan biri.
Fırsatçılık yani.
Vakı aynı, rivayet muhtelif yani.
Benim gözümde; Hitler’in şeysi Eva Braun, ‘tanztheater’in şeysi Pina Bausch birer oportünist idi. Almanya’da devrim çabasında öldürülen Rosa Luxemburg ve bir toplama kampında ölen Kafka’nın Milena’sı ise birer anti-oportünist.
Hitler’in diğer bir platonik şeysi, Leni Riefenstahl’ı da oportunist sayıan çoktur: Onun için, 1936 Berlin Olimpiyatı’nı yüceleyen bir film yapmıştır. Kendisini ara-değer sayarım.

Türkiye’de ise, her ikisi de kanserden erken ölen, Tezer Özlü ve Sevgi Soysal, benim için birer anti-oportunisttir. Oportunistler de var tabii ama adlarını anıp da, onlara bana dava açma yolunu açmayayım.

Dijital Sanat Sergisi


Sergide epeyi konseptsel eksik var.
Eksikler üzerinden irdelemeler:
1945 sonrası bilgisayarlaşma süresi.
Atom bombasının (1945) türü bitirmesi ve dijital sanata giden yol.
Uzaycılık, Sputnik (1957) ve transhümanizme giden yol.
Gelecekbilim: Teorik: Flechtheim – Toffler (Futurists, 1971, derleme).
BM – Roma klübü, 1970’ler.
Gelecekbilim: Pratik: Goddard ABD, füze, 1905), Tsiolkovsky (Rusya, 1905, uzayda yaşama, kuram).
RAND türü oluşturumlar.
İnternet kullanıcısı oranı, son 1 ayda aktif. 2010 = % 70 iken 2014 = % 50.
Moderns dans = Buto + tanztheater (Stellarc var).
Escher ve/ya Koman yok.
Dijital sanatın en önemli öğesi:
Çapraz medya ve ondan önce de Machimina’lı bilgisayar oyunu demosu ve/ya sinematik fragmanları.
Gereksizlikler:
Baudrillard’ın uygunsuz / geçersiz açımlama vektörü.
+
Savaş ölüleri istatistikleri.
+
Genel:
Serginin en güçlü yanı, duvardaki devasa grafik tablo ama onda da yukarıda sayılan eksiklikler ve gereksizlikler mevcut.

1990 sonrası 0 denebilecekken, 1980 sonrası da yok gibi. Gerçekte, 1960-1970 arası, dijital sanat / medya art için embriyo çağı bile değil.

Cuma, Aralık 26, 2014

Pornocu Tasarımı Ben



Bu metin, şu metne bir karşılık olarak yazıldı:
“Peki insan niye porno yıldızı olmak ister? Başkalarının düşüncelerini bilemem ama ben kendi üzerimden fikir üretirsem... Fiziğime güveniyorsam, zaten özgürlükçü bir yapıya sahibim ve bu yüzden de ahlakçılığım zerre kadar yok ve seksi de yapım ne kadar zevk alıyorsa, o kadar seviyorum; yalnız porno işini uygulama yapmadan bedenim kaldırabilir mi bilmiyorum, ve zevk alarak yaptığım bir işten para da kazanıyorsam, bir süreliğine neden meslek edinmeyeyim bu işi. Utanmak bir yana, estetik bir bedeni sergileyip, birilerinin de bundan haz almasından gurur bile duyarım. Ahlak demeyin; ahlaklı olmanın bedenle, cinsellikle alakalı olduğu söz konusu bile olamaz benim için.”
Öyle şakkadanak yıldız olunmuyor bu işte. Bunun da figüranlığı var. Şöyle bir rol vardı örneğin:
Kadının biri dövmeci dükkanına gider. Dövme yapmanın acısı dinsin diye, onu şeyttirirler. Orada bir dövmeci rolü vardı örneğin.
Arkadaş fiziğine güveniyormuş. Ben pek güvenmem. Benim tipim, daha çok, lise öğretmeniyken bu işe giren hispanik abimiz gibi:  Göbek gırla yani. Zaten o abimiz de, önce 200, sonra 350 kiloluk biri ile takılıyordu, ekstremofili durumu yani.
Arkadaş, performansına güveniyor mu bilemem ama yani ööle Rokko gibi 6 saat maazallah. Deniz anası kıvamında 6 saat olabilir tabii.
Gelelim ciddiyete:
Porno film çevirmenin özgür düşünceyle pek bir ilgisi yoktur.
Viagra sağolsun, sonraki yan etkileri hesaba katmazsan, kalp hastası olmayan biri, bunu kaldırabilir sağlık olarak.
Zevk alarak yaptığım bir işten para kazanmak, çok ilkokul deyimi gibi olmuş.
Estetik bir beden konusu, tartışmalı ve bir zevk meselesi. Sonuçta, o 350 kiloya da, cücelere de meraklı birileri var.
Konunun, Dr. House tarafından tartışılması daha ironikti: Karıkoca erkek ve kadın, gündüz porno çevirip, akşam romantik romantik şeyttiriyorlardı. O da kıskanmayı tartışıyordu.
Bir porno film çevirmenin beni ilgilendiren yönleri şunlar:
Belgesel türden (yani her iki tarafın da gerçekten orgazm olduğu türden) bir pornoda oyuncu olarak oynasam, beni tanıyanlar ne tepki gösterirdi? Tanıdığım, arkadaşım veya sevgilim olmuş hanımlardan biri, bu filmde partnerim olmayı kabullenir miydi veya ben bunu kabullenir miydim? Benim duygusal yaşamım (cinsel  yaşamım değil) bu filmden sonra nasıl etkilenirdi? Film çevirirken ölüp gider miydim?

Sonsöz: İnsan, ya meraktan, ya taraktan...

Perşembe, Aralık 25, 2014

Aşırı Tamamlanmış Bir Proje Olarak Erkek



Bu metin şu metne karşı bir aşırı-yorum olarak yazıldı:
“Kadınlar, erkekleri seçerken ya da aşık olurken, bir anlamda da onları değiştirip değiştiremeyeceklerine dair gizli bir bahis içindedirler. Belki de erkekler için de bu geçerlidir, bilemiyorum.”
Geçerli değil bu saptama. Başka türden bir kurgu var ortada:
Bir: Erkekler; kefaret, şövalyelik, vd olarak, kahramanlık yapmayı pek severler. Burada proje olarak kadınlara yer yoktur, Kadınlara madonna veya oropspu olarak bir tasarımda yer vardır ki bu teknik bir hatadır ve / ama yine de bir iktidar tasarımıdır.
İki: Bir erkek olarak bakınca, kılıbık bir erkek olarak bakınca, ‘Büyük Umutlar’ı okumuş ve oradaki kurmaca nedeniyle güçlü olup kadınlara boyun eğmiş bir şövalye erkek olarak belirtirsem, kadın-erkek arasında gereksiz bir iktidar savaşı var. (Hiç işlevi oldu mu, emin değilim.) erkeklerin hödük kaybetmişliği, kadınları madonna yerine koyunca, onlara karşı ktidar kurabileceklerini sanmalarında. Kadınların hödüklüğü, dolaylı psikolojik şiddet / iktidar uygulamanın hep yenecek bir kıtır olduğunu sanmalarında.
“ ... erkeği, "tamamlanmamış ancak kendi tarafından tamamlanacak bir proje" olarak görmekten bahsediyorum.”
Burada hata, kadınların ebedi anne rolünü üstlenmelerinde. Bir: Çocuk, annenin iktidarı altında değil, örneğin artık çocukerkillik var, TC’de bile var. İki: Annelikle, tüm erkekler yönetilemiyor. Üç:  Yönetilenler de, er veya geç sıkılıp, orospulara kaçışor, yani anne = madonna ggibi oluyor erkekler için.
“İşte aşk denilen şey, sevginin bir alanı olduğu gibi projelerin de çatıştığı bir alan. Ama aşkın kendi cazibesi, projelerin çatışmasını aşkın bir parçası olarak sayılması sonucunu getiriyor.
Ve bu aşk alanını orasından burasından çekiştiren diğer parapetreler de var. Katlanabilirlik katsayısı, kişilerin birbirinden istediklerine karşı esneme kapasiteleri, direnç kapasitesi, aşkın çekim gücü ve bu ilişkiye duyulan ihtiyacın gücü, değişmesi istenen özelliğin karşı taraf için ne derece önemli olduğu gibi...
İşte tüm bu parametreleri taşıyan alana biz ilişki diyoruz. “
Hayır aşk bu değil. Gerçekte bir oksitosin projesi. Kültürel tasarımı ise,  iktidar üzerinden işlediği için, aşk hiçbir zaman aşk olamadı, olamıyor, olamıyacak. İktidarsız aşka da, ‘beyindaşlık’ deniyor, ‘aşk’ değil, örneğin Curie’lerdeki gibi.
“Belki de birbirimizin projesi olmasa idik, birbirbirimize zarar da vermemiş olacaktık. Ve en baştan görünür olan şeye doğru da bir zorlamaya girişmemiş olacaktık.”
Meali: Toplumsallığın bu denli kölesi olmasaydık, aşk teranesi altında, bu kadar herzeyi yemezdik. Yemeyenler var zaten.

