Çarşamba, Haziran 28, 2017

Bir Terör Novumu: Venezuela'da Yüksek Mahkeme Binasına Bir Polis Helikopterinden En Az 4 El Bombası Atıldı

Novum, yeni ve farklı bir şey demektir.
Terörün medya geştaltı, herhangi bir terör olayının etkisinin önceden hiç görülmemiş olmasıyla artacağını belirtir.
Strateji açısından ise, öngörülebilirlik ve önlenebilirlik önemlidir. Bu saldırı, öngörülse de, önlenmesi çok zor bir terör eylemidir: 11 Eylül’ün sivil uçakları gibi.
Gelelim habere:
“Venezuela'da bir güvenlik görevlisi, ele geçirdiği helikopter ile Yüksek Mahkeme binasına saldırı düzenledi. Cumhurbaşkanı Nicolas Maduro, olayı terör saldırısı olarak nitelendirdi. Olayın ardından, adının Oscar Perez olduğunu belirten bir kişi, Instagram'dan açıklama yaparak saldırıyı üstlendi. Can kaybı olup olmadığına ilişkin henüz resmi bir açıklama yapılmadı...”
Öncelikle şunu belirtelim:
İçinde bulunduğumuz tarihsel çöküş döneminde ve Yeni orta Çağ’da, terör-karşı terör ve seri teröristlik – seri katillik ayrımları bulanıklaştı ve muğlaklaştı: Hasan Sabbah durumu yani.
Epeyi eski terörist oluşum, devlet olmaya yol aldı ve alıyor: Başta İsrail, sonda Filistin.
Bu işin ilk örneği sayılabilecek olan 1966’daki ve ABD’deki üniversite kulesi saldırısı, 1,5 saatta 15 ölü ve 36 yaralı, pekala terör de sayılabilir, seri cinayet de.
Proto-İsrailliler’in terör olayı, 1945 tarihli olduğu için, bu yeni durum, giderek yoğunlaşmak üzere 1945 ertesiki dönem sayıyoruz ama post-1-n ayrımlarını yapmıyoruz.
Bu süre; 1968 dönemi, kentleşme dönemi, 3. Dünya’nın bağımsızlaşma dönemi, koloniyalizmin iniş dönemi olmak üzere birçok ortak öğe-dönemin birleşimi demek.
Medya geştaltı ise, 1960’lardan başlayarak kullanılan ve 2. Sanayileşme’nin propaganda ve dezenformasyon ideolojisine uygun bir çizgide seyretti.
Dolayısıyla bizce bu süreçler toplamı, devletlilik-devletsizlik ayrımı, eylem-kuram ayırtsızlığı, eylemlilik-eylemsizlik ayırtsızlığı gibi, inişe geçmiş burjuva ideolojisinin birçok ‘son bakışta aşk’ının imgeleri olmakta.
Evet, diğer bir deyişle:
Terör, parlaktır, faşizm gibi. Terör, toplumsaldır, anarşizm ve marksizm gibi. Terör, proto-devlettir, devlet gibi.
Ancak, epeyi süredir yanılmış devletlerin yanılmamış devletlerden çok olduğu bir dönemde terör, ister devlet kurmak istesin, ister yalnızca hakkını arıyor gibi olsun, boşta kalmaktadır.
İşte bu olay bizce bu bağlamda, yönü haklı olsa da, sonucu ayırtsız olan bir eylemdir: Siviller hep boşa ölürler.
Ancak, canlı bombanın Sri Lanka Tamilleri’nce icat edilip, Araplar’ca kendilerine mal edilmesi gibi, başkalarınca kendilerine mal edilecektir.
Sonuçta sivil helikopteri, tam teşkilatlı bir askeri helikopter olarak düşünün. Su depolarının, trafoların, yakıt tanklarının yok edildiğini düşünün:
Sonuçta bu, 10 milyonluk bir kentin pek pek 10 dakikada sıfırlanması demektir.
İşte bu nedenle bu olay, teorikte değil ama pratikte bir terör novumudur bizce.

(27 Haziran 2017)

Orta Asya'nın Talan Ekonomisi

‘Dünya Sistemi’ başlıklı, derleme makaleler kitabında, MÖ 300 – MS 1500 için, Anadolu çevresinin ekonomisi 800, Çin’in ekonomisi 1.000, Orta Asya ekonomisi ise 60 birimlik olarak gösterilir.
60, 1.800’ün 30’da biridir. Bunun tamamı, talan ekonomisidir, çünkü Orta Asya hiçbir şey üretmez ve ihraç etmez, ithali de bu talandır.
İpek Yolu ekonomisinin yarısının deniz, yarısının kara yoluyla olduğunu düşünürsek, bu oran 15’te bire düşer. % 18 KDV yerine, % 7 talan vergisi ya da Deli Dumrul vergisi: İroni ama gerçek.
Bu talan ekonomisini, diğer ekonomik büyüklüklerle karşılaştırırsak, Avrupa 100, Anadolu-Çin ticaretinin hacmi 65 olarak verilir.
Yani Orta Asya, talanla 125’in 60’ını alıyormuş. O kadar çok yani. Ve bu ticaret 1.300 yıl sürdürülmüş, o talanla bile hala karlıymış yani.
Biz Türkler, MS 550-1600 arasında bu talanda ve haraçta önemli yer tutmuşuz. Kurduğumuz tüm devletler, hemen hemen hep İpek Yolu üzerinde olagelmiş. Yiyip yiyip kuruttukça, batıya gelmişiz yani. Fatih, Karamanlılar’ın Anadolu’nun buğdayını kuruttuğunu, o nedenle Avrupa’ya gittiğini açıkça beyan etmiş. Durumumuz, ‘Ateş Peşinde’ filmindeki gibi, aslandan kaçıp ağaca tırmanıp, ağacın tüm yapraklarını yiyerek, ağacı kurutan ön-insanların öyküsü ile aynı.
Benzerlerimiz de çok: Eski Yunanlılar, Güney Yunanistan’ı, Sümerliler Aşağı Mezopotamya’yı bitirmiş.
Beterin de beteri var ama:
Moğollar, 1200-1300 arasında, on milyonlarca kişiyi öldürmüşler aynı rotada. Tarihin en büyük devletini de kurmuşlar ama çok kısa sürede de bölünmüşler.
Konsensus tarih bilgimiz, yazılı kayıtlar üzerinden, şimdiye kadar MÖ 200’e kadar indi. O sıralarda Avrupa ise, yeni kentleşmeye geçiyordu ve talanlanacak denli palazlanmamıştı. Dolayısıyla biz ek bilgi olarak, o dönemlerde doğudan batıya doğru değil, batıdan doğuya doğru, bildiğimiz Nordikler’in taa Orta Asya’ya yönelik istilalarını imleyelim. Böylelikle, nasıl olup da taa MS 1 zamanında Ön Asya’da sarışın ve mavi gözlü devlerin olduğu anlaşılacak. Ancak o zamanlar o kadar kuzeydekiler, ne güneyle muhataptı, ne de yazıya sahipti: Ancak, bu sürece ilişkin arkeolojik kalıntı (taş, kemik, vd) bulunabilir yani. Olsun, paleogenetik tarihi yeniden yazıyor artık.
Nordik-kutup ve Orta Asyalı-step ilintisi, coğrafyayı bir kez daha tarih yorumuna katacak gibi. Bu durum, Eskimolar’ın taa gerçek kutba kadar iglolu çıkışından farklı bir izlekte.
Orta Asyalılar’ın atlılığı, Nordikler’in karada gemililiği, ilginç anekdotlar bizce.
Çıkış:
Tarihin üçte biri kadar süre boyunca, Dünya ekonomisini alan olarak belki yarısında geçerli olan bir ekonomi tarzını kısaca imlemeye çabaladık.
Sonuçta, zorunluluktan başlayan bir davranışın alışkanlık durumuna geçişi, yani bunun davranışın töreleşmesi durumu olduğunu düşünüyoruz.
Bu süreçte de, Orta Asya talan ekonomisinin kültürolojisinin, talan ettikleri kentliler gibi olmayı seçip, yerleşikleşenler ve bunu yadsıyanlar gibi bir tarihsel-kültürel yol çatallanması yaşadığı kanısındayız. İlk Türkler, bunu ‘çinlileşmek’ olarak adlandırmışlar ve ilk iç savaş da, devlet kurup kurmamak üzerine çıkmış.
Bu arada tarihte ünlü olan Türkler’in de, Moğollar’ın da, başlarda yalnızca birkaç 100 veya 1.000 kişilik kabileler olduğunu unutmayalım. Sonradan Türk veya Moğol adını alanların tamamına yakını, onlar gibi olmaya özenen diğer kabilelerdir ve zamanında kendi ayrı adları vardı.
Diğer bir deyişle:
Bugün kendini Türk sayan epeyi halk, aslında İran kökenli halklardır ve Orta Asya ile ilintileri yoktur.

