Cumartesi, Mart 31, 2018

Ellon Musk Tesla’yı Batırdı


Bir şehir efsanesi balonu daha söndü:
“Musk, geçtiğimiz yılsonu Model 3 otomobilinden 20 bin adet üretme ve piyasaya sürme sözü vermişti. Ancak mali raporu gören yatırımcılar dehşete kapıldı. Belgeye göre üretilen araç sayısı 360 ile sınırlı kalmış, şirketin uğradığı zararsa 2.2 milyar dolar olarak belirtilmişti.
Bu şekilde üretime devam eden Tesla, saatte 480 bin dolar ya da her dakika başı 8 bin dolar zarar ediyordu.”
Kapitalizmin yan huylarından biri de bu:
5 yılda bir 1 kişiyi alıp, onun çevresinde zengin olma düşü öyküsü çizmek.
Ancak o efsanelerden bugün biri bile kalamadı günümüze.
O sırada birileri de, bu kahramanların gerçek öykülerini, bilançolarını, hatalarını listeliyor, yazıyor ve yayınlıyordu. Kimse de onlara inanmıyordu. İnsanlar böyle yalan söylemlere, Yeşilçam filmi gibi, gereksinim duyuyorlar demek ki.
Onun başarısı olarak kabul edilen Paypal, ilk ve tek olmanın avantajını kullandı, havaleden % 10 gibi inanılmaz bir oranda komisyon aldı.
SpaceX ise, ABD’nin NASA’yı tasfiye kararı ertesinde oluşan boşluk nedeniyle var olabildi.
Elektrikli araba projesi Tesla ise, yine bir şehir efsanesi. Dünya elektriğinin tamamına yakını, termik santrallardan ve nükleer reaktörlerden üretiliyor, hidrolik enerji olarak değil. Bu nedenle elektrik enerjisi, en çevre dostu değil, en çevre düşmanı enerji aslında.
Musk’ın öyküsü böylelikle, insanların kendilerine yalan söyleyip buna inanıp, ardından insanları da inandırıp, başarı sağlamanın başka bir örneği olarak kayda geçmiş oluyor. Bildiğimiz saadet zinciri öyküsü yani.
(30 Mart 2018)

Cuma, Mart 30, 2018

Yanılmış Devlet ve Budalalar Gemisi


Bu iki sözcük kümesi de; metafor, aforizma, mecaz, teşbih olmakta…
Devleti seyreden bir gemiye benzeten, yakın zamanlardaki en ünlü film örneklerinden biri, Fellini’nin ‘Ve Gemi Gidiyor’udur.
O gemi gitmesine gider de, budalalar gemisi tayfalarının ve yolcularının sayesinde, batar da…
Biz burada çok daha dar bir benzetiye odaklanacağız:
Devlet gemisi batarken, ona daha çok biat eden vatandaşlarının, budalalar gemisi yolcularının sayesinde, daha uzun yaşaması veya bitişinin ertelenmesi vakası.
Osmanlı 1877-1918 yer ve zamanı bunlardan biri.
Başarısız meşrutiyetin ardından, 33 yıllık dikta ve 93 Harbi ile başlayan savaşlar dizisi, yitirilen topraklar, ‘3 İstanbul’ romanında biyografik ve otobiyografik olarak sergilendiği üzere, Osmanlı’nın son zamanlarında, battığını göre göre ve bile bile, ona biat da artar. Hatta, onu yıkmak isteyen iç jakobenler bile, onu daha uzun yaşatmaya çabalarlar.
Bu, neden böyle oldu, oluyor ve olacak gibi de?
Öncelikle buradan çıkan birincil sonuç; vatandaşlarının ona biatının, devletin kendi iç düzeninin hatalı sürdürmesinden daha etkili bir devlet sürme veya bitme koşulu olduğu.
Hatta, tarihe baktığımızda zaten var olmuş tüm devletlerinin yarısının, varlıklarının en az yarı süresinde yanılmış devlet olmuş olabileceği gibi bir gözleme varıyor gibiyiz.
Kaldı ki istatiksel olarak, normal eğrisi ve istatistik sayesinde, aslında normal sayılması gereken önemli bir kesim de, anormal kesimde sayıldığı için, herhangi bir insan topluluğunun iç dengesizliği mevcuttur. Yani bir bakıma, toplumun bir bölümü devlete biat edecekken devlet onları kendine isyana zorlar. Not: Burada havuç ve sopa zamanlaması önemlidir.
Böylelikle 2 acaip durumu gözlemiş oluyoruz:
Bir:
Devletlerin (sandırılmak istendiğinin tersine, feci hegemonik olmayıp) tarih boyunca genelde yanılmış olduğu ve bunun devletin sürmesinde pek de hayati önemi olmayabileceği.
İki:
Devletin sürmesini isteme yanılsamasının, biten devlet gerçeğinden daha çok geçerli olup, bitmiş devletin zombi inkıtalarını yaratması. Bu; Roma, Bizans, Endülüs ve Osmanlı gibi, 500 yılı aşan zamanlar süren devletler için özellikle geçerli gibi.
Bir anarşist olarak, 2’si de bana çook ironik geliyor.
(29 Mart 2018)

Global Borç = 350 Trilyon Dolar


Bir haber:
“Dünyanın borcu riskte: 350 trilyon doların bağlandığı libor faizleri son 10 yılın en yüksek seviyelerinde.”
Haber, aslında Hürriyet’te. Bu, alıntı.
Libor faizleri; 2008’deki % 2,6’dan başlayıp, kademe kademe azalıp, eksiye inip, artmaya başlayıp, 10 yıl sonra yeniden % 2,6ya çıkmış.
Ancak sorun şu:
“IMF tahminlerine göre, gelecek yıl 190 ülkenin milli geliri toplamı, 2017'ye kıyasla 5,1 trilyon dolar artarak, 83,8 trilyon dolara ulaşacak.”
Bunun % 40’ı harcanabilir durumda. O da 33 trilyon dolar eder.
Yani sonuç olarak, yıllık tüm Dünya harcamalarının 10 katından (yani 10 yıllığından) çok borç sözkonusu. Oysa, ekonomi kurallarına göre, Dünya’nın herşeyini satsan, 10 yıllık gelir eder.
Eski ekonomi kurallarına göre, bir özel veya tüzel kişilik (şirket veya devlet), ancak 1 yıllık geliri kadar borçlanabilirdi ancak.
Sonra, bunu 2 katı yaptılar. Şu anki durum, kabaca o.
Ancak, herkes birbirine borçlu ve birbirinden alacaklı durumda. Bu, keşmekeşin ve gereksiz parasal şişmenin nedeni bu.
Sistem aşırı kırılgan yani.
En kısası şu:
Zenginlerin elindeki paranın satın alacağı şeyler Dünya üzerinden yok. Tabiri caizse, Monopol oyununun cılkını çıkardılar. Para, o kadar yoğunlaştı ki satın alma karşılığı ortadan kalktı.
Bunun da nedeni, malzemesel ve işçiliksel olarak 10 milyon dolara mal edilen bir evi 1 milyar dolara satmak. Bunu alan adamın, dolar 10 milyarderi değil, dolar 100 milyoneri olması ve bunun için borçlanması.
1929 Global Krizi ertesinde para ortadan kalkmıştı, ABD’de tahta on sentler elle yapılmıştı. Yunanistan’da da 2015 sonrasında benzeri şeyler yaşandı, takas ekonomisine geri dönüldü.
Benzeri şeyler yine olacak ama bu kez çökecek olan yapı, çok daha yüksek ve büyük.
(29 Mart 2018)

Gönüllü Kulluk Nedir?


