Salı, Eylül 25, 2012

Çizgiromanda Bitmeyen Öyküler


‘Bitmeyen Öykü’ Michael Ende’nin bir romanıdır. Kitabın sonunda öykünün ucu açık kalır.


Benzer biçimde fantastik yaratıların tamamına yakınında, kahramanların sonu belirsiz kalır veya hiç olmaz.

Örneğin bilimkurgu roman ‘Uzay Macerası 2001’in sonunda öykü tümüyle belirsiz kalmıştı. Sonradan devamı ek ve yama yapıldı.

Örneğin Conan, 1.000’in üzerindeki macerasının yalnızca birisinin sonunda, yaşlanmış biri olarak, batıya doğru yola çıkar ve bir daha ondan haber alınamaz ki bu da bitmeyen bir öyküdür.

Bu türden bir sonu bitmeme, çizgiromanların hem ticari gereksinimidir, hem de bir tiplemeyi 10’un üzerinde kişi yazıp çizebildiği için, zaten bu yaratıcılık açısından kaçınılmaz bir sonuçtur.

Son zamanlarda bunun istisnaları görüldü. 2 ayrı şirketin çıkardığı diziden birindeki Örümcek Adam öldü (2011).


Aynı kahramanın hem ölüp, hem de sağ kalması çizgiromanları bile aşan bir çoğul okuma ve hiper-tekst durumu yarattı.

Bunların dışında öykünün sonunun bitimsizliği durumunu yaratan başka etkenler de var:

Conan 2 x 900 sayfalık maraton soluklu ve bitimsiz öyküsündeki, ana 2 öykünün birbirine geçişimi, her öykünün bazı öykücüklerinin (farklı yazarlar ve çizerler ile) epeyi çeşitlemeleri, bir türden bitimsizlik örneği.

Çizgiromanların yeniden ve yeniden olağan ve aşırı yorumlanması başka bir bitimsizlik örneği.

Çizgiromanların öykülerinin (aşırı) uzaması ve akışın / sonun belirsizleşmesi (bu post-modern bir durum veya yazınsal özel bir çaba değil) diğer bir bitimsizlik örneği.

Tüm bunların temel nedeni, 1960’lardan ve 1990’lardan sonra, 2010’larda da çizgiromanlarını okur profilinin değişmesi nedeniyle, onları yeniden çeşitlendirme gereği.

Ancak, bu yalnızca ticari bir format içinde kalmıyor. Bir de olağan yaratıcıların öyküleri tükendiği için, eskiden kendine pazarda yer bulamayan uçuk kaçık öykülü çizerler ve yazarlar da kendine ve eserlerine yer ve yayınsal olanak buluyor duruma geldi. Örneğin, Wolverine’in klasik serisindeki zaman yolculuğu ile ilgili maceranın bir bölümünde, konu hiper-teksti aşıyor, meta-teksti aşıyor, tekst-öteye ve/ya tekst-değile ulaşıyor ki bunun nedeni yazılı metindeki limit sonsuz bölü imleri (slash): Böylelikle o kadar çok ve / veya üstüste oluyor ki hepsi hesaba katıldığında metin sonsuz çeşitlemede okunabilir olabiliyor ve bu yalnızca 1 sayfa gibi sınırlı-sonlu bir alanda yaratılabiliyor ki bu daha önce hiç yapılmamıştı, edebiyatta bile.

İşte bu sözünü ettiğimiz limit sonuz çeşitlemeli öykü bitimsizliği, tam da tarihi momentle çakışıyor: Birçok gelecek, hepsi mümkün, hangisinin gerçekleşeceğinin pek önemi yok. Yani, çizgiromanlarda da öykünün nasıl biteceğinin aslında hiç önemi yok. Bilgisayar oyunlarında buna, kahramanların sonlarını tek tek hiper-oyun metinler ve görüntülerle anlatmak yolu da denenmiş durumda.

Tabii burada sorunsal şu: Kaybolan öykü değil önemli olan, o kaybolan öykünün içinden belirginleşen yeni öykü önemli olan. (Onu da yeniden yazılacak çizgiroman çeşitlemeleriyle izleyeceğiz yakın gelecekte.)

Pazar, Eylül 23, 2012

Reha, Ben Deli


Evet, devrim orada. Yakında değil ama var ve kesin.

Kanlı, acı verici olacak ama hep öyleydi...

“Gün gelir, gün gelir, zorbalar kalmaz gider...

Devrimin şanlı yolunda, kül gibi savrulur gider.”

Evet, devrim ne yazık ki biz delilere kaldı...

Evet, Cem Karaca...

Evet, Timur Selçuk..

Evet, hepsi döndüler..

Evet, hepsi idi... Veya, hepsi de değil idi...

Evet, bendeniz, o zamanlar ‘gençken devrimci olma, yaşlıyken muhafazar olma’ özdeyişini bilmiyordum ama onu uyguluyordum bilinçsizce... Malum, deliydim...

Akıllandım mı?

Hayır...

Ancak benim ‘shrink’, deliliğime bir türlü ikna olmadı (beni dellilikten emekli etti) ve devrim bana kaldı...

Evet, Karaca mezarda...

Evet, Selçuk camide...

Evet, ben hala tımarhanedeyim... Yani İstanbul cehenneminde...

Evet. Hala devrim...

Evet, yarın mutlaka...

Evet, şimdi ve burada...

Evet, kan, ter ve gözyaşı ile..

Evet, atom bombası ve hatta Nazım ile...

Evet, hala deliler devrim yapıyor maalesef... Akıllılar satıldı netekim...

Ahh... Gülüm Tezer Özlü, senin şanındır bu devrim...

Evet, Oğuz Atay, hala deliler ayakta netekim...

Evet, Duygu Aykal, hala mirasını taşıyorum...

Evet devrim, canıma okusa da...

Linkimiz:


(22 eyüllü 2012)

Salı, Eylül 18, 2012

Erotik Animeler Geldi Hanıım


Porno ve erotik film seyretmeyi severim. Seksopat olduğum için değil. Anti-feminist olduğum için değil (öyleyim ama erotik film sevme nedenim bu değil). Keyif aldığım için.

1960 doğumlu bir erkek olarak, 2005’ten beridir nötroseksüelim. Yani, sekse karşı nötrüm. En azından zihnen. Ancak bedenim, gereksiz dirimsel etkinliklerini sürdürüyor hala.

Sanal deneyimlerin gerçek deneyimlerden daha gerçek olabileceğini epeyi önceden biliyordum. Rüyalarımı yıllardır gerçekten daha gerçek şeyler yaşadığımdan dolayı. Gölge düşüncelerimin bir bölümünün sanrısallıklarına karşın, geleceğin gerçeği olduğu bilen bir gelecekbilimci olduğum için. İnsanların dünyasının indirgenmiş olduğunu bilen bir anti-hümanist olduğum için.

Dolayısıyla, porno filmleri de sanal deneyimler sayıyordum daha PC kullanmaya başlamadan epeyi önce. Zaten sinemayı da bir siberuzay sayanlardanım.

Yine de, biyografimin içinden geçtiği teknolojik koşullar nedeniyle, sanal erotik ve porno filmlere ancak 40’ımdan sonra bolca ulaşabilir duruma geldim.

İnsan yaşlanınca herşeye farklı bakıyor, sekse de öyle bakıyor.

Son zamanlarda anime erotik filmlere de sardırdım. Gibson’un anime mavisi dediği türden, bir tür ‘anime seks yapay sanallığı’ gibi bir şeyle karşılaştım: Rengiyle öyle, formatıyla öyle, konusuyla öyle, çizimiyle öyle.

Örneğin, bir aksiyon bilimkurguda sakil kaçmayan çizgiler, bir seks filminde epeyi güldürücü oluyor doğrusu. (Yaşlanınca, sekse gülebiliyorsunuz.)

Japonlar’ın sübyancılıkları alaturka olanı aşıyor ve oranın sinemacıları bunu dışavurmakta hiçbir beis görmüyorlar.

Böylelikle, ortaya at tarrağı almaya çalışan kadın konulu, absürd olmak peşinde olmayan ama absürd-komedileşmiş görüntülü xxx+ pornolar akla geliyor.

Seks filmlerinin dublajı ve altyazıları (Sermet Serdengeçti filmleri gibi) absürd-komedileri akla getiriyor. Japonya veya Türkiye gibi ülkelerde kadınlar sevişirken genelde çok sessiz olmalarına karşın, bu tür filmlerin dublajı, sürekli inleme sesi çıkarmaktan dolayı,  seslendiricinin nefesini tüketici oluyor.

