Salı, Nisan 30, 2013

1 Mayıs 2013




AKP ve neo-Krupp hempaları bu yılki emekçi bayramını şöyle kutluyorlar:

Önce AKP:

“Bunların yanında son olarak da şehir hatları vapurları valilik emriyle yarın sabah 06:00'dan itibaren iptal edildi...

Yarın İstanbul'da iptal edilen ulaşım hatları şöyle:   

Tüm şehir hatları vapurları valilik emriyle ikinci bir duyuruya kadar sabah 06:00'dan itibaren iptal edildi.

1 Mayıs'ta 05.00'ten itibaren tüm metrobüs seferleri iptal.

Saat 06.00'dan itibaren Kabataş-Taksim finüküler sistem, saat 06.00'dan itibaren Şişhane-Taksim ve Taksim-Hacıosman arası çalışan metronun Şişhane-Taksim ve Levent-Taksim istasyonları arası seferleri iptal edildi.”


Sonra neo-Krupp:

“Siz varoş işçilerinin bayramını kutlarım öncelikle…O gün evlerimizde çalışma kararı aldık. Ancak sabah 9'da herkes PC'sinin başında olacak. Saat 16:00'ya kadar  normal mesaideymişcesine çalışacağız.  Müşterilere full destek vereceğiz.  Birisini offline görürsem eğer, cumartesi pazar ofiste bekletirim haberiniz olsun.”


Korkuyorlar, evet korkuyorlar. Demokrasiden korkuyorlar.

En sağlam eleştiri sağlık kesiminden geldi:

“İstanbul Valiliği’ne hatırlatıyoruz: Dev bir metropol haline gelmiş olan İstanbul’da tüm ulaşım yollarını durdurmak, toplu ulaşım araçlarını iptal etmek ve fiilen İstanbul’da ulaşım ve seyahat özgürlüğünü ortadan kaldırmak-kısıtlamak, sadece anti demokratik bir tutum değil, aynı zamanda ciddi bir HALK SAĞLIĞI sorunu yaratacaktır. İstanbul’daki özel-kamu yüzlerce hastanede kesintisiz hizmet sunmakta olan sağlık çalışanlarının nöbetten çıktıktan sonra evlerine nasıl gidecekleri, nöbetleri devralacak olan hekim ve sağlık çalışanlarının nöbetlere  nasıl gideceği ve yine rahatsızlanacak binlerce yurttaşımızın hastane ve sağlık kurumlarına nasıl ulaşacakları ciddi bir sorun olarak durmaktadır.”


Bu, insanlık suçu kapsamında bir suç duyurusu niteliğinde bir açıklama.

Sonuç belli:

Yarın bu kararlar uygulanırsa, aslında ölmeyecek en az 100 kişi, AKP sayesinde ölecektir.

Anımsatırım:

Artık zaman aşımı yok.

AKP’liler sayıyla kendinize gelin...

Hannibal, Spartakus, Attila


Alternatif bir tarih okuması:

Bu 3 (öyle adlandırılmış) kahraman Roma’yı yendi.

Roma’nın önemi, o bitince Avrupa’nın milenyumluk bir Orta Çağ’a girmesiydi. ‘En uzun süren devlet’ ünvanı hala onda.

Roma’nın önemsizliği, tarihe hiçbir kümülatif sanat / bilim / düşün kalıcı-eseri bırakmamasıydı. Tek özgün Roma imalatı olan, Roma hukuku sayılan şey, kölelik hukuğudur ve köleliğin hukuğu olmaz, köleliğin (kaybetse bile) Spartakus’u olur.

Hannibal uygar kökenli idi. Kartacalı idi. Kartacalılar Fenike kökenli idiler. Fenike, Roma’dan milenyum önce, Akdeniz’in güneyini kolonileştirmişti ve onu ‘Mare Nostrum’ yapmıştı.

Spartakus bir köle idi ama gladyatörlükten önce, Trakya kökenli  profesyonel bir askerdi. Roma hukuku onun köle olmasına izin veriyordu.

Attila bir barbar idi, Asyalı bir barbar. O Roma’yı bitirdiğinde, Roma bir daha toparlanamadı ve tarihte eriyip gitti.

Hannibal bir hata yaptı: Roma’yı (kenti) fethetmedi veya yakıp yıkmadı. Aynı Roma, kendini toparlayıp onu yendi ve ona da bugünkü Gebze’de sürgünde ölmek kaldı.

Spartakus bir hata yaptı: Kuzeye (İsviçre’ye ve Germenler’e) değil, güneye gitti ve orada ihanete uğradı ve yenildi ama sonu bilinmiyor.

Spartakus’un şansssızlığı, tarihsel eşleniklik olarak Sezar’a toslamasıydı.

Attilla bir hata yaptı denebilir mi belli değil: Orayı fethetti ama başkentini başka yere kurdu.

Evet, kısas ne burada?

Roma / Bizans, tarihin en uzun süren ülkesi. Kezlerce yenilip, kezlerce yeniden başlamış bir ülke. Bu açıdan, sonul olanı hariç, tüm yenilgilerin bir bakıma Roma’nın ömrünü uzattığı söylenebilir.

Roma özdeyişi:

Kılıçla gelen kılıçla gider. Öyle de oldu: Roma için de öyle oldu, ona karşıtlar için de öyle oldu.

Bu demek değil ki Gandi ve yöntemi haklıydı.

Yumurta çekiçle kırılmayacağı gibi, hangi yumurtanın hangi kaşıkla kırılacağı, tarihte kimi dene-yanıl ile anlaşılıyor ve bu vakalarda hep yanıl-yanıl ile anlaşıldı.

Bir kıssa daha var:

Yok edilecek düşman / uygarlık kalmayınca, barbarlık tepemize karanlık gibi çökebilir.

Roma tarihin en vahşi sömürü düzenlerinden birini epeyi kanlı biçimlerde uyguladı ve geriye hiçbir kalıcılık bırakmadı. Bırakmış olduğu söylenebilecek şey, milenyumluk bir doluluğun ardından milenyumluk bir boşluktur: İyi ders.

Belki, birkaç soru baki:

Sezar, Hannibal’i veya Attila’yı yenebilir miydi?

Ya da:

Hannibal, Spartakus ve/ya Attila, Roma senatosunda ne halt yerdi?

Sol Liberal mi, Liberal Sol mu?: Versiyon 2



Önnot: Bu metni bana yazdıran Y. Ozan’a teşekkürler:


Son zamanlarda, kavram muğlaklaşması, aldı başını yürüdü.

