Çarşamba, Şubat 29, 2012

Elif Sorgun – Cemal Süreya Dikmesi

Şimdiye dek duyduğum en trajikomik öykülerden biri bu:

Elif Sorgun’un asıl adı, Zuhal Tekkanat’tır. Elif Sorgun’u Cemal Süreya uydurmuştur.

İkisi evliydi.

Cemal Süreya’nın asıl adı Cemalettin Seber’dir. Cemal Süreya, Sezai Karakoç ile bir kızla evlenmek üzere, adına bahse girerler. Karakoç kaybederse, Karkoç olacaktır. Süreyya yitirirse, Süreya olacaktır. Süreya yitirir. Karakoç hala Karakoç.

Elif Sorgun evlenmeden önce, şiir yazmakta, dergilerde yayınlanmaktadır. Evlenince, yazmaya ara verir, evkadınlığı ve annelik durumu nedeniyle. Kitap yayınlayamaz.

Sonra, önce kocasını, sonra oğlunu gömer. Ondan sonra 7 kitap yayınlar. Bunlardan 2’si Cemal Süreya ile ilgilidir.

Kendisi hala sağdır.

Bunun, Schygulla’nın sağ olup, Fassbinder’in ölmesiyle, ters orantılı bile bir ilintisi kurulamaz, o kadar beş benzemez bir durum yani.

Tabii, hep erkekler önce ölmüyor, kadınlar da önce ölüyor: Sevgi Yener öldü ama Nutku, Sabuncu ve Soysal yıllarca sağ kaldı, muhtemelen ilk çocuğu da hala öyle.

Alaturka trajedi bile yaratamıyoruz, ancak trajikomik yaratıyoruz.

Dipnot: Bu metin, ‘Onüç Günün Mektupları’ okunduktan sonra yazıldı. O kitapla ilgili düşüncelerin tek bir satırı bile yazılmıyarak, otosarsürlendi.

Pazartesi, Şubat 27, 2012

Türk Edebiyatının Epistemolojik Aksiyolojisi

Roman ve öykünün bilgi kaynağı olması bir amaç değil, bir araçtır.

Roman ve öykü ağırlıklı kurmaca edebiyat alanını, yerzamanının bilgi kaynağı olarak ele alıyoruz. Bu konuya ey uygun örnek, 1900-1940 İstanbul yaşantısını çok güzel anlatan Hüseyin Rahmi Gürpınar romanlarıdır.

G-7 ülkelerinde polisiye ve bilimkurgu gibi, zamanında altyazın sayılan alanlar bile, epistemolojik kaynak olabilmişken, bizde bu dallar hiç gelişmemiştir.

Aynı zamanda, 1960’larda büyükkenttleşme başlamışken, burjuva romanı hala yazılamamıştır.

Köy ağalı köy romanları yazan Fakir Baykurt’un köyünde ağa olmaması ve gecekondu yaşamını dilegetiren Latife Tekin bir küçük burjuva yaşantısı sürmüş olması gibi, romanlarımız ve romancılarımız, ancak negasyonla kullanılacabilecek bilgi kaynakları olagelmiştir.

1980’lerde başlayan liberalleşmenin yarattığı post-modernizm Türkiye’de ancak 1990’larda egemen olabilmiştir. Oyza o zamanlar, Dünya’da Soğuk Savaş sona erdiği için, post-modernizm de sona ermişti.

Türkiye’de internetsiz dünya görmeyen 1-3 kuşak yaşamış olmasına karşın, hala siberuzay romanları da yazılamamıştır.

Aynı zamanda bilgisayar oyunu ve çizgiroman gibi, banal ve popüler kültür alanları da, Türkiye’de yaratı açısından boştur. Bu arada, Dünya’da tek örnek olarak kaldığımız kanısını veren bir biçimde, 1960’lardan 2000’lere ağırlıklı olarak İtalyan spagetti vestern çizgiromanları çokça okunurken, genç kuşak tümüyle ABD çizgiromanlarına yönelmiştir. Japon mangaları ve animeleri ise Türk okura ve seyirciye fazla bilimkurgu gelmiştir. (Abdülcanbaz’ın çok metinli / yazılı olduğundan yakınan bir çizgiroman okuruyla tanışmıştım.)
Dünya’da yazı kültürü yeterince yaygınlaşamadı ama Türkiye’de bilgisayar dönemi, okuryazarlığı iyece geriletti. Böylelikle, en ciddi blog yazarlarının bile Türkçe’si ilkokul 1 düzeyinde seyrediyor.

Eilf Şafak ve Orhan Pamuk gibi, ünlülük açısından en yeni kuşak yazarların realizmle hiçbir ilgilerinin olmaması gerçeği geçerli. Pamuk, kuramsal olarak da gerçekçiliği reddediyor. Şafak ise, romanı bir meta olarak gördüğünü açımlayan, paralı konferanslar veriyor ve bunlar internette de mevcut.

Bu durumda, Türk yazınının epistemolojisi, tam da Soğuk Savaş dezenformasyon tipine denk geliyor.

Bu arada, en ciddi gazetelerin bile internet sayfalarının onpuntolarında, fal, büyü, burç gibi sahtebilim konuları yer alıyor.

Bunun diyalektiği, cehaletin bilgiyi ezmesi, örneğin yaşadığımız dışa beyin göçü olur.

Peki, ya poliyalektiği ne olur?

Öncelikle, 10 milyarda birlik dahilerin Türkiye’den çıkma olasılığı artar.

Kitlenin epistemolojik sorumsuzluğu sözkonusu olamaz.

İktidar seçkinleri bilgisizlik nedeniyle kendilerini batırır, TÜSİAD battı zaten.

Medya bilgisel kaynak olarak önemini yitirir, yitirdi zaten.

Ordu savaşmayı bilmez, bilmediğini itiraf etti zaten.

Yeni sınıflar doğar. Cumhuriyet bürokratları ve teknokratları vardı. 2. Cumhuriyet infokratları ve kognikratları henüz yok, Dünya’da da yok zaten.

Yazılan romanlar okunmaz olur, okunmuyor zaten.

Olmadık romanlar çoksatar olur. ‘Şu Çılgın Türkler’ 1 milyon sattı. 800 sayfalık romanı satın alan hiç kimsenin sonuna kadar okumadığını doğrudan biliyorum.

Yeni durum bu: Kitap üretimi ve satışı artıyor ama okunması düşüyor.

Bir sorun daha var:

1960’larda herkese okutulan dünya klasikleri artık klasik değil. Türkiye için, erken Cumhuriyet dönemi yazarları klasik oldu. Dünya için, 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başı bilimkurguları klasik oldu.

Roman veya başka edebiyat türleri, tarihte buna benzer boşluk dönemlerini çok yaşadı. Örneğin tiyatro, 1980’lerde ve 1990’larda aynı inişi yaşadı. Sonra televizyon dizileri tiyatroyu yeniden canlandırdı. Dolayısıyla roman yeniden canlanabilir de, canlanmayabilir de.

Bukowski tarzı romanlar da yazıldı ama hepsi uyduruk. BÜ mezunu 3 ünlü yönetmeni 2’sinin lik filmi, marjinal yatağı Rumelihisarı’nda geçiyor. Rumelihisarı bant karikatür dizilerine de, roman ve öykülere de konu oldu. Ancak onlar da uyduruk. Çünkü 15 yıl orada yaşadım, bizzat biliyorum.