Evet, aşk sayılan bu herzeyi yemeyin artık gençler...

CTV Polijeneriği



Estetik bir saptama: Şimdiye kadar hiç başsız sonsuz bir jenerik akışı görmemiştim. 5 dakikadan uzun sürdü. Bazı parçalarını daha önce de seyretmiştim ama onları semantik olarak farklı algılamıştım.
Politiko-estetik bir saptama: Jenerikte, Türkiye saklı olarak bir Çin eyaleti gibi gösterilmiş. Bunu görsel dille yapabilmek üstün bir beceri gerektirir ve bu becerilmiş de.
Çin, bundan 15 yıl önce, Hazar Denizi’nin batı kıyısında Azerbaycan ile Türkiye ile, doğu kıyısında Tacikistan ile Çin’in komşu olduğunu imlemişti. Hala böyle düşünüyorlarmış ve artık bunu açıkseçik gösteriyorlarmış, öğrendik.
Bu konudaki düşüncelerim, 1999’dan beridir aynı:
Bir: Çin-Türkiye, global konjonktür açsından gerçekten komşu.
İki: Çin, 2001’den beridir hala Dünya’nın en faşist ve en engizitör ülkesi ama bunun potansiyelleri hala devreye tam girmedi. Girince Çin, Dünya’ya ABD’nin 240 küsur yılda verdiğinden daha çok zarar verecek, çevre kirliliği ile verdi bile. Çin’in zararlarının devreden çıkması 210’ü geçebilir, 2050’de durabilir.
Üç. Çin, Dünya’nın en eski kültürüne sahip, bunun olumlu yönleri de, olumsuz yönleri de kalabalık. Ayrıca, irdelenmeleri gerekli.
Dipnot 1: Bunu yazdığım anda Çin, Dünya’nın 1 nolu ekonomisi olmuştu, aralık 2014 sonu itibarı ve IMF hesabı ile. Bu, ilginç bir çakışma.
Dipnot 2: Bu kanalın, 35 yıldan sonra ilk kez televizyon seyretmeye başlamamla eşzamanlı olarak ilk kez yayına başlaması da ilginç bir çakışma.
Dipnot 3: Çin’in Avrupa Futbol Şampiyonası 2012 için yaptığı tanıtım jeneriği / klibi de, bununla koşut bir göstergeler dizisi taşıyor.

Çarşamba, Aralık 24, 2014

Öz-Örgütlenme ve Oto-Katalizasyon



Bu ikisi birbiriyle karıştırılır.
Öz-örgütlenme epeyi sistemin sahip olduğu bir niteliktir. Belli formları kendi kendine kazanma, olarak tanımlanabilir.
Oto-katalizasyon ise, belli kimyasal maddelerin kendini sentezlemesidir.
Belli bir bakış açısıyla, bu ikisi de (geçici de olsa) negatif entropi demektir.
Bazı killerin kendi kendine büyümesi, bazı metallerin ısıtılınca ilk formlarını anımsaması, inorganik örneklerdir ve öz-örgütlenmedir.
Biyokimyada bazı proteinler kendini çoğaltır. Bu oto-katalizasyondur.
Canlılığın temel düzeneği olan genetikte ise, ‘gen-rna-enzim’ dizisi olduğu için, bir öz-örgütlenmeden söz edilebilir ama oto-katalizasyondan değil.
Burada önemli olan bu.

Evrimin ve canlılığın biyotopolojisinin bu aşamasında bu gerçek var ama ilk aşamalarındaki ekstrem koşullarda ilk ön-canlılar, her ikisi de olmuş olabilir. Hatta, karbonat kayaların oluşumunda temel malzeme olan kabuklu hayvanlarda bu, hem organik, hem de inorganik süreçlerin positif sembiyözü ile gerçekleşmiş olabilir.

Sentetik Diyalektikte İdea ve Form



Lao Tzu, formsuz idea gibi bir şey dilegetirir.
Çin felsefe tarihçileri, onun bu ve diğer felsefi düşüncelerinin onun yaşadığı varsayılan zamandaki Çin kültürü konseptine uymadığını savunur. Ancak sonuçta bugün Aristo için de böyle, onun olup olmadığı kesin olmayan düşünceleri ona atfetmiş oluyoruz. Bu nedenle, formsuz idea’nın yerzaman momentinin kesinliği o denli önemli değil bizim için.
Ara şerh: Bunun nedeni, her 2 yönün de önemli düşünürlerinin eserlerinin özgün kopyalarının, Batı’da İskenderiye’de Romalı Sezar, Çin’de ise Çin’i ilk kez birleştiren ve ülkenin bugünkü adını veren Qin eliyle yok edilmiş olması gibi ironik ve paradoksal bir durum.
Platon’da form ve idea aynı şey sayılmış gibi ama biz buna muhalefet etmiş olalım. Aristo’da ise aslolan form, madde değil.
Doğusal ve sentetik diyalektikte, Aristo’nun koyutunun tersine, bir şey hem kendi’si, hem de karşıtı / kendi-değil’i olabilir.
Bu durumda töz, formsuz ve maddesiz olabilir. Türk kültürümüzde, tasavvuf yoluyla aktarılmış olarak, bu bakış açılı Doğu felsefe geleneğine toplu bilisizliğimizde gayet yatkın ve açık konumdayız. Analitik Batı düşüncesi, bunu anlamakta / sezmekte zorlanabilir.
Dönelim formsuz ideaya:
Bu bizi, Batı mutlağından daha mutlak bir mutlağa götürür ama orada bir ilk neden varsayılmadığı için bizi tektanrıya götürmez. (Ayrıca, Batı’da da, hem İslam’da, hem de Hristiyanlık’ta Aristo ideolojisi bilinçsizlikte yedirilmiş olduğu için, şu anki tektanrı nitelikleri gayet Aristo’saldır, haa biraz aşırı-yorumsaldır, ayrı konu.)
Formsuz idea, bir biçimde gövdesiz zihinle çakışır ama ölümsüzlükle çakışmaz, çünkü yazılım ve donanım ölümsüzlükler, fiilen ayrı ayrı tanımlanmıştır bu yeranda.
Gövdesiz düşünce, yine doğu diyalektiğinin hoş bir tasarımı. Bu sayede, nirvana gibi, meditasyon gibi, yoga gibi şeyler olabiliyor. Olağandışı koşullarda, dakikadaki nabzını (aslında insanı öldürebilecek olan) 46’ya düşürebilmiş biri olarak, bunu hoşnutlukla belirtiyorum.
Sonuçta gövde, yine biz alaturkaların dilegetirdiği, ‘ye, iç , mala vur’ gibi oldukça bayağı bir biçimde özetlenebilecek bir yaşama indirgiyor.
Tersi de, gövdesiz düşünce, oldukça şavalak bakire-frijidmisi bir püritenliğe indirgiyor (bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla).
İnsan düşüncesinin seviyesi, görüldüğü sürece, bayağıyla yüce arasında oldukça büyük genliklerle salınabiliyor. Varlıkta var-varlık ile eksi-varlık arasında rahatça salınabiliyor.
Buradan eksi-varlık’lı gövdesiz / formsuz idea’ya varıyoruz ki bu bildiğimiz kadarıyla felsefe tarihende henüz işlenmemiş bir konu.
Şerh: Yalnızca butocular (Japon erkek modern dansçıları), ‘ma’ kavramı yoluyla, kendilerini eksi sonsuz kez yok ettikleri tuhaf bir başkalaşım ile bu eksi varlık’ı fikren değil ama fiilen tanımlamışlardı. Ardından Japonya, başkenti Tokyo’ya füze yerleştirince, Japonya’nın 2 atom bombası mazlumluğu ve onun getirdiği eziklik ortadan kalktı. Japonlar, butocular da, artık mazlum değil, zalimler.

Bu durumda; formsuz idea, yazılım ölümsüzlere, yapay zekalara, siberuzaylara, sanal varlıklara (ki bu kök eksi bir tipi bir sanallık değil, yalnızca adları aynı) kaldı ve bizi onlara taşıdı.