Hem Dünya’da, hem de Türkiye’de.

İkisi biraz ayrı mecralarda yürüdü. Ancak Türkiye’deki, Dünya’daki, özellikle de Avrupa’daki değişimlerden etkilendi. Türkiye’dekilerin uzun süredir kıble belledikleri ABD’deki siyasal yapıdan fazla etkilenmemeleri ilginç bir politik moment.

Gelelim bakış açılarına:

Dünya’da sol-sağ, Fransa Devrimi’nde kralcılık ve kral karşıtlığı ekseninde yürüdü en başta.

Sonra İngiltere’de günümüz koşullarına yakın gelişmeler oldu.

Liberal-muhafazakar ayrımı, her ikisi de elit sınıflarda olmak üzere başladı. (Yani, liberaller ve muhazakarlar birbirinin karşıtıdır geleneksel olarak.)

Sonra devreye Radikal Parti girdi. Sonra o devreden çıktı, İşçi Partisi devreye girdi.

2 dünya savaşından sonra Soğuk Savaş geldi.

Sonra Doğu Bloku çöktü.

Tarihin ve marksizmin / komünizmin bittiği öne sürüldü. Aradan geçen 20 küsur yıl ve o partilerin hala % 20 oy alabilmesi, bunu savunanların haksızlığını ortaya koydu. (Tarihin sonu savcısı, çevir kazı yanmasın yaptı.)

1990-2010 arasında görüldü ki tekkutupluluk iyi bir şey değil. 2 partili parlamenter düzen de iyi bir şey değil. Zaten bunu ABD’den biliyorduk ama orayı demokrasi açısından kimse ciddiye almıyor zaten.

Böylelikle, tüm seçenekler ‘off’ oldu.

Uç kapitalizmin faşizmi yarattığını Naziler’den ve Krupp’dan biliyorduk, bir kere daha bilgiyi teyit etmiş olduk: AB’de uç milliyetçi oylar % 20 civarına geldi. Bunun temel nedeni, ucuz işgücü nedeniyle, Batı Avrupa’nın ülkelerine göçmen doldurması.

Asıl hassas nokta şu:

% 45-45 sol-sağ dengesi ile % 20-20 faşist komünist dengesi bir kez daha sınanıyor. İkincisi Almanya-SSCB 1940 ile sınanmıştı, birincisi 1980-2010 Fransa’sı ile sınanmış oldu: Fark noke. Bu bir.

Biz de, dışarı da marksistler (özellikle de 1968’liler) feci savruldu. Ancak, gözden kaçırılması gereken bir gerçek var: Bizde nasıl ki 1983 sonrası değil de, 12 Eylül 1980 sabahı (ezanla birlikte) döndülerse, AB’de de Baader-Meinhof gelmeden (onu ihbar etmeden) ve yenilmeden çok önce çark etmişlerdi. Bu iki.

Bu minval üzere, hristiyan-demokrat (Almanya) ve/ya liberal-sosyalist (Belçika) gibi, ne deve ne kuş partiler icat edildi ve iktidar bile oldular (Almanya), hem de onyıllarca. Bu üç.

Ondan sonracıma, ‘neo-con’ kisvesi altında, hem muhafazakar, hem liberal geçinenler ortaya sürüldü (ABD). Yeni bir icat değildi ama öyle kakalandı pazara. Bu dört.

En sonracıma, hep olduğu üzere, deniz bittiii... Bu beş.

Kaldı mı bi Taraf’lar açıkta...

Ondan sonra efenime söyleyeyim Fethullah’çım Taraf’ı destekledi (kanıt arayanlar için: İstikbal reklamı), eski-yeni TKP’yi destekledi (bugünkü t24’de Hoca’nın hempası var). Bu arada Taraf, 3 kere takla attı, yani taraf değiştirdi.

Uysa da kondular, uymasa da: Zenginkondu hesabı...

Bu sırada çağ almış başını gidiyordu ama sayın seyirciler. Olur mu böyle olur mu?: Proleterya kompradoru vurur mu?

Vurdu ama... (Büyükkentsel barbarlık, tam da uygarlıkların yıkılışı momentinde.)

Bilgi toplumu çağının bilgileri, onun genelini taşıyacak tek bir beyin-zihin olmaksızın kültüre şırıngalandı...

Veee...

Kültür patladı ve çöktü:

Bu durumda yaşanan, şu anki moment oldu:

Kültür birbirinden bağımsız ve çokça habersiz / ilgisiz parçalara bölündü ve bu parçalar yaşamlarını birbirinden bağımsız olarak sürdürmeye başladı.

Örneğin, bugün internette milyonda bir kullanıcıya tekabül eden günde 2.000 tıklamalık aynı konu için 10’dan çok site var ve bunların izleyici toplulukları adalar gibi (bu internet cemaati oluşumu değil, o ayrı bir tanım)...

2.000 kişi ile bugün bile devlet / ülke kurulabileceğini ve tarihte bundan epeyi az çekirdek kadro ile kurulduğunu da anımsatalım.

Bu bilgi kümeleri, güçlerinin bilincinde değil henüz. (Tarih bilinçleri de yok; haa, bir de ne yazık ki yeterince bireysel özgürlükleri yok.) Komik ama hepsi de toplumcu, daha doğrusu topluma köle (ondan başkasını tahayyül bile edemez) durumda.

Bu durumda politik ayrım, ikilem, karşıtlık, çelişme, çatışma; 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü arasında oluşuyor, üstelik 3-5 paradigma ileride olarak:

Örneğin uzaycılar, ne sağcı ne solcu, ne muhazakar ne liberal (özellikle de ne tekno-liberal) ama örneğin ölümsüzlükçülükle ilgilenmiyorlar ve o konuda tümüyle bilgisizler, hatta karşılar bile. Örneğin, kozmolog öncü Hawking ve yazılımcı öncü Gates, klonlanmaya karşılar örneğin... Ancak, Microsoft’çu Allen uzay şirketi kurdu. Yani, her iki yönde de örnek var ama az.

Bu durumda, genelde olduğu üzere sentezciler, disiplinlerarasıcılar, çokdisiplinlilikçiler geleceği kuracak. Neo-liberaller veya neo-komünistler değil, neo-sağcılar veya neo-solcular değil, liberal-sol veya sol-liberal değil... 2. Cumhuriyet’i de onlar kurmaycak, ömürleri yetmez, zaten kuyruğu titretiyorlar ve bu son yaptıkları yalnızca dişlerinin dökülmesidir.