Romanda epistemolojik olarak en yakınsanan konu, kadın sorunları. Çok yazıldı, hata yapldı ama sonuçta bir panorama oluştu.

Marjinaller ne yazık ki yeterince yazılmadı. Eroinden ölen Kanat Güner bile. konuyu yeterince uygun yazamamıştı ve dilegetirememişti.

Sonuç?:

Epistemolojik bir vakum. Diğer tüm sanat, bilim ve düşün alanlarında olduğu gibi. Bu da bir şeydir. Hiç bile, bir işe yarar.

Cuma, Şubat 17, 2012

Yapay Transtezi



Doğuştan tam renk körü (akromatopsi) olan biri, renkleri seslere dönüştüren bir araç tasarlatmış, yaptırmış ve kullanmış:

“Üniversitedeyken, Plymouth Üniversitesi'nde okuyan Adam Montandon'un sibernetik dersine girdim ve kendisine renkleri görmemi sağlayabilecek birşey yaratıp yaratamayacğımızı sordum. Montandon, basit bir gereç çıkardı ortaya. Bilgisayar kamerası, bilgisayar ve kulaklıktan oluşan bir gereçti bu. Bir de karşımdaki her türlü rengi, sese dönüştüren bir yazılım hazırladı.”


Doğal durumda sinestetikler vardır. Onlar, (2 farklı biçimde tanımlanabilecek olan) 5 farklı duyuyu, genelde 2’li gruplar olarak algılarlar. En çok raslananı görsel-işitsel sinestezidir. Ancak çok nadir olarak 5’inin de birarada algılayan birinin varlığı da kayda geçmiştir.

Doğal veya yapay sinestezi bundan biraz farklı olarak, bir duyu-dilin başka bir duyu-dile belli bir format çerçevesinde dönüştürülmesidir.

Sanatta bu epeyi çeşitlemelerde yaratılmıştır:

Klasik Avrupa Müziği’nde belli duygular, belli çalgıların belli tempolarıyla verilegelir genelde.

Sinemada  ise, örneğin griye kaçan azaltılmış renkli bir görüntü, bizi boğuntuya sürükleyebilir.

Gelelim vakaya:

Siborgluk, organik veya inorganik organ protezleriyle, eksik olan insan yetilerini, eksiklikliğini çekenlere yeniden kazandırmak içindir.

Bu, bilindiği kadarıyla bu türden ilk teknolojik örnek. Daha önce, beyin uyarısıyla güvercinler yapay olarak uçurulmuştu ama bu tümüyle başka bir açıdan yaklaşan bir uygulama:

Dışarıdan alınan verileri yine dışarıdan yorumlayıp, bir tür duyu-dil çevirmeni gibi kullanıyor. Sinestetler sinestezilerinin formatını seçemezken, bu vaka istediği rengi istediği oktavda görme seçeneğini kullanabilir durumda.

Takdir edilecek bir başarı. Aynı zamanda, 20-30 yıl önce elde edilmiş olması gereken gecikmiş bir sonuç.

Perşembe, Şubat 16, 2012

Sawyer ve ‘Homo / Neanderthal’ Üçlemesi




Bu homo, homoseksüeldeki homo değil, ‘homo sapiens’ ve ‘homo neanderthal’deki homo. ‘İnsan’ ve ‘insansı’ anlamlarına aynı anda bile gelebilir.

Sawyer, 21. Yüzyıl’da bile bilimkurgu için, hala düşünülmemiş düşünceler bulunabileceğini, ‘Flashforward’ ile kanıtlamıştı.

Ancak, hem o kitapta, hem de bu kitaplarda asıl durum şu:

İçerik iyi ve ama biçim kötü. Genelde tersi olur.

Bilimkurgu romanda bir düzey düşüşü olduğunu, ilk kez ‘Mars Üçlemesi’nin ilk 2 kitabını okuduğumda düşünmüştüm. Clarke’ın ‘Rama 1’inden sonrakiler de öyle düşündürmüştü ama Clarke tuhaf bir konumdaydı, uygar dünyadan yalıtık onyıllarca bir ada yaşıyordu ve orada olma nedeni, bilimkurgu inzivası değil, majestelerine hizmet de olabilirdi, andropozun ve yaşlılık erkek eşcinselliğinin ve/ya iktidarsızlığının tezahürleri her erkekte farklı olabilirdi.

Bilimkurgu romandaki bu düzey düşüşünün ana nedenini Soğuk Savaş’ın yarattığı, insanın yok olması riskinin azalmadığı halde, azalmış gibi algılanmasının yazarlara yansıması olarak gördüm hep. 10-15 yıldır öyle düşündüm, hala öyle düşünüyorum. Şimdiye kadarki tüm artı-değer düşünceler, insanlar zor durumdayken üretildi, ‘yağmur suyu ve ağaçta muz beleşi’ tropik koşullarında değil. Ayrıca, çöl ve dağ da insanın evrimini durduran uç öğeler olarak sınır koşullar oldu.

Sawyer’in ‘Homo Üçlemesi’ de iyi bir düşünceye dayalı: Sapiens’lerle Neanderthaller, paralel evrenlerden birbirine geçip yeniden karşılaşırlar.

Sonra gidişat zıbıtır: Konuya din girer, 2 tür arasında aşk girer, 2. ciltte pornografik parça bile girer işin içine.

‘Algernona Çiçekler’, basit ve günümüz koşullarında bile geçerli bir bilimkurgu konusunun olduğunu daha 1960’larda kanıtlamıştı. (Orada bir gerizekalı, tıpsal manipülasyonla dahi yapılır ama dehası kalıcı olmaz , adam yeniden gerizekalı olur.)

Dolayısıyla sorun, konu basitliğinde değil: İnsan, gerçekten yaratıcılığını yitirdi, bilimde yüzyıldır böyle. Bilimkurguda da böyle.

Sawyer’ın insan, din, insansı, vd hakkındaki düşüncesel döktürmeleri, yani romanın felsefe tarafı, yerlerde sürünüyor.

Üstüne tuz biber ekercesine romanlar, yalnızca Yanki okur için tasarlanmış. Popüler kültürü izlememe ve İngilizce bilmeme karşın, bazı söz oyunlarının saçmalığı beni dehşete düşürdü. O kadarını bizim köşe yazarları bile yapmıyor.

Ne olabilirdi?

2 tür arasında savaş olabilirdi. Geçmişte olan bu.

Neanderthaller’in Sapiensler’den daha barışçı olması imkansız. Bilimin koşut ilerlemesi imkansız. 1 Neanderthal’in yaşam boyu kalıcı homoseksüel ilişkili aile kurması imkansız, bunu insanlar bile yapmıyor, primatlar hiç yapmıyor.

En acı olan durum şu: Neanderthaller aşırı homojen bir toplum: Yani, apaçık bir normal faşizmi var. Bunu değil Sawyer, Hitler bile düşünemezdi.

Sonuç?:

Okur olarak pozisyonumu değiştiriyorum.

Bir bakarsınız, kendim okunabilir bilimkurgu öyküler yazmışım.

Salı, Şubat 14, 2012

Web 3.0

İnternet 20 yılını doldurdu. İlk 20 yıl Web 1.0 ile geçti.