(28 Haziran 2017)

Çin-Hindistan Savaşı Olasılığı

… 3. Dünya Savaşçıkları’nı 3. Dünya Savaşı yapar ve Trump artı Putin’in hayallerinin ötesine geçer. Ortadoğu, kenar paspası olur konu önemi olarak.
Öncelikle, Tibet konusu hariç, herhangi bir makro Çin-Hindistan savaşının tarihte yer almadığını (arada Himalayalar var çünkü), ancak Çin-Hindistan sınır anlaşmazlıkları nedeniyle, aralarında bir barış anlaşması olmadığını belirtelim. Eskiden beridir tepişiyorlar yani: Hindistan 1946, Çin 1949 momentli devletler.
Sonra haber alıntısı:
“Çin-Hindistan sınırında yer alan Hindistan’a bağlı Sikkim eyaletinde, önceki haftalarda Çinli ve Hindistanlı birliklerin karşı karşıya gelmesinin ardından gerilimi artıran yeni bir gelişme daha yaşandı. Çin, Hindistan'ı Sikkim ve Tibet bölgeleri arasında sınır ihlali yapmakla suçluyor.”
Bu konuda gerçekten herhangi bir şey olursa, insan türünü şu anki koşullarda hiçbirşey kurtaramaz.
Her ikisinin de her tür nükleer bombası var: Dünya’yı 10 tur düzleyecek kadar.
Dünya’nın en kalabalık ülkesi 2’si ve komşular: Kabusun kabusu. ABD-SSCB bile böyle değildi.
Şu anda ne Trump-ABD, ne de Putin-Rusya, böyle bir şeye onay veya izin veremez. Ortaya çıkabilecek durumu da, denetleyemezler, yönetemezler, hakkında herhangi bir şey bile yapamazlar.
Tarihten biliyoruz ki bir şey başladı mı sürer. En son çatışma 1967’de imiş, 50 yıl geçmiş, 2017’de saldır, nedense. Bizce bu, usul usul sürecek yani.
Tek açıklama, Çin’in Hindistan’ı gözüne kestirmiş olması. Sonuçta Çin, global hegemon olmak arzusunda.
Ara şerh: Tarihte Çin, birden çok kez tümüyle birleşmiş olsa da, Çin’in emperyal anlayışının Hazar Denizi’nin doğu kıyısını geçmediğini, bunun da 1995 Türkiye’ye verilen bir bilgi notası ile yakın zamanlarda da onaylanmış olduğunu kayıt düşelim buraya. Dolayısıyla bu durum, tarihte bir ilk.
Hindistan, ABD’nin müttefiği ama Çin de, 1971-2015 gibi öyleydi ve ABD, müttefiklerine çok kolay ihanet eder.
ABD’nin planı, Çin-Japonya kapışmasıydı. Olay bu yöne döner, bir de diğer 2’si anlaşırsa, ABD ve Rusya, uzaya yerleşebilir. Japonya tek başına Pasifik bölgesinin tozunu attırmıştı, 2’si canına okur, kalıcı olarak hem de.
Bir gelecekbilimci olarak bu şık, hiç hesaplamadığım bir şeydi. Acilen üzerinde çalışmam gerekli.
Dipnot 1:
Ancak, eşek şakası bir olasılık ve/ya tarihsel sürpriz bir çıkış bekliyordum, Brezilya’nın herhangi bir diğer Latin Amerika ülkesini işgali gibi ki bu olasılık üçüncül önemde olarak hala mevcut ki bu da ABD’nin üzerinde hiç çalışmadığı olasılıklardan biri.
Diğer bir deyişle, matematik model olarak katastrof teorisinin devreye girdiği tarihsel dönemlerde, bu türden çok-çok hızlı değişimler, sürpriz olaylar / olgular ve onlardan geri dönüşler yaşanır.
Dipnot 2:
Ekşi Sözlük ergenlerinin konuya nasıl baktığına ilişkin bir örnek:
“Aliexpress'i çok sevmemden mütevellit, Çin'i tuttuğum olay, diyecektim ama Amir Khan'ın filmlerini de sevdiğim aklıma geldiği için, kimi tutacağıma karar veremediğim olay.”
İşte bu nedenle Türkiye, bir 25 yıl daha kendine gelemeyecek.

(27 Haziran 2017)

Google'a 2,4 Milyar Avroluk Ceza

Bir haber:
“Avrupa Komisyonu (AK) Google'a, arama motoru pazarındaki hakim konumunu kötüye kullandığı gerekçesiyle 2.4 milyar Euro'yu aşan para cezası verdi. Karara göre şirket, alışveriş konusundaki aramaları manipule ederek küçük rakiplerini saf dışı bırakıyor.”
Cezanın yaptırım gücünü bilmiyoruz ama bu karar, tüm AB ülkelerini bağlayan bir karar, onu biliyoruz.
Dolayısıyla, bu kararın ardından bir pazarlık evresinin geleceğini, cezanın yarısıyla dörtte üçü arası bir orada sulh olacaklarını düşünüyoruz.
Biz de Google’ı çok eleştirdik. Bizim asıl eleştirimiz, Google’ın semantik aramayı ‘yemez, yedirmez’ noktasına getirmesi.
Burada teknolojik ana hata, İndo-Avrupa diller arasındaki çevirinin çok iyi işlemesi. Bunun için, büyük olasılık daha önceki işleri örnek aldılar.
Bunun üzerine, semantik aramayı 1 yılda becerilebilecek bir iş sandılar. Üstelik, yanlış doğrultuda yola çıktılar, yakın anlamlı sözcük sıralamasın bile yanlış kullandılar: Bunu, site tarafından sorulan ‘şunu mu kastettiniz?’ sorularından anladık.
Google, bu konuda kendisini geçebilecekleri şu ya bu biçimde eledi. Şu an, ne Google, ne de başka bir şirket semantik aramayla uğraşmıyor.
Google’ın bir de, teknolojik gereksizlik / çöp olan, bilgisayar kol saatı gibi takıntıları var. Onu da diğer şirketler, onu sollayıp geçerek, onun elinden aldılar.
Hegemon devletler gibi, hegemon-tekel ÇÜŞ de aynı hatayı yapıyor: Hep üstün-hakim kalacaklarını sanıyorlar. Bizim bakış açımızdan ise Google, en az 5 yıldır teknoloji öncüsü bir şirket değil artık. Bunu da Google-Android yaptı: Para kazandılar ama şirketin geleceğini ve potansiyelini sildiler.
Benzeri bir işi, Youtube’a da yaparlarsa, Blogspot gibi bedava olan Google hizmetleri paralıya döner. Yahoo da öyle battıydı zaten.
Ne mi yapılabilir?
Uzman Wikipedia türü siteler.
Haber olayını, gerçekten haberciliğe dönüştürmek ve bunun için de, onyıllarca gazetecilik yapmışlardan destek almak.
Amazon’un alışverişi olmaz, İnstagram’ın fotoları olmaz, en büyüklerin e-postası olmaz.
Sonuç:
Yeni bir şey icat etmeleri gerekli: 5 yıldır, geleceği olan hiçbir ürün yaratamadı hiçbiri…
(27 Haziran 2017)