Murat Sevinç, Etienne de la Botie’nin ‘Gönülü Kulluk Üzerine Söylev” Kitabı hakkında, Gazete Duvar’da yazmış.
Bu makale üzerinden, bazı anımsamalar ve notlamalar:
Öncelikle ‘discourse’ Fransızca’da, hem ‘söylev’ (nutuk), hem de ‘söylem’ anlamına geliyor. Söylem üzerine Foucault’nun bir kitap yazdığı düşünülürse, ‘’discourse’ düzlemi’ de apayrı bir konu olur.
Sevinç, yönetilmeyi gönüllü kulluk olarak üstlenenlerin halklar olduğunu adlamış. Oysa, kitle ve halk sosyalizm söylemi üzerinden gidişi imler. Oysa, burada sözü edilen daha çok proto-feodalimsi toplum kastlarıdır, çıkarla ve/ya soyut olarak belirlenebilirler.
Reel koşullarda, ağanın aşiretinin oylarını belirlemesi veya kentteki dağınık aşiretsizlerin en çok parayı verene oyunu satması durumları sözkonusu. Ancak, her durumda alınan sosyal market yardımlarının katları kadar maddiyat toplamı, toplumsal sınıf olarak yitirilmiş oluyor, ülkenin borçlanması ve üst sınıfların anlamsız zenginleşmesi nedeniyle diyelim. Şerh: Bunun böyle olması, oyun kuramının geniş söyleminde, zorunluluk değil ama pratikte hep böyle olageldi ve olagidiyor.
De La Botie’nin pratik üzerinden saptadığı en önemli durum şu:
Bir model var: Yönetme-yönetilme açısından, yukarıdan aşağıya belki 10 düzey / kesim sözkonusu.
De La Botie’nin eksik gözlemi veya eksik saptaması olarak diyelim, gerçek yaşamda daha büyük topluluktan daha küçük topluluğa, diyelim en küçük topluluk aileye kadar inerken, birebirlik işlemez.
Yani, Cameron’un önce Brexit’i vaad edip, sonra bundan vazgeçip, sözünü tutmak için bunu yapıp, başta kendi savunduğuna sonda karşı çıkıp, bir de oylamayı kaybedip, üstüne bir de son olarak, parti başkanlığını da yitirirsen ve bu, bir gerçek yaşam öyküsüyse, yönetme-yönetilme modelinde doğrusallığın işlemediğini görürüz kolayca.
Yani, çıkarlar çerçevesinde satın almalar ve emir-komutalar yoktur gönüllü kullukta. Daha çok Brown devinimi türünden titreşimler / salınımlar sözkonusudur.
Ana ilke olarak şu doğrudur:
Kitlenin desteği olmadan, iktidar seçkinlerinin iktidarda kalması, imkansıza yakın zorluktadır. Dolayısıyla, kaka muktedirler cici kitleyi eziyor veya sömürüyor falan değildir. Kitle, kendi kanının ve kemiğinin yağlı tarafını dilenmektedir. Bunun için yaltaklanmaktadır.
Şunlar da doğrudur:
Hiçbir toplum-sistem, her bir bireyini sonuna kadar birebir yönetemez.
Tez, (yerine geçme / ikame veya ona dönüşme ile) kendisinin antitezi olabilir. Yani bir sav, tam karşıtını sonuçsayabilir. Solcuların solu tasfiyesi ve muhafazakarların aileyi tasfiyesi, bu türden tarihçesel örnekler oldu.
Yani, az olasılık olarak, kitle gönüllü kul olsa bile, iktidar seçkinleri onu yönetemeyebilir veya toplama kampında katledebilir.
Dolayısıyla:
Gönüllü kulluk genel bir durumdur. Bir momenttir. Sonucu birebir belirlemez.
Diğer bir deyişle:
Kitlenin iktidar seçkinlerine aşırı biatı da, devleti tasfiye / yok edebilir.
Sonuçta şunu çıkarsıyoruz:
Kitle, iktidar seçkinlerine ister gönüllü kulluk etmiş olsun, ister isyan etmiş olsun, tarihteki devletlerin toplam yanılmama (yanılmış devlet olmama bütünleme sınavını geçme) puanı % 50’yi geçememiş gibi görünüyor.
Bu durumda, Dünya Sistemi’nin yeniden yazılması gerekiyor.
Dipnot:
Buraya küçük bir ek-şerh: Bazı devletler % 45 ile süregidebilirken, bazı devletler % 55 ile süregidememiş gibi de görünüyor.
(29 Mart 2018)

Mithat Sancar Negasyonu


Kendisi şöyle demiş:
“Yandık, bittik üslubu, demokrasi mücadelesini zayıflatacak en tehlikeli yaklaşımdır. Umut, insanın kendi kendini aldatması olarak anlaşılmamalı. Tam tersine, mücadele olduğu sürece umut vardır."
3 tane birbirini ve kendini değilleyen cümle.
Genelgeçer, klişe, basmakalıp söz.
Yenildiğini, hezimetle yenildiğini, düşmanın kazanınca acımasızca kırıp geçeceğini söylemek gerçekçiliktir, şu anda geçerlidir, en tehlikeli yaklaşım falan değildir.
İnsanda biraz vicdan, biraz bellek, dilinde de biraz tartı olur. Bizi buralara, o şahsın mensubu olduğu parti getirdi epeyice de… Bizi ezip geçeni ayakta alkışladılar çünkü…
Devam:
Bu koşullarda gerçekçi birinin umutluluğu, kendini aldatmadır. Sancar, hem kendini, hem bizi aldatmaya çabalıyor.
Devam:
Mücadelenin umuda gereksinimi yoktur, yalnızca düşmana inat olarak da yaşayabilir ve hala mücadele edebilirsin.
Evet, AKP’ye tuş olanlar, ya İzmir’e gittiler, ya da yurtdışına.
Ona ne, bize ne?
Onlar, haklarını ve özgürlüklerini bu yönde kullandılar ve yalnızca kendilerini kurtardılar. Bizi kurtarma muhabbeti yapanlar, bizi kabirin ve kuburun dibine gömdü ama… Sancar bu hesaba dahil ama…
Şu tez önemli ama:
“Bu kadar işlevsizleştirilen bir parlamentoda olmanın anlamı yok.”
Bu, MHP için ayrı, HDP için ayrı, CHP için ayrı anlam demek. HDP için savaş alanına geri dönmek demek. MHP için işbirliği demek. CHP hala karar veremedi demek.
Mecliste olmayanların mecliste olmak hakkında söyleyecekleri de, bekara karı boşamanın kolay olması durumu gibi olabilir.
Durum çok basit:
Hava puslu, tarihin yönelimi bozuldu. Bu durumda, herkes kendi kişisel kararını verir. Kendisiyle aynı karar verenlerle de aynı safta döğüşür. Kaçmak ve hatta ortalıkta hiç görünmemek ayıp değil.
Çıkış:
Kendisinin aynı paragrafta birbiriyle çelişen 2 tezi var:
Bir:
“…parlamentoyu terk etmenin ülkede demokrasiye ve özgürlüğe katkısı şüphelidir.”
İki:
“Parlamentoyu demokratik siyasetin tamamıyla özdeş gören anlayışta bir yanlışlık var.”
Meclisdışı demokratik mücadele araçlarını saymamış ama…
Adam kararsız, bunu bile söylemekten aciz…
Adam, sufle bekliyor. Bu bariz belli ama…
(29 Mart 2018)