Şimdi Web 2.0 ve Web 3.0 var:

Web 2.0, internetteki bilgi paylaşımı, arasüreçlilik, kullanıcı merkezli tasarım ve işbirliği için kullanılıyor.


Web 3.0 ise, biraz farklı ve değişkenler biçiminde, semantik ağ, öte-algı-duyu-dil, uç noktada internetin kllanıcı yerine hrşeyi yapması olarak anlaşılıyor / tanımlanıyor.


Her ikisi de eksik ve yanlış anlaşılıyor ve anlatılıyor.

Öncelikle, ilk kez internetin becerdiği atfedilen nitelikler, bilginin daha önceki formlarında da vardı. Örneğin, İngilizce ‘theasurus’lar zaten semantik sözlüklerdir. İnternet henüz bu kadarını bile beceremedi. Bir tek ilkeyi kaçırdıkları için: Arama motoru taramasının ileri-geri gidebilmesi gerekli ki birden çok anlamlı sözcüklerin birden çok eşleniklerinin uygun olanlarını motor seçebilsin, oysa aramalarda genelde tek yönlü metin akışı taraması var.

Ağ 2.0 için önesürülen nitelikler ise, zaten ağ 1.0’da da vardı.

14 yıldır hep yazdık:

Liste veya e-grubun bugünkü bloglardan ve/ya anında yazılan gazete yorumlarından aşağı değil, yukarıda olduğunu, yani yeni kuşağın eski kuyaktan geride olduğunu. Yaygınlaşan internetin, kullanıcıların ortalama zekasının ve bilgisinin yukarı çıkması değil, düşmesi demek olacağını da.

Asıl önemlisi şu:

Dünya nüfusunun en az % 50’si etkin okuryazar değilken, o insanların öte-okuryazarlık gerektiren internetin işlevlerini zihinlerine sokmaları ve dolayısıyla etkince kullanabilmeleri mümkün değil.

Örneğin: 1 internet sayfasında ortalama kalma süresi 4 saniye iken, 15 linkle dakikada 50-60 paragrafı / düşünce birimini, aynı sürede okuyup, anlayıp, meta-tekstleyecek babayiğidin, değil ortalama internet kullanıcısı arasında, dünya bilgisinin tamamına yakınını üreten, 1 milyonda birlik hepi topu 7.000 kişi arasında bile kolay kolay çıkamayacağını kabul etmek durumundayız. Edenler de zaten ‘meta-web’ konumundalar, yani 2. Sanayileşme’nin öncü altkültürlerininin ötesini yaratıyorlar, Gibson’un 30 yıldır hala ulaşılamayan ilk kurmaca bütüncül-siberuzayı gibi.

Diğer bir deyişle, interaktiflik çift yönlüdür. Mentalitenizi değiştirmeden, okyanusluk bilgiden okyanusluk bilgi dolabilen kafatası yaratamazsınız. Tam tersine bu devasalık, daha aptal ve cahil bir kuşak yetiştirir. Öyle de yaptı.

İnternetin olduğu bir dünyaya doğan, başka bir deyişle internetsiz bir dünyayı bilmeyen dijital yerliler, dijital doğanlar, dijital göçmenler, netizenler, nettaşlar denilenler için tam da böyledir: Onlar, internette adı yok diye, Einstein’ı bile yok sayabilirler. Bilgisayarın 1980 öncesi tarihini bilmezler, merak da etmezler. Dolayısıyla zamansal perspektifleri ve retrospektifleri çok dardır.

Onlar da dahil, asıl hiç kimsenin aklına gelmeyen bir durum var: İnternet ergeç çökecek. Bunun nasılı tartışmalı ve olacağını zaten interneti yaratanlar biliyordu ve daha önceden belirttiler. O çöküş onları da çökertecek, 1968’lilerin ve 1978’lilerin karşı devrimlerde çökmesi gibi. O çöküşe karşı, hiç kimse bağışıklık taşımıyor.

Diğer bir deyişle, internet çok kırılgan bir olgudur. Uydular, denizaltı kabloları çok kırılgan teknolojilerdir. Bugün bile dünyanın belli bölgeleri, 7-10 gün telefonsuz, elemktirksiz, vd kalabiliyor ve yaşam felç oluyor. Dijital doğanlar, suyun hep akacağını sanıyorlar, çünkü onlar suyun üretilmesi ve akması için hiçbir çabada bulunmuyorlar.

Geliyoruz, onların sanal dünya ile gerçek dünyayı karıştırmasına:

Şizofrenler zaten dış gerçekliği yok sayarlar. Yani, insanın böyleliliğini, daha önceden de biliyoruz. Sanal gerçekliği de, dijital doğanlar başlatmadı veya ilk kez onlar öğrenmedi. Bir kitap da bir sanal uzaydır, bir film de, özellikle de 2000 sonrası yapılanları (3D’leri kastetmiyoruz, meta-realist olanları kastediyoruz)

Geriye pek bir şey kalmıyor doğrusu. Bir tek cahil cesareti kalıyor. Dijital doğanlar ona bile sahip değiller. Değil sürekli psikolojik işkenceye, gerçek bir tokada bile takatları yok. Savaşın sertliği nedir bilmiyorlar çünkü, yumuşak etliler.

Bilgi toplumunun muktedirlerinin ve hegemonlarının izledikleri stratejiyi anlayamıyorlar o yüzden. Sistemi değiştireceklerini sananlar, internet aracılığıyla dozları artan tüketici bağımlısı olmuş durumdalar yalnızca. Ha, bir de ‘ağız yaymalı konuşan cikslik’ yapabiliyorlar tivitte. O kadar.

Sanal Anarşizm

Reel anarşizm vardı. Başımıza bir de sanal anarşizm çıktı.

Sanal anarşizm ‘hacker’lık değildir, bunu baştan belirtelim ve konuya başlayalım.

Devletle ilgili tüm insanların bir sorunu vardır:

Onla da olmaz, onsuz da.

Devlet olmasaydı, yazı, matematik, hukuk, vd olmayacaktı.

Devlet olmasaydı, milyonlarca insanın acı çekmesi de olmayacaktı. Ayrıca, o acı çekecek insanların çoğu da doğmayacaktı (yerleşik olmayan yaşam biçimlerinde, alansal insan yoğunluğu çok düşüktür).

Tarafımızın savladığı bazı tartışmalı koyutlar mevcut:

Devlet, tarıma ve feodalizme birebir dayalı değildir.

Devletin ortaya çıkan biçimleri, büyük sayılar kuramına göre belirlenmiştir ama yeterince devlet kurulmadığı ya da tarih yeterince uzun zamandır yaşanmadığı için, olgusal netliksel limite henüz varılmamıştır, yani olası tüm devlet biçimleri kurulmamıştır ve tanımlı değildir.

O nedenle devlete karşı olan tüm anarşizmler de henüz tam olgulanmamıştır / düşüngülenmemiştir.

Biz, bu eksik verilerle kabaca bir harita çizmeye çabalayacağız.

Anarşizmin toplumsallığı ve/ya bireyselliği, anarşistler arasında da tartışmalı kalmıştır. Tam bireyci anarşistler olduğu gibi, tam toplumcu anarşistler de mevcuttur.