Erotik ve porno filmleri neden sevdiğime gelince:

Orada bir nebze olsun dürüstlük var. Sonuçta, kendimizi ne denli kandırırsak kandıralım, seksi yalnızca seks için yapıyoruz: Gereksiz içgüdülerimiz biraz yamularak öyle çalıştığı için. Aşk, kurlaşma gibi gereksiz ayrıntılar pornolarda yok. Hoş, bu da makinistin konuya doğrudan girmesinin absürd-komikliklerini yaratıyor ayrı konu.

Son zamanlardaki seyirlerimi daha çok Google videoda yapıyorum. Malumunuz, oralardaki bu konulu filmler ya açılmaz, ya kel alaka şeyler açılır, ya bloklanırsınız, vd, vb. Açılanlar da, onlarca sitede aynıdır. Sanal makinist abimizin kulaklarını sıkça çınlatırsınız dolayısıyla.

Böylelikle, Google videodaki porno internet sörfü, abidik gubudik yürüyor. Arada ereksiyon ve ejakülasyon konusu, 5 dakikada Beşiktaş oluveriyor.

Ha evet, ben bu filmleri aslında bu nedenle seyrediyorum: Masturbasyonu asıl sekse yeğlediğim için.

Pazartesi, Eylül 17, 2012

POST-3-MODERN KÜLTÜREL MOMENTİNDE GELENEKSEL-ÖNCÜ SANAT AYRIMININ POLİYALEKTİK HERMENÖTİĞİ



Metin Akış Çizelgesi

Geçmiş: Geleneksel-Öncü İkisemli, Gerçekçi Argümanlar
Şimdi: Richard Schehner’in Öncülük Tanımları
Gelecek: Geleneksel-Öncü Poliyalektikleri

Önnot

Bu metindeki tartışmalar, künyesi aşağıdaki derleme esere dayandırılacaktır:

Estetik ve Politika, Eleştiri Yayınevi, Eylül 1985, 328 sayfa, derleme. Yazanlar: Ernst Bloch, Georg Lukacs, Bertolt Brecht, Walter Benjamin, Theodor Adorno. Arasözler: Rodney Livingstone, Perry Anderson, Francis Mulhern, Fredric Jameson. Çevirenler: Ünsal Oskay, Taciser Belge.

Klasik Marksist Estetik ve Geleneksel-Öncü İkisemli, Gerçekçi Argümanlar

Söylem-argümantasyon düzlemi; öncü-geleneksel, bayağı-yüce, popüler-sınırlı, avam-seçkin, gerçekçi-hayalci, toplumcu-bireyci ikisemlerinde seyredecek.

Öncü-Geleneksel

Öncü sanat nedir?

Devrimci olması gereken marksist düşünce, gerçekçilik sözkonusu olduğunda tuhaf bir biçimde müthiş gelenekçidir. Öyle ki gerçekleri aslında para karşılığı, ‘hayatı roman’ türü bir roman dizisiyle yazan Balzac, marksist estetikçi macar Lukacs tarafından gerçekçi okulun baştacı sayılır.

Burada ironik bir durumu anımsayalım: Gerçekçilik; romantizme, sembolizme ve/ya idealizme karşı üretilip savunulduktan sonra, realistlerin yeterince gerçekçi olmadığı kanısıyla, naturalizm önesürüldü. Bugünün bakış açısıyla tersi, daha mantıklı olurdu. Gerçeği ama yalnız gerçeği, realizm söylese gerek, naturalizm değil: Doğada seraplar olduğunu unutmayalım. Bilgisel açıdan da öyle: Cevher mücevher yapılmadan önce işlenir.

Bunlara koşut olarak marksist estetikçiler, herhangi bir sanat dalındaki sanat akımlarının bütünlüğünü yeterince kavrayamamışlardır, çünkü disiplinlerarası ve çokdisiplinli değil, uzmandırlar. Bu konuda ıskaladıkları birçok kategorik eşleniksizlik var:

  1. Şiirdeki gerçeküstücülükle, resimdeki gerçeküstücülük eşzamanlı ve eşkavramlı olmamış.

  1. Gerçeküstücülüğü yaratanlarla, yaygınlaştıranlar ve genelleştirenler aynı kişiler olmamış.

  1. Dışavurumculuk-izlenimcilik karşıtlığı denli, dışavurumculuk-gerçeküstücülük karşıtlığı da olmuş. Yani, ortada triyalektik bir durum baştan beridir var ama gözden kaçmış ki realizmin sembolizme, idealizme ve romantizme karşı durumu da baştan poliyalektikti, zaten diğer üçü de birbirleriyle özdeş değildi.

  1. Tiyatrodaki dışavurumculukla resimdeki dışavurumculuk birbirini dışlayabilmiş. Biri marksistken biri faşist olmuş.

  1. Teknik olarak realist resim (örneğin Ingres’in oryantalist resimlerinin üslubu) ne ad olarak, ne de içerik yönelimi olarak gerçekle ilintili olmamış ve sayılmamış. Artı fotoğrafın icadı bu çeşit resmi geçersiz saymış. Artı fotoğraflar cismin suretini aynen vermiyor. Buna da aslında ‘nolektik’ ve/ya ‘alektik’ denebilir.

  1. Yukarıda sözü geçen eserde bunların hiçbiri tartışılmamıştır. Ana tartışma düzlemi yazınla sınırlı kalmıştır. Daha da önemlisi, o yıllarda bile bilimkurgu roman varken marksist estetikçiler, aslında tüm estetikçiler, bilimkurgunun yüzyıldır hala süregiden yazınsal öncülüğünü algılayamamışlardır. Üstelik SSCB’den Strugatski kardeşler gibi bilimkurguyu epeyi etkilemiş yazarlar çıkmış iken. Bunun yanısıra, Dr. Jivago’nun gerçekçi sayılmaması da ilginç.

Öncü sanat ne işe yarar?

Öncelikle, öncü sanat eserleri bir işe yarasın diye veya belli bir amaçla yaratılmazlar. Kültür ortamı içinde bir anlam kazanırlar.

Sonrasında, sinemadaki sıfıra doğru kısalan anların, fizikte doğrusal olmayan zaman çeşitleri tasarlatabilmesi gibi, disiplinlerarası bilgi üretiminde işe yararlar. Kafka gibi, en zor anlarda insanı yaşatabilirler, çünkü boğuntular normlardan gelir, onları bilinçsiz de olsa aştıran yazar öncüdür. Sonsuz özgür zihin uçuşu sağlarlar ki öncü sanatı izleyen biri kendi de öncü birşeyler üretebilir duruma gelir.

Öncü sanatın temel niteliği, devrimlerin kültürleri değiştirdiğinden daha yüksek bir oranda, bir sanat dalında bir yerzamandaki koyulu kuralları, paradigmaları, dogmaları, skolastizmi, alışkanlıkları, normları, toplu bilisizliği, vb yıkmasıdır. Kübizm figürü parçaladı. Escher perspfektifi parçaladı. Heykele delik sokuldu. Yazında öykü akışı terkedildi. Müzikte armoni (kontrpuan) anlayışı değiştirildi. Böyle onlarca örnek var.

Öncü sanat akımlarına baktığımızda, genelde siyasal açıdan kritik zamanlarda ortaya çıktıklarını görüyoruz. 20. Yüzyıl’da 9 temel sanat dalında neredeyse yüzlerce öncü akım yaratıldı ama 2 dünya savaşı da bu dönemde yaşandı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra öncü akımlar yerine, daha öncekilerin yeniden yorumu denendi. Bu bir gösterge. Cumuhriyetin kurulması, Rusya ve Çin devrimleri kadar güçlü bir siyasal dönüşümken 80 yıl boyunca TC’den öncü sanat akımı çıkmadı. Bu da bir gösterge.

Öncü sanat, amaç değil, araçtır. Yeni düşünce / duygu araçlarının yaratımına yardımcı olur. Kimi de dışavurumculuk gibi dekadansa uğrar ve faşistleşir. Tüm araçlar gibi standart kullanımları yoktur. Ataşla kapı da açabilirsiniz, oğul Fukasaku ile ABD’yi de açabilirsiniz.