Anarko-Marjinaller

Bu terim, aklıma yeni geldi. Toplumbilimsel terim olan deviant / ayral sözcüğü yerine, marjinal / sınırı geçmiş kavramını yeğliyorum.
Anarşistler, tüm tarihleri gözönüne alındığında, özgürlükçü bireysellik x toplumsallık ve devletlilik x devletsizlik kriterlerinde seyredegelmişler.
Toplumcu anarşist çizgide, anarko-komünistler (Makhno 1920 Ukrayna), anarko-sendikalistler (birçok kişi, ülke ve zaman) var.
Proudhon 1940 Fransa, Stirner 1844 Almanya, Bellegarrigue 1850 ABD-Fransa momentleri; hem marksizme karşı, hem de bireysel x toplumsal çizgide başabaş gidiş imliyor bize. Hepsi de, 19. Yüzyıl momentli.
Makhno 1920 Ukrayna, 20. Yüzyıl momentli.
Anarko-marjinaller ise, tümüyle 21. Yüzyıl momentli.
Gelecek devrimi marjinallerin veya delilerin yapacağı, daha önce de söylendi. Çünkü akıllıların kurduğu Dünya, berbat durumda, hatta tür yok olmak üzere, bunu reddeden yok.
Ancak koşullara baktığımızda bugünkü marjinaller; deliler, keşler, alkolikler, depresyondakiler, işsizler, evsizler olmakta. Bunlarsa, şu ya da bu kriter (daha çok da verimli mücadele) açısından defolu durumdalar ama proleterya da defoludur.
Daha önceki abdalların veya aşıkların çizgisindeki hobolar veya demiryolu serserileri de var: Ayrılanlar, çözülenler, kopanlar, gidenler, kendini vakumlayanlar yani.
İşte anarko-marjinaller, bunların bir paçalı oldu gibi.
Bu arada marjinaller; keş % 5, alkolik % 5, depresyondaki / deli % 5 ile, zaten % 15 gibi yüksek bir yüzdeye vardılar ama dediğimiz gibi, mücadele güçleri ve dirençleri düşük onların.
İşsizler ise, % 15’i epeyidir geçtiler ama parasız olarak, onlar yukarıdakilerden de defolu konumdalar, özgüvenleri 0, hatta eksi durumda.
Sorun şu aslında:
Şunu ve bunu eklediğimizde, toplumun % 50’sinden çoğu marj ötesinde ve devletlerin % 50’sinden fazlası yanılmış devlet durumunda. Bu durum ise, klasik ana akım söylemin düzleminin dışında yer alıyor.
Bir anarşist olarak şunu gözlemem ve saptamam ironik yani:
21. Yüzyıl, düzenin baskısından çok, kaosun darmadağınlığının basıncı demek oldu bile.
Bir anarşistin fiili devletsizlik içinde, kimseye dokunmadan, ilk 7 öncelik sırası kendinde olarak, gece gibi süzülüp geçmesinden başka çare yok ve artı, o bile işe yaramayabilir, her an burnunun dibinde serseri bir mayın patlayabilir  ya da yüzme bilmeyen biri yüzme bilen marjinali boğabilir çünkü.
Dolayısıyla bu pratik koşullarda biz, pratik-anarko-marjinalizm-N aşamasını savunuyor konumdayız.
Dipnot:
Dünya’nın % 10-15’i olan 1. Dünya’daki % 15 gibi (globalce % 1-2, hatta en yüksekte % 4) olan 3. ve 4. Dünyalı neo-göçmenlerin, 2050’den önce devrimci bilinçli bir mücadele sınıfı durumuna gelip, anarko-marjinal kategoriye dahil olabilecekleri kanısında değiliz: Çünkü 1960-2010 göçmenleri, Alamancılar dahil, çook lümpen idiler: Bırak mücadeleyi, bırak entegrasyonu, işbirliğinin hasını sergilediler. AKP’lilerin önce mazlum, sonra zalim olma dejenerasyonu onlarda da aynen mevcut.

(27 Haziran 2017)

Mahkeme Katliamdan Hollandalı Askerleri Dolaylıca Sorumlu Tuttu

Bir haber:
“Hollanda Temyiz Mahkemesi, Srebrenitsa katliamıyla ilgili aldığı kararda, Hollanda’nın katliamdan kısmen sorumlu olduğuna hükmetti. Kararda, Hollandalı askerlerin cinayetlerden tamamen sorumlu olmadığının da altı çizildi.
Mahkeme, Hollanda’nın 300 Boşnak için tazminatın yüzde 30’unu karşılaması gerektiği yönünde karar verdi. Tazminat davası ise, ileri  bir tarihte gerçekleştirilecek.”
Konuyla ilgili bir belgeseli de zamanında izlemiştim. Belgeselde de, Hollandalı askerlerin sorumluluğu açıkça görülüyordu.
Ancak, kesin olmayan şu:
Onay mı, edilgin korku mu idi bu?
Ancak, kesin olan şu:
Hollandalı askerler oraya Boşnaklar’ı korumak için gönderildiler ve korumadılar.
Bir de, Sırplar için vermekten kaçınılan karar:
Bir halk da veya belli bir demografisi de, insan hakları veya savaş suçu ile mahkum edilebilirler. Bu karar, % 30 Hollanda diyor ama % 70 de Sırbistan diyor.
Tabii sonuncusu, tarihteki halkları yarısından çoğunun mahkumiyeti demek olur.
Az hamile gibi, az demokrasi de olmuyor.
Oy hakkı varsa, eylem sorumluğu da vardır.
Başka bir gerçek de var:
Hollandalı askerler, savaşmayı bilmiyorlardı. Uzun süreli veya kalıcı barışın insanları buraya getirmesi mümkün:
İkinci dalga savaşçı Polinezya göçmenleri, birinci dalga barışçı Polinezya göçmenlerini pişirip yemişlerdi.
Kafka’esk soru:
Barış ve/ya savaş, bir seçim midir?
Veya:
Barış anlayışı, savaş anlayışından daha acımasız sonuçlara neden olamaz mı?
Bence bu vaka, bu konuda örnek oluşturdu.
(27 Haziran 2017)

Başka Bir Dünya Mümkün mü?