Burada toplumculuğun ve devletçiliğin çakışıp çakışmadığı hakkında 1-2 söz:

Toplumun da, devletin de, bireyin varlığını ezdiği bir gerçektir. Ancak hümanizm, genelde insancı, yani toplumcu olduğu için, kimse de anti-hümanist olmayı doğrudan göze alamadığı için, anti-hümanist bir şey olan anti-bireyciliği dolaylı olarak göze almaktadır, çünkü bu ‘kulağı tersten gösteriş’  pek göze batmamaktadır. Ne de olsa, ‘1.000 kişinin çıkarının 1 kişinin çıkarından önce gelmesi’ gibi salakça varsayımlar, sağduyuya yatkın görünebilmektedir.

Ancak bir durum da var:

Devletler ve kentler bu kadar büyümeden ve insanlar tüm dünyayı doldurmadan önce, boştagezer bireyciler için yeterince yer vardı, şimdi kalmadı. Çözümsüzlük biraz da buradan kaynaklanıyor.

Diğer bir deyişle, 1. Sanayileşme sonrasında oluşan 10 milyon kişilik büyükkentsel kültürlerin üzerine, eski anarşizme ek olarak, yeni bir anarşizm durumu daha bindi. Öyle olmayabilirdi ama öyle oldu.

Gelelim bireye:

Bizim kastettiğimiz bireyler, insanlık tarihinin el avuca gelir nesi varsa, onları yaratmış olan milyonda birlik kesimden olanlardır: 10.000 kişilik NASA ekibi uzay mekiğini 2 kez düşürünce, hatayı bulmak 1 kişiye, yani Feynman’a düşüyor (adamın konuyla uzaktan yakından ilgisi yok oysa ki, diğerlerinin tersine, yalnızca beynini kullanıyor).

Siyasetbilimde de 3-5 tane anarşist var düşüncesel artı-değer üreten: Kropotkin, Stirner, vd. Onların düşüncelerinin de, Marx ve Lenin biraderler tarafından, Enternasyonel’de ve Kronstadt’ta icabına bakılıyor.

Geliyoruz bugüne:

İnternetin doğuşu, post-modern devletin limitte sıfırladığı bireysel düşünce özgürlüğüne yepyeni bir kapı açtı. O kapıdan içeri, akıllılardan çok, aptallar doluştu. Şimdi internetin aptallık ortalaması, dünya aptallık ortalamasından daha çok.

Siberuzay olmadan da, özgür düşünen birey, hapiste de, Gulag’da da, tımarhanede de yazmaya ve yaratmaya muktedir olageldi.

Gözden kaçan bir epistemolojik tarih gerçeği parçası var:

Bugüne kadarki artı-değer düşünceler, daha önceki birbirinden çok çok farklı düşüncelerin, farklı beyinlerde farklı kombinasyonlarda denenip, yeniden hayal edilenlerin oluşturduklarının yalnızca küçük bir kesridir.

İnternet, bu düşünce kuşakları aktarımını üsselce hızlandırdı, özellikle de Wikipedia. Bugün dünyanın en küçük adasındaki bir çocuk, 18’ine gelmeden tüm bilimsel kuramları alt üst edebilir altyapısal olanaklara sahip durumda.

Ne yazık ki internet, Einstein olma motivasyonunun sıfırlandığı, hatta eksilendiği bir döneme rasgeldi. O nedenle, bu yeni olanakla üssel sayıda Einstein adayı çıkmayacak, çıkmadı da zaten.

İnternet şöyle bir işlev gördü ve kısa gelecekte görmeye devam edecek:

Martin Kuilman diye biri, 28 yıl önce kuadralektiği tasarlayıp, zamanı gelince internete koyduktan 20 yıl sonra kuadralektik,  dünyanın çok farklı ülkelerindeki zihinlerde farklı etkileşimler yarattı.

Burada şerh: Aristo’nun düşüncelerinin İslam ve Hristiyan düşünürleri tarafından yeniden aşırı yorumlanması sonucu, engizisyonlar oluştu. Yanlışlar şunlar: Aristo tektanrıcı değildi, Aristo bir hümanistti, aydınlanmacıydı, rönesansçıydı.

Tabii ki Aristo düşüncelerinin yanlış kullanımına yaşasaydı bile engel olamazdı.

Geliyoruz günümüz netizenlerine ve ‘hacker’ dincilerine:

Onlar da bireyi, devleti, özgürlüğü ve bilgiyi tam anlamıyla, sırısıklam salakçasına yanlış yorumluyorlar ama o özgürlükleri var elbette.

Yine de biz, (bir ve yalnız bir) bir reel sanal anarşizm tasarlayalım:

Birincisi, devlet internet olmadan da, yolunu bulan en son bireye uzanacak denli, kendi hegemonyasını dayatamıyordu. O klasik yolların hala bitmediğini ve gerektiğinde internetten önce de kullanılabileceğini bir neo-reel-sanal-anarşistin unutmaması gerekli.

İkincisi, düşünce üretilecekse, bu uzun süre daha tek başına yapılıyor olacak. İnternet, kolektif çalışmaya, yüzyüze beyin fırtınaları kadar açık değil, çünkü dil sorunu var. ‘Anında çeviri yapay zekaları’ yeterince hızlanınca, bu sorun ortadan kalkacak.

Tek başına kurum / örgüt mümkün. Tek başına anarşizm de mümkün. Tek başına internet de mümkün.

Devlet zararlı ama yıkılmasa da olur. Devlet içinde büyükkentsel yaşama alanı yaratma ve bulma slalomları tasarımı hazırlanıp, internete serbest bilgi olarak bırakılabilir.

İnternet, trans-hümanist bir araçtır, hümanist bir araç değil. O yaratıldığında, 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürünün epeyisi 30. yılındaydı.

Öte-düşünce ve öte-bilgi tümleşik (5 duyu dilli) internetten çok, yine derin düşünce / trans / vecd ile sağlanabileceğe benzer.

Devlet, uzaycılıkta bile olacağa benzer ama bu ve benzeri sorunlar sanal anarşistleri bağlamaz, çünkü trans-hümanistleri bağlamaz.

Geleceğe giden yol açıldı ama sanıldığından çok daha uzun. Sanal anarşizm, onu yürümenin araçlarından biri ama yalnızca biri. Başka olanlar var, henüz olmayanlar ama gelecekte olacaklar var.

Bireysel sonsöz:

Bizim açımızdan reel anarşizm, bireycilik değil, kendisizliktir. Sanal / internetsel anarşizmimiz de öyledir.

Pazar, Şubat 12, 2012

1871-1968-2055

1871 Paris Komünü idi.

1968 dünya gençlik olayları idi.

Bu durumda, önümüzdeki müstakbel ilk dünya devrimi için tarih böyle tahmin edilebilir: 2055.

Nirengiyi şöyle de alabiliriz:

1848-1968-2088.

Bu durumda 1848, Avrupa devrimleri dizisi olur.

Devrime meraklı biri değilim. Devrimin ilk yiyeceği çocuklarından biri olacağım için bu böyledir ama bir gelecekbilimci olarak, beni içermeyen bir değil, onlarca gelecek tahmin etmeye / görmeye başladım, epeyi süredir. Aldırdığım da yok.