Perşembe, Mart 29, 2018

Repçi Eypio da Kopmuş: Bura Anadolu


Kendine ‘Apo’ diyemeyip, Eypio diyen, bir Türkçe rep grubundan söz ediyoruz.
Hesapça rep, isyankar müzik alanında, arabeskin yerini aldıydı.
Oysa gördük ki 2018 momentiyle ve AKP rüzgarıyla alaturka rep, işbirlikçi olmuş.
Klibin linki:
Şarkı sözleri:
‘Yiğit deli atı doru
Sorma sen boşa soru
Eli kolu bağlı değil
Çünkü bura Anadolu
Dolu dolu dolu bura Anadolu
www.sozlerisozu.com
Bır anne bır atadan
Doğuptur bır oğul
Mahtum Guli diyidi ona tur oğul tur
Yerinden tur oğul tur
Yerinden tur oğul tur
Yerinden tur oğul tur tur
Yerinden tur oğul

Bir anne bir babadan
Doğmuştur bir oğul
Mahtum Guli diyordu ona kalk oğul kalk
Yerinden kalk oğul kalk

Askerler seferi
Söyle kimin neferi
Bozkırdan geldik
Hocamızdır Ahmet Yesevi

İlim irfan aşk sevgi
Bilinmezki nereli
Atla değil aşkla geldik
Yorgan yaptık kefeni’
Ahmed Yesevi geyikleri var.
Hem milli, hem dini hesabı yani…
Sorun, onlarda değil, şurada.
Bu, bildiğimiz Orta Asya, özellikle de Kazakistan kliplerinin birebir kopyalanmış bir kalıp.
Alaturka rep ve Kazak kahramanlık türküleri.
Tuhaf ama bugünün ırkçı-milliyetçi (ama dinci) çizgisine, bugünün orta Asya’sında nedense Kazakistan uymakta. Kazaklar, 2018’de Latin Alfabesi’ne geçtiler. Kazakistan, Indo-Avrupa dili ve ırkı sayılıyor. Oysa, onların kliplerinin izlediğinizde, en Türkik olan onlar: Hunlar geleneği üzerinden bildiğimiz Türkik geleneği üstlenmişler.
Not: Nedenini bulmak beni aştı. Çünkü 50 halkta 1 isabet sözkonusu.
Bir klip örneği:
Yani, dombıra geleneği, şu an aslen onlarda.
Bir klip örneği daha:
Bu sonuncusu, modern dans, etnik-folklorik türkü, savaş, herşey içeriyor.
Bizimkiler gibi cılkını çıkarınca, sonuç şuraya varıyor:
Popum, popsun, pop, durumu…
Dombıranın aslı:
Ola ola, böyle olabiliyor alaturkası:
Bu adam, milletvekili yapıldı, sonra bakıldı, olmadı, acilen geri adım atıldı.
Sözün özü:
Faşist olamadık…
Engizitör olamadık…
Diktatör olamadık…
Tarihin hacıyatmazı olduk…
Ahan da, o hacıyatmazlığın musikileri de bunlar olabilmekte…
(28 Mart 2018)

Türkçe Rap: Geeflow: Zeytin Dalı


Oof of.
Yazacaklarımızı olduğu gibi baştan yuttuk.
Şarkı sözleri:
“Geeflow – Zeytin Dalı Şarkı Sözü

Nakarat:
Her kuşun eti yenmez
Her kurşun et delmez
Her yumruk yere sermez

Canımızı verirsek cennet bizim
Kanımızı verirsek devlet bizim
Ölmek var dönmek yok bizi
Harp meydanında görenlere sor

Verse 2:
Isıtalım oraları bahsine girerim
Tanklara binelim ve Afrin’e girelim
Mehmetçiğim tek-bir
Sesleri ile bütün dağları inletir

Bombanın üstüne numaramı yazdım
Patlamazsa telefon aç da görüşelim
Türk Silahlı Kuvvetleri’yiz

PKK’ye Kürt demek küfür olur
Çünkü Türk Kürt kardeş
Kalacak hadi bir de sen kap gel
Taramalı tüfek ile asker

Vatanına her zaman hasret
Mehmed’im silahına yar der
Manen bize mahalle savaş alanı
Kepaze düşmanım fare

Gibi köşelere sıkışır
Yavaşlayalım biraz yumruktan burnun eğri kalır
Bu mermiler ise yerli malı
Bize destan yazdırır Zeytin Dalı

Zeytinler bize dalları size
Giden her kurşun cehenneme vize
Cehenneme vize, cehenneme vize
Size giden her kurşun cehenneme vize
Cehenneme vize ateşiniz bol olsun

Nakarat:
Her kuşun eti yenmez
Her kurşun et delmez
Her yumruk yere sermez

Canımızı verirsek cennet bizim
Kanımızı verirsek devlet bizim
Ölmek var dönmek yok bizi
Harp meydanında görenlere sor

Verse 2:
Benim ordumda
Türk, Kürt Laz, Çerkez, Sünni, Şii ve Alevi
Mezhep ayrımcılığını soktular ve yaktılar alevi
Atom bölünür vatan bölünmez, deneyenler toprak
Kafa tutmam teslim olurum senin yerinde olsam

İnsan varsa nifak var. İman varsa imkan var
Savaşımız tüm dünyayla, çok gizli bak plânlar
Üç harfliler geldi, hainlere mermi
Bu vadiler dikenli, Rab için biz geldik

Vardığımız yerde düşmana ecel geliyor
Nişan deyince aklıma aşk değil hedef geliyor
Sınırları aşıp da geldik size ecdadımdan selam getirdik
Ordumuz Muzaffer olsun yıksın düşmanları
Şeytan taşlamaktan tavafa vakit kalmadı

Her kuşun eti yenmez
Her kurşun eti delmez

Nakarat x2:
Her kuşun eti yenmez
Her kurşun et delmez
Her yumruk yere sermez

Canımızı verirsek cennet bizim
Kanımızı verirsek devlet bizim
Ölmek var dönmek yok bizi
Harp meydanında görenlere sor”
Basit, çok basit.
Doğrudan.
Bu da klip linki:
+
Söylenebilecekler:
AKP, bunlara gereksinim duyuyorsa, çoktan bitmiş ve bunu kendi de kabul etmiş demektir.
Bunların yarardan çok zararı olur, muhatabı AKP olsun olmasın, muhatabı her kimse ona…
Sivil ergen bıçkın mahalle delikanlılarının eline silah verirsen, bir bölümü senin evine girer, karının kızının ırzına geçer, senin de makatını miker. Bu süreç, 15 Temmuz’dan sonra buralara geldi çoktan. 100 bin kayıp ve kayıtsız silah sözkonusu. Suç miktarında hızlı bir artış sözkonusu.
İstiklal Marşı’ndan bu rep’e indiysen, yanmışsın demektir yani.
Artık, yazılı ve ağızsal söz bitmiş, özsavunu eylemi devreye girmek zorunda demektir.
(28 Mart 2018)

Çarşamba, Mart 28, 2018

Savaşlar ABD’yi Nasıl Batırdı?