Benim de dahil olduğum, bir huzurevi kaçkını moruklar vatsap grubu var. Orada böyle geyikler dönüyor: Yanıtının onları ilgilendirmediği ve etkilemediği sorular sorup duruyorlar.
Olsun, biz soruyu ciddiye alalım ve yeniden soralım:
Başka bir Dünya mümkün mü?
Bunun için öncelikle, varolan Dünya’nın iyi tanımlanması ve nerelerinin değiştirilmesinin istendiği tanımlanması gerekir.
Bildiğimiz gözlemsel tarihsel bir durum var ortada:
Dünya’yı değiştirmek isteyen sol cenah onu yerine mıhlarken, onun değişmesini istemeyen muhafazakar cenah onu çook  değiştirdi.
Bu durum, biraz da şundan oldu:
Toplumun boy ortalaması 1.755 iken, o toplumda bir tek 1.755 boylu birey olmayabilir. Dolayısıyla, herkes durumun değişmesini isteyebilir.
1.75 boylu iken, 1.80 boylu toplum isteyenler var, 1.70 boylu toplum isteyenler var.
Buğday tenli iken, esmer veya süt beyazı tenli toplum isteyen de olabilir.
Yani bunlar, değişimin nicel ve nitel yönleri.
Bu, önceden tanımlanmadı yani. Bu da, Dünya’nın istenilen doğrultuda değişmesine engel oldu yani: İnsanların dedikleriyle yaptıkları birbirini tutmadı yani.
Şu anda değişmesi istenen Dünya, 1980-2017 arasıki neo-globalist neo-liberal kültürel mod Dünya’sı. Sanıldığının tersine globalleşme, % 50’yi ancak buldu veya bulamadı: Banka hesabı veya internet erişimi olarak.
Ancak bu Dünya’nın tüketici sapıklığı, 2008 krizi ile duraladı, 2015 gibi istop etti. Ancak ondan sonra, o güne dek deliler gibi tüketen bazı bireyler, çıkış yolu aramaya başladı.
Şimdi, bu Dünya’nın nasıl Dünya’lar olmasını kimler istiyor ona bakalım:
ABD, tek hegemon olmak istiyor. Bunu 1945’ten beridir beceremedi ama bundan hala vazgeçemedi.
AB, birleşmek isterken parçalanmaya başladı. AB düşünün geçersizliğini görmezden geliyor.
Den den. Yani hegemonlar, eski alışkanlıklarına devam ediyorlar.
O zaman bakalım hegemon olmayanlara:
Yeni çıkış olarak, Seattle’dan bu yana aktivistler, % 99’cular, ‘Wall Street’i İşgal Et’çiler var. Bunlar devrimci değil, reformist sayılabilirler ama.
Bunların kriterleri de açıkseçik değil:
Koy ortaya hangi siyasi sistem, hangi % 10’luk dilim GSYİH’nın ne kadarını alsın, kimler kimlerle savaşsın ve savaşmasın?
Buna bir de geçmişe ve geleceğe doğru projeksiyon ekle. İstatistik tamam olsun.
Bu azınlıksever slaktivistler, eğer ülkelerindeki azınlık oranı % 25’i ve başkentlerindeki azınlık oranı % 50’yi geçerse, ülkelerini kendi elleriyle işgal ettirmiş olacaklarına aymak durumunda. Bunun karşıtı ve/ya koşutu da, Le Pen olmak değil tabii ki.
Biz yeni bir Dünya olarak, Homo Sapiens ardılı tür olarak Homo Posterus tasarımını koyuyoruz ortaya. 1945’ten beridir sürdürülen 2. Sanayileşme, bunu çoktan mümkün kıldı zaten. Bu, artık zaman ve evrim sorunu yalnızca.
Biz bunun kendiliğinden olup bitmesini beklemektense, kendimize yeterli bir hacim ve zaman talep ediyoruz ve zorla da olsa, alıyoruz da. Yani, Homo Sapiens’n mirasından pay talep ediyoruz, yanlış örnek olan (ilk uzay devleti) Asgardia gibi.
Bunun verilmeyeceğini de biliyoruz, verilenlerin de yanlışlıkla verildiğini ve geri talep edileceğini biliyoruz. Dolayısıyla, Uzay ve Dünya devletleri savaşı gelecekte kaçınılmazdır, onu da biliyoruz. Bilimkurgu romanı yazarları da bunu biliyorlardı.
Biz aynı zamanda, bu dünya üzerindeki tüm insan türünün, varolan insansal sorunlarda ve açmazlarda ortak sorumluluk taşıdığı savındayız. Ve dolayısıyla da, bunu ödemek tüm insan türüne düşüyor, bir önceki moment olan reel sosyalistlere de, kapitalistlere de.
Yeni cihad-Haçlı seferi ikileminin yapay olduğunu düşünüyoruz. 1.350-1.400 yıldır sürdüğü ve bir çözüm yaratılamadığı için, herhangi bir çözüm arayışının olmadığı savındayız da. Yeryüzü’nde yeni atom bombaları patlatabilecekler ama göründüğü kadarıyla, türü bitiremeyecekler.
Bu durumda biz, herkesin kendi yoluna gitmesi savındayız:
Eğer Spartacus, halk oylaması yapıp, kendi taifesiyle İsviçre’ye gitseydi, farklı bir tarih yazılacaktı, onu biliyoruz. Eğer Hannibal Roma’yı yıksaydı, farklı bir tarih yazılacaktı, onu biliyoruz. Attila, Roma’yı bitirdi ve farklı bir tarih yazıldı, onu biliyoruz.
Dolayısıyla biz Homo Posterus’çular, Spartacus’u veya Hannibal’i veya değil, Attila’yı seviyoruz: Bitmez denilen bir hegemonyayı bitirmiş biri olarak.
Anarşist olarak, Yeryüzü’nden devletin kalkmasını ummuyoruz. Ateist olarak, Yeryüzü’nden Tanrı’nın kalkmasını ummuyoruz. O nedenle biz, uzaya ve Evren’e gidiyoruz ve tao’muzu eksodusluyoruz.
Bizim farklı bir Dünya’mız bu.
Herkes farklı Dünya’sını kendi tasarlasın ve kendi kursun yani.

(27 Haziran 2017)

Lost, Preacher, Amerikan Tanrıları

3’ü de Tanrı ile ilgili diziler.
Lost 2001 tarihli, yani 11 Eylül 2001 ile ilgili: Miladı o.
Dolayısıyla bu 3’ü, Yankiler’in neo-con’larınınkine karşılık olarak, popüler kültürün Tanrı yansıması.
Lost’ta araf var.
Preacher’da cehennemden kaçırılan bir şeytan, Tanrı’yı öldürüp, yerine geçiyor.
AT’nda eski ve yeni Tanrı’lar savaşıyor.
Eski ve yeni Tanrı’lar:
Dünyevi ve uhrevi sırasıyla olması gerekirken, tam tersine, uhrevi ve dünyevi.
Para ve Allah.
Telkin ve progadanda.
Doğal ve yapay.
Ve.
İkisi de, sahte-yalan enformasyonumsu.
Buraya kadarki manevi konu içeriği, çok-çok yapay ve sığ. 3’ünde de. Preacher avantajlı, çünkü bu sığlığın ironisi üzerine grotesk takılıyor ve konuyu dinin sığlığı üzerine deviriyor.
Lost, kel alaka boşta kaldı. Çünkü dizi başlarken, konunun buralara çekilme niyeti olmadığı, sonunda ‘bari böyle sallayalım, nasıl olsa seyirci yutar’ dendiği apaçık ortada. Yani, bilimle başlayıp, Tanrı’yla bitirme geyiği var ortada.
Buradaki ortak yön, David Lynch’in 1950’ler imajında takılıp kalması gibi, bunların da 1930’lar dini zihniyetinde takılıp kalması, bildiğimiz püriten-ötesi zulümcü dinselci bunlar. Günümüz şiddetinin kanı gelip ortalığı temizlemese, soyut / teorik argümanları, acaip absürd ve grotesk aslında: 3’ünün de.
İnsanlar, bunu eski-hegemon Dünya’ları yıkılırken yaparlar, yaptılar ve yapıyorlar. Yapacaklar mı?, onu bilemeyiz.
Burada yıkılan ise, eski-hegemon-Yanki-Dünya’sı.
Popüler kültür, bunu en başından beridir apaçık olarak resmediyor. Kıyametli ve ‘alien’ istilalı filmlerden çok daha iyi resmediyor.
Ancak dizilerin 3’ü de dini gerçekten anlamak ve anlatmak kaygısında değil, epistemik ahlakları yok yani. Yeni deyim ve uygulama olan ‘creator’ın konuyla ilgili saçmalıklarını öznelce içinden dışarı dökmesi daha çok. Bunu, Hannibal dizisinin son yaratıcısının, ona getirdiği yorumun, onun kişiliğini yansıtmasından da anladık.
Biz eleştirmen olarak, en iyi çıkışın AT’ndan gelmesini umardık ama ‘Vaiz’den geldi. Vaiz, konuda düğüm bırakmıyor, hepsini kesip atıyor, çözmeye de uğraşmıyor. Dinin kördüğüm bir konu olduğu saklı mesajını da içeriyor böylelikle.
AT ise, debelendikçe debeleniyor. Aynı Taht Oyunları gibi, Tanrı’sal Taht Oyunları düzeni kuruyor ortaya 33,33 karışık olarak. Conan’ın inananları üzerinde hiçbir iktidar peşinde olmayan Tanrı’sı Crom’u gibi bir örneği göremiyorlar, çünkü yapılmış işlere önceden bakmıyorlar.
Sonuçta, İslam’ın tanrısı da ufak tefek işlere karışmaz.
Buradan kader ve özgür irade / irade-i cüziyye ve kemiyye konusuna geliyoruz.
Bunların koyutsallıkları uygunsuz. Arakesitsiz bir karşıtlık içinde ele alınıyorlar. Oysa, şöyle de olabilir örneğin:
Yıldızının yörüngesinde bir gezegen var, verili standart biyografisi olan bir birey gibi. Eğer o gezegen; o yıldızın yörüngesinden çıkmak istiyorsa, ya bir sanatçı gibi rasgele debelenir ve çok düşük bir yüzdeyle bunu becerir: ya da bir bilimci gibi, yörünge hesaplarını yapar, uygun yer ve anlarda gerekli itmeleri ayarlayıp, ufak ufak yörüngeden kaçar, mümkünse, kaçtığına ilişkin iz de bırakmaz.
Sonuçta anarşizm bile, devleti yıksa bile, büyükkenti silmek istemiyor, çünkü bilim, sana ve düşün büyükkent demek. Ve bunlarsız insan, hayvan bile değil.
10-100 milyonluk 21. Yüzyıl neo-büyükkentleri yeni örnekler. Tarihte örnekleri yok. Otoparkta bile efsane veya yeni din yaratılabiliyor örneğin.
Dolayısıyla, adı geçen dizilerin tümü de 21. Yüzyıl’da yapıldığına göre biz, onların da 21. Yüzyıl zihniyeti (zamanın ruhunu) taşımasını umardık. Onlarsa, kimi 20. Yüzyıl başına, kimi 19.Yüzyıl sonuna kaçıyorlar ve dolayısıyla da onların din tartışması, bilimkurgusal değil, engizisyonsal oluyor; artı, kaçış edebiyatı denilen türde boğuluyorlar. Oysa, onların siberuzay-dini dedesi olan Matris’te bile kaçmak mümkündü, engizisyonda ise kaçmak mümkün değildir.
Yani bu 3 dizi, eksodus tasarımında değil, popüler kültür üzerinden / yoluyla insan türünü dinde gömmek peşinde.
Gömün o zaman Homo Sapiens’i.
Biz anarşist-ateist-gelecekbilimciler de, kendi Homo Posterus’umuza gideriz…