Sonuçta, nasıl dünya krizi gelecekse, yeni bir dünya devrimi, devrimcikleri, devrim dizisi gelecektir. İster 2055’te, ister 2068’de, ister 2088’de.

Ancak, AB-ABD nezdinde somutlaşan, kapitalizmin iç bunalımları dışında, bizi tarih-öteye taşıyabilecek başka krizler de kapıda: Açlık, salgın, enerji. Su / kuraklık krizi de olacak ama o göreli olarak daha az insanı öldürebileceği içn, daha mikro veya orta-makro ölçekte kalıyor. Önceki 3’ü ise, makro-makro ölçekte. Yani, global nüfusun çok çok azı onlardan muaf kalabilecek, yalıtık bölgeler gibi.

İşte bu makro krizler, geleneksel çizgideki kriz ve devrim eğilimleri  ile nasıl girişim saçakları oluşturacak kestirilebilir değil. Muhtemelen de hiç olmayacak. Ancak onlar yaşandıktan sonra, kaotik ‘atraktör’ü hesaplayabileceğiz. Diğer bir deyişle bu tarz ve ölçekte bir krizi / krizleri tarih henüz görmedi.

Ancak, şunu biliyoruz:

Tahminen 200.000 yıl kadar önce, atalarımız benzeri bir krizle yüzleşti ve global popülasyonları çok düştü. Ancak, yine tahminen 50.000 yıl kadar önce, 10.000 küsur yıl önce başlayan Neolitik Devrim’e giden yol açıldı. Paleo-tarihçiler, aradaki 40.000 yıllık süreci kabaca izleyebilecekleri  verilere ulaşmış durumda.

5.000 tarih-dünya sistemi içinde, en uzun bölgesel krizler 1.000, global krizler 500 yıl sürebildi.

Ancak, sürece tersinden de bakalım:

Eğer, bu gözeneklilik / süreksizlik olmasaydı, meta-hümanizme 1945-1957 yol çatallanmasında yer açılmazdı.

Şu anda da, skolastik / klasik tarihçi tipi olan Fukuyama, transhümanizmi dünyanın en tehlikeli fikri sayıyor. Dikkatinizi çekerim: İslam’dan bile tehlikeli, hem de 11 Eylül’den sonra.

O nedenle, gelen krizler çığı, bize bilgi ve deneyim olarak geri dönecek. Tabii boynumuzu kırmamışsak.

Gerisi bilinen hikaye: Kan, ter ve gözyaşı...

Perşembe, Şubat 09, 2012

1854-1954 ve 1983-2083

Osmanlı Devleti, ilk kez Kırım Savaşı nedeniyle, 1854’te borçlanmış ve 1914’e dek alınan borçların son ödeme tarihi 1954 olmuştur. Bu tarih, öne alınmış bir tarihtir, yani TC alacaklılara çağrı yapıp indirimle ödeme yapmıştır, yoksa 2012’de bile hala ödeme yapıyor olabilirdik. Örneğin Almanya, 1. Dünya Savaşı borçlarını son birkaç yıl içinde ancak bitirdi.

1980’lerde gelen neo-liberalizm ve neo-globalizm dalgası, 10’ar yıllık 3 dalgada (Özal, Çiller, Erdoğan) Türkiye’yi görünen 700 milyar, toplamda asıl 1 trilyon dolar borçlu duruma getirmiştir.

Bu borçlar sonucunda, çok çok büyüdüğü söylenen Türkiye ekonomisinde, 2010 yılında bir kişinin aylık ortalama harcaması 500 TL (yıllık 6.000 TL, 3.000 dolardan az fazla) olabilmiştr. Geri kalanı % 1’e gitmiştir.


Bu panoramada, Türkiye’nin tüm borçlarını ödemesinin 2083 yılını bulabileceği açıkça gözükmektedir. 2012 Norveç’i torunlarına 1 trilyon dolar fon-yatırım, 2012 Türkiye’si torunlarına adam başı 15.000 (ceman 1 trilyon) dolar borç bırakmaktadır. (Bu arada Norveç fonu, Türkiye’den 100.000 emekli Norveçli için yer satın almaktadır.)

Bu süreç içinde, Türkiye’nin tarımı çökmüş; bankalarının, büyük şirketlerinin ve borsasının yaklaşık yarısı, yabancıların eline geçmiştir. 1. TC Düyun-u Umumiye’yi tasfiye edebildi ama henüz kurulamamış olan 2. TC’nin buna imkanı yok.

Bu ‘su akar, Türk bakar’ durumunun sonunda elimizde ne kaldı?

100 milyon cep telefonu. 30 milyon bilgisayar. Hepsi de 2 kuşak geriden gelen teknolojide. Evet, 5-6 milyon ithal arabamız var ama yakında onları sürecek benzine ödeyecek paramız da olmayacak.

20 yılda 3 askeri darbe oldu, ülkenin kökünü kurutamadı. 20 yılda 3 liberalizm oldu ve değil ülkeyi, 1 milyarlık tüm bölgeyi, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı, Ortadoğu’yu bitirdi, bir çöle dönüştürdü. Bizim ‘yerli eşeklerin havucu’, sınıf atlama zenginkondululuğuydu. Evet, gerçekten 1 milyon kişi sınıf atladı ama 19 milyon kişi köydekinden daha kötü koşullara kentte sürüklendi.

Tarih tekerrürden ibarettir, denir. Öyle olabilmesinin tek nedeni, kimsenin tarihten ders almaya yanaşmamasıdır.

Biz böyleyiz de, o çok uygar ve zengin G-7 vatandaşları nasıl acaba? Ayda 1 kitap okumayan, % 25’i eksik okuryazar, haritada Çin’in yerini gösteremeyen % 10 oranlı üniversite öğrencili durumdalar.

Asıl önemlisi onlar, ne 1929’dan, ne de 1968’den ders almadılar. Evet, marksist olmasak bile, kapitalizmin kendi kendine bunalım / kriz yarattığını biliyoruz ki zaten tarihteki tüm büyük devletler kendilerini kendi elleriyle tarihe gömmüşlerdir, Osmanlı dahil.

Wikipedia’nın ‘1929 Depression’ maddesini okuyun, tabii İngilizce’niz varsa. Orada, çok akil adam ekonomistlerin 80 yıl sonra bile, hala krizin temel nedenini göremediklerini görüyoruz. Ekonomi şişmişti: Birçok mal gereğinden (tüketiminden fazla) üretiliyordu ve bu boşa dökülen su demekti. Su çölde ergeç biter, buharlaşır çünkü.

Hem neo-globalistlerin, hem de ‘dünya sistemi’cilerin sandığının tersine, tarihsel sermaye kümülasyonu sürekli değildir. Tek baki kalan şey altındır (ve diğer değerli metaller), geri kalanı yıkılır gider. (Tabii bir de bilim ve sanat eserleri ve onların tasarımları geriye kalır.) Ne kadar sürpriz: 1929 Krizi ertesinde altın standardı terkedilmiş ama 80 yıl sonra bile altın hala temel tasarruf kaynaklarından biri durumunda.

Tarihin ve ekonominin küçük ve büyük dönemsellikleri var. Şu sıralar, büyük iniş dönemselliklerinden birine girdik, 1929 da öyleydi. O zaman üretim fazlası vardı; şimdi aşırı borç, aşırı kayıtdışı para, aşırı serbest para (evet, aşırı serbest para kapitalizmi öldürür ve kapitalizm asla ve kata paranın serbest dolaşımı değildir), aşırı masraflı uluslararası ticaret var. Çökecek olan sonuncusu.