Salı, Aralık 23, 2014

Duygu Sözcükleri



1985 gibi, bir modern dans librettosunun sahnelenmesinin ön çalışması için, 50 bin sözcüklük Türkçe Sözlük’ü taramış ve 500 civarında duygu adı listelemiştim.
% 1, şaşırtıcı bir oran olmuştu benim için. Türkçe gibi, soyut ad yaratma sıkıntısı çektiği öne sürülen bir dil için, oldukça geniş bir hazine bu.
Ek olarak, seks sözcükleri ve onun altkümeleri var. Örneğin zoofili için, en az 100 hayvan türüyle altküme kurgulanabilir. Keza fetişizmler için de öyle.
Bir de, ‘kalecinin penaltı anındaki endişesi’ gibi, çok iyi bilinen ama bir dizi sözcükle ifade edilebilen duygular var. Bunları da, yalnızca günümüz koşullarında en az 100 tane sayabiliriz.
Ancak, bu duygu adları, gerçek duyguların biyokimyasına yönelik, yani işin asıl bilgisine yönelik değiller. Yani, ‘annelik sevgisi’ denilen şey, aslında oksitosin hormonu. Erkeğe bile bassanız o hormonu, adam birden anaçlaşıveriyor, sevgi doluveriyor.
O zamanki çalışmamızda asıl hedef şuydu:
Sahneleme için 5 duyu-dil tanımlanmıştık:
Görsel, işitsel, sözel, kimyasal (duygusal), motor (devinimsel).
Çalışmadaki yönelim şuydu:
Elde bir libretto varsa, onu 5’li akış çizelgesi üzerinden hazırlamak ve öylece sahnelemeyi çok kolaylaştırmak ve çeşitlendirmek.
O da şöyle bir sonuç vermişti:
Bunun için bir de duygu ağı çeşitlemeleri hazırlamıştık. Hangi duygular hangi duyguları izliyor gibisinden, bir zaman serisi hazırlamıştık.
Yanısıra, birkaç kişi, bazı müzik albümlerini dinleyerek, spontan ve doğaçlama duygularını kaydetmişti. İlginç bir biçimde, ayın albümü ikinci kez dinleyişte, farklı bir duygu akış çizelgesi ortaya çıkmıştı.
Sözü şuraya bağlayabiliriz:
Yukarıdaki çizelge, tüm sanat dallarına, altdallarına ve eserlerine uygulanabilir. Bir tür genel şablondur bu.
O zaman olmayan yeni bir çeşitleme de doğdu artık:
Çapraz medya.

Çapraz medyadaki çapraz duyguların akış çizelgesini ise henüz çalışmadım. İlginç sonuçlar çıkabilir.

Pazartesi, Aralık 22, 2014

Porno Belgesel


Böyle bir şey olabilir mi?
Şöyle bir şey olabilir:
Pornolarda kurmaca olarak yapılan (yeniden ve birçok kezde çekilen) herşeyi, yani tek bir kezde / planda gerçek bir sevişmeyi kaydetmek.
Bu, bir bilim eseri olarak zaten yapıldı. Bir BBC belgeselinde izlemiştim: Bir kadınla bir erkeğin cinsel birleşmesi, adamın penisine takılan bir düzenekle kaydedilmiş. Böylelikle de, tarihte ilk kez erkek penisinin kadın vajinası içinde, değişik pozisyonlarda epeyi kıvrıldığı / büküldüğü ortaya çıkmış.
Porno-belgesel ise, bundan biraz nüanslı olarak şöyle olabilir:
Google Glass gibi, hem kadına, hem de erkeğe takılan birer gözlük kamerayla sevişme kaydedilir.
Sonuç ise, 2 kare kadrajla, Abel Gance’in 3 sinema perdeli gösterimli  ‘Napoleon’u gibi, yanyana gösterilir.
Eğer çeşitleme isteniyorsa, birden çok kez sevişmede birden çok kayıt yapılır. Sonuç, kolaj-porno-belgesel gibi bir şey olur.
Peki, bu ne işe yarar?
Pornolarda olmayan, kadın orgazmı görüntüye ve tanım alanına girer. Erkek orgazmının boşalma dışındaki bedensel görüntüleri devreye girer.
Pornoların insanlara aşıladığı, şehir efsanesi düzeyindeki sevişme formları ve yalan yanlış bilgileri ortadan kalkar.
Bir şu var: Nasıl ki bir zamanlar bilimkurgu ve polisiye roman, yazın-altı tür sayılarak aşağılanıyorduysa, şimdilerde de yapılan pornonun banal üzeri banal sanat-altı tür sayılması aşağılaması da ortadan kalkar.
Tabii asıl banalitenin, Yeşilçam filmlerindeki sahte-aşk melodramsal sergilemeleri olduğunu da, burada vurgulamış olalım.
Burada tüm anlatılmak istenen, popüler türler üzerinde varolan, bir zamanlar çizgiroman üzerindeki gibi, klişe deformatif tanımlamaların kaldırılıp, popüler kültürün kültürel antropoloji açısından nesnelce tamamlanmış alan çalışmasının haritalanması.
Bir rivayete göre, erkekler her 7 saniyede seks düşünürlermiş. Böylelikle, belki bu 77 saniyeye uzar.

Bir de, pandalar bile, artık (pandasal) porno film seyrederek sevişmeyi öğreniyor. Bizcesi, insan türü doğru düzgün seks yapmayı bir türlü öğrenemedi. Belki porno-belgesel ile öğrenir.

Ekonomik İleri Marjinallikler

Marx’ın bir zamanlar lümpenlik saydığı şeyi, bu sıralar daha çok ekonomik ileri marjinallik sayıyoruz.
Ayrıca Marx, ima yoluyla da olsa, lümpen saydıklarının, örneğin hayat kadınlarının. aslında ekonomik aktivitede bulunmadığını varsayar, yani üretim yok ya ondan dolayı...
Braudel, zaman ve mekan içinde küçük esnafların proleterliğe geri dönüşlerini ileri marjinallik sayarak, çok önceden bu konuda imlemede bulundu.
Şu anda, İstanbul 2015’te bu marjda olanlara bir bakalım:
Yok olmuş, olan veya olacak mesleklerin mensupları: Döşemeci, (vhs) videocu, terzilerin önemli bölümü... (Maksimum 4 milyon kişiye çıkan esnaf ve zanaatkarlardan jdmhsuskmdl % x hesabıyla bir çıkarım yapılabilir.)
Üniversite mezunu ama mesleksel beceri / pratik ve genel bilgisel açıdan vasıfsız-altı yüz binlerce kişi (ki bunlar ((5-3)+2=?) sorusunu çözemez durumdadır (800.000 kişi falandı bir yıl).
65 yaş üstü maaşsızlar ve/ya 350 TL gibi komik bir yaşlılık aylığı alanlar = on binlerce kişi.
Engellilerin tamamına yakını = milyonlarca kişi.
Topraksız ve işsiz köylü ve mevsimlik tarım işçileri = birkaç milyon kişi.
Asgari ücretin yarısına çalıştırılan 18 yaş altı Türkler ve göçmenler = 1 milyon veya daha çok kişi.
Sağlık sigortasız 12 milyon kişi.
Evsahibi olamamış emeklilerin en az dörtte biri (8 milyon emekli, dul ve yetim aylığı alan var).
Türkiye’de 20 milyon kişinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı, resmen kabul edilen bir gerçek. Gerisini siz düşünün artık.
Buna haftada 80 saata dayatılan mesaiyi, 70+ emeklilik yaşını da koyun.

Alın size sınıf atlama hayalleri, alın size neo-liberalizm...

Pazar, Aralık 21, 2014

Alaturka Kliplerdeki Absürd Grotesklikler 4



Bir hanım şarkıcı, bir klipte aynada makyaj yapıyor. Ancak, eğer bir makyaj yapan parodisi yapılsaydı, ancak öyle mükemmel olabilirdi ama kendisinin veya klibinin tasarımcısının özeleştiri gibi bir yönelimi yok kuşkusuz, yalnızca şekil yapıyorlar.
Bir şarkıyı söyleyen şarkıcı, onu bir de (her ne demekse) akustik olarak seslendiriyor. Tabii o zaman da şarkıda ses yerlerde sürünüyor. Daha da ironiği, yine başka bir şarkıda eşlikçi olan vokalistin özgün tınısı, tam da öbür şarkının ses renginin aynısı. Yine burada, asla ve kata duble özeleştiri amacı yok, kendilerince dürüstlük eyliyorlar..
“X. boşanıyormuş, mıçtık, geliyor şarkılar’ karikatüründe olduğu gibi, her ayrılan ayrılık şarkıları yapıyor oldu güzide ülkemizde.
Besteci-şarkıcı ayrılmasında, bestelediği şarkıları seslendiren erkek bestecinin sesi, şarkıda yerlerde sürünüyor. Onun ayrıldığı partneri kadın şarkıcı ise, dizine düzmüş selülitleriyle, tazecik rolünde kıvırtarak raksediyor.
Buradaki gözlem-saptama şu:
İnsanlar o denli dağıttı ki ne kantar kaldı, ne de topuz. Ancak, tarihin gürz topuzu orada Demokles’in kılıcı gibi bekliyor. Yeri ve zamanı gelince çakıveriyor.
Yani, biz ne kulağının arkası nasır bağlamış şarkıcılar gördük son 40 yılda. Her 5 yılda, tarihin kuburu ve kabiri yepisyeni onlarcasıyla hafriyat niyetine doluyor habire...