Marksist estetikçiler tüm bunları ıskaladı ama birşeyi yakaladı: Eser-tarihçe ve sanatçı-tarihçe arasında, değişik mantıklarda kurulabilen gerçekçi neden-sonuç ilintileri vardır ve sanatın amacı güzel değildir. Estetikçinin işlevi bunları saptayabilmektir.

Bayağı-Yüce

Marksistlerin söylemsel düğümlerinden biri de bu alan: Marksizm’in proleteryanın biricik ideolojisi olduğunu önesürdükleri için, işçi sınıfına ilişkin hiçbir şeyin bayağı olamayacağı gibi, onları baştan yanlışlayan bir koyut kullanmışlar. Bu yanlış onları, fabrika marşları, bizim Atatürk-cumhuriyet heykelleri fecaatini andıran işçi sınıfı heykelleri, ‘salya sümük çocuk + burum buruş ihtiyar’ fotoları gibi bayağının bayağısı imgelere sürüklemiş.

Alıntı: Adorno Benjamin’e diyor ki: “Eğer nitelikli filmlere karşı ‘kitsch’ filmleri tutuyorsan, benden daha fazla hiç kimse senden yana olamaz. Ancak, ‘sanat için sanat’ın da savunulması gerekir.” (S: 177)

Yorum: İkilem mi? Bence, tümüyle bir geçersizlik. Benjamin, sıradan insanların mektuplarından oluşturduğu ‘Berlin İnsanları’yla, melodram filmleri veya duvara asılan acaip bibloları birbirine karıştırıyor. Benjamin zamanında sanat filmi henüz yoktu, çünkü sinema festivali pazarı yoktu. Adorno ise, ne yardan ne serden vazgeçemez durumda. Cazı dışlarken, atonal müziği yüceltiyor ki bunun nedeni burjuva kökeni. Burada şunu düşünelim: Pir Sultan’ın 50 türküsünden ancak 5’i niteliklidir, gerisi ‘Şah da Şah’ döngülüdür. Kültürolog, tıpkı Benjamin’in mektuplara yaptığı üzere, anlamlı göstergeleri milyonlarca ham veri tabanı içinden ayıklar. Aslına bakılırsa, Klasik Avrupa Müziği gerçekten gürültüyü sık sık ihlal eder: Kemanın vıyıltısı, davulun dangırtısı, zillerin şangırtısı. Bayağı-yüce gergefinde Doğu-Batı ayrımı olmadığını belirtmek için eklendi.

Popüler-Sınırlı

Bugün hala tartışılan bir gülünçlük var: Popüler olan bayağı mıdır, yüce midir? Yoksa, başka bir deyişle Kafka’nın çok az okunması mı onu değerli kılar?

Oğuz Atay, ‘neredesin, ey sevgili okur?’ diye diye öldü. İlk kitabını basacak yayıncı, ilk ve tek oyununu sahneleyecek bir sahne bulamadı. Bugün, muhafazakarından post-modernine birçok altkültür dilimi ona hayran ve o şimdi çoksatar. Karısı ve kızı, onun elyazısı güncesini pazarlamak için uğraştı. Sonunda kitap müşterisini buldu ama sansürlü yayınlandı. Bu kanıt-ikilem, zorla dayatılan popüler söylemi değiller.

Cumhuriyet dönemi Türk klasikleri, okullarda ödev zorlaması kitap okunduğu için milyonlarca satar ama bu onları değersiz (veya değerli de) yapmaz, keza Sait Faik’i hiç mi hiç. Ancak, Türkiye’de ilk kez 1 milyon satan Ahmet Altan kalıcı bir yazar değildir, Barbara Cartland’ın olmadığı gibi. 19. Yüzyıl’ın çok satan yazarları ve Nobel kazananlar bugün kendi ülkelerinde bile basılmıyor. Burada, Eco’nun az satarken çok satılanın niteliksiz eser olduğunu söyleyip, ‘Gülün Adı’ ile çok satılınca, yanıldığını belirtmesi bayağılığını anımsatmakta yarar var. Dönekler yalnızca bizde çıkmıyor. Bir de ters örnek verelim: Mina Urgan’ın bir ömür boyu tanınmamış bir akademisyen olarak kalıp, 85 yaşında çoksatar olunca, kendi niteliksizliğinden kuşkuya düşmesi için bir neden yoktu.

Avam-Seçkin

Sınıfsal ayrımda kültürolojik bir hata var: Aristokrasi hiçbir zaman soylu bir sınıf olmadı, önünde sonunda o da köylüydü. İşi alıp satmak olan burjuvazinin ise, kentli de olsa, öyle olması zaten beklenemezdi, çünkü yaşam ekseni paraydı. Diğer bir deyişle seçkin sınıflar soylu değildi.

Türkiye’de olduğu gibi, para ile eğitim aynı sınıflara uğramayabiliyor. Resmi eğitimli akademisyenlerin soylu olması ise zor, çünkü devletin kapıkulu durumundalar. Ne de olsa, soylular bağımsız ve özgür olurlar ya da isterlerse olabilirler.

Geriye ne kalıyor? Proleterya mı? Çalışmaktan uyumaya zaman bulamayan, 6.000 yıllık yazı tarihi ertesinde ancak devlet zoruyla okuryazar olan, işçi sınıfının ideologu tarafından paçavralığı saptanmış olan bir sınıftan seçkinlik beklemek zor. Proleter entellektüel olamayacağı kastedilmiyor, sınıfsal konum kastediliyor.

Gelelim siyasalbilimsel seçkinlere: Ordu, siyasetçiler, medyatörler, işadamları ve entellektüeller. Tanımlandıkları dönem olan 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısının  tarihi onların bayağılıklarıyla dolu. TC’nin 1960-1997 arasındaki 4 darbelik tarihçesi buna yeterli kanıt oluşturur.

Avam kitledir ama % 98,5 çoğunluk 10’ar yıllık ölçeklerde aynı parametrede birbirine karşıt görüngüler verebilir. Bizde arabeskin poplaşmasını, Özcan Deniz’in metroseksüelleşmesini düşünelim. 2 yıl önce olsa adama eşcinsel sıfatı vurulurdu, şimdi herkes ona özeniyor. Üstelik bu medyanın seçimi değildi. Üstelik bu Deniz’in, Emrah gibi, Kırmızıgül gibi bir süreliğine de olsa, demode olmasına neden olacak bir davranış.

Gerçekçi-Hayalci

Bilimkurgu roman örneğinden hareketle, kimi zaman düşlerin gerçeklerden daha gerçek olabildiğini biliyoruz. Kuramın eylemden, tasarımın üretimden önce mi, sonra mı geldiği tartışması baştan geçersizdi.

Hangi toplum ki hayallerini yitirmiştir, gerçeği faşizm, delilik ve ölümdür. Mayakovski 1930’da öldü, SSCB 1990’da. Tersi olsa, elimizde ölümsüz birkaç şiir kitabı olurdu hiç olmazsa. ‘Ex-SSCB’ ölü ülkeler tarihinde soluk bir yaprak oldu bile.

O nedenle gerçekçiliğin, idealizmi, sembolizmi, hatta romantizmi tümüyle dışladığı sanımasın. Arakesitleri de var ve olabilecek. Gelecekbilim gerçekçilikse, bilimkurgu hayalciliktir ve birbirleriyle çelişmezler: Diyalektikten poliyalektiğe, negatiften pozitife, düzden terse doğaçlama olarak, birçok düşünce dansı gergefi işlerler. Kaydedilen örüntüler, yeni gerçekçilik normları olabilir, olmayabilir de.