(27 Haziran 2017)

Ekşi Sözlük ve Lost

Ekşi Sözlük ve Lost, benim son 15 yıldır kullandığım, popüler kültür yönünde birer mihenk taşıdır.
Lost’n sonlara doğru saçmaladıkça saçmalaması, ‘la mikerim böle diziyi’ diyip bana bıraktırmıştı. Bugün aklıma geldi, Ekşi Sözlük üzerinden sonuna bir baktım.
Küllüm mafiş. Ve feci komik. Ağlatacak kadar komik.
Ezeli-ebedi ergen eksi zekalılığı ve eksi bilgililiği saydığım bir kültürel durum var, yine son 15 yıldır. Bu ikisi kesişince, bu konu iyice parlamış.
Dizinin saçmaladığını fanatikleri bile kabul ederken, bizim sivri Sözlük’çüler, sonu epeyi parlak bulmuşlar, kendi mücella beyinleri kadar parlak.
Ancak, bu eksi zekalılığın Yanki tipi olan bu senaryo yazımını, HBO üzerinden yükselen ve düşen paralı kanal televizyon dizilerinde, özellikle de dinle ilgili olanlarında görüyoruz.
Ancak böylelikle, Gaiman’ın neden sırılsıklam saçmalayıp, bir de üzerine alkışlandığını anlayabildim:
Müşteri bunu istiyor çünkü.
Bu yeni müşteri tipi, dizinin tüm bölümlerini izleyip belleğine geçirdikten sonra, onu kafasında dönderip tutarsızlıkları bulabilecek bir sığaya sahip değil. O, yalnızca parlak anları anımsayabiliyor. Hitler’in saçmaladığını görmektense, onun sözlerinin birkaçının büyüsüne kapılanlar gibi. Ki bu da neo-faşizmin, popülizm denilen ama aslında yeni-yalancılık olan, parlak sözlerinin büyüsü gibi.
100 girdi okudum. Hepsi de aynı yöndeydi. Dizinin parlak anlarının büyüsüne kapılmıştı. O 100 kişiden hiç kimse, ‘la bu senaryoda baştan sona tutarlı tek bir satır yok’ dememiş.
Bu, ‘Taht Oyunları’nın hem romanının, hem de dizisinin de başına geldi. Dizinin akışı içinde, parlak an yaratmak için habire varyete çekiliyor. A sonra bakılıyor, varyetenin ana konuyla hiçbir ilgisi yok. Romanda 49 iktidar odağı varsa, öykü akışında 4.949 kişi var neredeyse. Zamansal akış tutarlılığı da yok: 1. cilt 1. bölümde bir adamın ölmesi 21 sayfa, yani senaryo hesabıyla 21 dakika sürüyor. Ne bu? Artı, 100 saat ve 6 bin dakika, zaten 6 bin sayfa roman ediyor ve romanda çook yer atlanmış dizide.
Yani, parçaya bakarken bütünü kaçırmayacaksın.
Tuhaftır ama bunların ebeveynleri olan 1978’lerde de, büyükebeveynleri olan 1968’lerde de, ağaca bakarken ormanı gözden kaçırma, tam bir kültürel hastalıktı: Hem de bulaşıcı bir kültürel hastalık. Bugün, icadından 50 küsur yıl sonra bile, ülkemizde Dünya Sistemi büyük tarih panoramasını kavramış tek bir sol kökenli tarihçi yok hala. Tamamına yakını ise, ondan habersiz.
Bunların çocukları ve torunları olan Ekşi Sözlük’çüler kuşağı da, bıy bıya aynen devam ediyorlar.
(27 Haziran 2017)

Salı, Haziran 27, 2017

Times: Türkiye, NATO'yu aptalca bir kavgaya sürükleyebilir

Batılı medyanın bazı konular hakkında ne kadar aptal ve ne kadar cahil olabildiğini bu örnek güzel anlatıyor.,
Sırayla 3 alıntı ve 3 yorum:
“Times: Türkiye, NATO'yu aptalca bir kavgaya sürükleyebilir.”
Soru-yorum: İyi de, NATO’nun aptalca olmayan, ABD’nin istemediği, dolayısıyla ABD’nin aptalca olmayan kavgası var mı?
"Ortadoğu'nun bir başka büyük yangına ihtiyacı yok."
Yorum: Peki, 2011’den beridir Arap Baharı geyiğiyle sürdürülen ve 5 ülkenin yok olmasıyla sonuçlanan büyük yangına ihtiyaç mı vardı?
"Erdoğan yanlış nedenlerle doğru bir iş yapıp, bir ülkenin zorbalara karşı kendi egemenliğini savunmasına yardım ediyor."
Bir: Biz, en başından beridir bunu savunuyoruz.
İki: Türkiye’nin parçalanmaması şimdiye dek, çevresindeki nötr ülkelerin parçalanma sorunları ve PKK’nin TC için pozitif, kendi için negatif hatalarıyla mümkün olageldi. Bu nokta geçildi artık.
Üç: Katar doğru ülkedir veya değildir ama TC’nin artık savunmayı bırakıp atağa geçme zamanı gelmişti zaten. Katar bahane oldu / edildi yalnızca. TC ordusunun Kuzey Suriye’deki ve Kuzey Irak’taki varlığı da öyle ama TC ordusu Kuzey Irak’a 1990’lardan beridir giriyor.
Dört: O nedenle TC’nin Katar’a yardım etmesi, bir ülkenin kendini savunmasına yardım etmek değildir.
Beş: Artı TC’nin Katar’a yardım etmesi, neo-Osmanlıcılık adımı değildir. En azından şimdilik.
Altı: Katar ve Suudi Arabistan, biri sıcak kaka biri soğuk kaka (hangisinin hangisi olduğu farketmez) durumunda.
Çıkış ve sonuç:
Batı basınında takke düştü, kel göründü artık.

(26 Haziran 2017)

Taksim Gezi Havuzunda Yüzen Suriyeli Çocuklar

Havuz sefasının birinci turu güvenlikçi müdahalesi ile, ikinci turu 2 köpeği havuza dalmasıyla kesildi. Çocukların 3’ü kız, 1’i erkek idi. Kızların 2’si havuza girerken tişörtünü çıkardı.
Fotoğraf öndeki plandakiler yeleksiz polismiş. Telsi emri gelince, birden yelekli polis oldular. Kafamı kaldırdığımda, havuz tarafındaki bölümde, 3 bölük olarak, 2K + 1E, 2K + 1E, 1K + 1E olarak, 8 kişi oluvermişlerdi. Polis yelekliyken bile, polis olduklarına inanmak zordu.
Farkı sonradan düşündüm:
Bunlar da, benim ‘ezeli-ebedi ergen’ dediğim tipolojide idiler. Normalde polisin yüzünde yer alan ve toplu bilisizlik ile okunan, herşeyi yapabilir, memur, asker, disiplinli ifade yoktu onların yüzünde.
Bir önceki kuşak siviller, arada yer alıyordu. Göreve geçtikleri an, polis oldukları belli oluyordu. Bu yeniler ise, devriyeye çıkınca bile, polis disiplininde görünmediler.
(25-26 Haziran 2017)