Bunun ekonomideki adı, ‘fırsat maliyeti’dir. Şu andaki tüketim modu, reel-orta (KOBİ’sel) ekonomide yılda 5-10 kere tur atacak ve ekonomiyi besleyecek parayı, sanal sektörde günde 5-10 tur attırarak, ekonomiyi sanallaştırmakta oynuyor. Oyunun deliliğine herkes kaptırmış durumda ve arabanın freni yok.

2029 dedik ama bu gidişle 2019 bile, hepimize kafayı duvara vurduracağa benzer.

2068 mi?

Onu anlamaya 1848’den, Marx’ı (kendiniz bir) bireyci olarak ‘anark’layarak başlayın.

Evet, gerçeğin çölüne hoşgeldiniz. Hangi hapı alırdınız?

Salı, Şubat 07, 2012

Müslüman Müslüman'ın Kurdudur

Bununla, Sünni-Şii çatışmasını imlemiyoruz.

Bununla, bir Müslüman’ın hakkından ancak bir Müslüman’ın gelebileceğini imlemiyoruz.

Bununla, insanın insanın kurdu olmasını imlemiyoruz.

Bununla, son günlerde ortaya çıkan Müslüman-Müslüman çatışmasını imliyoruz. Bu çatışmalar birden çok alanda sürüyor.

Hizbullah-PKK savaşı vardı. PKK o zaman da Müslüman idi ama bunu belli etmiyordu. Türk marksistlerini kandırıyordu, onlar da kanıyordu, bunu FKÖ de yapmıştır zamanında.

Fethullah altkümeleri arasında, Hoca’nın ölümünden sonrası için, miras savaşı var.

Fethullah- Müslüman’laşan PKK çatışması var.

Zengin-fakir Müslüman çatışması var.

Dünyevi-uhrevi Müslüman çatışması var.

Biz basit ve doğrulanmış bir sav önesürdük: İktidar maneviyatı, dolayısıyla dini, dolayısıyla İslam’ı öldürür. Öldürdü de... Son olanlar, tabut başı kavgaları yalnızca. Hani, cenaze töreninde Humeyni’nin naaşı müritlerince parçalanacaktı, anımsar mısınız?

AKP 10 yılda büyük bir başarıya imza atarak bazı Müslümanlar’ı dinden çıkardı.

Gelelim çatışmanın reel eksenine:

Eliaçık’ın savları AKP’nin ve Erdoğan’ın maddiyatçılığı üzerine:

“Alternatif sermaye oluşturmuyorsunuz, yiyici, sömürücü sermaye sınıfına dahil oluyorsunuz. Kapitalizme abdest aldırıyorsunuz.”

“Irak'ta ölen 1.5 milyon müslümandan haberin var mı? Dünyanın ezan okunan yerlerine bomba yağıdıranlar senin neyin oluyor? Model ortağın mı?”

“Ehli sünnet ve'l cemaat, ehl-i mülkiyet ve'şatafat oldu. ‘İnşaat ya Resulullah’ diye kibir kulleri dikiyorlar. ‘Caprice Gold’ sizin mezarınız.”

Bir de 3.000 dolarlık takım elbise konusu var ama o kayıtlardan çabucak silinmiş.


İlginç bir durum var ortada:

Haber internete yansıdıktan çok değil, 1 saat sonra alıntılar hemen kısaltıldı, değiştirildi, çarpıtıldı, Twitter konusu / kaynağı örtbas edildi.

Bu saptamalar yeni değil ama bu denli açık ve doğrudan hiç çekinmeden konuşan ilk kişi Eliaçık. Dindar gençler yetiştirme zorlamasının da zulüm olduğunu söyleyebildi.

Sorun ülkenin bölünmesi değil. Ölmüş eşek kurttan korkmaz: 50 küsur yıldır hep bölünüyoruz, darbeleniyoruz, liboşlaştırılıyoruz:

Kitle satılık, hiç olmazsa karşılığını aldı. İktidar seçkinleri bedavaya satıldı, duruma ayınca da veryansına geçtiler.

Sorun şu ki AKP’nin dahil edildiği BOP-GOP projesi duvara çarptı. AB zaten palavraydı. AKP’nin takkesi düştü, kel göründü. Sonuçta, 3. Köprü’ye sıfır talep geldi, hani o inşaatperver müteahhitlerden.

Bu ülkenin cuma namazına gideni % 30 idi. Onun da % 70’i köyde idi. Şimdilerde palazlanan zenginkondulular, gösteriş olsun diye cuma namazına gidiyor. Hep birlikte namaz kalmadı, geç gelen de, erken giden de çok. Herkes para peşinde, cuma da yoğun haftasonu işgünü zaten.

Evet, şimdi ne olacak?

Gerçek entellektüelleri, soru soranları veya arı kovanına çomak sokanları kimse sevmez, hatta nefret eder. Gonca Hanım’a ne yaptıkları ortada.

Ancak, bu kez imam pilav yiyemeyecek: Pirinç ithal ve stoklar sıfır durumda çünkü.

Evet baylar ve bayanlar, ‘dinsel iç savaş’a hoşgeldiniz. Ben değil, herkes bunu söylüyor.

Favorim, kaybedenler klübü üyeleri…

Anlayan anlasın.

BOP-GOP

Şaşırtıcı bir bilgi: 1970’ler tarihli Cambridge ‘Ortadoğu Ansiklopedisi’ndeki Ortadoğu haritası, 2000’ler tarihli GOP’taki Ortadoğu’nun aynısıdır, yani Sudan bölgeye dahildir.

Bundan MI5 veya Mossad takıntısı çıkarsamıyoruz. Stratejistlerin tamamına yakını, başkalarının düüncelerini apartırlar, allayıp pullayıp satarlar. Onu çıkarsıyoruz.

‘Askeri Strateji 2000’ 1980 tarihliydi.

Ilımlı İslam projesi 1990 tarihliydi.

BOP 2000 tarihliydi.

GOP 2010 tarihliydi.

Hiçbirinde evdeki hesap çarşıya uymadı. Zaten daha önceden Kore ve Vietnam başarısızlıkları vardı.

Böylelikle geliyoruz istop eden AKP 2002-2012 projesine.

Saptamalarımız, yine yeni yeniden:

Müslüman ve liberal olunmaz.

Muhafazakar ve liberal olunmaz.

Cemaatçi ve liberal olunmaz.

Cemaatçı ve siberuzaycı olunmaz.

Sosyal devlet olmadan Müslüman olunmaz.

Özelleştirme ile Müslüman olunmaz, çünkü hiçbir gerçek Müslüman ülkesini satmaz.

AKP hepsini yaptı. Yedirdi gibi oldu. Yemediğimiz ortaya çıktı. (CHP’den söz etmiyorum bile.)

Satılık oyların beklenti fiyatı arttı, verilen fiyatı düştü. Örneğin, bu kış Kasımpaşa’da bedava kömür dağıtılmadı pek. Yoğun kar yağışında hava kirliliği artmadı çünkü.oysa onlar fazladan gıda yardımı da umuyorlardı.