Bir alıntı:
“Amerikalılar 2001 yılından bu yana terörle savaşa 5,6 trilyon dolar harcadı.”
Karşılaştırma için:
‘Mortgage’ krizi sırasında, ABD 1, AB 1 trilyon dolar sürdü piyasaya, yani toplam 2 trilyon dolar. Bu, 5 yıllık bir dönem boyunca parça parça sürdü.
Dünya tarihine baktığımızda, bütün büyük hegemonların bu türden çıkması zorunlu olmayan savaşlar yüzünden battığı kayıtlı ve Osmanlı da buna dahil.
İşin tuhafı, son 17 yıldır ABD, Dünya’da ne askeri, ne iktisadi, ne de siyasi olarak daha güçlü duruma geldi.
AB’de sol-sağ parti ayrımı batınca, ABD’deki sağ-sağ parti ayrımsızlığı komik bile olamadı: Unutmayalım ki Arap Baharı bir zenci olan, Demokrat Parti’li Obama başlattı.
1990’da SSCB’nin kendi batırmasıyla, tekkutuplu oluveren Dünya, ABD sayesinde yokkutuplu Dünya oluverdi.
2001’den sonraki en büykü AB’li müttefik olan İngiltere, inanılmaz politik gaflar ertesinde, Brexit ile AB’den çıkınca, ABD daha da zayıfladı.
ABD, en son Trump’ın getirdiği ithalat vergileriyle, AB-ABD düşmanlığını ve çatışmasını kesinleştirdi.
En geriye bakarsak:
ABd, 1950’den beridir hiçbir savaşı kazanamadı.
Ve artı, artık silah satışı Dünya’nın en büyük iş alanı değil. Rekabet yoğun. ABD, sata sata 100 milyar dolarlık silah satabiliyor artık. 70 yerde daha savaş çıkarması gerekli yani.
Ancak, anımsayalım ki Osmanlı’nın batışı 300 yıl sürdü. ABD’nin zirveliği 70 yıl sürdü. İnişi en az o kadar sürer. O da en az 2085 eder.
21. Yüzyıl, duralama yüzyılı olacak gibiydi, yaklaşık 18 yılda öyle olacağı da görüldü. Tarihin ya sel, ya çöl dengesizliği, 20. Yüzyıl’daki 2 dünya savaşı ve 2 dünya devriminin üzerine, 10 başarısız devrimcik denememsisi ve 3. Dünya Savaşçıkları getirebildi ancak.
Nasıl ki devletsiz TC’nin İstanbul sokakları berbatsa, hegemonsuz Dünya’nın devletleri da berbat: 198 devletin 132’si yanılmış devlet, yani üçte ikisi.
Bir anarşist olarak ibretle izliyorum panoramayı. Ustalarımız bize apaçık olarak yalan söylemişler, anarşist kuramcı ustalarımız yani. O zaman da boynuz, kulağı geçer, bambaşka ve yepyeni bir tarih yazımı yaratılır.
Çıkış olarak vurgulayalım:
Dünya Sistemi bakış açısı olsun, neo-globalist neo-liberalist bakış açısı olsun, tarihi ekonomik determinist olarak ve iktisadi-askeri-siyasi bir bütün olarak ele alıyor, bilim-düşün-sanat bütünü olarak değil.
Zaten, yalnızca bu bakış açısını kullansanız bile, ABD 1945, ABD 1968 ve ABD 1980 hep eksi sonuçlar veriyordu. Buna, o zamanlar dikkat etmedi kimse. Örneğin, kimse hala ABD'nin 2. Dünya Savaşı ertesinde girdiği tüm savaşlarını yitirdiğini yazamıyor, en son da Arap Baharı silsilesi savaşçıkları dahil, Suriye dahil. En önemlisi de, ABD 1. ve 2. Dünya Savaşı’na başta değil, sonda girdi. Dolayısıyla ABD, 20. Yüzyıl’da hiçbir savaşı kazanamadı, oluyor. Yenilmez armada ABD’nin gerçek yüzü bu.
Dünya’nın hiçbir ülkesinde 350 vatandaş 1.400 vatandaşı her yıl öte yana yollamıyor da. Kendi ülkesinden ve kendi halklarından nefret eden halklardan söz ediyoruz.
Ulus-devlet kavramı batarken, ulus-devlet hiç olamamış ama başka hiçbir ortak paydası bulunmayan bir ülkeden söz ediyoruz. İngilizce bile ortak paydaları değil. Din desen. 50 din birden mevcut.
Devşirme politikaları yüzyıllar önce belki işlemiş olabilir ama Macar Sarkozy’nin Fransa’ya, biri Japon, biri Polonyalı 2 başkanının Peru’ya ne yaptığı ortada. (Not: Bu konunun ayrıca yazılması gerekli.)
(28 Mart 2018)