O da, yepisyeni 2. Cumhuriyet’e giden yol oluyor kanal kanal kanalizasyon olarak...         (16 Aralık 2014)

Cuma, Aralık 19, 2014

Müslümanlar Havana'ya



Tayyip, Barack’a ters köşeden bir gol attı:
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Küba’ya cami yapılması önerisine Küba’nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’tan yanıt geldi.
...
Casals, şöyle konuştu:
“İki yıl önce Küba’daki Müslüman toplumdan böyle bir talep gelmişti. Biz laik bir ülkeyiz. Bütün farklı dinlerin taleplerini değerlendiriyoruz. Müslümanların camiye sahip olma hakkı var. Türkiye hükümeti, Diyanet aracılığıyla cami inşaatında yardımcı olacak.
2-3 yıldır gündemde olan bir konu. Bir cami inşaatı söz konusu. Önemli olan Havana’da yaşayan halkın talebi. Uzun süredir bunu düşünüyoruz. Bu cami inşaa edilecektir.””
Çatlayın, e mi?
Kafayı da yiyin, e mi?
Laik ülkede, ona buna fetva veren Papa’nın ne işi var?
Laik ülkeliğin, tüm din taleplerini kabul etmekle ne ilgisi var?
Size gerçek öykücükler:
Norveç Oslo’da, tüm dinler kendi ibadethaneleriyle gürültü, pardon anons yapabildikleri için, ateistler de mürcaat edip, günde 3 veya 5 vakit ‘Allah / Tanrı / Yehova (her ne ise ondan) yoktur’ anonsu yapmaya başlamışlar.
Müslümanlar ne yapmış?
Gidip kent içinde en yüksek sesli araba sesini kaydedip, 100 desibelli cami hoparlörü için başvurmuşlar.
Yani:
Müslümanlar Havana’ya...

Kübalılar çok yakında, ezan sesiyle salsa yapmayı öğrenecek   demektir.

Türk Evi Şeysi




Cumhuriyet döneminin bir numaralı sanat tarihçisi sayılan adam bile, Türk evi sayılan şeyin, hepi topu bir çadır düzeninde olduğunu ballandıra ballandıra anlatır nedense.
Amcamızın gördüklerini bırakalım, görmediklerine bakalım bir: Saptamalar:
Türk evi lüks olabilir ama konforlu olmaz.
Türk evi, bırak ergonomik olabilmeyi, anti-ergonomik olmak için elinden geleni yapar.
Çadırda yalnızca Türkler yaşamadı, tüm Orta Asya halkları yaşadı ve yaşıyor. Bugün Moğolistan ve Çin’de çadırda yaşayan binlerce insan var hala. Ancak, onların çadırlarında ısı yalıtımı var, böylelikle de eksi 50 derecede donmuyorlar. Betonarme Türk evlerinde ise, rüzgar hepi topu birkaç yıllık pimapenlerin içinden, evin bir ucundan girer, öbür ucuna doğru püfür püfür eser.
Yandaki çadırdakinin idrar sesini duymazsınız ama Türk apartmanlarında 5 kat yukarıdakinin idrar sesi, gecenin karanlığında çınlar durur. Ayrıca, bu sayede komşularının cinsellik alışkanlıklarını ezbere bilirler.

Şerh: Türkler ev yapmayı öğrenemedi ama yemek yapmayı çok çok iyi öğrendi. Bu da tuhaf bir ikilem doğrusu. Gerçi, midesi dolu olarak poposu açıkta donmak, tam da bir Türk’e yakışır.

Jacobson Nezdinde Kendilik İrdelemeleri



Giriş:
Normal insanlar, önce kendileriyle özdeşleşirler, sonra cinselliklerini giyinirler, en son da kimliklerini kazanırlar.
İngilizce’de ‘idenfication’ sözcüğünün, hem ‘özdeşlik’ hem de ‘kimlik’ anlamı taşıması, tam da eksi zekalı ve eksi bilgili Freud’vari bir dil sürçmesidir.
Kitaptan 3 farklı kişiden 3 ayrı alıntı yapıldı ve yorumlandı. Bundan maksat, psikolojideki major ideoloji aktörlerinin limit aynı yere vardığını imlelek: Zihinsel köleleştirme.
+
Alıntılar ve yorumlar:
1.
“...sadizm, aslında narsistik libidonun etkisiyle benden itilmiş ve ancak nesneyle ilişkide görünür hale gelmiş ölüm dürtüsüdür.” (Freud, s: 16)
Bir: Sadizm, çocukluğunu eziyetle geçirmiş çocuklarda görülür, seri katiller gibi. Koleksiyonerlerde değil.
Bir bir: Seri katiller ölüm dürtüsü taşımazlar.
İki: Toplumsallaşma yoğunluğu, narsisizmi de bireysel değil, toplumsal kılmıştır. Politikacıların olduğu ve seks partneri nesnesi (arzu objesi) olarak tercih edilmeleri gibi.
Üç: Narsisizm, insanı benden itmez, tersine bene gömer.
Dört: Nesneyle ilişki, psikolojik değil, kültürolojik bir süreçtir, özellikle bakınız koleksiyoner davranışları.
Beş: Savaş, cinayet ve/ya intihar ölüm dürtüsü imlemez. 1945 ertesiki AB’nin kültürel pasifliği ve barışseverliği ölüm dürtüsü imler.
Altı: Ben ve nesne çelişmez ve/ya çatışmaz. Zaten çelişmeleri ve/ya çatışmaları değil, tam tersine birleşmeleri (özellikle de koleksiyonerlik türünde) sorun yaratır.
+
2.
“Süperego oluşumunun doğuştan gelmi etmenlerce belirlendiğini ve süperego özerkliğinin süperegonun ilk öncüllerinin yol açtığı baskılardan bağımsız oludğunu düşündüğümü imlerim.” (Jacobson, s: 84)
Bir: Süperegonun genetik parçaları çok tartışmalı bir saptama. Genetik bir şey kültürel modalarla değişmez ama süperegolar değişir. Eşcinselliğe karşı hoşgörü veya hoşgörüsüzlük, genetik değil, kültürel modasaldır, bakınız son 15 yıl ABD’si ve ‘politically correct’ uydurma kavramı.
İki: Geçersiz dilegetirme bile olsa, süperegonun farlı yönlere bakabileceğinin imlenmesi makul bir düşünce vektörü.
+
3.
“Kimlik oluşumu, ... özdeşleşmenin yararının bittiği yerde başlar.” (Erikson, s: 161)
1 atışta 4 ıskalama birden:
Bir: Kimlik oluşumu, toplumla özdeşleşmedir. Özdeşleşmenin bitmesi değil, yayılımıdır yani.
İki: Özdeşleşmenin yararı, zihni kendi’ye köle yapmaktır. Kognitif açıdan kendilik, oldukça bilgi eksiltici bir durumdur.
Üç: Yarar yaklaşımı, ekonomik deterministtir, ekolojik değildir ki bu da Marx’ı ve Freud’u aynı noktada buluşturur (Malthus’un da onları yaptığı gibi).
Dört: Özdeşleşme en geç 3 yaşında biter, kimlik oluşumu ise en erken 18 yaşında başlar: Epeyi bir fark. Zaten bu dönem de, tüm yaşamda göreli en özgür olunan zaman aralığıdır.
+
Çıkış:
Yazık, gerçekten çok yazık.
Freud beni 36 yıldır zıvanadan çıkarıyor. Epeyi sanatçı ve bilimci adayının, onun öğretileri çerçevesinde, elektrikli ızgara yapıldığını izledim.

Metis’e çok yazık. 30 yıldır henüz Szondi’yi keşfedemedi.  