Şunu anımsayalım:

1917’den önce Rusya’da 2 tane daha devrim provası vardı ve artı 1917 Bolşevik olarak başlatılmadı, onlar sonradan araya kaynadı... Asıl önemlisi, 1917’den önce anarşistler vardı, dünyayı birbirine katan... (Yani, bu öncü altkültürler kendi içlerinden çıkacak bir novum oluşuma bilinçsizce zemin hazırlıyorlar şimdilik.)

Tarihi bilelim, geleceği de bilelim...

Tarihi bilelim, tarihi yapalım...

Devrim yapmayalım, devrim olalım...

Ya da ‘passive voice’...

Seçim sizin:

Kafka: Seçim var mı?

Pazartesi, Nisan 29, 2013

Confusion will be My Epitaph




Şarkı sözü gibi valla...

Zamanlar değişiyor. Çok cami arasında binamazlar çoğalıyor.

Eskiyi yeniye uydurmaya debelenince, boşa koysan dolmuyor, doluya koysan olmuyor...

Sonra bizim klasik Tanzimat tipi gibi, gelsin ‘altı kaval, üstü Şişhane’ şekil yapmalar...

Eh, hep biz mi şeşi beş göreceğiz, G-7, AB, ABD, vb, vd, hepsi de darma duman olmuş durumda...

Ahan da size 2 şekil:

İlki klasik liberal, ikincisi sosyal demokrat da liberal gibi bi şii...

Şekilleri okuyalım:

Tipik liberal:




‘Politically correct’ aleti, Karl Marx bölgesi, Che ve Mao rezervi, kanayan yürek,  tüketim lobu, suçluluk tribi bölgesi, kurban salgı bezi, tespit ve kategorizasyon bölgesi, kök yok.

Hepsi ile tek tek kafa bulurdum ama en önemlisi bence ‘kök yok’.

Yani:

Kimliksizliğin özgürlüğü değil de, giyilecek kimlik kostümü beğenmemekten dolayı çıplak kalma gibi bi şii...

Köksüzlük ideolojisi olacağına, köksüzlük tespitinden ve kategorizasyonundan bihaberlik, son 50 yılda kente ve/ya 1. Dünya’ya gelme ve birinci kuşaklık göçmen olma nedeniyle feleğini şaşırmışlık... Uzar gider liste...

(Aranot: 'No spine', 'kök yok' denli, 'omurgasız' diye de çevrilebilir ki bu da yakın tarihli gündelik jargonda mevcut bir terim.)

Gelelim ötekine:

Bir liberal demokratın sosyalist beyni:




Çalışma ahlakı molekülü, sağduyu parçacığı, sürü psikolojisi çipi, pc (kişisel bilgisayar) lobu, vejetaryen kökü, vatanseverlik nodülü, vd... (Diğerleri çoğunluk bir önceki ile aynı ama farklı adlandırılmış olarak...)

Görüldüğü üzere mizah, her daim hicvi becermekte...

Her zamankinin tersi bir durum:

Ağlarız gülünecek halimize...

Sol Liberal mi, Liberal Sol mu?




Önnot: Bu metni bana yazdıran Y. Ozan’a teşekkürler:


Son zamanlarda kavram muğlaklaşması aldı başını yürüdü.

Hem Dünya’da, hem de Türkiye’de.

İkisi biraz ayrı mecralarda yürüdü. Ancak Türkiye’deki, Dünya’daki, özellikle de Avrupa’daki değişimlerden etkilendi. Türkiye’dekilerin uzun süredir kıble belledikleri ABD’deki siyasal yapıdan fazla etkilenmemesi ilginç bir moment.

Gelelim bakış açılarına:

Dünya’da sol-sağ, Fransa Devrimi’nde kralcılık ve kral karşıtlığı ekseninde yürüdü en başta.

Sonra İngiltere’de günümüz koşullarına yakın gelişmeler oldu.

Liberal-muhafazakar ayrımı, her ikisi de elit sınıflarda olmak üzere başladı. (Yani, liberaller ve muhazakarlar birbirinin karşıtıdır geleneksel olarak.)

Sonra devreye Radikal Parti girdi. Sonra o devreden çıktı, İşçi Partisi devreye girdi.

2 dünya savaşından sonra Soğuk Savaş geldi.

Sonra Doğu Bloku çöktü.

Tarihin ve marksizmin / komünizmin bittiği öne sürüldü. Aradan geçen 20 küsur yıl ve o partilerin hala % 20 oy alabilmesi, bunu savunanların haksızlığını ortaya koydu. (Tarihin sonu savcısı, çevir kazı yanmasın yaptı.)

1990-2010 arasında görüldü ki tekkutupluluk iyi bir şey değil. 2 partili parlamenter düzen de iyi bir şey değil. Zaten bunu ABD’den biliyorduk ama orayı demokrasi açısından kimse ciddiye almıyor zaten.

Böylelikle, tüm seçenekler ‘off’ oldu.

Uç kapitalizmin faşizmi yarattığını Naziler’den ve Krupp’dan biliyorduk, bir kere daha bilgiyi teyit etmiş olduk: AB’de uç milliyetçi oylar % 20 civarına geldi.

Asıl hassas nokta şu:

% 45-45 sol-sağ dengesi ile % 20-20 faşist komünist dengesi bir kez daha sınanıyor. İkincisi Almanya-SSCB 1940 ile sınanmıştı, birincisi 1980-2010 Fransa’sı ile sınanmış oldu: Fark noke. Bu bir.

Biz de, dışarı da marksistler (özellikle de 1968’liler) feci savruldu. Ancak, gözden kaçırılması gereken bir gerçek var: Bizde nasıl ki 1983 sonrası değil de, 12 Eylül 1980 sabahı (ezanla birlikte) döndülerse, AB’de de Baader-Meinhof gelmeden ve yenilmeden çok önce çark etmişlerdi. Bu iki.

Bu minval üzere, hristiyan-demokrat ve/ya liberal-sosyalist gibi, ne deve ne kuş partiler icat edildi ve iktidar bile oldular, hem de onyıllarca. Bu üç.

Ondan sonracıma, ‘neo-con’ kisvesi altında, hem muhafazakar, hem bliberal geçinenler ortaya sürüldü. Yeni bir icat değildi ama öyle kakalandı pazara. Bu dört.

En sonracıma, hep olduğu üzere, deniz bittiii... Bu beş.

Kaldı mı bi Taraf’lar açıkta...