Alıntı: Brecht Lukacs’a karşı diyor ki: “Lukacs’ın gerçekliğe uzak düştüğünü sezmemek elde değil... Bu bakımdan burjuvazinin sınıflarının üstüne çıkması beklenemez. Bunlar kaçınılmaz olarak roman tekniğinde bir çürümenin de kanıtlarıdır.” (S: 95)

Yorum: Brecht’in kendisi hiçbir zaman gerçekçi olmadı, bunu söylemek ona düşmez. Epik tiyatro kesinkes gerçekçi değildir. Başlarda ise Brecht o zamanki dışavurumculuktan etkilenmişti. Aslında yaşanan şudur: Savaşa doğru dörtnala giden toplumsal değişimlerin, tam da Freudcu anlamda sanatçılarda yarattığı hezeyanlar vardı. Bunlar gerçekti ama abartılılıkları ve dolaylılıkları absürd düzeyindeydi. Berlin Alexandr Meydanı’nın hem romanını, hem de filmini düşünürsek, aradığımız kanıt bulunmuş olur: Faşizm dıgıdak dıgıdak gelir ama kimse, Hitler’le birlikte bira içen roman başkaharamanı da, felaketin adını koyamaz, Kafka’nın da koyamadığı ve ayrılmayı başaramadığı gibi. Brecht, Benjamin, Lukacs ve Adorno 40 yıl boyunca sanatçılıklarıyla ve biyografileriyle bunu filmleştirmiştir. Brecht Batı Almanya için Doğu Almanya’da tiyatro yaptı. Benjamin çok absürd bir biçimde öldü. Lukacs SBKP’ne yamandı ama yine de dışlanmaktan korunamadı. Adorno CİA parasıyla komünist dergi çıkardı. Tam bir gerçekçi, yani bir gelecekbilimci ya da azıcık sezgili bir sanatçı tüm bunları önceden ayırsardı, ayırsayıp yazan da oldu. SBKP’nin parti faşizmini Rosa Luxemburg yazdı. Gelen toplama kamplarını Kafka yazdı, eski sevgilisi Milena yaşadı, o da yazdırdı. Asimov’un bir saptaması var: Tez ve antitez ne zaman karşılaşsa ikisi de yok olur ki kastettiği bir tür Sparta-Pers ikilemidir: SSCB yok oldu ama aslında 2001’den beridir ABD de yok.

Buraya denk düşmeyebilecek bir argümantasyon: “Roman toplumbilimsel bir çalışma olmamalıdır veya bilim ve sanat ayrı şeylerdir.” Gerçeği yazmayacaksa, yazar neden roman yazıyor? En hayalci roman türü olan bilimkurgu gerçeğin tam da kendisini yazmıştır. Yazınaltı sayılan polisiye türünde Christie’den Connely’ye tüm polisiye yazarları işlenebilir cinayetler yazmışlardır, aşk romanı türünde beyaz diziler bile yaşanabilir aşklar yazıyor.

Soru aslında şu: Gerçek nasıl yazılır? 50 çeşit belgesel olduğunu düşünün. Sanatçı, ister var olan yollardan birini seçer ya da yeni bir yol yaratır ki onlara ‘öncü’ diyoruz.

Toplumcu-Bireyci

Marksizmin temel hataları çoktur. Ancak, sanatta birkaç temel hatası vardır:

Bir: Siyasal marksizmde Marx’tan itibaren ve sonra birçok kuramcı çıkarken, sanatın kültürbilimi ve siyasalbilimi olarak estetikte yetkin kuramcı çıkışının taa 1930’ları bulması ve bunun 2. Dünya Savaşı’nın büyük yıkımının ardından gelen toplumsal dönüşümlerle inanılmaz bir biçimsel başkalaşım yaşaması, tarihin ironlerinden biri olsa gerek. Çünkü Marx, marksizmin insanı insan yapacak biricik kuram olduğunu savunurken, binyıllarla ölçülen sanatın varlığını dışlamış (aslında ıskalamış) oluyordu.

İki: Rusya Devrimi’nden başlayarak marksist siyasetçilerin, yani iktidardaki yöneticilerin marksist sanatçılara eyledikleri gözönüne alınınca (koskoca Mayakovski’yi intihara sürükleyebilmek örneği yeter de artar bile), Marx’a inanmak oldukça zor kaçıyor.

Üç: İkisinin toplamı bir durum: İrdelenecek marksist estetikçilerin birbirlerine yaptıkları, aynı egemenlerin onlara yaptıklarına benzemekte, örneğin Adorno’nun Lukacs’a. Kendilerini marksist sanarken, aslında kökenlerinin bağlı olduğu burjuva sınıfının değerlerini uyguladılar, örneğin Adorno’nun Klasik Avrupa Müziği’ni gayet ırkçı biçimde en üstün müzik kültürü olarak empozesi. Balzac gerçekçiydi ama hiç sosyalist olduğunu önesürmedi. Eisenstein, marksist olduğunu düşündü ama parti onu burjuva biçemciliğiyle suçladı ve onu suçlayıp mahkum ettiren de aynı sona uğradı. İroni üstüne ironi.

Sonuç: Toplumcu burjuva olunabildiği gibi (‘emek kavramını ilk kez Fransa’da papazlar kullanmış, Henri Lefebvre, Marksizm, Alan Yayınları), bireyci marksist de olunabiliyor.

Konu, poliyalektik açılımıyla, bırakılan yerden sürdürülecek.

Richard Schehner’in Geleneksel-Öncü Yorumu

Richard Schechner, beş tür öncü (: avant-garde) sanat tanımlar (The Twentieth Century Performance Reader, sayfa: 308-326):

1.        Tarihsel ‘avant-garde’, 19. Yüzyıl boyunca / sonunda Avrupa’da biçimlenmiştir. Sinema ve fotoğraf, yoktan var edildi. Resimde, modern sanat oluşturuldu ve gerisi geldi: Sembolizm, empresyonizm, ekspresyonizm, fütürizm, kübizm, dadaizm, sürrealizm, vd. Dansta, modern dans oluştu. Tiyatroda, İbsen’den Meyerhold’a bir çok yazar, yeni anlayışlar yarattı. Yazında, naturalizm ve realizm doğdu. Müzikte atonal müzik icat edildi. Mimaride gökdelenler yaratıldı.

2.        Halihazırdaki ‘avant-garde’, şu an neler yapıldığına bağlı olarak değişir. 2 yıl önceki artık eskidir. Uzunca bir süre hep yeni şeyler denenecek ve su er geç durulacak. Halihazırda, ‘video-art’lar moda…

3.        İleriye bakan ‘avant-garde’, şaşırtıcı ve mahşeri (genelde yıkıcı) bir gelecek görür. İleri teknoloji, hem sevindirici, hem de korkutucudur. ‘Total Recall’ (: Gerçeğe Çağrı) filmi, bu tür anlayışa bir örnektir: İç-hayal dünyası ile, dış-gerçek dünya arasındaki ayrım muğlaktır (ki ‘Matrix’ de, tümüyle bu tema üzerine kuruludur).

4.        Bir gelenek arayan ‘avant-garde’, tiyatrocu Jerzy Grotowski ve Eugenio Barba’da çok belirgindir. Aslında bu bir formülasyon arayışıdır ki 1980’lerin ve 1990’ların dünyasında bu imkansızdı. O yüzden, Grotowski de arayışını tiyatro dışı alanlarda sürdürdü. Bu açmaz, olduğu gibi 21. Yüzyıl’a taşındı: Sanat ne yapamaz?

5.        Kültürlerarası ‘avant-garde’: Epeyi yanlış anlaşıldırılarak kullanılıyor. Özellikle performans grupları, çok ülkeli olmayı çok sesli olmak sanıyorlar (Atatürk’ün 30 sazlı orkestraya dediğini anımsayalım). Sinemada ise, çifte açmaz yaşanıyor: Holywood, John Woo’sundan Bille Auguste’üne, tüm dünyanın avant-garde / farklı yönetmenlerini yutuyor ve asimile ediyor (: uyruklaştırıyor). Böylelikle, kendi açmazını globalleştiriyor. Yanısıra, sinema limit sıfır zamanlı filmlere parçalanıyor. Sentez henüz ufukta görünmüyor.

Schehner 1980-2000 arası için ve bakış açısıyla geçerli saptamalar yapmış. 2000’de Japonya’ya 1945’te ABD tarafından atılmış atom bombalarının mazlumluğunu üstlenmeyen entellektüeller olduğu için, onun düşüncelerini üzerine temellendirdiği Japon modern dansı ‘buto’ da değillenmiş oldu. Bunun soğuk savaşın bitişiyle örtüşmesi bir gösterge. Bunun İsrail karşılığı, toplama kamplarının mazlumluğunun terki, TC karşılığı ise 1960-1997 arasındaki 4 askeri darbenin mazlumluğunun terki olurdu. İşbu metin biraz da bunun için çabadır, yazar 1980 darbesi ertesinde işkence görmüş birisidir. Dayak yiyip kendini daha çok haklı hisseden mürit olmak yerine, TC AB’’ye girmeden, zihince ve kültürce AB’ye girmiş bir TC’li olmanın sorumluluğunu üstleniyor.

Dolayısıyla, çokkültürlü öncülük dışında birşeyler 1990’dan beridir var. Henüz tanımlanmadı ve adı konmadı ama kültürlerde saklı olarak duruyor. Tersine poliyalektik belki bir panzehir olabilir ama kesin konuşulamaz.