Süreyya Evren'in Anarşizmin Tarihi'si

Öncelikle, Süreyyya değil, Süreyya. Bir anarşist, böyle abidik gubudik oyunlar oynamaz.
Sonralıkla yorumlar:
Bellegarrigue’yu bilmediği için, tarih yazımı eksik kalmış.
Bellegarrigue, Thoreau, sivil itaatsizlik çizgisini bilmediği veya anmadığı için, tarih yazımı eksik kalmış. Bugünün aktivistleri / slaktivistleri, kendilerini o sivil itaatsizlik üzerinden anarşist sayıyorlar çünkü.
Nietzsche’nin bir bireysel özgürlükçü olmadığı, kendine tebaa arayan benmerkezli bir hegemon olma hayalinde olan bir deli olduğu gerçeğini gözardı ederek, diğerlerinin yaptığı hataya düşmüş ve Nietzsche ile Stirner’i aynı kefeye koymuş.
Şerh 1: Stirner’in tam bir anarşist olmadığı düşüncesine, tıpkı Nietsche’nin özgürlükçü olmadığı düşüncesi gibi, giderek daha çok yaklaşıyorum. Çünkü anarşist özgürlükçülük, idealist-romantik bir ütopya değildir.
Şerh 2: Bazıları öyle saymasa da, Neçayef’in tarihsel ve konjonktürel önemi, o yüzden giderek artıyor. Hem Makyavelli’nin antitezi ol, hem Bakunin’i tuş et, hem hapse gir, hem sürgünde öl, hem kitabın yüzyıldan çok geçerli kalsın. Bu durumda, gelenekten sayılan Tolstoy ve Kropotkin, listeden anında çıkarılır.
Çok fazla alıntı; hem yazarın kendi özgün düşüncesizliği, hem de kuru anlatı sonucunu vermiş. Atay’vari bir resmin içine kendini yerleştirme yok Evren’de.
Anarşizmdeki şiddet tarihi bölünü yok saymış, dürüstlük ilkesini bozmuş.
Anarşizmin nihilizmle ve marksizmle karşılaştır-karşıtlaştır tarihini de yok saymış. Anarşizm yere gökten zembille inmedi. Rusya’da nihilizmle, Fransa’da marksizmle sürekli yarıştı ve kapıştı. Başına gelen makus olaylar da, Marx’ın penaltılık bir hareketle anarşizmi 1. Enternasyonel’den dehelemesi nedeniyledir.
1920-Ukrayna, 1921-Kronstadt, muhakkak anılmalıydı.
Kitabın sonuna doğruki hiper-tekst denemeleri, konuyu darmadağın etmiş. Hiper-tekst, fragmanlama demek değil. Kendi fragmanlarını asıl anarşist temel yapıtlardan alıntılara monte edememiş, demonte de edememiş Evren.
Sonuçta, kitabı neden yazdığı anlaşılmamış. Çünkü ondan önce, alıntı yaptığı metinlerin tamamına yakını Türkçe’ye çevrilmişti zaten.
Dolayısıyla vardığımız sonuç şu:
Kitabın tezi yok, çünkü Evren’in düşüncesi yok, çünkü Evren’in beyni yok.
Evren, yalnızca bir akademisyen-zihniyetli, anarşist değil, anarşist yazmaya debelenen küçük bir burjuva. Anarşizmden madden ve manen nemalanmaya çabalıyor.
Dipnot:
3. Dünyalı anarşistlerin anarşizm tarihinde yok sayılmasından sürekli yakınıp, Türk anarşizminin bir özetini yazmamak, at şeyinde kelebek durumunu yaratmış.
Artı:
Anarşizmin tarihi, ütülü klavyeyle yazılmaz. Sait Faik’in dediği gibi:
Türk solcuları, kravatları biraz sola kaysa, kendilerini daha solcu sanıyorlar.
Tabii ki bu açıdan da, sol-sağ anarşizm tarihi de verilmeliydi. Özellikle de, faşist anarşizmin nihilizm olmadığı da…

(25 Haziran 2017)

Pazartesi, Haziran 26, 2017

Sevgi Soysal - Latife Tekin Dikmesi

Soysal 1936, Tekin 1957 doğumlu. Aralarında ana-kız kuşağı farkı mevcut yani.
Her ikisinde de kadın beyhudesi ve nafilesi, kader gibi yaşanmış ve yazılmış.
Soysal’ınki, Ankara boz-gri’sili kadın yazarların libido frijidizminin, Aral’vari ‘Ağda Zamanı’ ve artı, Soysal’ın ‘Yürümek’indeki ‘çocuğunu boğarak özgürleşmek ve onu özgürleştirmek isteyen anne’ metaforu ile tanımlı.
Tekin’inki, korumak istediği ama doğuştan olamadığı fakirlik / proleterya / gecekondulu lümpenliği ile tanımlı.
Soysal, son kocasının soyadıyla tanınmaktan malul. Tekin, aynı soyadlı bir erkekle birlikte olmaktan ve onu hep kollayıp gözeten aynı soyadlı abilerinden malul.
Her 2’sinin dikmesi, Perihan Mağden veya Aslı Erdoğan olabilirdi ama bunu denemediler bile.
Mağden de, Erdoğan da, birden çok kuşaktır (küçük de olsa) burjuvalık ve yabancı dil öğreten liselerde okumuşluk ile pekala Batı’ya doğru dikme alabilirdi. 2’si de bunun yerine, Doğu’ya ve Kürtler’e doğru dikme aldı ve tarihin kuburuna ve kabirine kendisini gömdü.
Soysal 1976’da vefat etti, dolayısıyla Tekin ile yüzyüze gelmiş olabilir pekala.
Mağden ve Erdoğan ise, (yine yabancı dille eğitim yapan bir) aynı üniversiteye 5’ten çok yıl arayla girdiler, yani orada karşılaşmış olmaları zor.
Bu karşılaştır-karşıtlaştır dikmeleri / vektörleri, hep boş / 0 küme olmakta. Yani hepsinin de, eksodus vektörünü yaratmamış, tasarlamamış, hatta bunu yapmak akıllarına bile gelmemiş olmasını betimlemek için. Nafilelik de, beyhudelik de, bu zaten.
TC kadın altkümesinin en elit altkümesinde iken bile, bunu denemediler. Oysa koşut zamanlarda Le Guin, taoist-anarşizmi tasarlıyordu, hem de bir bilimkurgu romanda.
İşte o nedenle naturalist roman, bilimkurgu romandan daha yalancıdır, daha az gerçekleri dilegetirir, daha az epistemiktir.
Zaten bu kadınları kabire ve kubura gömen de, bu sevgiseverlikleri ama bilgisevmezlikleri oldu.
Çıkış örneği / kanıtı:
Erdoğan, CERN’de bilimci olmaktansa, öykücü olmayı yeğledi. Bu türden bir tercih, diğerleri için de geçerli olurdu.

(25 Haziran 2017)