Ondan sonra efenime söyleyeyim Fethullah’çım Taraf’ı destekledi (kanıt arayanlar için: İstikbal reklamı), eski-yeni TKP’yi destekledi (bugünkü t24’de Hoca’nın hempası var).

Uysa da kondular, uymasa da: Zenginkondu hesabı...

Bu sırada çağ almış başını gidiyordu ama sayın seyirciler. Olur mu böyle olur mu?: Proleterya kompradoru vurur mu?

Vurdu ama... (Büyükkentsel barbarlık, tam da uygarlıkların yıkılışı momentinde.)

Bilgi toplumu çağının bilgileri onu taşıyacak tek bir beyin-zihin olmaksızın kültüre şırıngalandı...

Veee...

Kültür patladı ve çöktü:

Bu durumda yaşanan, şu anki moment oldu:

Kültür birbirinden bağımsız ve çokça habersiz / ilgisiz parçalara bölündü ve bu parçalar yaşamlarını bağımsız olarak sürdürmeye başladı.

Örneğin, bugün internette milyonda bir kullanıcıya tekabül eden günde 2.000 tıklamalık (aynı konuda) 10’dan çok site var ve bunların izleyici toplulukları adalar gibi (bu internet cemaati oluşumu değil, o ayrı bir tanım)...

2.000 kişi ile bugün bile devlet / ülke kurulabileceğini ve tarihte bundan epeyi az çekirdek kadro ile kurulduğunu da anımsatalım.

Bu bilgi kümeleri güçlerinin bilincinde değil henüz. (Tarih bilinçleri de yok; haa, bir de ne yazık ki yeterince bireysel özgürlükleri yok.) Komik ama hepsi de toplumcu, daha doğrusu topluma köle (ondan başkasını tahayyül bile edemez) durumda).

Bu durumda politik ayrım, ikilem, karşıtlık, çelişme, çatışma; 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü arasında oluşuyor, üstelik 5 paradigma ileride olarak:

Örneğin uzaycılar, ne sağcı ne solcu, ne muhazakar ne liberal (özellikle de ne tekno-liberal) ama örneğin ölümsüzlükçülükle ilgilenmiyorlar ve o konuda tümüyle bilgisizler, hatta karşılar bile. Kozmolog öncü Hawking ve yazılımcı öncü Gates, klonlanmaya karşılar örneğin...

Bu durumda, genelde olduğu üzere sentezciler, disiplinlerarasıcılar, çokdisiplinlilikçiler geleceği kuracak. Neo-liberaller veya neo-komünistler değil, neo-sağcılar veya neo-solcular değil...

Şunu anımsayalım:

1917’den önce Rusya’da 2 tane daha devrim provası vardı ve artı 1917 Bolşevik olarak başlatılmadı, onlar sonradan araya kaynadı... Asıl önemlisi, 1917’den önce anarşistler vardı, dünyayı birbirine katan... (Yani, bu öncü altkültürler kendi içlerinden çıkacak bir novum oluşuma bilinçsizce zemin hazırlıyorlar şimdilik.)

Tarihi bilelim, geleceği de bilelim...

Tarihi bilelim, tarihi yapalım...

Devrim yapmayalım, devrim olalım...

Ya da ‘passive voice’...

Seçim sizin:

Kafka: Seçim var mı?

Pazar, Nisan 28, 2013

Chasing Ghosts: Hayalet Kovalamaca







ABD’nin 1982’deki en iyi video / bilgisayar oyunları skorlarını yapmış kişilerle, 2007’de yapılmış görüşmeler.

Bir belgesel.

En eğlenceli ama en hüzünlü ilk yan şu: Bilgisayar oyunu skoru yapmaktan başka hiçbir niteliği olmayan insanların, 25 yıl sonraki  yine hiçbirşey olmayan halleri. Yankilik değillemesi, bu kadar güzelleme olabilirdi.

Üstelik belgesel, bunu yapmak peşinde de değil. Bu daha da güzel aslında.

Onun peşinde olduğu, bu konunun ticari sektörünü (yani yarışını) yaratan adama bir güzelleme.

1980’lerdeki sinemanın, üstelik video oyunlarına da yansıtılmış, tuhaf parlak renkleri, o yılların modası, makyajı, saç biçimleri.

Karşılaştır ve karşıtlaştır: ‘Compare and contrast’.

Bir:

‘Tron’ da o yıl yapılmış bir film.


İki:

Üstelik, o da aynı zamanda bir oyun:


Üstelik, görüldüğü üzere, imdb (internet movie database) de, yani dünyanın sinema hakkındaki en büyük sinema sitesi de, bilgisayar / video oyunlarını, film dağarına katmış durumda. (Bunun asıl nedeni, onun da eğlence (entertainment) sektörüne giriyor olması tabii ki.)

Dönelim filmimize:

Film video oyunu rekortmenlerini biraraya getiriyor demiştik. Bunu saptayan ve seçen de ‘Twin Galaxies’:


Ara şerh: 1980’lerde kullanılan ve video oyununa adını veren, oyun konsollarında ayakta oyun oynanıyordu. Günümüz bilgisayarlarında oyun oynamanın bedensel ergonomisi, onunkinden oldukça farklı. Bu bile, tek başına anlatı akışını etkileyen bir faktör durumunda.

Filmde 16 o zamanki oyun şampiyonunun 9’u var. Ayrıca, konuyu röpotaj yapar ‘Life’ dergisi, 2005’te aynı insanların 11’ini biraraya getirmiş ki bu da filmin anafikrinin alıntı olduğunu akla getiriyor. Ayrıca, 2007’de aynı konuda bir film daha yapılmış ki bu da ABD’de ticari sinemada da, gayrıticari sinemada da birbirinden alıntıdan fazla alıntının sözkonusu olduğunu akla getiriyor.

Bir zamanların altkültürü olan video oyunu salonu ve konsolü nostaljisi filmde fazlasıyla mevcut.

Filmin dolaylı sonul çıkarsatımı şu:

Bugünün oyuncuları, ilerleyen yaşlarında bile hala oyuncu takınaklı durumda. O zamanlar ise, ergen yaşında veya ergen ruhlu kişiler oyuncu takınaklı olmuş gibi. Artı bu, 1980’lerin ergen tipi demek.

Cuma, Nisan 26, 2013

Yanki Terörden Uslanmamış


Gerçekten yaşamış ve öğrenmemişler.

“Hizbullah kara para aklama ve uyuşturucu ticaretinden büyük bir kazanç elde ediyor. Bu mali kaynağı da dünya çapında terör saldırıları organize etmek için kullanıyor.”