Öncü sanat tarihçesine baktığımızda, bire on gibi düşük bir oranda beceri görürüz. Buradan çıkarsamamız, öncü sanatın öncülüğünün, biraz da birebir belirlenemeyen anlık koşullarla ortaya çıktığıdır. Örneğin, 1995-2005 arasında TC müzik türleri arasındaki DJ remiksleri, tümüyle başka işlev için uygulansalar da, kırıntı düzeyinde sentez-novum müzik örnekleri verdi: Kırmızıgül’ün ‘Bebeğim Benim’i, Tansu Çiller’in nutuklarına montaj-remiks-fanzin parça ve Orhan Gencebay-İtalyan pop şarkıcısı remiksleri ilginç örnekler. (Dahası, Gencebay’ın ‘Ya Evde Yoksan’ parçası, ‘Neredesin Firuze?’ filmi için 5 ayrı (aslında şarkıcı olmayan) oyuncunun yorumuyla, ‘a capella’-lineer-remiks-‘jam’ eylenirken, yine Gencebay’ın onca yıl sonra parçayı yeniden yorumlaması grift örneği var ki aynı anda dekadansa ve senteze vektör veren bir eğer sırtı geometrisinde ve bu da esnek olmayan kültüre deprem çatlağı getirir, getiriyor da: AB’den uzağa, AB’ye ve AB’den öteye doğru.) Koşut ama helis-uzak bir örnek de: Pentagram ile başlayan mehter marşı ‘hard-rock’ yorumları: Bu çabalar kimi alkışlandı, kimi MHP’lilerden ölüm tehdidi aldı: Almanya’dan ‘Hamgurger Concerto’ koşut biçimde geleneğe sert biçimde vuran bir örnekti ve Pentagram mensuplarının onu bilip bilmemesi edimlerini değerini etkiler.

Bu örnekler, geleceğe yönelik tasarımlar yaparken bize çok yararlı olacak.

‘Post-3-modern’ olarak tanımladığımız kültürel mod, 11 Eylül 2001 sonrası dönem 3 yıl gibi, kısa bir süredir geçerli. Bu olayla, Hasan Sabbah’tan beridirki, dünya egemenlerine şiddet yoluyla kafa tutma edimi, yeni bir yorum kazandı. Sanatçılarsa, bu durumda apaçık olarak tırstılar, sıradan insanlardan daha çok, sıradan insanlar sevindiklerini saklamadılar bile ama sanatçılar sevindilerse bile bunu medya korkusuyla gösteremediler. Şeriatın ölüme mahkum ettiği yazar Salman Rüşdi ABD’ye secde etti. Orhan Pamuk kendini Manhattan’lı ilan etti.

Ancak, kafa tutanlar da var: Oğul Fukasaku Japon ikiz kulelerini de yıkarak ve ad vererek ABD’yi suçlayarak ‘Ölüm Oyunu 2’de bunu becerdi. 11 yönetmenin yaptığı ‘11’09”01’ filminde en radikal tavrın ABD’li bir yönetmen olan Sean Penn’den gelmesi ironiydi. İtfaiye belgeseli çeken 2 sinemacının İkiz Kuleler yıkılırken naklen çekimi belgesel anlayışına sürpriz bir örnek oluşturdu. Yine ABD’li olan belgeselci yönetmen Moore’un filmi ise, ciddi-gayrıciddi arasında kaldı.

Şerh: 150 yıllık kurumsal bir süreç olan İRA hakkındaki filmlerin ancak 1990’larda öncü-gerçekçi olabildi ve 1990’lardaki eski-Yugoslavya savaşlarını öncü-gerçeküstücü anlatmayı yaklaşık 20 yönetmenden bir tek Goran Paskalyeviç’in ‘Barut Fıçısı’ (Balkan Cabaret) becermesi örneklerini aklımızda tutmamız yararlı olur.

Tüm bunlar da, henüz yeni de olsa, geride kaldı. 2001 öncesinde geçerli olan sanatsal / yaratısal durağanlık geriye dönmekte. Animeler ve buto tıknefes kaldı. Sarı sinema klasikleri yeniden yorumluyor. Sanat filmi festivalleri enflasyonla (AB’de her yıl 300 festival, 3.000 ödül) tükendi. Holywood tüm sanat filmi yönetmenlerini uyruklaştırıyor ve yaratıcıklarını öldürüyor. Plastik sanatlar aslında 1945’ten beridir tükenmiş durumda. Buto’nun antitezi tanztheater’ Bausch’un matriyarkal faşizme yönelmesi sayesinde sıfırlandı. Popüler (yalnızca pop değil, ‘rock’ şu bu dahil) müzik tek başına. 20. Yüzyıl’ın öncü tiyatro akımları gnümüz insanının dertlerine seslenmiyor. Bir tek yazın, daha doğrusu bilimkurgu roman var ayakta kalan. Hugo veya Nebula öüllerini kazanmış neredeyse her eser birer başyapıt, insana bakış açımızı kezlerce değiştirdiler.

Diyalektik-Poliyalektik Açılımları

Aristo’nun analitik diyalektiğinde, bir şey ya erdemlidir, ya da erdemsizdir. Lao Tzu’nun sentetik diyalektiğinde erdem erdemsizliktir.

Hegel’in (Kant’tan devralınmış) triyadik diyalektiğinde sentez denli, dekadans da bir olursaldır (contingency). Marx’ın diyalektik materyalizminde karşıtlar çelişir, çatışır ve sentezlenir.

Buraya kadar hepsi pozitif diyalektikti.

Adorno’nun negatif diyalektiğinde karşıtlıklar ve çelişkiler birbirine karıştırılmadan birarada tartılır; karşıtlığın iki tarafı diğeri üzerinden dolayımlanmadan, en keskin ucuna doğru sürüklenir.

Buraya kadar hepsi düzüne diyalektikti.

Tersine diyalektikte, karşıtlıklar birbirine yaklaşmaz, mesafeli kalır veya birbirinden uzaklaşır. (Daima savaş olacak değil ya.) Bu tutarlı değil, geçerli bir durumdur. Çokkültürlü toplumlarda, örneğin cumhuriyet dönemindeki Türkiye’de, tüm ayralların birbirine anlayış değil, düşmanlık ve saldırı gösterdiği gözlenir. 1985-2000 arasının en mağdur ayralları sayılan Kürtler’in, bırakın eşcinsellere veya uyuşturucu bağımlılarına karşı, kendi halkından astlarına karşı bile sürekli faşistçe davrandığı bilinir. Keza köylülerin zenginkondulaşması, 1983-1998 arasında diğer gecekonduluların mal varlığını tam bir talan ve yağmaydı. Öyle ki: Anadolu toprağının bu nedenle yüzyıllarca çölleşmesi gündemde.

Buraya kadar hepsi diyalektikti.

Ursula K. Le Guin’in çoğul (üçlü) diyalektiğinde 3 tane karşıt 2’li sav vardır. ‘Mülksüzler’ romanında bunlar çelişir, çatışır ama sentezlenmez. Alana 4. kategori-novum girer ve öykünün sonu boşlukta kalır. O demez ama biz buna ‘triyalektik’ diyebiliriz.

2’den 3’e yol varsa, 3’ten 4’e, 4’tan çoka ve/ya sonsuza da gidebiliriz ya da o yolu tanımlayabiliriz. Konulu tanımlarla, diyalektikten ve 2’den sonrasına ‘poliyalektik’ diyoruz. Tanım gereği, poliyalektikte ‘n x (n-1)’ adet 2’li karşıtlıklar, yani diyalektikler koyabiliriz. Şerh: Bir kategorinin kendisiyle çelişkileri, özdeşlik ilkesinin sorunsalıdır. Diyalektik, Aristo’dan Adorno’ya dek, özdeşlik ilkesini sorgulamaz. Buradaki parçalarda, Adorno’dan sonrasında sorgular ama o başka bir metnin konusu olur.