Zehra Çelenk Negasyonu: ‘Kaybedenler Klübü Yolda’ Eleştirisi


Kendisi senaristlik üzerinden Türkiye sinema camiasından imiş. Filmi eleştirirken, aşırı klişeler kullanmış. Biz o klişeler üzerinden onun düşüncelerini değillemek arzusundayız. Alıntı ve yorum sırasıyla gidecek.
“Hayatın ya da kaybedilen her neyse onun öcü alınırcasına, anlamsızlığa mıh çakılırcasına, sürekli seks ediliyordu. Olan bitenin ‘sevişmek’le pek ilgisi yoktu ancak yerine kullanılabilecek başka kelimeler cinsiyetçi baskınlıklarıyla rol çalacakları için böyle diyeceğim.
‘Seks etme’nin ya da aşk dışı seksin kötü, yanlış bir şey olduğu türünden bir ima yok burada. Ama işte, iki adet dünyayı yemiş bitirmiş, gözü seks (drugs and rock’n’rol) dışında her şeye doymuş adamın kadın bedenleri üstünden yer yer ruh solduran hezeyanlarını da izliyorduk yani.”
İnsanlar gençken, eğer yapabiliyorlarsa, böyle yaparlar. Bazıları bunu yaşlanınca da sürdürürler.
Eleştirmen olarak Çelenk’in burada saptayamadığı durumlar var:
Bir: İnsanların bulunca, bunaması.
İki: İnsanların kolay olanı seçmesi.
Üç: Seksin seks dışında her iş için ikame olarak kullanılması.
Dört: Bolluğun kıtlıktan daha zararlı, havucun sopadan daha zararlı olması durumu.
Beş: Bazı sosyal ortamların böyle olduğu. Hele hele (hepsinin içinde yer aldığı) sinema camiasının da böyle olduğu. Hava, meni ve uzing kokar oralarda. Sonra da hapse evlenir ve çoluk çocugğa karışır. Sonra da hepsi birbirini değil, kendini aldatır. Den den de den den.
Yani olay, çok daha geniş bir açmaz panoramasının seks versiyonu.
“Filmde hikâyeleri anlatılan Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un radyo programlarını hiç bilmiyorum. 6:45’se iyi bilip takip ettiğim bir yayınevi. Alt kültürü, Beat ruhunu günümüze taşıyıp sürdürme çabalarını önemli buluyorum.”
Şenol’u da ve ‘Sub’u da ekle. 1995-2000 arasında çıkış yaptılar. Şu sıralar, Google Translate çevirili kitaplar basma noktasındaymış Şenol kardeş. Bizde yayıncılar, kabzımal ve celep arası bir şeydirler. Doğru meyveyi veya eti buldular mı, değmeyin keyiflerine. Ancak, batan yayınevinin haddi hesabı yoktur ve başta çıkan yayınevinin, sonraki öyküsü adını andığım ikisinin şimdiki durumudur.
Yani, filmdeki kişilemelerin gerçek yaşamdaki izdüşümü / karşılığı asıl irdelenmesi gerekenler ama Çelenk bu konuda eksik bilgi sahibi imiş demek ki.
“Söz gelimi dünyaya düşmüş en çekici adamlardan olan Marlon Brando’nun belli açılardan korkunç bir adam olabileceğine dair ipuçları var.”
Türk kadınlarının en bir erkek seçimi beni hayrete düşüregelir. O kadar adam içinde, Brando’yu seçmek tuhaf. Adam eşcinsel öncelikle. Bunun psişik analizi bile sayfalar alır. Pas geçiyorum.
“Bu arka sokak, alt kültürden beslenen kentli bıçkınmış-gibilik, maalesef üstüne bir de içselleştirilmemiş solculuk eklendiği zaman, sırf aşk ilişkilerinde değil iş ilişkilerinde bile can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyor. Tek tek olumlu tüm düşünsel, siyasi elementler ego suistimali altında fena hale gelebiliyor. Arkayı toplamak genelde kadınlara düşüyor ve merhametten de itinayla maraz doğuyor, onu da söyleyeyim.”
Kadıköy kültürünün 2000 versiyonunun açımlaması olmuş. Yinelemeler çok. Eski solcu Türk erkeği gibimsisi açısından yani.
Ancak, arkayı toplamanını kadınlara kalması, ‘ammaan, bu erkekler de çok çocuk ruhlu canım’ diyen anarerkil alaturka kadın kültürü işi.
Söylenmeyen şu.
Artık kadınlar da hegemon. Çünkü 1975 sonrası doğumlu ezeli-ebedi ergen kuşaklarda erkek aşırı iktidarsız, odaksız, yönelimsiz. Dolayısıyla, Türk kadınının geleneksel anne rolüne çok uygun veri tabanı mevcut.
“Hesabından sabah akşam Dalai Lama Türkiye şubesi gibi çiçekli lirikli, yaşam sevinçli, kişisel geliştirmeci özlü sözler paylaşan birinin şahsen hiç tanımadığı, yapıp ettiklerine bile belli ki pek hakim olmadığı bir kadına gecenin bir vakti kendini tutamayıp sosyal medya hesabından giydirmesi ve bunun görünür tek nedeninin bir kadının bir nebze öne çıkıyor oluşunun yarattığı haset olması gibi feci feci haller…”
Ben, Dalay Lama’nın Türkiye şubesi, demiyorum. Öldüren sevgicilik, diyorum. İnsanı, ya intihara, ya cinayete sürükleyebilecek bir sahtekarlık, diyorum. Kadınlar hep sahtekar, bu da yeni moda bir sahtekarlık, diyorum.
“Kadın-erkek, şapkamızı önümüze alıp bu erkeklik krizinden beraberce çıkmamızı, aynı sıkletteki kadın-erkeğin birbiriyle barışabilmesini, her şeyden önce de gelişmeye ve gerçek anlamda ‘konuşmaya’ açık olmamızı diliyorum. O erkeğin her durumda ayrıcalıklı olup paşalar gibi motor koşturduğu ‘yol’, bitti. Beraberce yeni yollar keşfetmek gerekiyor.”
Erkekliğini, 40’ında maç-kılıbık eşleniğinden nötral moda almış biriyim. Beyin sıkleti tavanlarda çok kadın tanıdım. Çok sorunlu ve tümüyle açmazda idiler erkek seçimi veya daha doğrusu seçimsizliği açıszından. Kadın-erkek demokrasisi diye bir şey yoktu onlar için. Ya dominant, ya resesif oldukları bir oyunu ezberlemişlerdi ve ezberleri bozulunca da, küsüp / mızıkçılık yapıp oyunu bıraktılar.
Genel:
Görüldüğü gibi film ve eleştirmen, aslında orada olmayan ama yaşamda var olan şeyleri tartışmak için filmi kullanmış. Film, yokken varmış gibi yapmış, eleştirmen kendi odaklanmalarını yazıya dökmüş.
Öncelikle şunu belirtelim.
Türk sinemasınnın ifade-anlatı sorunu-açmazı var. Yani, filmin sözü geçenleri dilegetirmesi mümkün değil. Çünkü, bir Türk filminin bir şey anlatması, yani doğru dürüst anlatması mümkün değil. Filmin fragmanını ama en önemlisi filme sosyal medya üzerinden gelen eleştirileri yanıtlayan başrol 2 oyuncusunu izledim, daha film bir şeydi. Gibi yapmanın, bomboş bir oyunculuğun ve bomboş bir reel kişiliğin gösterimi idi.
Yani, film ve eleştirisi, tam da, körlerle sağırlar, birbirini ağırlar, durumu olmuş.
Yani, filmi ne niyetine yutarsan, odur, omuş…
Çelenk’in film eleştirisi ile pek sorunu yok ama kadınlık ile ilgili olarak ciddi sorunları var gibigörünüyor. O da olağandır, sinema camiasında herşey sahtedir çünkü. Korukla yatan ekşi kalkar, oyuncuyla zaman geçiren sahteleşir, üzüm üzüme baka baka kararmaz, koruklaşır. Toplumsallık ve altkültür, 7 kişiden büyük gruplarda, insanları aptallaştırır, cahilleştirir, vd, vb…
(27 Mart 2018)