Şu anda, çok zenginlerin 32 trilyon dolarının boşta olduğu açıklanmış durumda.


Ayrıca, mafya türü kurumların, o kadar veya daha çok parasının kendi borsasında, altınında ve internetinde tuttuğu da açıklandı.

Yani:

Bir: Terör için para herkeste var.

İki: 2001 olayları çok ucuza mal oldu, yani yaptıranlara.

Devam:

“Bir terör örgütüne bağlı olmadan bireysel olarak saldırı planlayan ve ‘yalnız kurt’ olarak tabir edilen kişilerin de sayısında artış yaşandığı belirtiliyor.”

Unabomber ABD’yi yıllarca uğraştırdı. Neler yaptığı kolayca ulaşılabilir bigiler olarak ortalıkta.

“Bildiğimiz bir şey var, bu insanlar durdurulması çok zor fakat oldukça beceriksiz kişiler. Yani El Kaide kadar tehlikeli değiller. İki koca binayı yıkıp binlerce kişiyi öldüremezler.”

İşte, en büyük hata bu: Rakibini küçümsemek.

Yahu, bugün uçak kaçırıp, herhangi bir kalabalığa dalacak birini durdurmak kaç saat alır, bunu düşünüyor mu, bunları söyleyen çok uzman kişiler?

O binalara dalanlar zeki değildi, dava adamıydı. O planı yapanlar zeki idiler ve hala dışarıdalar.

Anımsatalım:

1 stat 100.000 kişilik.

1 açıkhava konseri 1-3,5 milyon kişilik.

Böyle 1 yere, diyelim 1 kilometre yukarıdan, 1 bomba serbest düşüşe geçti, en Zihni Sinir CIA ajanı, onu kaç saatta durdurabilir? Bombanın düşüşü maksimum 3 dakika sürüyor.

O nedenle, o uyanıklara önerimiz:

7 düşün, 1 söyle...

Dipnot: ABD’nin 11 Eylül’deki şavalaklığı için, ‘102 Dakika’ kitabının okunmasını öneririz.

Zurnanın Zart Zırt Dediği Yerler


Manevi değerlere veya devletin manevi şahsiyetine hakaret gibi, ne tarafa çekersen, o tarafa gelir tanımlarla hukuk ve yasa olamayacağını yıllardır savunuyoruz.

Ancak, savunduğumuz başka bir şey daha var ki o da hakimlerin aklına ancak gelmiş:

“Yargıç Yetiş, ‘İslam dinine mensup bir kişinin, İslam dinine yönelik bir söz nedeniyle suçtan zarar gördüğünü ve davaya katılma hakkının bulunduğunun kabulü halinde açıkça yargılama yapacak hakimin İslam dinine mensup olması halinde davanın tarafı olacağı ve dolayısıyla yargılamaya bakamayacağı gibi bir sonuç doğacaktır...’ dedi.”


Şimdi gidip bilirkişi diye, bugünkü Diyanet mensubu birine sorsan, şakkadanak ‘dine hakaret’ diyecektir, çünkü konuya taraftır.

Haa, dine hakaret mi değil mi, nasıl karar verilir?:

Zamanında yazılıp uygulanmış olan ‘quod libetique’ türü, (ümmet söylenenleri duyup, dinden imandan çıkmasın diye) kamuya kapalı gerçekten özgür ve serbest bir tartışma olur. Bir.

Veya:

‘Orgenerali orgeneral yargılar’ ya da ‘tarafsızlık rütbesi ancak uluslararası olabilir’ ilkesine benzer bir biçimde, konu uluslararası tahkime götürülür; çünkü engizitör yargı, global bir sorun. İki.

Tabii burada hemen sorun çıkar:

Bizim Diyanet kalkıp Şafiler hakkında fetva veriyor ama Şafiler bunu kabul edip uyguluyor mu?

Hayır.

Yani bu konu, totolojik bir konu.

Ya, tutup şakkadanak sorgusuz sualsiz katledeceksin, ya da şeriata değil, hukuka bakacaksın.

Burada sorun, konunun çözülebilmesi değil, baştan çözülebilir biçimde ele alınabilmesi...

Yoksa, Müslüman Ömer Hayyam’ı İslam Tarihi kitaplarına kıvançla koyup, onun ettiği lafla, ondan milenyum sonrasında birini nasıl yargılayacaksın?

Olay, dönüp dolaşıp, hukuktaki ‘fahişelik serbest ama fahişe demek yasak’ totolojisine varıyor.

Tabii, bir de Hallac-ı Mansur ve Nesimi engizisyon günahları var İslam’ın...

Seçim sizin Müslümanlar:

Ya hukuk, ya şeriat.

Ancak, ondan sonra hukuk filan istemeyin bir daha...

Savaşlardan Daha Öldürücü Barış


Bilmez, bilmediğini bilmez, eksi zekalı ve eksi bilgililer için irdelemeler:

Öncelikle, alkolik Bukowski’den  nefis bir saptama:

“Dünyadaki epeyi insan, savaş koşullarından daha zor barış koşullarında yaşıyor.”

Nasıl mı?

Tayyip gibiler sayesinde, oluyor da oluyor işte.

Son 10 yılda istihdam arttı mı?

Hayır.

Son 10 yılda sendikalılık arttı mı?

Hayır.

Barış gelirse, bunlar artacak mı?

Hayır.

Tayyip emeklilik yaşını ölüme doğru itekliyor. İşbirlikçisi olduğu global patronları da öyle.

O nedenle Naziler, toplama kampının kapısına ‘çalışmak özgürleştirir’ yazıyor.

Neo-liberalizmin getirdiği, % 99’luk standart biyografi ne?

14-69 yaş arası çalış.

Süpermarket emekçilerinin yaptığı gibi, haftada 77 saat çalış.

Neo-liberalizmin getirdiği, % 1’lik standart biyografi ne?

Aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar ye. Yiyemediklerini popona sür.

Sait Faik ne demiş?:

“Türkiye’de sömürüden söz etmek için, solcu olmaya gerek yok.”

Aynı Sait Faik bir daha ne demiş?:

“Bizde münevverler çok sıkı bağlanmış kravatları sola kaysa, solcu olduğunu sanıyor.”

O solcu gibiler, Abdullah’ın ‘kapıkulu olduğu’nu saptadığı solcular.

Bugün, Perinçek’in bir zamanlar feci Abdullah taraftarı olduğunu kim anımsıyor?