Perşembe, Aralık 18, 2014

Sahte-Belgesel



Sinema alanında bu başlıkla bir kitap yayınlanmış:
Bu başlık daha önce de tanımlıymış, gözümüze çarpmamış:
Kurmaca-belgesel ilintisi üzerine daha önce bir dizi metin yazmış ve yayınlamıştık. Bu metin, onlara zeyl gibi oldu.
Öncelikle, Türkçe’deki ‘sahte’ sözcüğünün, yukarıdaki 3 belgeselimsi türüne de karşılık gelebileceğini imleyelim.
Biz de, başka türleri ve alttürleri de bu başlığa dahil edeceğiz.
Resmi tanımlardan gidelim:
Sahte-belgesel, belgesel gibi yapılıp, gerçek olmayan olayları anlatan filmlere denirmiş.
Mokumentary (ki motamot o da ‘sahte-belgesel’ demek), kurmaca olayların belgesel üslubu içinde sunulması demekmiş.
Döküdrama ise, gerçek olayların yeniden canlandırımı biçimindeki belgeselimsiler için kullanılıyormuş.
Sonra kendi vurucu girişimizi yapalım:
Bize göre, belgesel sinemanın başlangıcı ve bir başyapıtı sayılan Flaherty’nin ‘Kuzeyli Nanook’u bir sahte-belgeseldir, çünkü içinde bir kurmaca plan belgeselmiş gibi sunulur. Açık açık yalan söylenir yani.
Savaş fotoğrafçısı Nachtwey’i anlatan filmde de, Nachtwey savaş fotoğraflarını rötüşlüyor, fluluyor ve fonluyordu. Bu da sahte-belgesel olmakta.
Burada kastedilen naturalizm, çekildiği gibi olan demek değil. Roman açısından naturalizmin, realizmin sonrasında ve onu aşan bir akım olarak lanse edildiğini imleyelim yetsin. Yani, değişik sanat dallarında değişik sanat akımı momentleri var ve/ya müziksel izlenimcilik ile modern resimsel izlenimcilik, eşdeğer / eşlenik kategoriler değildir ve bu konu, başka ve oldukça uzun bir metnin konusudur.
Öncelikle, bir kazanın fotoğraflanmasında olduğu gibi, bir olayın anında sinemasal filmsel belgeselleştirilmesi bile, birbirine tümüyle karşıt 2 savı da destekleyecek biçimde / içerikte olabilir.
Bizi asıl ilgilendiren, kurmaca-belgesel ayrımıdır. Burada ayrım, kimsenin görmediği ama apaçık biçimde, duygu-düşünce ayrımında seyreder. Kurmaca duygulara seslenir, belgesel düşüncelere seslenir.
Bilgi toplumunda bu da, bir tür aksiyoloji kazanır: Sanat yoluyla doğru bilgiyi değil de, (doğru ve/ya yanlış)  tümel bilgiyi aktarma değer yargısı.
Bir ayrımı ve semantik bir fay hattını da imleyelim:
Bilimkurgu ve gelecekbilim nüansı: 20. Yüzyıl boyunca bilimkurgu,  epistemik açıdan gelecekbilimin önünde yer aldı, çünkü gelecekbilimciler; bir, çokdisiplinli değildi; iki, Dünya Sistemi’ci / geçmişbilimci değildi; üç, bilimkurgucuların çıplak derili duygusallığı gelecekbilimcilerin çıplak derili duygusallığını da, düşünceselliğini de çok aşmıştı. 21. Yüzyıl’da 2015 gibi, şimdi şimdi gelecekbilim bilimkurguyu geçmeye başladı. (Tabii bunda, gelecekbilimin iş hacmi cirosunun çok büyümesi önemli bir etken.)
Aynı karşılaştırma, belgesel ve kurmaca için de yapılabilir. Bu açıdan, sahte-belgeselin hem kurmacayı, hem de belgeseli, gerçeklik temsili / ifadesi açısından aşabileceği gerçeğini vurgulayalım. Sonuçta sahte-belgesel bir melez tür ve böylelikle ana bileşenlerini geçebilir pekala sentez veya praksis olarak.
Tabii, bir de Woody Allen’ın ‘Zelig’de yaptığı gibi, belgesel ve kurmaca parodisi de var. Nasıl ki ironi varsa, sahte-belgesel parodisi de var.
Çıkış olarak, sözü geçen kitabı okumadan, başlığı için bir şerh koyalım:
Belgesel-kurmaca arasındaki ayrım, gerçek-düş arasındaki ayrım değildir, olabilir ama olması zorunluca gerekmez.
Tam tersine, neo-liberalizmin geleceği ipoteklediği bir gerçeklikte düş ve hayal gücü eksodusu yaratabilir pekala. Anımsayalım ki bilimkurgu da başlangıçta bir kaçış ve hayal yazınıydı ama bize 2. Sanayileşme’nin tüm avangard altkültürlerinin veri tabanını sağladı.
Sorunsal, bilim-sanat ve/ya düşünce-duygu ikilemlerinde değil, bunların hangi yeranlarda ne denli kültürel ve zihinsel işlev taşıyabildiklerinde. Eğer yol tıkalıysa, o zaman hiç denenmemişi düşlersiniz, o da olmazsa alay edersiniz, parodi yaparsınız.

Sahte-belgeselin 2015 kültürolojik momenti şimdilik budur.

İdealar ve Formlar



Platon’a göre aslolan idealardır, Aristo’ya göre ise aslolan formlardır.

Oysa, bir idea (reel / somut anlamıyla duyu-dil’sel) bir formdur ve bir form da bir ideadır ve artı burada arakesit değil, semantik bir artı-değer vardır.

Buraya kadar Batı diyalektiğiydi.

Doğu diyalektiğine göre ise, formsuzluk da bir formdur ve idea-değil de bir ideadır.

Bunlar 2.500 yıldır geçerli geçersizlikler ve hatalar.

Şu anda ise, algılı-algısız idea ve zihin-beden ikilemleri var.

Oysa ki bu yeranda varolan geçerli idea-formlarının tamamına yakını çıkarımdır, doğrudan algı-duyu-dil verisi değildir. Örneğin, bir gökada fotoğrafındaki hiçbirşeyi çıplak gözle doğrudan göremeyiz. Bazıları radyo dalgaların görsel dalga boyuna dönüştürülmüş durumudur, çoğu da yanlış / sahte-renklidir.

Bunlar, statik tanımlar değil, mantıksal transformasyonlardır.

Türk Solunun Kuramla Sınavı



Türkler’in aklı kurama hiç ermiyor, sosyalist bile olsalar...

Oysa çok basit bir ikilem durumu açımlıyor: ‘Reification’, hem ‘somutlaşma’, hem de ‘şeyselleşme’ anlamına geliyor; yani ne denli somutlaşırsan, o denli şeyselleşiyorsun, o denli yabancılaşıyorsun.

Bizim sosyalistlerimizin (ve aydınlarımızın da), hoş bir ikilemi daha var: Özyaşamöykülerinde yanlışlar yapsalar da, öznelliklerini sergilemede çok dürüst oluyorlar ve bu da bir halk zanaatkarının sanatçılaşması ve sıradan bir insanın mektubunun sanatlaşması gibisinden, onları kurama taşıyor, tabii ki tümevarımı ve istatistiği iyi bileni...

Buradan; Demir Küçükaydın’ın Rasih Nuri İleri’nin vefatı nedeniyle yazdığı, ‘hommage’ metni üzerinden irdelemelere çıkacağız:

Küçükaydın, Rin Tin Tin gibi nadiren kuramsal çıkarsama yapabilen bir yarı-eski tüfek. Ununu elemiş, eleğini ipe asmışlığın rahatlığıyla yazıyor.

Yazdığı tüm kuramsal ve nesnel metinler, var olan somut koşullarda baştan aşağı geçersiz. Bir de, ona özgü zihinsel bel vermeler çok metinlerinde. Üstelik kalemini ona özgü kılan da, bu zigzaglar olmuşa benzer, en azından 2012-2015 için...

Cemal Süreya da, Küçükaydın’ın metninde alıntılanan İleri portresiyle aynı çizgide. O, yalnızca erken öldü.
Şimde, hem Süreya, hem Küçükaydın alıntılarıyla, hip-hop bir irdeleme çizgisi sürdürelim:

Küçükaydın:

“Cenazeye gitmek istemememin ikinci nedeni, artık modern yaşamda ve hele büyük şehirlerde cenazelerin hala neolitik köy komünü ya da antik kent benzeri kasabaların yöntemleriyle kaldırılmaya kalkılmasının giderek saçmalığa varmasıdır.”


Durum tam öyle sayılmaz ama feodal-burjuva kültürleri çatışması, ölüm ve cenaze gibi kritik bir olgu üzerinden güzel irdelenmiş. Ancak, ne Küçükaydın, ne de centilmen tipte sayılan İleri, bu feodaliteden sıyrılamamışlar. Bu, köylülük değil; bu, geleneğin kırılamaması. Babaya ve devlete itaatin devamı (sosyalistleri tanım gereği ateist saydığımız için, burada üçüncü kulluk olan Allah’a itaati pas geçtik).

Küçükaydın dürsüt. Bu yazdıklarıyla eleştirilmeyi de göze alıyor. Yaşlandığı için buna pek aldırmıyor olsa gerek, insan yaşlanınca böyle bir lüksü kendine tanıyor, en azından bazılarımız...

Süreya:

“Hiç çalışmadan büyük işler başarmıştır. Çalışmasına gerek de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra konduğu şeyleri onun kadar iyi değerlendiren insan da pek azdır.”

Marx’ın arkadaşı Engels rantiyeydi, Marx’ın damadı ‘Aylaklığa Övgü’yü yazdı. Eski tüfekler bunları bilmez mi? Bilirler de, kulaklarının üstüne yatarlar inadına inadına. Karşı tarafın eline silah verirler bir de.

Onu bırakalım, Lenin, Troçki’nin, Stalin’in ne kadar emekçi olduklarını bir düşünelim, o da yeter. Ne de olsa, bizim sol çizgi en azından başlangıçta SSCB’ci idi.

Şerh: Entellektüelin emekçi olup olmaması gereğinin tartışılması, hep ironik ikilemler yaratıyor. Jack London ‘Martin Eden’ ile bu konuya tosluyor ama kendisi Marx’a göre, en azından başlangıçta lümpen proleter idi. En uygun örnek Traven desek, o da bir Alman kayzerinin gayrımeşru çocuğu imiş rivayete göre. Yani, proleter entellektüel oluyor da, çok nadiren oluyor.

Küçükaydın:

“Arşivciler, bir takım belgeler yayınlarlar ya da belgelere dayanan kitaplar. Konuya yakın olmayanlar o belgelerin niye yayınlandığını; aslında kime ya da hangi tartışmaya bir gönderme olduğunu bilemezler. Arşivciler de, o belgenin neye, hangi olaya veya tartışmaya gönderme olduğundan da pek söz de etmezler. Okura bırakırlar. Ama okurların öyle ayrıntılarla ilgilenecek zamanları yoktur.”

İşte, burada panorama mevcut.

Saptamalar:

Bir: Arşivciler, tarihçe panoramasını homojen belgemezler, o zamanda harita Arabistan’ın Afrika’ya yapışık olduğu orta Çağ haritalarına benzer.

İki: Abidin Nesimi’nin, zamanına göre cesurca yaptığı ve oldukça tepkiyle karşılanan 2 ciltlik benzeri belgeleme sonucu ortaya çıktığı gibi, en azından eski asıl-TKP çizgisinin hücreci çizgisinden dolayı, kimse panoramayı tam veremez. Daha da beteri, kimse haritadaki yerini bilmez.