2 Kuramsal Anarşizm Sorusu: Neçayef ve Proudhon


Marksistlerin olsun, anarşistlerin olsun, birinci dönemini, 19840-1880 / 1848-1871 olarak aldığımızı daha önceki metinlerde yazmıştık.
Birinci soru şu:
Neçayef nihilist midir?
Yanıt da şu:
Kuramsal olarak mümkün değil. Kendisi öyle söylese de mümkün değil. Çünkü o zaman, onun tarihsel öncülü ve antitezi Makyavelli de nihilist olurdu ve değil.
21. Yüzyıl’daki ilk 18 yılda, devletliğini zorlayan yanılmış devletlerin kendi devletlik durumlarını tasfiye ile, anarşistlerin hedeflediği ama hiç başaramadığı bir reel-devletsizlik durumu yarattığını da birçok metnimizde açımlamıştık. (Tarihte devlet kuran tek gerçek anarşist Makhno-Ukrayna-1920 de, bir anarko-komünist idi, bireyci bir anarşist değil.)
Buradaki soru, Makyavelli’nin devletçiliğinin ve devlete / prense herşeyi hak gören anlayışının, o devleti kendi kendini yok etmeye veya tasfiyeye taşıyıp taşımayacağı sorusuna dönmüş oluruz.
Bundan sonrası ilginç gelişiyor:
Makyavelli, birleşmemiş bir İtalya, yani ulus-devlet olmayan bir İtalya, yani sanayileşme öncesi bir İtalya için yazdı. Zaten ‘Başkan’ demedi, ‘Prens’ dedi, ‘Kral’ da değil. Çünkü siteler / kent devletçikleri, birer prens tarafından yönetiliyordu.
Kent-devlet olarak sitenin ise, kendi kendisini yok etmesiyle, onu başkasının yok etmesi durumu; tarihteki Atina-Sparta-Makedonya x Persepolis reel politik kuadralektiği ve poliyalektiği örneğinde çok açıkseçik ve bambaşka bir söylem düzleminde sergilendi:
Makyavelli gibi, Sokrat da, Platon da, Aristo da kabaca tek adamcı veya diktatörcü ve artı fatih diktatörcü idiler. Aristo’nun öğrencisi olan Makedonyalı İskender, onları dinledi, Persler’i yendi, Persepolis’i fethetti. Vee: Bir Pers gibi yaşamaya başladı ve adamları acilen onu tasfiye ettiler, erken öldü ve ölüm nedeni bilinmiyor.
Yani eğer bir öz-tasfiye varsa veya olacaksa bile, o başka alanlarda yaşanır, bu türden çok güçlü devletin kendini tasfiyesi olarak değil, en azından bu mikro koşullarda. Ek: Bir de, artık hep yineleyeceğimiz, tezin kendi antitezini kendi yaratması veya o olması durumları var tarihte.
Yani, eğer Makyavelli’nin reel olarak nihilist olduğunu kabul etmiyorsak, Neçayef’i de nihilist kabul edemeyiz.
Daha da ilginci, Neçayef’in, daha Paris Komünü 1871’den önce, Bakunin’in 1842 tarihli, yıkımı öven meseli örnek alması da ilginç.
Dolayısıyla, 1842 tarihli Bakunin metni parçası, anarşist ve/ya nihilist olarak onu Proudhon’un önüne alır.
Burada tuhaf olan şey, Engels’in Marx’ı finansı gibi, Bakunin’i de, Proudhon’u da birileri finanse etmiş. Açıkçası, bu durumda hiçbiri mülksüz olamıyor, olsa olsa rantiye himayeli maaşlı oluyor ve bu mülksüzlük sayılamaz, tanım gereği, çünkü mülklüler bile 30 yıl maaşı garanti edemezler.
Bu durumda ikinci sorumuz şu oluyor:
Proudhon bir anarşist midir?
2 kere hayır:
Bir: Bu maaşlılık durumu.
İki: 1840 gibi bir tarihte, İngiltere 90 yıldır, Fransa 40 yıldır sanayileşiyorken / sanayileşmişken, feodal yapıyı ve mülkiyet olarak toprağı öne çıkarması, dolayısıyla bir bakıma işçi sınıfını yoksayması.
Artı olarak, sayı koymaksızın, başarısız işadamlığı girişimlerini ekleyebiliriz.
Yani bizim kuramsal bakış açımızla Proudhon, ne kuram, ne de eylem olarak anarşist olamamış.
Not: Burada en önemli fark, internet aracılığıyla, önemli kuramcılar hakkında ıcığına cıcığına çok ayrıntılı bilgilerin oluşturulması. Örneğin Marx, Rus nihilistleri tarafından matbu kitap ve çeviri sorunları nedeniyle hiç tanınmamış, en azından ilk eylem dalgası zamanlarında. Dolayısıyla Rus nihilizmi / anarşizmi, 1880’e kadar ana akım ve kıta Avrupa’sından ayrı gelişmiş. Bu çok önemli, çünkü 1880 gibi Rus nihilistleri de, Dünya anarşistleri de umutsuzca yıkım eylemlerine girdiklerinde, beslendikleri kaynaklar oldukça farklı olmuş oluyor: Eylemlerinin veri tabanları birbirinden bambaşka yani.
Çıkış:
Neçayef’in nihilist olmaması (o, devleti yıkabilecek denli pratik biriydi, yeterince kadrosu olamadı, o kadar) ve Proudhon’un anarşist olmaması, bizi kendi ustalarımız ve onlar hakkındaki veri tabanımızı bir kere daha çizmeye getirdi.
Bunlar da, başka metinlerin konuları olacak.
(26 Mart 2018)

Salı, Mart 27, 2018

Türkiye İsraf Ekonomisi: 1983-2018


Türkler oldum olası müsriftirler: Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider mıçmaya, türünden müsriftirler hem de.
Son 35 yılda nüfusumuz 40 milyondan 80 milyona çıktı diyelim. Ortalama 60 milyon kişi eder.
2017 hesabıyla, aylık 1.200, yılda 14.400, yani yıl ortası dolar rayiciyle 4 bin dolar harcıyoruz. Brüt kişi başına gayrısafi milli hasıla 12 bin dolar olabilir, bunun üçte biri harcanabilir demektir 2 sayı karşılaştırılınca. Bunlar, devletin resmi sayılarıdır.
Son 35 yılda; 1,5 trilyon dolar borç yaptık, 1,5 trilyon dolar KİT’i sıfırladık, 1,5 trilyon dolar da israf ettik. Eder, 4,5 trilyon dolar.
Bunu 60 milyona ve 35 yıla bölünce, yıllık kişi başına heba ettiğimiz para, 2 bin küsur dolar ediyor. Yani, temel gereksinimlerimize hacardağımız paranın yarısından fazlası kadar da, abidik gubudik mallara para harcamışız ve hala da harcıyoruz.
Toplu taşıma yetersiz, iletişim yetersiz, altyapı yetersiz. Bunlara yatırım yok, tüpyola yatırım var, maksat gavurlar zengin olsunlar.
Ayrıca; temel gıda maddemiz ekmeğin % 20’ini her gün çöpe atıyoruz, bayat ekmek yemiyoruz, lüksüz yani. Giysilerimizin belki yarısını giymiyoruz, yani gereğinden fazla giysimiz var: Gerekli giysi, yılda 2 çift ayakkabı ve ancak biri kullanılmaz olunca yenisini almak, biçiminde dilegetirilir.
Sağlık ve eğitim nanay ama…
1,5 milyon 18 yaşında genç 3 tane sayıyı toplayıp çıkaramıyor ama…
Kütüphane kavramımız yok ama…
Emekliler maaşlarıyla geçinemiyor ama…
Asgari ücretin üçte birine adam çalıştırılıyor ama…
Parayı olduğu kadar, yaşamlarımızı da israf ediyoruz yani…
İnsan değerimiz sıfır yani…
(26 Mart 2018)