Şimdi sıra, eski enternasyonalist., yeni transnasyonalist, eski TKP’lilerde... Onlar Abdullah’ı seviyor. Abdullah da onları...

Bu arada Kürt kadınlarında okumazyazmazlık artmayı sürdürüyor.

Kadınlara karşı şiddet artarak sürüyor.

Çocuk emeği sömürüsü sürüyor.

Uyuşturucu ticareti sürüyor.

Şıhlık sürüyor.

Ağalık sürüyor.

Kürt milletvekilleri, BDP’liler dahil, kıyak emekli oluyor ama asıl Kürtler aç, % 99’luk Kürtler...

Topraksız köylü, hem Kürt, hem Türk artıyor.

O eskidenmiş:

Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar.

Şimdi şöyle:

Biri yer, biri Alkapon hesabı, onun gırtlağını kesip, ondan çalar.

İşte, getirilecek olması tasarlanan barış, böyle bir barış.

Evet, o nedenle savaşa devam...

Ucuzcu Süpermarketler


Tuhaf bir durumdur:

Ucuzcu süpermarketler, ticari feodal dönemin sonlarında değil, 3 liberalizm dalgasının ortalarında oluştu.

Şu andaki durum şu imiş:

“... Bim’in 3.714 mağazası var. Onu ‘Ucuzcu Market’ modeli ile izleyen A101’in mağaza sayısı 1.875 mağaza... Şok 1.222 mağazaya ve DiaSa 1.220 mağazaya sahip. Geçen hafta Ülker grubu İspanyol-Sabancı ortaklığına ait DiaSa’nın mağazalarını 136.5 milyon euro’ya satın aldı. Böylece Ülker grubu 2.442 mağaza ile ucuzcu market sektöründe Bim’den sonra ikinci sıraya oturdu.”


Türkiye’de yıllık kişi başı harcama 7.000 TL civarında. Bunun % 20-25’i birincil gereksinimlere (gıda, temizlik, vd) harcanıyor. Bu da yıllık kabaca 70-75 milyar dolar eder.

Türkiye perakende sektörünün toplam cirosu yıllık 280 milyar dolar kabul ediliyor.


Bu genel panoramanın ardından, geçelim gözlemlerimize ve çıkarsamalarımıza:

Alıntıdan görüldüğü üzere, ucuzcu süpermarketlerde, parsayı kurucular değil, sonradan pazara girenler topluyor. (Bu arada tasfiye edilen Tansaş olgusu da mevcut.)

Aynı zamanda, dolar milyarderleri ve feodal artığı aile şirketleri, nakit paranın geldiği birinci kaynak olan süpermarket zincirlerini, TÜSİAD kanadından Koç ve Migros örneğinde olduğu üzere, terk etmiş görünüyor. Onun yerine MÜSİAD kanadından Ülker devreye girdi. (Bunun yorumu kültürologlara kalsın.)

Ülkerin bu ikilemesinin yarar getirip getirmediği 5 yıl içinde ortaya çıkar.

Gelelim, ‘tüketici bakış açısıyla neler görünmekte’ye:

Öncelikle, bu zincirler ucuzcu falan değil.

Ancak bu zincirler, semt pazarlarından kesinlikle ucuz. Onlarda fiyatlar fahiş oldu.

Zincirler, sebze ve meyvede kesinlikle sınıfta kalmış durumda.

Bu zincirlerin mağazalarında yerleşme sorunu var (yer darlığı değil). Bunu, bir de yılda 1-2 kere düzen değiştirerek (ve o sırada mağazayı kapatarak) daha da berbat ediyorlar. Ucuzcu süpermarketlerde kimse mağazanın düzenine bakmaz, tam tersine yıllarca aynı düzeni yeğler ki aradığını kolayca bulsun.

Zincirlerin çeşit sorunu büyük. Kimi kalemlerde fazla çeşit var, kimilerinde ise eksik çeşit var. Bunda temel neden ise, merkezi karar alma mekanizmaları. Kezlerce doğrudan tanık olduğum üzere, asıl sorumlu üst düzey birine konu iletildiğinde, o sorunun çözülmesi aylar alıyor ki çoğunluk çözülmüyor bile. (Çünkü o müdürler sahibin amcasının torununun damadının yeğeni gibi, akrabalardan biri oluyor çoğunluk.)

Bu ucuzcu süpermarket zincirlerinin mahalle bakkallarının yerini aldığı belli. Bunların kenar mahallede olduğu belli. Buralardakilerin parasız, eğitimsiz ve Anadolu kökenli olduğu belli. Buralarda Carefour lüks mağaza mantığını kullanınca, çok sakil kaçıyor.

Fiyatlama konusuna gelelim:

A fiyatını, A x 1,05 yapıp, ardından 0,95 indirim yapmayı ilan ederseniz, bu göze çok batar.

A fiyatlı malın yanına, 3A fiyatlı mal koyarsanız, bu da göze çok batar.

A fiyatlı maldan 1 tane, 3A fiyatlı maldan 10 tane koyarsanız, olmaz. Az göze batar ama yine de olmaz.

O en ucuz malları en alt rafa koyup, milleti bel fıtığı etmekten 50 senedir vazgeçilemedi. Bu hiç olmaz.

Hırsızlığın önüne geçilemiyor. Bunun tek çaresi, sabıkalı eski hırsızları istihdam etmektir. Bu çok çok iyi olur.

5 liralık (sözde) az tüketimli ampul koyup, 1 liralık ampulü koymazsanız, bu ucuzcu anlayış olmaz. O (pahalı) ampüller duyları bozunca, hiçbir garanti vermemek de olmuyor. (1 duya 1 kerede 3 ampul alan biri olarak yazdım bunları, çünkü biri ya tutuyor, ya tutmuyor, evde 6 tane kullanılmamış ampul mevcut.)

En büyük ütopyasal hayal, tüm malları kullanıp deneyen birilerinin varlığı. Artı, arada da olsa, tüketiciyle yüzyüze doğrudan iletişim kurabilen, halktan birilerini varlığının gereksinildiği apaçık ortada.

Donmuş gıda gibi, Etiler havalisine bile az kullanılabilir gelen mallara 3 buzdolabı ayırıp, azıcık konserve yiyecek koyarsanız, onu da buzdolabına koymazsanız, sakil kaçar.

Sıvı bitkisel yağlarda bir ara 10 marka koyup, şimdilerde 2 markaya düşmek de dengesizlik.