Artı-ekstra çıkma: Bu karşıtlıklar bir düzlemde 180 derece açılı 2 ışın olarak tanımlıdır. Bunları 90 derece açılı, yani birbirine dik olarak yeniden tanımlarsak ve yeni bir öğeyi alana sokarsak, birbirine karşıt olan 3 adet 2’li yine olur ama bu durum biraz daha farklı bir triyalektik / poliyalektik olacaktır. Birim, ters ve geçersiz işlemler farklı tanımlanacaktır. Karşıtlıklar birbirine tersinmez işlemlerle dönüşebilir olacaktır ki Le Guin bir bakıma bu tür bir triyalektik tasarlamış oldu, çünkü Anarres bir bakıma Urras ile, bir bakıma A-İo ile özdeştir ama hiç biri verili yerzamanda diğerine çevrilemez, başka bir deyişle en keskin devrim bile %o 5-100 tümel değişim demektir.

Geleneksel-Öncü Poliyalektikleri

Geleneksel-öncü arasındaki ilintide (Aristo olsun, Lao Tzu olsun) klasik diyalektikten, tersine poliyalektiğe kadar her çeşitleme olalıdır. Ancak sanat ürünleri, çoğunluk tümdengelimsel yoldan değil, tümevarımsal yolla, yani yap-boz ve dene-yanıl ile yaratılır. (Eisenstein gibi, kuram-edim praksisini deneyen ender bir iki örnek çıkmıştır ama onların da bunu becerdiği pek söylenemez.) Bu nedenle sonuç anlamsal açıdan biraz gürültülü olur.

Derleme kitabına bir daha bakalım:

Alıntı: Tarihçi Ernst Bloch Lukacs’a diyor ki: “... Yaratılan herşeyin klasizmin imgelerine denk düşmesi ya da onlardan yapılmış soyutlamalarla oluşturulması gerektiği düşüncesiyle öncü sanat üzerine değerlendirme yapılamaz, yargıda bulunulamaz.”

Yorum: Güzel bir totoloji değillemesi ama kendisi de bir totolojik önerme.

Sanat tarihine şöyle bir kuş uçuşu bakalım:

Resim:

Orta Çağ’ın budalalar gemisinde Bosch, Bruegel ve Dürer başyapıt resimler üretti. Bosch henüz baskının yoğun olduğu yerzamanda yaşadığı için dinsel ama soyut resimler yaptı, ‘gerçek soyut resimler’ ama insanlık durumunu tümüyle gerçekçi olarak resmediyorlardı. Bruegel Bosch’un yaptığını başağı çevirdi: Sıradan insanın gündelik yaşamını resme soktu, Hollanda köylüsünü resmetti. Daha da öteye geçti, soyut atasözlerinin (ilk kez olarak) çoklu resimlerini yaptı. Dürer, her ikisinin ustalığı karşısında ezildi. Renkli resim yerine, siyah-beyaz gravüre yöneldi ve asıl görüntüyü resme geçirmek için geometrik araçlar ve teknikler icat etti. Yine de ‘Melancholia’ gibi bir soyutlamayı yüzyıllar öncesinde sanata soktu.

Batı böyleyken Doğu nasıldı? Bahnamelerin gayet gerçekçi pornografisi vardı. Mehmed Siyahkalem’in yarıgerçeküstü, yarıgerçekçi minyatürleri vardı. Çin’in eksik boyanan ama tamamından daha gerçek manzaraları vardı.

Tüm bunları hangi referansla değerlendireceğiz?

O zamanlar eleştiri ve estetik yoktu. Bir bakıma ‘gerçekçilik’ diye bir şey yoktu. Öncü sanat da yoktu. Ancak, Bosch’un gerçeküstücülüğü ve Bruegel’in gerçekçiliği bugün bile aşılamamış bir öncülükte. Onları öncü kılan şey, konularında sonraki yerzamanlarda bile ustalıklarına erişelememesi.

Fotoğraf icat edildi ve resmin Ingres’de belirginleşen fotoğrafsılığının anlamı kalmadı. İlk kuşak marksist estetikçiler bunu gözden kaçırmış ama ikinci kuşak estetikçi Berger saptamış (ki kendisini Benjamin’in artçısı sayar). 20. Yüzyıl’da gerçeği veren ressam var mıydı? Olmalı mıydı? Olamaz mıydı? Bir resmi boyamak 1 ay alırken 1 saatlık fotoğraf mı yeğlenmeli?

Müzik:

‘New Age’ denilen müzik türü 1980’lerde öncü ve deneysel bir müzik türü sayılıyordu. Bugün aşırı basmakalıplaşmış durumda. Arp (Wallenweider) veya fagot gibi çalgıların, klasik müzik yerine cazda kullanılması yine o yıllarda bir yenilik sayılıyordu ama bugün o da basmakalıp bir durum. Org-klarinet elektronik geçişimleri (Spyro Gyra) yine o yıllarda bir ilginçlikti ama bugün tüm eserler çıplak kulakla algılanamayacak nüanslarda aslından dijital ortama geçirilmiş durumda.

500 yıl öncü kalan resimlerin üzerine, 20 yıl dayanamayan müzik eserlerini nasıl öncü sayacağız?

Heykel:

Christo’nun paketlemeleri sanatın ve yaşamın geçiciliğini imlediği için öncü sanat sayıldı ama on bin yıllık heykeller ve milyar yıllık kozmolojik göktaşı-yontuları var. Yaşam sanatı geçince ne olacak? Hangisi öncü sayılacak? (Burada sanatçıların olağan insanlardan daha önde oldukları varsayımı mevcut.)

Keza, tartışma konusu olan yazarlardan biri olan Zola’yı ne denli gerçekçi sayacağız? Onun zamanında artık gazeteler yaygındı. Klasik romanlardaki gereksiz ayrıntı bolluğu o zamanlar henüz gazetenin yaygın olmamasına, dolayısıyla okurun bilgi eksikliğini doyurma yönelimine atfedilir. Gerçekçilikte melodramın yeri nedir? Kaldı ki bir roman 1-10 milyon kişilik bir panoramayı vermeye yönelebilir mi? Roman deyince, nedense hep birey akla geliyor.

Keza, avam konusu yazına taa Magna Carta zamanında sokulduğuna göre, bunu 19. Yüzyıl’da yapanlar nasıl öncü olacak?

Genel:

Öncü sanat baştan tikeldir, hoş hemen tüm sanat eserleri tikeldir, dolayısıyla ‘öncülük mutlak-tümel olamaz’ denmesin de, ‘biraz zor olur’ densin. Picasso’nun Guernica’sı Şeker Ahmet Paşa’nın ‘Orman’ı yanında çok klasik kalır. Bu resim, o denli biriciktir ki ressamının bile ikincisi yoktur, hatta ressamı oldukça klasiktir, hatta kimi figürü aksatan (bir natürmortu) beceriksizlikte klasik altıdır. Öncü eser öncü akımdan bağımsız olarak daha ileriye gidebilir, sanatçısını da geçebilir. Bu da ‘tikelin tikeli’ bir durum demek olur.

Öncü sanat kendi totolojisini baştan koyar. Picasso’nun kübizmi mavi dönemini dışlar ama ikincisi birincisinden daha öncüdür. Mavi dönem tekrenklilikle karşıtlıktır, kübizm defigürizasyonla karşıtlıktır ve Klasik Afrika heykelinde mevcuttur, dolayısıyla bir alıntıdır yalnızca, oysa Mondrian tekrengi de öncü kılmıştır. Defigürizasyon tiyatroda şizofrenik, mental regressif yabancılaşma için kullanıldığından dolayı öncü olamaz. Çok sonraları spastiklerin modern dans için sahneye çıkarılmasıyla bu açmaz aşılmıştır, aynı zamanda klasik balenin ‘güzellik takınağı çirkinliği’ de. Karşıtlıklar her zaman sentez yaratmadığı gibi, iki değilleme asıl etmez, bir novum eder ki o epsilon da yalnızca bir kıvılcımdır. Sanatta bir suda bir kez bile yıkanamazsınız. Öncü sanatta akıp giden suya yalnızca bakakalırsınız, Benjamin gibi. Kimi cehennemi tek başına çıplak deriyle hissetmek de öncülüktür, Kafka gibi.

1930’larda klasik marksist estetikçilerin elinde 3 kuşak sanatçı vardı, bizim elimizde de onlardan sonraki 3 kuşak sanatçı var. Onlar da benzeri sonuçları çıkarsayabilirlerdi. Sorun, bizim bizden sonraki 3 kuşak sanatçıyı çıkarsayabilmemiz ki ‘sanatsal gelecekbilim’ buna deniyor.