Red, Sivil İtaatsizlik, İsyan, Devrim: 2020-2050


2001’den beridir, Dünya Sistemi bütünü topluca tarihsel bir çöküş dönemine girdi. AB ve ABD çözülmeye başladı. Yokkutuplu bir Dünya oluştu. Varlıklarını pekiştirmek isteyen 198 devletin üçte ikisi, 12 ölçüt üzerinden % 50 başarı puanı alamayarak, yanılmış devlet oldu, Türkiye dahil. Dünya yıllık gayrısafi geliri kadar toplamlı, (rüşvet yiyen devlet memurlarının) beyaz kara para ve (mafyanın) kara kara para toplamı oldu. Ülkelerin yıllık gayrısafi gelirlerinin ancak % 40’ı harcanabiliyor (% 60 boşa), bu eskiden % 70 idi (% 30 boşa), yani parada 2 katı olarak gereksiz şişme var.
Kaka oligarkların cici proleteryayı ezdiği ve sömürdüğü safsatasını artık terketmek gerekli. 1960’larda gecekondulaşma ile başlayarak 2010’larda akepelileşme ile son momentine gelen, kitlenin iktidar seçkinleriyle işbirliğinin 50 yıllık süreci bunun tersini kanıtladı bize. Bugün G-7 ülkelerindeki % 20 karakafalı birinci ve ikinci kuşak göçmen, bizim Alamancılar’ın Almanya’yı ele geçirmişliği gibi durumlar yarattılar çoktan. Bugün ülkemizde asgari ücretin üçte birine Suriyeli çalıştıranlar, müminler olmakta.
Bu koşullardada; toplumun kurallarını red, sivil itaatsizlik, isyan ve devrim, yeni ve başka anlamlar taşıyacak geçmiştekilere göre… Yeni kavramlar üretmek gerekiyor artık yani…
Öncelikle en makro çerçeve olarak, 2020-2040 arasındaki tüm devrim girişimlerinin başarısızlığa uğrayacağı gibi, gelecekbilimsel bir kesinlik var önümüzde. İnsanlar yaşadıklarından öğrenmiyorlar ve tarih okumuyorlar. Artı, 1905 Rusya devrim girişimi başarısızlığı gibi tarihsel-reel örnekler, bunun böyleliğini imliyor bize: Devrim girişimlerinin ilk 3-5 tanesi harcanır, fire olarak yazılır, sonra Lenin gibiler gelirler, başkalarının ektikleri ağaçlarının meyvelerini sömürürler, onu da Troçki tasfiye eder, onu da Stalin tasfiye eder, den den de den den….
Dolayısıyla gençlere; % 50 işsizlik, herşeyi red, ölümden önce olmayan bir yaşam, sivil itaatsizlik ve isyan kalıyor 2020-2050 için…
Bir de, geçerli-doğru ve doğrudan söylem kalıyor…
Bu da, bildiğimiz 19. Yüzyıl Rusya nihilizmi dönemini akla getiriyor.
Üniversite gençliği açısından bakınca, her 5 yıl 1 kuşak sayılır. 10 yıl 1 kuşak sayılan 1968’liler ve 1978’liler dönemlerinin üzerine, 1988’liler, 1998’liler ve 2008’liler hiç var olamayacak kuşakları eklendi tarihe çoktan. 2013 Gezi kuşağı, azıcık kımıldandı ve yapılabilirleri bitirip, yapılamaz hataları da yapıp, üzerine 2 turladı. Dolayısıyla, tümdengelimsel olarak en başından tahmin ettiğimiz 2018 kuşağı devrede ve yanılmada artık. İşte, peşpeşe harcanacak 5’er yıllık 3-5 kuşağın ilki onlar.
Oysa onlar, yazar olmak için, ölümüne rekabete gireceklerine, bırak yayınlanmak için çabalamayı, yazmıyorlar bile: Feçesini kıymetlediği için sıçmayan bebekler gibiler.
Onların reddi de bu…
Tarih, tabii ki bu tür kaprislere aldırmaz. Kuşakları ezer ve harcar geçer, o kadar…
1978’li kuşaktan ve asal-yalnız bir tekne kazıntısı birey olarak, toplumun bu bireyleri ve bireylerin kendilerini harcamasını, içim acımadan izliyorum.
Çok basit:
Sıradaki gelsin…
Savaştılar, yenilecekler; savaşmadılar, yine yenilecekler…
Fark noke…
Bendeniz de, tarihin kuburunda ve kabirinde çetele tutan, ölü gömücü Ulrik olmaktayım…
(26 Mart 2018)

Pazartesi, Mart 26, 2018

Stephen King Yazmayı Öğretemiyor


King, ‘Yazma Sanatı’ diye bir kitap yazmış. Belli ki editörler, satar diye talep etmişler.
Oysa King, değil yazma sanatı hakkında, yazma zanaatı hakkında bile bir şeyler yazabilecek biri değil.
Polisiye gibi, bilimkurgu gibi, gotik-korku da 19. Yüzyıl’da yaratılan bir edebiyat dalı. Hepsi de, başlarda yazın-altı sayıldılar ama bugün tüm bu dallarda klasikleri ve modern klasikleri aşmış roman örnekleri mevcut.
King ise, gotik-korkunun N derece aşağısında bir korku türü yazarı. Klişeleri aşırı pespaye, örneğin Kara Kule’dekiler. Özgün veya ilk yaratıcı olduğu hiçbir içerik veya hiçbir biçim yok.
Ancak çok-satar ve çok okunur bir yazar durumunda. Tabii ki öyle Türkiye’de çok-satar değil ama 40 yıldır ABD’de hala öyle. Orada da, 1. sıradan 10. sıraya inmiş durumda.
Deveye sormuşlar.
Bunca senedir kahrımızı çektin, bir arzun var mı?
Hiçbir arzum yoktur ama şu Merzifon eşeğinin önümde salına salına gitmesine çok bozuluyorum.
Hah, işte King, o Merzifon eşeği. Yükü çekenler başkaları, önde beleşe yürüyen de o.
(25 Mart 2018)

Pazar, Mart 25, 2018

Anarşizm 1840-2020 ve Anarşizmin 2020-2100 Gelecekbilimi


Pratikte, 1848-2018 arasındaki anarşistsel / anarşizmsel tarihe bir bütün olarak bakıyoruz. Ama geçici konumlama olarak, yani başını ve sonunun geçici olarak öyle koyduk.
Anarşizmi, 1848-1871, 1880-1910, 1920 ünik Makhno ve Ukrayna vakası, 2 dünya savaşı, 2 dünya devrimi, 1945-1980 arasındaki 1968’lilerde ve 1978’lilerde anarşizmin genelde horgörülmesi (hippiler hariç), 1980’den 35 yıl sonra, tarih sisteminin çökmüşlüğüyle, anarşizmin gençler arasında yeniden keşfedilmesi ve moda olması, olarak dönemliyoruz.
Bugün anarşizm, Marx ve Engels’in aşırı gayrıahlaki edimlerine karşın burada mevcut. Hatta geçerli ve kullanılıyor. Ancak anarşistler, en temel insan gerçeklerinde varsayımsal hatalar yaptılar, bu da bir gerçek.
Örneğin bireysel anarşistler bile, herkes ve tüm insanlık adına konuştular ve eylediler. Bunu yapmaya hiç kimsenin hakkı yok, anarşistlerin de, marksistlerin de…
Not: İlginç olan şey, öyle olabilecekken anarşizm, Avrupa-merkezli olmamış pek. (Marksizm öyle olmuş ama: İngiliz ekonomisi, Fransız sosyalizmi, Alman felsefesi üçlemesinin sentezi denemesi ile.) Ama lümpen-sever olmuş hep: Malatesta, hastalara bakmış örneğin. Buradaki lümpeni mazlum azınlıkların güçsüzken mazlum, güçlüyken zalim olması durumu için kullandık ve bu, bizden önceki bir tanımdır.
Tarihin siklusları var. Anarşizm üzerinden bu makro sikluslar birinciden çok kezde oluşmaya başladı. 1848 ve 1968 vardı, 20?? de olacak kesin. Anarşizm, bundaki payını bu kez tümevarımla, değil, tümdengelimle saptasa gerekir, diye düşünüyoruz, çünkü tarihten öğrenmek gerekir, yoksa tarih tekerrür eder.
Çok çeşit anarşizm var. Başarısız devrim girişimleri gelişleri var. Anarşist olmayan seri terörizmler var (İslam üzerinden). Neo-Kavimler Göçü var. Çözülen ABD ve AB var. Yokkutuplu Dünya var. Tarihin makro çöküş dönemi var: Kaos-sever anarşistler, hazır bir devletsizlik durumu buldular yani.
Bu durumda 21. Yüzyıl’ın neo-anarşistleri, kültürel dedelerinden ve babalarından daha farklı davransa gerek, diye düşünüyoruz.
Başlangıç olarak, onların hatalarını hiç yapmamak veya o alanlara hiç girmemek en iyisi.
Artı, hemen herkese verilmiş bir zorunlu bireysellik var ve bu, daha çok çözülmüş devletten geliyor.
Epistemik anarşizm hiç tanımlı değil. Epistemik ideolojiler de öyle ve 70 küsur yıldır Bilgi Toplumu’nu ve Çağı’nı yaşıyoruz hesapça.
Dolayısıyla bizim önerdiğimiz anarşizm, bilgi ve öte-bilgi üzerinden insan türünden yol ayrımını imleyen, Homo Posterus’u seçen bir meta-anarşizm olmakta…
(24 Mart 2018)