En muhafazakar zincirin bile, kasasının yanında prezervatif (hem de Kasımpaşa’da) bulunması, komiklikten başka bir şey değil.

Bir semtte alkol satıp, başka semtte satmamak, biraz nefret suçu kapsamına girmekte.

Görüldüğü gibi say say bitmiyor.

Haa, doğru. Bu millete herşeyi dayayabilirsiniz. Genç Parti’yi ve AKP’yi dayadıktan sonra.

40 senede yemek yapmayı öğrenemeyen evkadınları, alışverişi hiç bilmiyor ama bu demek değil ki siz bunu suiistimal edesiniz. (Şu anda 3 büyük zincir, 2 büyük MÜSİAD şirketinin elinde, onlara bunu büyük büyük harflerle yazarım.)

Evet beyler, ticaret sünnettir ama ‘kökünden kesen kasap’lık değil tabii ki…

Yanki Terörden Uslanmamış


Gerçekten yaşamış ve öğrenmemişler.

“Hizbullah kara para aklama ve uyuşturucu ticaretinden büyük bir kazanç elde ediyor. Bu mali kaynağı da dünya çapında terör saldırıları organize etmek için kullanıyor.”


Şu anda, çok zenginlerin 32 trilyon dolarının boşta olduğu açıklanmış durumda.


Ayrıca, mafya türü kurumların, o kadar veya daha çok parasının kendi borsasında, altınında ve internetinde tuttuğu da açıklandı.

Yani:

Bir: Terör için para herkeste var.

İki: 2001 olayları çok ucuza mal oldu, yani yaptıranlara.

Devam:

“Bir terör örgütüne bağlı olmadan bireysel olarak saldırı planlayan ve ‘yalnız kurt’ olarak tabir edilen kişilerin de sayısında artış yaşandığı belirtiliyor.”

Unabomber ABD’yi yıllarca uğraştırdı. Neler yaptığı kolayca ulaşılabilir bigiler olarak ortalıkta.

“Bildiğimiz bir şey var, bu insanlar durdurulması çok zor fakat oldukça beceriksiz kişiler. Yani El Kaide kadar tehlikeli değiller. İki koca binayı yıkıp binlerce kişiyi öldüremezler.”

İşte, en büyük hata bu: Rakibini küçümsemek.

Yahu, bugün uçak kaçırıp, herhangi bir kalabalığa dalacak birini durdurmak kaç saat alır, bunu düşünüyor mu, bunları söyleyen çok uzman kişiler?

O binalara dalanlar zeki değildi, dava adamıydı. O planı yapanlar zeki idiler ve hala dışarıdalar.

Anımsatalım:

1 stat 100.000 kişilik.

1 açıkhava konseri 1-3,5 milyon kişilik.

Böyle 1 yere, diyelim 1 kilometre yukarıdan, 1 bomba serbest düşüşe geçti, en Zihni Sinir CIA ajanı, onu kaç saatta durdurabilir? Bombanın düşüşü maksimum 3 dakika sürüyor.

O nedenle, o uyanıklara önerimiz:

7 düşün, 1 söyle...

Dipnot: ABD’nin 11 Eylül’deki şavalaklığı için, ‘102 Dakika’ kitabının okunmasını öneririz.

Perşembe, Nisan 25, 2013

Dinime Küfreden...



“Bomba Zanlısı Kitle İmha Silahı Kullanmakla Suçlandı

Boston'da yattığı hastanede konuşamadığı için yazılı ifade veren Cokar Tsarnev bu suçtan hüküm giyerse idam cezasına çarptırılabilecek.”


Breh breh breh...

Bu davayı açan ABD, 2 atom bombası kullanan ülke...

Bu davayı açan ABD, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bugüne kadarki sürede, 10 milyona yakın sivili bombardımanlarda öldüren ülke...

Roma, kılıçla geldi, kılıçla gitti.

Demek ki ABD, atom bombasıyla geldi, atom bombasıyla gidecek...

Ya da:

ABD halkı ve hükümeti, tarihte UCM’de yargılanıp topluca mahkum olan ilk halk ve hükümet olacak...

Salı, Nisan 23, 2013

Banu Güven Güzellemesi


Kendisinin varlığının farkına, Radikal Blog editörü Eda Utku’nun bir metni sayesinde vardım.


Bu aksis üzerinden, gazeteciliğin Türkiye’deki geçmişteki, günümüzdeki ve yakın gelecekteki konumu üzerine bir çeşitleme açımlayacağım.

Öncelikle, kontrol parametresi olarak, elimizde Çetin Altan ve Cüneyt Arcayürek gibi, neredeyse 70 yıldır gazetecilik yapan örnekler mevcut. Yani, tüm fırtınalar genç fidanları deviremiyebiliyor ve tersine o fidanlar ulu çınarlar olabiliyor. (Şerh: Güven’in hemcinsi olarak Müşerref Hekimoğlu olmasını, düşmanım bile olsa, dilemem.)

Gerisi bildik hikaye:

Türkiye’de gazetecilik, Osmanlı’dan beridir sermaye sahiplerinin elinde. Gazete sahipleri, gazetelerini iktidardan maddi veya manevi nemalanmak için kullanagelmişler.

Yani bir gazeteci aday adayı, böyle bir gelenek denizine girdiğinin başından bilincinde olmak zorunda.

Son 30 yıllık libelarizmler dalgalarında, gazetecilik açısından genel panorama şu: TÜSİAD-MÜSİAD karşıtlığı gibi, gazete-sermaye sahipleri de karşıtlıklar taşıdığından dolayı, bir gazeteci özel koşullar dışında, bir gazeteden atıldığında, diğer bir gazetede yer bulabiliyor.

Buna ek olarak, son 15 yıldır internet var.

Güven ikinci şıkkı kullanmış. Kendisi değil de, bir arkadaşı (herhalde önlem diye düşündü), ona bir site hazırlamış.

Asıl konu bundan sonra başlıyor:

Ursula K. Le Guin’in dediğince:

“Tamam, konuşma özgürlüğü kazandınız. Peki, ne söyleyeceksiniz?”

Sonuçta, (kovulduktan sonra) Emin Çölaşan’ı da gördük, (epeyi kovulmuş toplayan) t24’ü de...

Gelelim Güven’in sitesine:


Sitenin 23.04.13 tarihli açılış sayfası, birçok güncel siyaset haberi içeriyor. Demek ki bunlar hayati önemde. Ancak bilim haberi yok.

Editör Utku’nun direktifiyle, Aralık 2012’de Mars’t yaşam bulunabilirliği ile ilgili 3 metin yazmıştım.