+

Alıntı: Brecht Benjamin’e Konfiçyus’un bir tragedya, Lenin’in bir roman yazmış olması durumunda ne olacağını soruyor ve iki saptamada bulunuyor: Konfüçyus’un tragedya yazdığını öğrenmek, mesellerinin değerini azaltmaz. Bir romanı Lenin’in yazdığını öğrenmek romanın değerini azaltır.

Çok güzel bir artı-değer düşünce-problematik. Gerçekten böyle midir?

Herşeyden önce, Konfüçyus’un dengi Lao Tzu’nun kendi kitabını yazıp yazmadığı kesin değildir. Yine ikisinin dengi, Aristo’nun düşünceleri başkaları tarafından ama kesinkes onun çizdiği çizgide tamamlanmıştır. Bunlar, ‘Yüce Aklın Erdemi’nin veya ‘Metafizik’in değerini azaltır mı? Kesinkes hayır. Ha tek yazar, ha anonim yazar. Kutsal kitaplar için kimse ‘tek kişi yazdı mı?’ diye soruyor mu?

Başka örnek: Vaclav Havel değerli (öncü ve absürd) bir oyun yazarı sayıldı. Çek cumhurbaşkanı olunca, yazar olarak değeri azaldı mı? İnsan olarak değeri kesin azaldı ama oyunları o öldükten sonra da okunuyor ve oynanıyor değerde kalacak. Hatta o oyunları ondan nefret edenler sahneleyecek.

Çıkış noktasını belirledik. Devam edelim.

Koestler, SSCB aleyhindeki kitabı nedeniyle, Stalin’in emriyle Benjamin’i öldürmüş olabilir. Zaten öldürdü ama bunu birlikte intihar etmek için değil de, cinayet için yaptı diyelim. Bunu zaten biliyoruz. Peki öyleyse, ‘13. Kabile’ değersiz mi olur?

Brecht’in kadınlardan düşünce çaldığını biliyoruz. Eserler değersiz mi oluyor? Onun olmuyor yalnızca, eserleri anonimleşiyor.

Benjamin öldü. Bu onu değerli mi yaptı? Kesinkes hayır. Kafka gibi, ‘libido kifayetsiz’ yaptı yalnızca.

Bir duralım:

Öncülüğün vektör momentleri hakkında, öncü eserler vermiş, öncü biyografili yazarlar bile yanlış düşüncelere sahip olabiliyor, tıpkı deha hakkında dahilerin yanlış düşüncelere sahip olması gibi. Örneğin, Planck’ın dehanın deha olduğunu belirtmeyeceğini belirtip, kendisinin deha olduğunu dolaylı yoldan belirtmesi ve diğer dehaları kıskandığını ortaya koyması gibi.

Buradan dehaların ve öncülerin durumları hakkında bilinçsiz olması gerektiği sonucu çıkmıyor. 20. Yüzyıl, sanatçıların artık neden ve nasıl sanat eylediklerinin de hesabını verdikleri bir dönem oldu. 21. Yüzyıl ise, öncü sanatın kültürolojisini yazmak aracılığıyla, öncü sanatın yolunu açık tutmak bile öncülük olabilecek. Oldu bile.

+

Başka bir kanaldan açılım:

Bilimkurgu zamanı ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ olarak, kayan veri tabanlı bir triyalektikte irdeler. Şimdi hemencecik geçmiş olur. Hayırlar evetlenir, evetler hayırlanır. Uzak yakınlaşır, bugün aya yolculuk bir bilimkurgu romanı konusu değildir. Yakın uzaklaşır, ışık hızından hızlı yolculuk için gerekli denklem ipuçları 1905’te vardı ama denklem yalnızca Einstein’ın inadı yüzünden 2005’te bile hala bilimkurgunun konusu durumunda.

Yanısıra, yazarların biyografilerinin yerzaman koordinatları onları neredeyse birebir belirler. Örneğin Ray Bradbury, ‘Fahrenheit 451’i ancak ve ancak McCarthy döneminde ABD’de yazabildi. Örneğin, İsaac Asimov’un ‘Robot+Vakıf’ 12’lemesinin ilk bölümleri ancak ve ancak 2. Dünya Savaşı öncesinde yazılabilirdi, 40 yıl sonra yazılanlar ona hiç yakışmayacak bir biçimde aşkın metinlerdi, hatta öyle ki kendisi metinlerinin gelecek için öngördüklerini kabullenmekte zorlanacak denli geçmişe ait biriydi.

Gelelim asıl sorularımıza:

Geleneksel olan, avam, bayağı, popüler midir? Yüce olan sınırlı mı kalacaktır? Böyledir veya tersidir diyelim. Peki, geleneksel olan gerçekçi midir, hayalci mi?

İkisemler burada ve şimdi geçersiz. Yüce sanat da, avam, bayağı ve popüler olabilir. Eşit eğilimde hayalci de olabilir, gerçekçi de. (Bizde emekli öğretmenlerin sürekli devlet konserlerine gidişini bir düşünün: O müzikten zevk aldıklarını veya anladıklarını sanıyor musunuz?)

Nereden mi biliyoruz?

Astor Piazzolla’nın kerhane dansı olan tangonun müziğinden aşkın bir müzik dalı yaratabilmesinden... 1977’de İsviçre’de Arkadaş müzik grubunun, 1 Türk ve 5 yabancı cazcıyla icra edilmiş geleneksel türkülerle, caz emprevizasyonunu ve/ya ‘velvele+karabatak’ alaturka sentezini başarabilmesinden ya da bir deyişle tek çalgının ormanın içinde hem orman, hem de hür bir ağaç olabilmesinden ya da ezginin armoni ve ritmle sonsuz kez yeniden yoğrulabilmesinden ama ancak bir veya birkaç novum sonuç bulunabilmesinden... Ravi Shankar’ın Sitar Konçertosu’ndan. Dollar Brand Quartet’in Kuran üzerine daha 1970’lerde cesurca caz yapabilmesinden... Benzerini Talking Heads’in ‘My Life in the Bush of Ghosts’ albümünde ‘Jezebel’ ile becerebilmesinden. Al di Meola’nın ‘İstanbul’unun İstanbul’u ıskalamasından... (Negasyonsuz aşkınlık olmaz.)

Geçelim fütürolojik praksis tasarımlara:

Tüm sanat dallarında kadın sentezi gelebilir. Belki kadın-erkek sentezi de gelir. Sorun, erkek kategorilerinin neredeyse tamamının değillenecek olmasında.

Dansta kadın-erkek mesafeliliğinin, helis dansının mümkünlüğü olabilir.

Fassbinder’in Kafka’ya tecavüz ettiği bir klip-dans (veya dans kısa filmi) olabilir, ‘Karamazov Kardeşler’de püriten Alyoşa’nın votka içip salam yediği plandaki duyguküre ile.

Kızkardeşler Duygu Aykal ile Sevgi Soysal’ın ‘pas de deux’ü olabilir, Aykal erkek ve balet giysisi ile. Sürekli ayakları takılıp düşerlerdi, arada birer birer memeleri de düşerdi.

Ayrallıkların birbirlerine şiddet gösterdiği danslar olabilir.

Müzikte orgdan daha dolu bir seste ezgi-armoni-ritm sentezi olabilir.

Saura’nın tangosunda faşist tango oldu, Trier’ın Europe’undan hareketle neo-AB’nin faşizmi tangosu olabilir.

Yazında bilimkurgu-gelecekbilim sentezi olabilir.

Eğer durağan kültürden / dönemden söz edersek, Mars Üçlemesi’nin birinci cildi (çok yakın tarihli gerçekçi bilimkurgu) olabilir.

Sinemada fizik için doğrusal olmayan zaman tasarımları oldu. Yüzlerce olasılıktan birkaçının filmini yapmak olabilir.

Aristo-Lao Tzu animesi olabilir: Lao Tzu 21’in Güneş Sistemi dışına yolculuğu ve Aristo the Neo’nun oğul Bush’a Yunanistan’ı bombalattırması olabilir.

Oğul Fukasaku’nun TC’de film çekmesi olabilir.

Hitler’in ‘Kavgam’ının klibi olabilir.

Pentagram’ın ‘Mehter Marşı’ kilibi kesinkes olur.