250 milyar dolar bankasal dış borcun ve 200 milyar TL iç sivil borcun karşılığı yok. Devlet borcunu azalttı doğru. Tüm zorunlu gereksinimlerin fiyatını 4 katına çıkardı. İstersen otobüse binme, doğal gaz yakma, (şirketler için) bilgisayar kullanma. Toplam borç, AKP döneminde katlanarak arttı, toplam en az 400 milyar dolar gibi. Örtülü hesapları AKP bile karıştırdığı için, ne ülkenin nüfusunu biliyor, ne de gerçek Sayıştay’lık bilanço hesabını.

BOP-GOP Tunus, Libya ve Mısır’ı yedi. Maddi karşılık sıfır oldu.

Suriye ve İran’da, Çin ve Rusya gidişatı durdurdu. Fazladan elde var Latin Amerika.

Türkiye kaldı mı ayazda açıkta?

Ordu küser, savaşmaz. Polis suça karışmaz, her yer kronik kriminal dolar. Dilenci ve tinerci sayısı patlar.

Olabilir: En çok 1.000 AKP’li kaçabilir. Gerisi ne olacak? Her gün yüzlerine beddua edilirken ye yapacaklar? Yalakalığa mı vuracaklar? Yarın öbür gün tarikatlar, rüzgar gülü gibi fırıldaklık edince ne olacak?

GOP herkesin elinde patladı.

En acı sonuç henüz görülmüyor:

AB-ABD savaşı giderek sertleşiyor.

Pazartesi, Şubat 06, 2012

50.000 Yıllık Ötetarihsel ve Öntarihsel Perspektif 2

50.000 yıllık bir perspektif ve retrospektif koyduğumuzda, değişik bir panoralamayla karşılaşırız:

Öncelikle, 50.000-15.000-5.000-0 yıllık retrospektif, 50.000-15.000-5.000-0 olarak da, 0-5.000-15.000-50.000 olarak da konulabilir. Bu,  ne simetridir, ne de zamansal doğrusal kaydırmadır; bu, insanın zamansal ve mekansal algısını değişik bir yolla sınamaktır.

Tarihin giderek ivmelendiği kesin, giderek yavaşladığı da kesin. Bu durum, matematiksel açıdan bir dönüm noktasında mümkündür. Bu durumda, hem 0 evrim, hem de tekillik birlikte yaşanabilir.

1945-1957 ikilisinde yaşanan böyle bir durumdu. Bilimkurgu roman yazarlarından ve siyasetçilerden bildiğimiz kadarıyla, ne atom bombaları, ne de uzaya gidiş, günümüzdeki sonuçlarını öngörmemişti. Ancak, ABD-AB kültürel limiti de, daha önce de yaşanmış açıkseçik bir durum.

Demek ki her perspektifte de, uzay devletlerinde insansal (hümanist) sorunların epeyi ağırlık taşıyacağı sonucu çıkıyor. Ana merkezle  doğrudan bağı kesmeyince böyle olabileceği, koloniyalist dönemden biliniyordu. Bu durumda sonul meta-hümanist menzil, 50.000 yıl sonrasına bile kalabilir görünüyor. (Bunun zamandan, evrimden ve tarihten bağımsız bir süreç olacağı da, gelecekbilimci olarak benim bir tahminim.)

Buradaki sorunsalın 500-5.000 yıl yaşamlı / biyografili / nekrografili yarı-ölümsüzlerin üzerinden gelişebileceğini düşünmek, aşırı bir yorum olmaz. Tüm kültürel modları ve onlarca altmodları doğrudan yaşamış biri olarak, bu uzun yaşamlıların tüm kültürel modlara, yani doğumlarından 100 sonra gelişenlere dahil ve interaktif olacağına ilişkin, düşük bir olasılık görünüyor bu durumda. Ölümsüzlüğün ataleti ortada zaten. (Bunun negasyonu ölümlülük değildir.)

Demek ki gerçek post-hüman’ı taşıyacak bir kültürü inşa etmek epeyi kuşak yarı-ölümsüz gerektirecek.

Uzaycıların bu sırada pratik başka ve çok sorunları olacak. (İnsanlar genelde 1 sorun üzerine yoğunlaşır.)

Bu panoramasal koşullarda, önümüzdeki 100 yılda bilim, sanat ve düşündeki çöküş çok tatsız görünüyor.

Yine, önümüzdeki 100 yıldaki ilk kez yaşanacak makro-makro sorunlara artık çözüm aranamayacağı ve dosdoğru içlerine dalınacağı gerçeği de var.

Bu durumda şu panorama ortaya çıkıyor:

Hem dünya sistemicilerin, hem de neo-liberallerin  globalizmi; artı hem marksistlerin, hem de milliyetçilerin enternasyonalizmi işlevsizleşmiş oluyor.

Bunun başka bir açılımı şu: Yeşiller gibi, Korsanlar gibi, olmadık açılımlar, global etkinlik kazanacak, kazandı da, kazanıyor da. Demek ki yakın-müstakbel ‘fraktal-marjinaller’e fazla umut bağlamıyoruz.

Bunun bir diğer açılımı da şu: Sistem, omurgasından yaylanan bir yılan gibi kıvrılıp bükülecek ama rasgele. Dolayısıyla, o yılanın gerçek-bilgi çölündeki yol alışlarını önceden kestiremeyiz. (Buna, epistemolojik vakum demeyelim de, epistemolik hava boşluğu diyelim. Yani, bu epistemolojik hava boşluğundaki bilgisel köruçuşlar, bazan kafa üstü çakılmakla sonuçlanacak yakın gelecekte.)

Gerisi?:

Ne kitlenin, ne de iktidar seçkinlerinin herhangi bir davranış veya tutum değişikliğine girmeyeceği, girmesinin istenen bir sürpriz olacağı ama bunun gerçekleşmesinin zor olacağı.

Eğer, önümüzdeki ilk 500 yıl belirsizlik vaat ediyorsa, sonraki 500 yıl kesinlik vaat edecektir.

Cevdet Aşkın ve Ekşi Sözlük

Bir insan için, Ekşi Sözlük’ten referans almak, en son yapacağım işlerden biridir ama stratejist Aşkın hakkında orada yazılanlar ilgimi çekti.

Şunlar var:

“sadece bir fotoğraftan yola çıkarak, doğru düzgün bir balistik temeli olmadan, yorumlama yeteneği bile şüpheli bir şekilde bir araçtaki kurşun deliğinden çıkarım yapan gazetecimsi. ben bile sadece lise fizik eğitimimle bu araçtaki sözde şüpheli kurşunla camdaki diğer kurşunların aynı kaynaktan geldiğini söyleyebilirim. ha yine de emin oalmam evet. ama bir gazetede yazar olsaydım mal gibi başkaları hakkında şüphe duyduracak ya da olaydaki pkk'lıların kolayca aklanmasına yardımcı olacak şekilde zıçar gibi yazı yazmazdım.”