İlginç 2 sonuç almıştım:

Br: Editör tatmin olmamıştı. (Sorusuna kısa ve açıkseçik bir yanıt istiyordu ama öyle bir yanıt yoktu ve kendisi de üniversite mezunu düzeyinde bilim genel kültürüne sahip değildi.)

İki: Okur ilgilenmemişti.

Şimdi, Mars’taki yaşam, Türkiye’de öldürülen herhangi birinden daha önemli bir haberdir ve bilgidir.

Kendi küçük yaşamlarımıza, kendi küçük bakış açımızla eğilirsek, kocamaan bir beyhude-kendi biyografimizi görürüz, 30 yıllık libelarizm çıkışı perspektifi göremeyiz.

Gazetecinin bir çıkış yolu göstermek misyonu var mı sorunu bir yana, gazetecinin geniş açılı bakış getirme misyonu olsa gerek düşünüyorum.

Yoksa, kılavuzu karga olanın durumuna benzeriz.

Güven’in nezdinde, bugünün tüm bağımsız geçinen gazetecilerini yargılıyorum. Onun şahsına yönelik bir şeyim yok. Zaten ilk kez bu metin nedeniyle kendisiyle ilgilendim.

Kitaplar için, ‘best-seller’ / ‘worst-seller’ durumu burada da geçerli:

10.000 okunmak ama 1 günde mi, 1.000 günde mi?

(Yaşar Kemal’in ‘İnce Memmet’i 50 yılda 1 milyon sattı, Ahmet Altan’ın bir romanı 1 yılda.)

10.000 okunmak ama siyasi cinayetlerle mi, Mars’ta yaşam ile mi?

Hangisi yeğdir?

Kafka ne demiş?:

Bir seçim var mı? (Etik olan ile estetik olan arasında.)

Sarı Basının Yaprak Dökümü


Son zamanlardaki yeni medyanın durumu, ‘sarı medya’ olarak nitelenir oldu.

Sarı basın, sarı sendika’dan geliyor. Sarı sendika da, şirket tarafından kurulan ve sosyalizmin kızılına inat, simge olarak sarı renk alan bir geleneği imliyor.

Sarı basın, neo-liberalizmin ilk dalgasının geldiği 1980’lerde boyalı basın idi.

Şu anki yeni medya, boyalı da sayılmaz, sendikasal anlamda sarı da...

Dezenformasyon, 1950’lerde başlayan 2. Sanayileşme’nin alameti farikası sayılabilir. Çünkü o zamanlar gelmekte olan bilgi toplumu çağıdır ve yanlış bilgi kitle üzerinde iktidar demek sayılıyordu.

1750-1950 arasında, en azından 1. Dünya’nın tümüyle sanayileştiği gözönüne alınırsa, 1950-2010 arasıki 60 yılda bu denli az 2. Sanayileşme yaşanması şaşırtıcı bulunabilir.

Burada temel sorun, hızlı artan 3. Dünya nüfusu nedeniyle, 1 milyarlık 1. Dünya’nın geri kalan 6 milyarlık 3. Dünya’yı birincidünyalılaştıramaması ve tersine, kendisinin üçüncüdünyalılaşmasıdır.

3. Dünya 1950’de pratik olarak % 0 okuryazardı. Aradan geçen 60 yılda pratik olarak ilkokul mezunu veya okuryazar oldu sayılıyor ama etkin okuryazarlık ölçütlerini 1. Dünya mensupları bile karşılayamıyor.

Yani; 2. Sanayileşme’nin alameti farikalarından biri olan internet, dünyayı daha az okuryazar ve daha çok aptal-cahil kıldı.

İşte 2010’larda burnumuza dayatılan sarı basın kavramı, bu kültürel moment içinde tanımlı.

Yani sarı basın; seks haberi (arka sayfa güzeli) bile, şiddet haberi (3. sayfadakileri) bile üretemiyor. O nedenle sarı basın boyalı basın sayılamaz.

Sarı basın kendisine karşı da aptal ve cahil. Yani, iktidara yönelik çıkarlarını bile kollayamıyor. Çünkü, eli yüzü düzgün bir haber mizanpajı üretemiyor ve gaflar yapıyor. Çünkü internet kullanımı her tür basit imla kuralını tasfiye etmiş durumda. Editörler ve sayfa sekreterleri, anlamlı haber kompozisyonu ayarlayamıyor.

Bakıyorsunuz, bir haberin fotoğrafı başka, konusu başka. (Bunu kasıtlı yapamazlar.) Bir bakıyorsunuz, haberin başı başka, sonu başka. Bir bakıyorsunuz, haber hiçbirşey hakkında ya da konusu yok.

Gelelim, iktidarın bunu isteyip istemediğine:

Bu denli aptal ve cahil olan birileri, iktidardakilerin istedikleri malalır alıp tüketemez, gidip en acaip şeyler para verir, veriyor da zaten.

Sen 30 yıl boyunca, millete çanak çömlek hesabı arkopal daya, 50 yıllık ansiklopedi daya. Sonra kalk, en son model teknolojiyi savun. Tutmaz tabii ki.

Haa, hangisi daha kötü, o belli değil.

Belli olan şu: 10 yıllık 3. dönem liberalizm-AKP iktidarı, kitlenin beynini feci ütüledi. Kitle, herhangi bir doğruyu algılayamaz duruma geldi. Onun yerine, fal, burç, ufo, şu bu var. Din safsataları, cehennemlik cehennemlik ortalıkta uçuşmakta...

Ayrıca, bu kitle daha 1999’da Uzan’a % 7 oy vermişti, bunu anımsayalım ve unutmayalım.

Bunları sarı basın sağlamadı. Bunları ne ABD, ne AKP, ne de dolar milyarderleri istemedi ve bunun için uğraşmadı. Kaos matematiği modellemesine bağlı olarak kendiliğinden gelen yeni bir orta çağın kültürel devimselleri bunlar.

Peki, ne yapacağız?

Olaya tecavüz fıkrası gibi bakabiliriz: Kaçınılmazsa, zevk almayı deneyebiliriz. Değilse, devrim yapabiliriz.

Sarı basının beyin tecavüzünden alınacak en büyük zevk, bu ırza geçmenin entellektüellerden çok, iktidar seçkinlerinin canını yaktığıdır: Paralarını bile rahat rahat yiyemiyor gariplerim (baksanıza, şarkıcımız 50 milyon doları kumar masasında bırakmış)...