Çıkış : Hermenötik

Hermenötik yorumbilimdir, metinleri birincil anlamkürelerinin dışında da yorumlar. Bu anlamıyla bu metnin tamamı hermenötikti. Herşeyden önce, dünya dillerinin hiçbirinde henüz ‘poliyalektik’ diye bir sözcük yok, internet öyle diyor. ‘Triyalektik’ benim kullandığım anlamıyla olmasa da, internette var ama ‘poliyalektik’ yok. Bir bakıma bu, bilimkurgu romanda ‘siberuzay’ sözcüğünü icat etmek gibi birşey. 1984’te hiçbir dünya dilinde böyle bir sözcük yoktu, 2004’te Türkçe dahil birçok dilde ve sözlükte var, 1994’te yaratılan internet de bir siberuzay. Keza, bildiğim kadarıyla ‘post-post modern’ yeni yeni kullanılıyor ama ‘post-3-modern’ veya diğer bir deyişle ‘post-post-post modern’ de yok. Bu durumda eylediğim, sürekli devrim gibi eleştirel bir sürekli öncülük oluyor ki bu tam anlamıyla kişisel bir yorumdur, çünkü eylemimin ikinci bir kişi referansı henüz yok.

Gerisi pek eleştirel öncülük sayılmaz. Gerçek değişse de, gerçeği tanımlama çabası gerçekçi, dolayısıyla çokça geleneksel kalıyor. Gerçeği anlatmanın ve/ya yeni bir gerçek yaratmanın yeni bir yolunu bulmak kolay değil. Yani: Gerçekçiyim; hem bireyci gerçekçi, hem de toplumsal gerçekçi; hem zihinsel gerçekçi, hem de kültürel gerçekçi; hem fizik gerçekçi, hem de metafizik gerçekçi (sanırım henüz var olmayan 3 kavram daha kullandım). Yeni diller arayışı nedeniyle, örneğin delilerin metinleri özel antolojilerde toplanıyor ki bir deli dili sözlüğü derlensin ve bu akıllıların dilini geliştirsin. Benim aşkın-yorumbilimsel olarak yaptığım, gelecekbilimi tam bilim kılmak için bilimkurgunun olanaklarından yararlanmak ve bunu bilimkurgunun var olduğu yazın ve sinema dışındaki diğer sanat dallarına ötedillemek, araç olarak da dil alaşımlama tekniklerinden yararlanmak.

Biyografi tarihçe içiçeliği nedeniyle, öznel-nesnel eleştiri de içiçedir. Köksüz bir gerçekçi olarak, hiçbir ideolojinin tutsağı olmaksızın ama onların uslamlama araçlarını kullanarak, duygularımla düşüncelerimi eleştiri aracılığıyla bireşimleyebilirim. Okur, duvarı geleceğe doğru geçeceği merdiven-metinlerimi sırtında taşımak zorunda değildir.

Uzun oldu. Gerisi bir başka bahara.

Çarşamba, Eylül 12, 2012

Mangalda Büyükelçi


ABD Libya büyükelçisi barbekü yapılarak öldürüldü.


E, senin rahibin Kuran yakarsa, senin büyükelçini de mangalda közleme yaparlar tabii ki...

Günlerden (1973  ve 2001) 11 Eylül mü desem, (1980) 12 Eylül mü?

En hoş açıklama da misis Cilinton Abla’dan gelmiş gelmiş:

“Özgürleştirdiğimiz bir ülkede bu nasıl olabilir?”


Özgürleştir beni Hillary Apla... Derimle İncil’ini kapla... 10 milyon sivilimi bombala Behçet pompala...

Şaka bir yana:

Müslümanlar’ın petrolünü aldıktan sonra, geriye bir şey kalacakmış gibi, bir de üstünü Orta Çağ’a geri postalarsan, onlar da senin büyükelçini öte yana postalarlar...

Amaç ne?

Eskiden savaşın maddi veya manevi bir amacı olurdu. Bu, tarihin en acımasız fatihi Cengiz Han için de böyleydi. Barış zamanı, durup dururken kimse katliam yapmazdı...

ABD tekkutuplu bile değil, artık kutupsuz, yönsüz bir sürekli-savaş eğilimi içinde; bütün son aşamasındaki büyük devletler gibi...

Perşembe, Eylül 06, 2012

Savaş Sektörü


Malumunuz 2011 yılı, 1945’ten bu yana en savaşlı yıl sayılmıştı.


Tabii, bir yerde kan akıyorsa, o işten kimin çıkarı var, diye bakmak gerekir, polisiye roman hesabı.

Hesaplar ortaya çıktı:

“Arap Baharı sonrasında Ortadoğu'daki çatışma en çok ABD'ye yaradı. ABD'nin 2011 yılındaki silah satışı bir önceki yıla göre üçe katlandı. ABD'nin en iyi müşterileri ise, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman oldu.

ABD Kongresi tarafından hazırlanan bir rapora göre, ABD 2011 yılında silah satışını bir önceki yıla göre üçe katladı. 2011 yılında dünya genelinde 85,3 milyar değerinde silah alımı gerçekleşti. ABD'nin bundaki payı ise tam 66,3 milyar dolar.”


Yani, dörtte üçü.

1992’den bu yana, ABD’nin evdeki hesabının çarşıya uymayan biçimi olmak üzere, silah satışları azalıyordu, çünkü Soğuk Savaş bitince, eski SSCB’nin neden olduğu savaşlar da azalmıştı ki bu da savaşların % 40 gibi azalması demekti.

Dünya’da savunma sektörünün yıllık harcamaları 1,1 trilyon dolar civarında.


Dikkat edilirse, silah satışları bunun % 10’undan aşağıda ediyor. Bu önemli bir ayrıntı.

Burada önemli 2 nokta var:

Bir: 100 milyar dolarlık silah satılsa da, ABD’nin açığı 10 trilyon doların üzerinde, yani silah satışının 100 katının üzerinde.

İki: O silahların sivil ekonomiye verdiği zarar ise, kuramsal olarak sonsuz durumda. Arap-İslam ülkeleri daha petrol bitmeden, daha içine katılmaya fırsat bulamadıkları tarihin dibine şimdiden feci biçimde gömülmüş oldu.Artı, yıkılanları yapmak yine ABD’li şirketlere kalıyor.

Burada, ‘azalan girdiler yasası’ da işlemiş oluyor.

ABD’nin giderek daha dibe batması de kesinleşmiş oluyor.

AB ülkeleri rahatça enerji üretimlerini nükleer enerjiye kaydırabilirler tümüyle.

ABD gerçekte birtek Çin’i zarar vermiş oluyor. O da, Çin-Japon Denizi’nde, Rusya’nın Sibirya’da ürettiği türden bir yeni çözüm / çıkış yolu yaratacak gibi.

Dünya ekonomisi böylelikle budanmış oluyor, yani bizim belediyelerin usülünce ortadan katledilmemiş oluyor. Budanan bitkiler daha uzun yaşar. Böyelikle olan yalnızca ABD’ye olmuş oluyor, onun onca yıkımına karşın...

Güle güle ABD: Tarih seni kubur olarak anımsayacak.

Pazar, Eylül 02, 2012

Negatif ve Tersine Negasyon


Bir gelecekbilimcinin en büyük paranoyası, kestirimlerinin tümüyle gerçekleşmesidir. Böyle bir durum gerçekleştiğinde, nerede hata yaptığını düşünür. Bu, tersine-negatif diyalektik gibi, tersine-negatif negasyondur.

Negasyondur, çünkü bir potansiyel asla tam olarak aktuele dönüşmez. Potansiyel, aslında bir gelecekbilim denklemidir, aktuel ise gerçekleşmiş bir olgudur.

Tersinedir, çünkü gerçekleşebilir ama biri genelde gerçekleşebilir ama potansiyellerin / denklemlerin bir diğeri terslik edip aktuel olarak, diğerlerini gerçekleşme açısından negasyona uğratır ki aslında gerçekleşmeyenler, aslında tam olarak negasyonlanmaz / imkansızlanmaz, çünkü gerçekleşmemiş bir potansiyel, kültürde çoğunluk saklı olarak sürer ve gelecekte oluşacak diğer bazı aktuelleri, kendi gerçekleşmeden sonuçsaması / etkilemesi mümkündür.

Negatiftir, çünkü Adorno’nun tersine negatifinde olduğu gibi, birbirine antitez durumundaki / olan tezler /denklemler bile birbirini sonuçsayabilir ve tez ve antitez birbirine yaklaşarak, karşılaşarak, çatışarak, sentezlenerek bunu yaratmak yerine, tez ve antitez olarak kalarak etkileşirlerse, daha (o andaki koyulu ölçetlere göre) uygun / işlevsel aktueller / olgular yaratabilirler.

(1 Eylül 2012)