Üç: Atilla Akar’ın ‘Eski Tüfekler’inde ortaya çıktığı üzere, o dönemi yaşayanlar, yaşadıklarının kesin bilinmesini istememişler. Bunun bir hak olup olmadığı epeyi tartışmalı kalıyor.

Dört: Belgelerden kuram yapılmaz. Karşılaştır-karşıtlaştır’dan çok adım ötesi kuramlaştırmaya gelene kadar, arşiv bilgilerin % 99,99’u elenir. Bu, insanla ilgili tüm kayıtlar için böyledir.

Beş: Aynı belgelerden, birbirine karşıt kuramlar üretilebilir. Dolayısıyla, bilimsel olmakla övünen sosyalistlerin yapacağı tek şey, belgelerden sonul kurama giden yolu da haritalamaktır. Bu, Annales Okulu üzerinden 550-1900 Türk tarihini, marksist tarih kuramı olan Dünya Sistemi’ne yerleştirmenin birbirine oldukça aykırı biçimlerde uygulanmasında ve farklı sonuçlara varılmasında açıkça ortaya çıktı.

Altı: Bu son 2 madde için Küçükaydın’ın yapabileceği fazla bir şey yok, çünkü bunlar son 10-15 yılın bilgisel gelişmeleri ve 50’sini geçmiş biri, nadiren son 10 yılda yazılmış bir kuramsal kitap okur ve/ya onu kaale alabilir.

Küçükaydın:

“Bu vesileyle Enis Rıza’ya bir serzenişte bulunalım. Elinde neredeyse her önemli toplantının veya olayın videoları, filmleri var. Bunları bir an önce, o ham şekilleriyle olsun İnternete koyması ve herkesin kullanımına açması yerinde olur. Herkes izlesin, isteyen onları ham madde olarak kullanıp kendi projesini gerçekleştirsin. Keşke Rasih Nuri’nin arşivi de tümüyle dijitalize edilmiş ve herkesin görmesine ve kullanımına açılmış olsaydı.”

TKP’nin sarı defterler projesinin kaynağının, bir kişinin partinin rızasını almadan parti arşivlerini yurtdışına çıkarıp onları derlemesi olduğunu anımsatalım. Okur, hangisini yeğlediğine kendi karar versin.
Süreya:
“Bir devrim bildirisi yayımlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.”
Bir: Örneğin SSCB devrimi sırasında o gün insanların neler yaptığı kayda geçirilmiştir. Bir arşivcinin bu tavrı, o tavırlar içinde pek de uygunsuz kaçmıyor.
İki: Koleksiyonerliğin malzeme şehvetini, Walter Benjamin çok çok iyi açımlamıştır. Ancak bu, burada tartışma dışı.
Üç: O belgeler olmasa, biz asıl TKP hakkında hiçbirşey bilemeyecektik. Bundan 40 yıl önce de aynen öyleydi ve çok çok sakil bir durumdu.
Dört: Asıl TKP’nin, en azından başlangıçtaki Galiyev tipi ulusalcılığının belgeleri TKP arşivlerinde var ama yayınlamıyorlar, bizzat tanığım.
Beş: CİA’in 50 yıl önceki katliamlarının belgeleri yayınlanıyor. Yayınlanıyor da, ne oluyor? Yani, belgeler de yetmeyebiliyor: Evren şu an yargılansa, ne olacak ki? 600 bin kişinin işkencesi nasıl ödenebilir ki?
Gelelim zurnanın zırt deliğine. Küçükaydın:
“İlk dediği: Sovyetlerin çöküşünden sonra arşivler açılmış ve bunların incelemesinden, Sovyetler’in 1920’lerin ortalarında bir karşı devrim yaşadığı sonucu çıktığıydı.
...
Bu söylediğinin önemini eski komünistleri tanımayanlar bilmez. Onlar için Sovyetler ve onun savunusu tartışılmaz bir görevdi yıllarca. Şimdi, neredeyse bütün hayatının temeli olmuş bu konuda bir karşı devrimin olduğundan söz ediyor ve neredeyse Troçki’nin dediklerini kelimesi kelimesine tekrarlıyordu.
Buna bağlı olarak ikinci çıkarsaması da yine kelimesi kelimesine Troçki’nin dediklerinin bir tekrarı sayılabilirdi. Önermesi: Sovyetlerin komünist partileri dış politikasının ve diplomasisinin araçları olarak kabul etmesi, kullanması ve kendi ihtiyaçlarına uyun stratejileri onlara dikte ettirmesiydi.
Buna bağlı olarak çıkardığı, yine belgelere dayanan, üçüncü bir sonuç daha vardı. (Ki kanımca bu da doğruydu ve birçok yazımda değindiğim bir konuydu.) TKP’nin üye ve yöneticilerinin sanılanın aksine bunlara mümkün olduğunca direndiğini, Sovyetlerin dayattığından nispeten daha sol politikaları savunduklarını vurguluyordu.”
İşte, burada kuramcısızlık, kuramsızlık, bakış açısızlık, kavram çerçevesizlik devreye giriyor:
Bir: Troçkicilik takınağı bitti gitti, tarihin kuburunda ve kabirinde yatan Troçki’nin kendisi gibi.
İki. Troçki, Kronstadt 1921’i yapmışken ve ‘Balkan Harbi’ kitabında Osmanlı’ya karşıki tavrını net olarak açımlamışken, yukarıdakileri herhalde en son onun söylemeye hakkı olacağı şeylerdi.
Üç: Türk solu köle ruhludur, gönüllü kulluktadır. O zamanki TKP yöneticilerini biliyoruz. Bildiğimiz, biribirlerini yedikleri ve birbirlerini gammazladıkları. Galiyev’i tanım gereği TC’li saymıyoruz.
Dört: En önemli kuramsal çizgi eksikliği: Küçükaydın’ın bahsettiği olaylar, SSCB’nin Dünya’da devrimden tek ülkede devrime pratik gerekler sonucu dönmesi ama kurama da ona göre ayar vermesi gerçeği var.
Beş: Küçükaydın’ın şu anki zihinsel ve kültürel momenti bizim için çok önemli, çünkü tam da yaşadıklarından hiçbirşey öğrenmemişliği ve 1980 sonrası neo-globalist neo-liberal Dünya’yı hiç mi hiç anlamayama pozisyonunda olduklarını imliyor.
Altı: 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü, 1945-1957 meta-tarihsel fay kırılmalarının da eklenmesiyle tarihi öteledi (bitirme ayrı konu, en azından Fukuyama tümüyle yanlıştı, onu yazmış olalım). Kaos matematiğindeki, yalpalar ve çatallanmalar eklenmeden şu anki tarih için çıkarsama yapılamaz.
Çıkış:
Tarih / geçmişbilim, fütüroloji / gelecekbilim olmadan bir hiçtir. Geçmiş 5 milenyumluk Dünya Sistemi, gelecek 5 milenyum eklenmeden bir hiçtir. Gelecek epeyi noktada limitlerine varmış ve kesinleşmiştir. Geçmiş birden çok biçimde panoralanmıştır ve daha da panoramalancaktır. Epistemik açıdan bunlar birbirini değillemez, yalnızca farklı bilgi momentleri olarak kayda geçerler.
Suyun aynı anda birçok yöne akması gibi, bir kuramcının ideolojinin ve paradigmasının da, aynı anda geleceğe ve geçmişe doğru akabilmesi gerekir. Eğer tümel olacaksan, buna zorunlusun demekttir. Tikellik yetiyorsa, o eleştirdiğin arşivcilerden farkın kalmaz.
Sonsöz: Küçükaydın’ı zihinsel olarak hala çabaladığı için takdir ediyoruz ama gelecek bilinci olmadığı için de eleştiriyoruz.

Al sana, kuramsızlığın resmi Abidin...

Çarşamba, Aralık 17, 2014

İstanbul Usülü Absürd Banaliteler




Bir: (Yeni) Macar / (eski) Borusan Kültür Merkezi’nin vitrinindeki, içi boş halka biçiminde, 4 metre çapındaki pinpon masasının 2 dış yanında pinpon oynayan güvenlik görevlileri. Saçma mesai saatını saçma bir boş zaman aktivitesiyle doldurmak ve artı insanımız için ayıp bir şey sayılan seyredilmeyi ve yaptıkları şey nedeniyle gammazlanmayı göze almak ya da bunun bilincine bile varamamak.

İki: Düzgün çaldığında para toplayamayan ama Piazzolla’vari bir absürdlükte sesler çıkardığında para toplayabilen, akerdeon çalgıcısı, Balkanlı çocuk: İnsanların gürültüye daha çok dikkat etmesi ve saçmalığa daha çok acıması. Artı, Beyoğlu’nda dozu kaçıran sokak müzisyeni sayısı ve insanların onlara karşı artık duyarsızlaşması.

Üç: Greenpeace’çilerin bu sıralar kendi finansal destekçilerine toslayıp, onları yeniden üye yapmak istemesi durumu: Sivil toplumcuların sayısının çok az olması ve onların da İstiklal Caddesi’ne muhakkak gelmesi durumu. Yine de taleple karşılaşanların, gönüllü veya paralı üye yapıcıların orayı üs tuttuklarını bilecek kadar sık (yılda bir) oraya gelmemesi. Bir tür, körlerle sağırlar birbirini ağırlar, durumu: Sivil toplumcular ve paracı gönüllüler arası ilişki.