Anarşist Errico Malatesta İçin


Foucault’vari söylemin düzlemini tanımlayan şeyler, o söylemdeki ana 3 varsayımdır.
Malatesta’yı bir anarşist arkadaş aracılığıyla tanıdım. Tarama yaptım.
Biyografisi:
Onun 3 varsayımı şunlar imiş:
“Malatesta ise, "anarşizmin temel politik platformu şiddet'in insan ilişkilerinden soyutlanmasıdır, der"
“Pasifist değiliz, çünkü barış her iki tarafça istemedikçe mümkün değildir.”
“Napoli'ye gitti ve orada (dönemin pek çok Anarşist ve Sosyalist gibi) kolera salgını kurbanlarının bakımına yardım etti.” (Hümanizm)
Devrimcilik ve Makhno (Ukraynalı anarşist devlet kurucu):
“Anarşizmin devrimci bir dönemde işçi yığınlarına -ne ideolojik ne de pratik olarak- rehberlik edemeyeceği ve dolayısıyla topyekun bir sorumluluk üstlenemeyeceği şeklindeki tarihsel olarak yanlışlanmış fikrin…”
Ek:
Genel programı ve bakış açısı:
Makhno-Malatesta anlaşmazlığı:
Yorum:
Malatesta, iki arada bir derede kalmışa benziyor:
Şiddetsiz devrim olamaz. Olamadı da… Olması da gerekmiyor.
Devrimcinin hümanist olması gerekmiyor. Bu daha çok dene-yanıl ve tümevarım ile oluşan bir gözlem yığını.
Savaş çıkaran taraf, zaten savaş olmamasını istiyor değildir. Onun düşüncesini, ya pazarlıkla değiştirirsin, ya da onu yenerek değiştirirsin. Birincisine eğer örnek varsa, çok çok nadirdir. İkincisinde savaş çıkaran tarafın yenilmesi de nadirdir. Ancak ve ancak, 2 dev kuvvet savaşmaya başlarsa, sonuç belirsizdir.
Bu romantizm ve idealizm, 18. Yüzyıl üzerinden artık gelerek, 19. Yüzyıl marksistlerinin ve anarşistlerinin tümüne musallat oldu. Olay, Yeşilçam filmine döndü ama. Marksistler daha uyanık davranıp, anarşistleri hep arkadan vurdular. Engels’in Stirner’i tanıyarak yaptığı ve Marx ile birlikte vardığı Bakunin-Neçayef puştluğu ortada.
Güçlü olan değil, kazanan ve sağ kalan haklıdır.
21. Yüzyıl’da eğer hala anarşizm aranıp soruluyorsa, denize düşen yılana sarıldığındandır. Bugün anarşist geçinen ezeli-ebedi ergenler, anarşizme en büyük zararı verecek olanlardır. Yani her anarşist, kendi zamanının ve yerinin ruhuyla ve kültürüyle tartılmalıdır.
Malatesta da, şanssızlık eseri olarak anarşistlerin seri terörizm ve bir de artı Makhno-Ukrayna-1920 dönemine denk gelmiş şanssızlıkla. Yani tarih, o ne dediyse, tersini yaratmış inadına. Makhno’nun mektubu bunu açımlıyor zaten.
Gerçekler şunlardır:
Anarşizm şiddet içerir. Ancak kastedilen şey, 1848-1871 dönemi üzerine gelen, 1880-1910 seri terörizm dönemi değildir. O bildiğimiz nedensiz seri cinayet gibi, nedensiz-amaçsız seri terörizm olmuştur. En azından, bugün öyle görünüyor.
Anarşizm devrimci olabilir de, olmayabilir de.
Anarşizm, hümanist değildir.
Anarşizm, herkes için değildir. Hiçbir ideoloji, uygulamada tüm insanlık için olamaz. Olamadı da zaten. Bunu aslında hedeflemedi bile zaten.
100 çeşit anarşizm vardır ve diğer bir anarşistin Malatesta’yı topuğundan vurması gibi, anarşistler de kendi aralarında ölümüne döğüşebilirler.
Dolayıyısıyla:
1848-2018 arası tarihe bir bütün olarak bakıyoruz.
Anarşizmi, 1848-1871, 1880-1910, 1920 ünik Makhno ve Ukrayna vakası, 2 dünya savaşı, 2 dünya devrimi, 1945-1980 arasındaki 1968’lilerde ve 1978’lilerde anarşizmin horgörülmesi, 1980’den 35 yıl sonra, tarih sisteminin çökmüşlüğüyle, anarşizmin gençler arasında yeniden keşfedilmesi ve moda olması, olarak dönemliyoruz.
Malatesta, bu çizgide önemli bir iz bırakabilmiş gibi görünmüyor.
Malatesta, bugüne yönelik bir şeyler söyleyebilmiş gibi de görünmüyor.
1945 ertesindeki 2. Sanayileşme dönemi için, ne marksistler, ne de anarşistler, uygun analiz yapamadılar. Anarko-teknokratlar hiç değil.
İnsan sonrası tür olan Homo Posterus, ana tarih / ana akım anarşizminin gündeminde hiç olmadı, olamadı. Bu, geçersiz bir tutum ve davranış.
Dolayısıyla sonuç:
Malatesta, 18. Yüzyıl’da bir anlam taşıyabilirdi. 19. Yüzyıl’da az anlam taşıyabildi. 20. Yüzyıl’da absürdleşti. 21. Yüzyıl’da elimizin tersiyle itebileceğimiz biri ve düşünceleri oldu.
Dipnot:
Anarşizm için, bireysellek x toplumsallık ikilemi için epeyi metin yazdık önceden. Burada onu pas geçtik.
(24 Mart 2018)