Kuburkent İstanbul, İnstagram, Ekşi Sözlük

İnstagram sayfamı, yalnızca ‘Kuburkent İstanbul’ projem için açmış durumdayım. Bu proje, İstanbul’un çirkin noktalarını rasgele ve raslantıyla seçerek, fotoğrafla ve metinle teşhir etme yönünde.
Bunu yapmamın nedenlerinden biri de, İnstagram’ın (daha önce de onun dedesi Facebook’un) ‘mutluyum, mutlusun, mutlu’ dozuna antitez olmak.
Çirkin dişilerin kendilerini güzel göstermeleri pek derdim değil. Yaşım ileri ve Photoshop onlarca yıllık program.
Ekşi Sözlük’te gezinirken, İnstagram için yüzlerce girdi olduğunu gördüm. Bazılarını alıntı ve yorumla aktaracağım ama linklerini vermeyeceğim:
“bireysel pazarlamanın en ufak dürüstlük içermeyeni. daha geçen hafta, eşiyle mutluluk pozları paylaşan arkadaşımın az önce boşanma davası açtığını öğrenmemle, bir kere daha tehlikesinden ve riyasından emin olduğum uygulama.”
Katılıyorum ama zaten ilkede hiçbir ortak internet hesabı (e-posta, şu bu) olmaması gerektiği kanısındayım. Mahremiyetten çok, bu kısa süreli ilişkiler nedeniyle.
60 yaşında sevdiğim hanım bir arkadaşım var. Sürekli mutluluk pozları veriyor, sevgi ve hümanizm dolu mesajlar atıyor. Günümüz koşullarında bunun nitelikli dolandırıcılığa girdiği kanısındayım: Çünkü yaşam koçları, şu bu, aynı çizgide gidiyorlar. Arkadaşım ise, dürüst biri ama bir noktada kendine yalan söylediğini düşünüyorum.
“erkeklerde meslek çok önemli efenim burada, mesela bi avukat ol, bi doktor ol ya da bi pilot ol, kızlar kendileri takip etmeye başlıyor ve en kötü 3-4 bin takipçi garanti oluyor...”
İnterneti eş bulma yolu olarak kabul eden kullanıcı oranı, dörtte bir ile üçte bir arasında, istatistikler öyle diyor. Eğer, eş bulmaya hevesli hanım 40+ ise işler karışıyor tabii ki. İlk önce, muhatabının parasal ve statüsel durumuna bakıyor. O zaman konuştuğumda 50+ olan bir arkadaşım, sosyal ortamlarda da kalabalık yalnız kadınlar topluluğu içine düştüğünde, bir bakışla cüzdanını, bekarlığını ve penisini ölçtükleri gibi bir şey hissettiğini söylemişti. Namusunu kaptırmamak için çok uğraşıyormuş yani. Kaçma-kovalama olayı 1990’lara dek, erkek kovalar kadın kaçar gibi idi ama durum artık değişmiş, moruklar ve menopozlular için bile.
“7 ay önce geri dönüşümsüz bir şekilde hesabımı kapattığım, varlığı yokluğu bir uygulama. deli divane olan tipler var, anlamıyorum katiyen.”
İnstagram’ın durumunun Facebook kökenli olduğunu gözönüne almak gerekli. Facebook moruklarla dolunca, ezeli-ebedi ergenler için açılan bir yol oldu İnstagram ama ben 2017 başında girdiğim için biliyorum: 2017 başında, o da ‘trend out’ olmuştu.
İnternet için uyguladığım ve herkese yararlı olabilecek bir tutum-davranış önerebilirim herkese:
Yapabiliyorsanız, takip ettiklerinizin demografisini homojen dağıtın. Böyle yapınca, tıpkı Ekşi Sözlük’ü okumak gibi, İnstagram’a bakmak da, popüler kültürün akış yönlerini anında görmenizi sağlıyor. Ben de 2010 gibi, 1960 civarı doğumlu on binde birlik zeka dilimindekilerin Facebook’ta moruklayıp, aylarca Farmville oynadığını izleyip kahrolmuştum.
Yaklaşık 19 yıllık internet kullanıcısıyım. Bu, üniversite dozunda 5 kuşak demek: 1998, 2003, 2008, 2013, 2018. Şimdilerde çoktaan demode olan bloglarda da benzeri çürümeyi ve regresyonu, 15 yıl boyunca izledim. Üniversite mezunu kitlenin eksi zekasını ve eksi bilgisini internetten açıkseçik ortaya koyabilen bir kanal yok.
Bu konu, derin bir konu ama şimdilik nokta ve es.

(25 Haziran 2017)

Sevgi Soysal ve Yürümek'i

Olumsuz anlamda romanın adı, Üremek veya Dolap Beygiri Modunda Yürümek olabilirmiş.
Yarı olumlu, yarı olumsuz anlamda ise, Ayrılmak olabilirmiş.
Uzun yıllar sonra bir Türk yazarının bir romanını okudum. Yorucu bir deneyimdi.
Ataç-Tanpınar çizgisinin nafileliği, Atay-Soysal çizgisinde de aynen sürer: Beyhudelik ve nafilelik.
Atay hakkında bir Rus eleştirmen, Soysal hakkında bir Alman eleştirmen aşağı yukarı aynı şeyleri yazmış:
Entelejensiya olarak, bir sürü bir role, bir statüye, bir sınıfa bağlanmak. Sert mücadeleyi veya entellektüel özgürlüğü hiç tanımamak.
Ancak, kendisi dürüstmüş.
Ancak, ölümünden sonra yazılan bir biyografisinin ortaya koyduğu üzere, hala yaşamında bilinmedik noktalar çok. Mahrem olanları demiyorum. Otobiyografik hesaplaşmayı diyorum.
Günce tutsaymış veya mektuplarında daha açık dilli olsaymış, yanıtlanmadan kalacak soruları kendisi yanıtlamış olabilirdi.
128 sayfalık roman, pekala 13-26 sayfalık bir öykü kadar kısa olabilirmiş. Sürekli aynı akoru basan acemi bir müzisyen gibi, sürekli aynı konu çevresinde dönen bir yazar olmuş.
Kendisi 1936 doğumlu idi. Mağden 1960, Erdoğan 1966 doğumlu. Alaturka kadın yazarlarda hatalar hala ve tıpatıp aynı. Değişen şey, Ankaralı gri-boz duygudurumuna, İstanbul’un cart renkli kaleydoskobunun girmesi. Son 2 kadın yazarı şahsen tanıma fırsatı bulabildiğim için, onların da hala dipte gri-boz, yavan, sığ, güdük kaldığını duyumsayabildim.
Sorun devrim yapamamakta değil yani, devrim olamamakta. Üstelik bunu yapabilmiş Le Guin, baba ve koca avansıyla matriyarkal faşist olabilmişken.
Erbil’in ‘Sosyalist 2 Erkek Eleştirmen’ öyküsü için dediklerimi, Soysal ve diğer 2 kadın yazar için dendenliyorum.

(24 Haziran 2017)

Leyla Erbil'in '2 Erkek Sosyalist Eleştirmen'i

‘Eski Sevgili’ kitabının içinde yer almış bu öykü. Bugüne kadar okuyamamışım.
Okudum ve katıla katıla güldüm.
Bencesi; Taci, Fethi Naci olmakta, diğeri de Asım Bezirci. İkinci şık, çok az olasılıkla Melih Cevdet Anday olabilir. Mehmet Fuat olmasına pek aklım yatmaz ama öykünün dönemi benim okuryazarlığımı çocukluğuna denk düşüyor sanırım.
Genelde bilindik bir durumdur:
Kurmaca yazanlar, kurmaca-dışı alanda pek yazmazlar. Kendilerini sanatçı, eleştiri gibi kurmaca-dışı alanlarda yazanları sanatçı-altı veya seyreltik sanatçı sayarlar.
Eleştiriden de hazzetmezler: Ferhan Şensoy’un ‘ne olamadın da, eleştirmen oldun?’ sözü ünlüdür.
Yine de, eleştirisiz de kalamazlar. Onlarca yazar söyleşilerinde, eleştirmenlerin kendi kitapları hakkında tek bir metin yazmamışlığından yakınırlar. Bundan Erbil de yakınmıştır, ‘Tuhaf Bir Kadın’ için.
Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, bir söyleşisinde kendisinin hakkında olumlu yazdığı 1 filmin, o haftasonunda 500 kişi daha fazla seyirci çektiğini belirtir ve bununla övünür.
Erbil’in 1 eleştirmeni Taci de öyle.
1 eleştirmen olarak Fethi Naci’nin unutamadığım 2 yazar gafı vardır:
Biri Kaan Arslanoğlu, diğeri Aslı Erdoğan. 2’sini de önce yok saydı, sonra rolünü abartıp göklere çıkardı.
1 eleştirmen olarak Mehmet Fuat’ın hiç affedemediğim 1 yazar gafı vardır:
Küçük İskender gibi birini, şair diye başımıza sarmıştır. Bunun nedeni bellidir ama sonuçta mahrem konu.
Belirteyim, ben eleştirmenim, kurmaca yazarı değil:
Erbil’in hesaba katmadığı 3. şık eleştirmen türü:
Can Yücel dilli, okunan ama hiçbir biçimde eleştiriden maddi ve manevi çıkar sağlamayan biri: Matbu dergilerde yayınlanmış 100 küsur metne karşılık, yalnızca 2 telif ücreti alabildim. Bunun gibi yani.
Erbil hakkında da can yakıcı epeyi metin yazdım ve yayınladım.
Not: Metinlerin yayını, kendisinin vefatından sonraya denk geldi. Kendisi yerine, başka biri araya girip dolaylı yanıt verdi.