Toplam: İstiklal Caddesi manzarası olarak, hepi topu 15 dakika içinde izlenen bu fragmanlar, toplumsal absürdleşme dozunun zıvanadan çıkmışlığını imliyor: Ne kantar var, ne topuz var artık.

Topoloji: NEK



Topolojik transformasyonlar, olağan geometrik ötelemeden farklı işler. Farklılığı, ötelenen farklı noktalar için farklı öteleme fonksiyonları kullanılması ve bunların bazılarının işlemin gerçekleştiği o yeranda tanımsız olmasıdır. Bir de topoloji, kapalı bir sistemde, diyelim bir hamur yığınında olur, hamurun noktaları yer değiştirir ama hep hamurun içinde kalır. Hamur, süreksiz ve / ama konkav sayılabilir. Evren de böyledir: Karbon atomlarının tanımdışı yoğrulması, (belki de 1 ve yalnız 1 kezliğine) yaşamı oluşturur ama karbon atomları fizik ve kimya kuralları içinde kalır.


Düğümlü pretzel çöreklerinin açılması gibi bazı topolojik işlemler, kapalı sistemin / hamurun dışında da / ötesinde de gerçekleşebilir. Bu, gerçek yaşamda katlı boyutların açılması ve/ya yaşamötenin oluşturulması demektir.

Salı, Aralık 16, 2014

Türk Karikatürünün Marjinal Olamama Tarihçesi



Girizgah
Bu metin karikatürist Serdar Sarı’nın ölümü nedeniyle tasarlandı.
Ondan önce de, izini hala süremediğim karikatürist bir Yaltı var, 1968’lilerden, o da erken ölmüş.
Her ikisi için bir ‘hommage’ olsun bu metin: Kaybedenler kaybettikleri için hatalı olsalar da, onlara ve tüm erken ölenlere selam olsun.
Geçelim konuya:
1972-2014 arasındaki Türk karikatürü, temelde Oğuz Aral’ın çizgisinde ilerledi. Ertuğrul Akbay Gırgır çizgisini çökerteli 25 yılı geçti (1989 Mayıs) ama Aral’ın karikatürsel oğulları ve torunları kuşağı, Huysuz Moruk’u hala unutamadılar ki bu bir feodallik geleneği olmakta.
Demek ki birinci fay hattı bu:
Sonraki kuşaklar, neden Aral’ın çizgisini kıramadı? (Bugün Uykusuz bile, hala Gırgır disipliniyle veya disiplinsizliğiyle yol alıyor gibi, bunu 15 yaşındaki Çiçeği Burnundakiler’den tüyo aldım.)
Sıfırıncı fay hattı ise şu:
Aral ve Gırgır, mirasçısı olduğu Ataç ve Akbaba çizgisini nerelerde geçti ve liderliği devraldı?
İkinci fay hattı şu:
Mikrop ve Deli gibi marjinal çizgidekiler neden süremediler?
Araya parça girmek kaydıyla, en son fay hattı (burada rahmetli Serdar Sarı, öldükten sonra bana sufle vermiş oldu):
İnternette bu iş nasıl oldu veya olamadı?
Birinci Fay
Soru: Aral ve Gırgır, mirasçısı olduğu Ataç ve Akbaba çizgisini nerelerde geçti ve liderliği devraldı?
Yanıt: Ataç ve Akbaba, taa Osmanlıca döneminden (1928 öncesinden) başlayarak, 4 süreksiz aşamada 50 yılı aşkın bir süre Türk karikatürünün önde gelen dergilerinden biri oldu.
Siyasal çizgisi aşırı kaypak ve oportünist idi. Menderes yaşarken DP’ci, o gidince onu arkasından vuran oldu.
En az 30 Türk çizerinin ise, başlangıç mekanı oldu, Oğuz Aral’ın da.
1950’ler ve 1960’lardaki Türk karikatür ve mizah dergileri, dolaylı ve imalı sekse dayalı, oldukça lümpen bir mizah çizgisi izledi, Akbaba da.
Ne zamanki 1960’ların siyasal birikimi 1970’lere kapı açtı, Gırgır’a taban oluştu. Bu durumda Akbaba, sağa kaydı ve Milliyetçi Cephe’yi destekledi. Bu da onun gençlerce okunması engelledi. Gırgır öğrencilerin dergisi oldu. (Şu anki dergiler de temelde öyle hala.)
Evlatlar ise, hemen her zaman olduğu üzere babaya ihanet edip kendi yollarına gittiler. Birçok yeni dergiler kurduyar, epeyisi de battı gitti. 10 yıl önceki dergileri bugün arasınız bulamazsınız.
İkinci Fay
Soru: Sonraki kuşaklar, neden Aral’ın çizgisini kıramadı? (Bugün Uykusuz bile, hala Gırgır disipliniyle veya disiplinsizliğiyle yol alıyor gibi, bunu 15 yaşındaki Çiçeği Burnundakiler’den tüyo aldım.)
Aral’ın veletleri, şu an torun tosun sahibi oldular çoktan. Yaratıcılıkları da bitti. Bu da tıkanmalar yarattı.
25 yılda, Gırgır’dan sonra, Limon, Pengune, Uykusuz özelinde olmak üzere, en az 3 kırılma daha oldu. Bu da, veletlerin palazlanıp kendi pasta paralarını kendileri yemek istediği süreye (18-26) denk geliyor.
Yani, Aral’ın paragözlülüğü, hala baki. 10 kişiyle çıkarılan, kağıt-baskı maliyeti 50 kuruş olmayan bir dergi 3 liraya satılıyor. 100’er bin tirajdan düşünün.
İkincisi kilit, Aral’ın lümpen politik çizgisi: Çok sığ, çok güdük, çok bilgisiz kalmak gibi bir takıntıları var bizim çizerlerin.
Sevilen çizerlerin tamamına yakını, 1 veya 2 yabancı çizeri taklit ediyor hala.
‘Bayan Yanı’nı her ay dolduracak kadar bayan çizer yok hala.
Üçüncü Fay Hattı: Önsöz ve Alıntı
İnternette bu iş nasıl oldu veya olamadı?
İşte, burada Serdar Sarı’nın suflesi ve metni giriyor devreye:
Serdar Sarı’nın Metni
Türk karikatürcülerin internet ortamındaki görünümleri tam bir kargaşa arz etmekte olup, biraz daha düzenleme gerektirmektedir. Genellikle zaten kendi bloglarını, sitelerini kurmuş veya yetinmekte olan "özgürlükçü karikatüristler"; rastgele kurulmuş grupsallık ilişkilerine bilinçle biraz daha dikkat etmezlerse, anlaşılamayacak ve tanınamayacak haldedirler.
Karikatürcüler Derneği çevresinde; internet facebook ortamında; "Portre Karikatür Karikatürcüleri"; "Tam Yazısız Karikatürler "; "Grafiker Tasarımcı Karikatüristleri"; "Animatör Karikatüristler"; "Band Karikatür Çizenler"; "Çizgi Romancılar"; "Uluslar arası Ödüllü Karikatürler"; "Yaşayan Emekli ve Yaşlı Karikatürcüler"; meşhur ve tanınmış karikatürcüler oldukları halde aslında "Karikatürü Hobi Olarak Çizenler"; "Gazete İlk Sayfa Karikatürcüleri"; mimar kökenli karikatürcüler için "Anti Arabesk Mimar Karikatürcüler"; "Türk Dostu Karikatürcüler"; belirgin özellik ve köken olarak "Sakat, Özürlü, Mahkum, Anormal Karikatürcüler"; "Spor Karikatürcüleri"; "Bilim, Teknik, Yenilik, Proje Karikatürcüleri"; "Uluslar arası Basında Yer Verilen Türk Karikatürleri" ; "Çok Kimlikli Karikatürcüler"; "Başka Bir Meslekte Meşhur Olup Karikatür Çizenler"; "Liseli Karikatürcüler"; "Feminist Karikatürcüler"; "Marjiinal (ateist, anti militarist, eşcinsel, feminist, vejeteryan vb.) Karikatürcüler"; "En Karma Karı-Şık Karikatüristler"; ""Güzel Sanatlar" Eğitimli Karikatürcüler"; "Mizah Yazarı da Olan Karikatürcüler"; "Band Karikatür, Çizgi Film, Çizgi Roman Kahramanları, Tiplemeleri"; "En Uzun Konuşma Balonları ile Çizen Karikatürcüler"; "Karikatür Okulları Değil Kursları" gibi klasik grupların da kurulması, doğru karakteristik özellikler ile tanınıp tanımlanabilip gruplanabilmeleri ve onların izlenebilirlik kapsamında kolaylıkla bulunabilmeleri için gerekmektedir.
Aksi takdirde ortam bazı karikatürist arkadaşların; çok "ayrıntılarda detay" başlıklar ile özetlenebilen, uygunsuzlukları bir araya getirerek adeta imkansız, saçma sapan ve çirkin gruplar, siteler kurabilip, ters katkılar ile herkesi çıkmazlara sürükleme zevkini gerçekleştirmesine müsaittir.
Bu beyan; önce bariz, tanınmış, kolay örneklerle oluşturulması gereken doğru tasniflerin realizasyonları için başta geçmiş ve şimdiki "Karikatürcüler Derneği Yönetim Kurulu" üyelerinin, siz karikatürcülerin ve karikatür sevenlerin bilgilerine sunulur.
Son Fay Hattı
Öncelikle, internet ‘kopyala-yapıştır’ üzerinden gidiyor.
İnternetin süzgeçsizliği, çiçeği burnundakilerin, 7 yaş çocuk düzeyindeki çizgilerinin barajı geçmesine, daha da önemlisi, matbu kitap bastırmasına kadar kapı açmış çoktan.
Tabii ki burada, Sarı’nın yaptığı gibi, Aral’vari bir baba otoriteli sansür önerilmiyor. Bu iş ancak oto-kontrol ile yürür.
Ünlü çizerlerin zaten kendi siteleri var.
Ancak, bilindiği kadarıyla, ulusal düzeyde bir karikatür sitesi yok henüz.
Karikatür komiklik olarak ele alınıyor.
Arama motorlarında görünmesi için, karikatürlerin konularının anahtar sözcüklerle haritalanması çok çok eksik.
Sanırım, İstanbul’da bir müze de kalmadı.
Marjinallik
Eşcinsellik veya uyuşturucu bağımlılığı gibi, normal faşizminin cezalandırdığı marjinal kültürler, kendilerine ana akım Türk karikatür dergilerinde pek yer bulamadılar.
Kadınlar bile öyle, ancak kontenjanla yürüyen bir konumdalar. Oysa, Selma Can gibi konuyu tek başına taşıyabilen çizerler de var.
Eskiden 3 kişiden 5 kişinin şair olduğu ülkemizde, her zaman 3 kişiden 4’ü karikatürist olmak istemiştir ve bunu denemiştir. Geriye ise binde bir bile kalamamıştır her zaman.
Şu anda tesis var, yağ var, un var, şeker var ama helva yok ortada.
Yepyeni bir toplumsal mücadele dönemindeyiz. Bunu karikatürle sürdürmek her daim mümkündü, şu an da mümkün. Bu mücadele, marjinaller üzerinden de yürüyecek.
Sorun, marjinallerin çizer olmaya çabalamaması ve çizerlerin marjinal kültürü anlayıp anlatamamasında. Ayrıca, hoşgörüsüzlük gırtlak boyu. Engin Ergönültaş, zamanında eşcinselliği çizdiğinde, pek hoş karşılanmamıştı.
Evet, ara ve çıkış saptamamız şu:
Türk karikatürü, dergisi ve çizeri, hiçbir zaman gerçek marjinal olamadı ve o altkültürü çizemedi. Önümüzdeki 3-5 yıl için de böyle sürecek gibi görünmekte.
Dipnot 1: Elimizde, Serdar Sarı’nın Değer İskender adıyla bastırdığı, ‘İdeolojik Duygu’ gibi bir albüm de var. Sarı, marjinal bir çizer ve bir kaybeden oldu, en yakın arkadaşları bile ona sanatsal desteği vermedi, veremedi. Onun çizgileri Gırgır’da yer bulmuşken, sonraki dergilerde bulamadı. Şimdi de durum farksız.

Dipnot 2: Avangard olmayan sanat sanat değildir ve avangard zaten marjinaldir.

Abiyogenesis: NEK



Yaşamın ana hammaddesi olan karbonun, yine yaşam aracılığıyla (canlılarda kullanılarak)  > milyonda 999.999 oranda biyosferin  (limit kalıcı olarak) dışına itilmesi ve bunun da 2 farklı / makro aşamada (kireçleşme ve kayagazılaşma olarak),  mikroorganizmalar aracılığıyla gerçekleştirilmesi:
Bir:
Makroorganizmaların oluşma koşullarını açımlıyor. (Bir bakıma mikroorganizmalar kendi var olma potansiyellerini tümüyle yok ettiler ki bu Darwin yaklaşımıyla olmayacak bir şeydir.)
İki:
Makroorganizmaların da gelecekte kendini yok edebilmesini, bunu o giden karbonu atmosere geri döndürerek yapabimesini ön-ima olarak imliyor.
Üç:
Bu, yaşamın başlama ve 3 farklı sürme aşamasının, neden-sonuç ağı olarak, birbirine karşıt / birbirinden farklı yapılarda olduğunu imliyor.

Dört: Bu durumda, yaşam-öte’nin evrilmesini ve öte-evrilmesini karbonu kullanarak ve/ya kullanmayarak yapması ayrımı önemsizleşiyor. Peki, ayırtsızlaşıyor mu? Makro bir ikilem bu.

Pazartesi, Aralık 15, 2014

Davulcunun Şahidi Zurnacı


HDP, CHP’ye 2015 genel seçimlerinde ittifak teklif etmiş, CHP de reddetmiş.
Tam tencere-kapak, kavuklu-pişekar ve başlıktaki gibi bir durumlar dizisi...
CHP, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ne yaptı?
Hem milliyetçi, hem şeriatçı bir aday bulup, onu MHP ile birlikte aday gösterdi ve her iki partinin de oylarında epeyi bir düşüş oldu.
HDP ne yaptı?
Tayyip seçilince, başkanları onu ayakta alkışladı.
Şeytanım, aklıma fikrime mukayyet ol, durumu yani...
Tayyip’in gücü Fethullah’a yetti de, Apo’ya veya Kılıçdaroğlu’na yetemeyecek mi?
Yetecek de artacak bile...
Peki, bunun böyle olacağı taa 2011’de belli değil miydi?
Belliydi.
Peki HDP, neden o zaman CHP ile işbirliği önermedi de, suyun gidişini biraz ortadan kesmedi?
İşine öyle geliyordu da ondan...
HDP 2014’te % 10 oy alınca, aç tavuk buğday ambarında, hesabınca, bunu % 20 olarak görmeye başladı ki bu 110 millletvekili eder, ınını ınını ınınınn, Ali Desiderooo...
CHP desen, 1999’daki meclis dışı kalmışlığının kuyruk acısıyla, hala % 20 oyla yetinmeye seviniyor.
Gelelim kim ne demişe?:
“Kılıçdaroğlu, ‘Bizim hiç kimseyle ittifak yapmaya ihtiyacımız yok arkadaşlar. Biz CHP olarak seçimlere gireceğiz. Bu özellikle AKP kanadının bilinçli olarak dillendirdiği bir olay’ dedi.”
AKP öyle demese düşünecek yani, hesaba ve mantığa bakar mısınız?
Kimseyle ittifak yapmaya ihtiyacınız yoktu da, neden MHP ile işbirliği yaptınız?
Yahu, şu an partinizde o MHP’lilerin vurduğu insanlar var üye olarak hala, onlara karşı bir vebal hissetmiyor musunuz?
“HDP Hakkari Milletvekili Adil Zozani, CHP’ye genel seçimler için ‘Demokratik Cumhuriyet Partisi gibi bir şemsiyenin altında birleşelim’ çağrısında bulunmuştu.”
Hi ho ha haa... Hem kel, hem fodul; hem demokrat, hem cumhuriyetçi, tam böyyüük Amerika tipi yani...
Yapılacak tek şey var:
Baraj düşmeyecek, düşürülse de AKP bunu uygulamayacak. Bu durumda her parti, diğer partinin kesin kuvvetli olduğu yerde aday göstermez, olur biter. Seçmenini de serbest bırakır. Seçmen sorumluğunu alır da, işler uygun giderse, AKP % 40’ta, diğerlerinin toplamı % 60’ta kalır ve bu da 220-330 milletvekili dağılımı eder. AKP’nin % 30-35’i Şam’da kayısı olur ama aç tavuk kendini buğday ambarında görmese ve siyasetçiler çarşıdaki pirince giderken evdeki bulgurdan olmasa gerek.

Ondan sonra, herkes kendi yoluna.. Biz, son 50 yılda ne koalisyon pozisyonları gördük: Yenilerini de icat ederler muhakkak bunlar...

NEK: Matematik / Fizik




Ekonomideki kılıf / zarf eğrisi, zarfladığı eğrilerin hiçbirinin maksimum noktasından geçmez ama öyle olduğu varsayılır.
Bu, dalga-ışık paketçiği için de böyle olabilir. Bu durumda:
Bir: Işık dozu, algımız istatistik ama fiziksel yönden, retinasal / biyolojik yönden değil ve ayrı olmak üzere olur.
İki: Işık-dalga paketçiğinin bileşenleri ve/ya sonuçları şunlar olabilir:
İki bir: Bir dalga altbirimi, nötron gibi, bağımsız olarak var olamayabilir veya çok kısa süreli var olabilir.
İki iki: Bütün, ışık olarak değil de, başka biçimde tanımlanabilir (ki bu lambda dalga boyunun limit sıfıra gitmesi ve orada klasik mekaniğe dönüşmesi ile çift kısadevre yapıyor).

İki üç: Parçalardan, bildiğimiz ışık-dalga paketçiği yerine, başka bütünler oluşturabilir.