(24 Haziran 2017)

Kadınların Kadınlar Üzerindeki İktidarının 1 Kadın Tarafından Dilegetirimi

Aksu Bora, Post Express dergisinin 2005 sayılarından birinde, kendisinin yazdığı ‘Kadınların Sınıfı’ adlı kitapla ilgili olarak kendisiyle yapılan söyleşide bir tanımlamada bulunuyor:
Kadınlar, kendilerini erkeklerin gözüyle tanımlamazlar, kadınların gözüyle ve başkalarının bakış açısıyla (benim ekim: elalem ne der?, ile) tanımlarlar.
54 yıllık kadın kültürü gözlemlerim ile aynı şeyi söylüyorum sayılır. Onlarca kadınlar günü görmüşlüğüm ve dinlemişliğim vardır. Bana kurabiye verir, önüme kitap koyarlardı ama ben hem okur, hem onları dinlerdim.
Milena ve Arendt yaklaşık aynı cümleyi kurarlar:
Birkaç domuzum olsa, kocam beni arada bir dövse, az içse.
Yani, ‘Fabrika Kızı’ şarkı sözündeki gibi.
Onlar dürüsttür, diğer kadınlar ise ikiyüzlü. Bu bir.
İkincisi, Baykurt’un gözleyip saptadığı gibi, köylü kentliyi değil, köylüyü adam yerine koyar. Ona göre, kentli kurnaz olamaz, köylü olabilir ancak.
İşte, 50 küsur yıldır gözlediğim üzere ve ne ilkokul, ne de  üniversite mezununda; ne zenginde, ne de fakirde değişmeyen kadın bakış açısı budur.
Yani:
Kadın, lümpen bir sınıftır yani ya da bir ön-sınıftır o nedenle. Ya da kadınlık sınıf bilinçleri yoktur, feminstler dahil. Kadınlık; Curie’de, Luxemburg’da, Milena’da, Arendt’te tanımlıdır.
Dipnot:
Söyleşide kadın yazar, derdini anlatamamış, çünkü söyleşiyi yapan da aşırı klişe düşünceli biriymiş. Kadın yazar, kadın söyleşicinin karşısında marjinal kalmış ama bu kez de aynı kadın yazar, erkek yazar olarak benim karşımda klişe düşünceli kalmış oluyor.
(24 Haziran 2017)

Pazar, Haziran 25, 2017

Kara Mizah: Kuzey Suriye'de Bir Devlete Müsaade Etmeyeceğiz

Ekşi Sözlük’ten soru olarak 1 yanıt:
“Kaç devlete edecekmişiz peki?”
Tarihsel bir gerçek var elde:
Bildiğimiz bugünkü İrlanda adasında, bir zamanlar 150 krallık varmış: Tamam klan krallığı ama krallık yine de.
Suriye de oraya doğru gidiyor. İngilizce kaynakları tarayacaklar göreceklerdir:
Orada da 150 falan grup var. Benzeri bir durum Libya’da zaten oluştu: Devlet yok, kabile alanları, pardon çölleri var. Suriye de benzeri bir duruma düşürülecek gibi. Şu anda bile zaten, TC, Müslim, ÖSO, Türkmenler, IŞİD, Esed, vd bölgeleri var.
Şu haritada 20 kadar grup belirtilmiş:
Bu türden haritalar her ay yenileniyor. 5 yıllık ve 60 aylık harita animasyonu, sürekli ‘aldım verdim, ben seni yendim’ durumunda.
Dolayısıyla , soruyu yineleyelim:
Müslim’inki hariç, Suriye’de kaç devlet Türkiye’nin okeyini alır?
Ya da başka bir deyişle:
Bu soruyu içeren bir beyin fırtınası, TSK’nde veya cumhurbaşkanlığında hiç yapıldı mı?

(23 Haziran 2017)

Koy Oradan Türk Abi'me Çeyrek İslam

Bir anket bu. Belli ki muhafazakar bir şirket yapmış. Sonuçlar şöyle imiş:
“Allah’ın varlığına, birliğine bizi yaratıp yaşattığına inanıyor musunuz? Şeklindeki sorumuza yıllardır % 99’u Müslüman diye ifade ettiğimiz toplumun % 86’sı Evet, Allah’ın varlığına, birliğine bizi yaratıp yaşattığına inanıyorum, derken…”
(O diğer % 14, büyükkentlerde toplanmış. Anket, onu da söylüyor.)
“Meleklere inanıyor musunuz? sorusuna araştırmamıza katılanların % 75’i, Evet, meleklere inanıyorum, derken…”
“Kur'an-ı Kerim ve diğer kitapların vahiyle geldiğine inanıyor musunuz? sorusuna katılımcıların % 76 i Evet, inanıyorum. Derken…”
“Evinizde Kur'an-ı Kerim var mı? ve düzenli aralıklarla okuyor musunuz? sorusuna toplumun % 25’i Evet, evimizde Kur'an-ı Kerim var ve düzenli aralıklarla Kur'an-ı Kerim okuyoruz  cevabını verirken, Evet, evimizde Kur'an-ı Kerim var ama pek okuduğumuz söylenemez. diyenlerin oranı % 32, Hayır, evimizde Kur'an-ı Kerim yok. diyenler % 33 iken, katılımcıların % 10’u bu soruya Cevap yok / Kararsız şeklinde yaklaşmış...”
“Peygamberlere inanıyor musunuz? Hz. Muhammed (SAV) sizin için her anlamda örnek alınacak rol model / örnek insan mıdır? sorusuna katılımcıların % 63'ü Evet, Peygamberlere inanıyorum ve ama benim için her anlamda rol modeldir. Derken…”
“Öldükten sonra dirileceğinize ve bu dünyada yaptıklarınızdan hesaba çekileceğinize inanıyor musunuz? Şeklinde AHİRET İNANCI konusunda toplumsal algıyı anlamaya yönelik sorumuza araştırmamıza katılanların % 73’ü Evet, öldükten sonra dirileceğime ve hesaba çekileceğime inanıyorum. Diyerek…”
*
Yorumlar:
Sonuçlar şaşırtıcı: Hem sayıların oynaması, hem de bu kadarını ummazdım, açısından…
Sayıların oynaması şaşırtıcı, çünkü ilk sorudan sonraki tüm sayıların ilk sorunun ilk yanıt şıkkına yakın çıkması gerekirdi.
Artı, aslında buinların hepsi çakışık ve birlikte iken, bunlarda sayı oynaması olunca, her 2’sinde veya 3’ünde oynama olması olasılığı, matematik gereği daha da artıyor.
Yani, sevgili Türk-İslam geleneğimiz ya da mahalle baskısı deniler şey, İslam’ın gereklerine ikna olamamış insanlar yaratmış.
Sürekli değer yargısı aşınmasından söz eden araştırmacı şirket bile, bu işin telkin ve mahalle baskısıyla olduğunu kabullenmiş olmakta.
Devamında ise, ölümden yaşama inanmayan birinin nasıl olup da Allah’a inandığına benim pek aklım ermedi.
Kemal Karpat, bundan 10-15 yıl önce ama AKP iktidardayken verdiği bir söyleşide, Türk toplumunun ibadet etmeden Müslüman olduğunu belirtmişti ve bunu olumsuzlaşmamıştı.
Öyle olunca, gel böyle işte…
Bu arada ikiyüzlülük de var: Peygamberi rol modeli alan o kadar oran varken, suç, günah, ayıp işleyen bu kadar oran olması da acaip. Diğer bir deyişle, 2017’deki Türkiye halklarından herhangi birinin büyük günah işlememiş olarak mezara gitme olasılığı, işlenen suç oranlarına bakılırsa, pratikte % 0 olmakta.
Nasıl ki bu ülkede solcular sosyalizmi bitirdilerse, son zamanlarda da şeriatçılar dini bitirdiler.
Ellerine sağlık, mı demeli, yuh yuh, mu demeli, bilemiyoruz…
Dipnot:
Bu arada, ülkedeki gerçek Müslüman oranının, sağ cenahtan gelen bu beyanla bile, % 50’nin altında olduğunu öğrenmiş olduk.
İnsanlar bunu ağzıyla itiraf etmiş.
Ya, bir de itiraf etmeyenler?
Kerhaneye gidip gusül abdesti alanlar…
Muta nikahı yapanlar…
Dönme şaapanlar…
6 milyon karşılıksız çeki, 5 milyon karşılıksız senedi imzalayanlar..
İlah…
Onlar, hesapta görünmüyorlar bile…
Artı, toplumun bu kadar dejenere olmasında yalnızca muhafazakar iktidarların payı yok, kitle zaten zıbıtmaya teşne imiş demek ki ayrıca…

(23 Haziran 2017)