“kıyak gazeteciliğin mümessili. yıllardır anf nin internet sitesinde okuduğu haberleri, yazıları ertesi günkü radikale özetleyip gönderir. arada bir bdp nin temscilerinin kürt meselesiyle ilgili yeni mesajlarını, hükümetin yeni ne yumurtladığını vs. de bu özetlere ekler. köşesinde dediğine göre durumun fotoğrafını çeker. yani kardeşim bari çektiğin bir fotoğrafın anlamını olsun, bir şeyleri, ayrıntıları yakala, bir estetik düzey tuttur. yok, öyle işte. sanırım cevdet bey gazetede dizgici, patron dizgici diye sana çok para veriyoruz, bir de gazeteyi dolduracak bir şeyler karala falan diyor. bilemiyorum cevdet bey, sana gıcık oluyorum sadece.”

(Kaynak: Ekşi Sözlük Cevdet Aşkın sayfası. Yazım hataları oludğu gibi bırakıldı.)

E, hani devamı; hani, bu durumun öznel ve nesnel yorumu?

Türkiye’de oldukça dar bir coğrafyayı sürekli (haftada 3-4 kez) yazan başka biri yok.

Alıntı da olsa, herhangi bir konuda bu denli sürekli bilgi de yok. Bu ülkede 5 yıllık hava durumu listesini bile birarada bulamazsınız.

O 5 yıllık metinleri okuyunca, diyelim ki tek odaktan da olsa, sorunun perspektifini ve retrospektifini görebilirsiniz.

Tersinden bakalım: Konusunda duayen sayılan Sami Kohen’e bakalım: Metinlerini, daha bir veletken 1970’lerde ‘Time’de okumuş biri olarak söyleyebilirim ki bu kadar kokmaz bulaşmaz bir dış siyaset yazarı görülmemiştir. ‘Sahibinin sesi’ Yasemin Çongar bile, onun kadar kokmaz bulaşmaz değil.

Varsayalım ki Aşkın PKK’nin sesi. Ama hangi PKK’nin sesi? Bir bunu sor kendine, güzel kardeşim.

Abdullah’çım 13 yıldır içeride olduğuna göre, son 5 yıl PKK’nin iç iktidar mücadelelerinin sürdüğü yıllar oluyor demektir. PKK-BDP ayrışması bile ortada. ‘Bir kedim bile yok’ Burkay’ı ne hale getirdiler onu da gördük.

Yani Aşkın, siste sürekli aynı yönden gelen ses gibi.

Ayrıca, nüansları da var. Bir de o nüanslara da bakalım:

“Ekim 2007’de ‘Referans’ gazetesinde başlayan Ekim 2010’dan itibaren de ‘radikal.com.tr’ sitesinde devam eden, ‘Kuzey Irak Güncesi’ yazılarında, esas itibariyle, ‘Kim ne dedi? Ne yaptı? Ne anlama geliyor?’ temel felsefesi gereği, verili anın fotoğrafı çekilerek geleceğe dönük kestirimler yapılır. Yazar, Türkiye’de Kürt sorunu ve PKK konusunda herkese açık olan kaynakların taranmasından çııkan anlamlı verileri kullanır. Bu nedenle herhangi bir kaynaktan nispeten fazla alıntı yapılması somut durumun sonucudur. Konunun çok dinamik olması nedeniyle yeni bir gelişmenin ortaya çıkması halinde farklı bir kestirimin yapılabileceğinin bilincinde olan yazar, analize dahil edilen verilerin tarih ve saat ile sınırlandırılmasını zorunlu görür. Yazarın objektifliği temel kriter olarak alması, sorunun nasıl çözüleceğine dair bir fikrinin olmadığı anlamına gelmez. Bununla birlikte yazar sürüden ayrı düşmeyi göze alır ve konuyla ilgilenenlere derli toplu bir kaynak da sunan farklı formatını korumaya özen gösterir.”


Bunlar kendisinin kendisi hakkındaki düşünceleri.

İlk ve en önemli ayrıntı:

Gelecekbilim veya strateji açısından, düşüncelerin / ideolojilerin saniyesel farklılıkları çok çok nadiren etkili olur.

Dolayısıyla bu konudaki yorumum şu.

Yazar alıntıladığı kaynakların sürekli odak-konum değiştirmesinden rahatsız. Kendini bundan muaf tutmak istemiş.

Ancak, şunu da eksik görmüş:

Eğer büyükler / gerontokratlar büyükkente saldırmaya karar vermişse, bundan vazgeçseler bile, gençler vazgeçmezler. Yol açılmış bir kere.

Gözlediğim durumu anlatayım:

6 yıldır Kasımpaşa’da oturuyorum. Her Taksim olayında, oradan kaçan genç Kürtler’i buranın gençleri avlıyor. Avlıyor diyorum, çünkü bu bir linç değil, pusu. Aynı durumun Tophane için de geçerli olduğunu, orada oturanlardan biliyorum. Sevgili polis devletimiz bu konuda Çingeneler’den bile medet umup ellerine silah verdi ama hatasına çabuk ayıp, bundan vazgeçti. O nedenle bu, polis devleti kışkırtması değil, toplu bilisizlik inisiyatifi.

Sonuç ve ikincil yorum ne?:

Sivil Kürtler ve Kürt olmayanlar arasında 5 yılı geçen bir süredir iç savaş var. Bunu hiç kimse durduramıyor. Çünkü halkta da genel bir öfke var. İşler kötü ama baştaki iktidara (Kürtler de dahil omak üzere) kendileri oy verdikleri için, kendilerine başka bir düşman yaratmaları gerek.

Da, bu nereye varır?

Bildiğimiz sokak-çete savaşlarına. Hele hele bunların eline etkin silahlar şu ya da bu biçimde geçerse, İstanbul 2-3 yıl sonra yaşanmaz bir yer olur; Etiler, Nişantaşı, Bağdat Caddesi dahil. Çünkü bizde gecekondu-site sınırı elektrikli dikenli tellerle çizili değil.

Tüm bunlara nereden geldik?:

Bilgilerin tek demeyelim de, yoğun belli bir odaklı olmasından...

Ne demiştik?:

Tarihsel fetret dönemlerinde kimin hangi tarafta olduğu pek belli olmaz. Örneğin, 20 yıl askerden kaçmış ve apolitik biri iken işkence-elektrik görmüş biri olarak, TC’nin yanında yer almam, pek çok insana Stockholm Sendromu gibi görünüyor.

Oysa, soru basit:

Daha çok kötü olan mı, daha az kötü olan mı?

Dilerim, bu soruyu Aşkın da kendine sormuştur.

Dipnot: Ekşi Sözlük yazarları ve Aşkın gibiler, tam haritalanamamış eski Yugoslavya savaşı gibi bir durumun, bizde de olmamasına yarıyor. Biz zaten öldük. Sorun, cesedimizin hastalığın nasıl iyileştirilebileceği konusunda işe yarayıp yaramayacağında.

Bir Gelecekbilimcinin Dünü

Bugün, yarın dün olacaktır: En basit gelecekbilim ilkesi.

Dün şaşkınlıktan çenem düştü:

Fethullahçı’lar, Akit gazetesi aracılığıyla, PKK’ye saldırıya geçtiler.

PKK’lılar, eylemlerini büyükkente taşıyacaklarını açıkladılar.

AKP’liler Arap Baharı’nın ucunun Türkiye’ye dokundurulacağını anladıklarını açıkladılar.

Bunları zaten daha önce yazmıştım.

Peki, ne oldu da bunlar hep birlikte aydı?

Bir gerçek var: Evdeki hesabın çarşıya uymayacağını ve çarşıdaki pirince gidilirken evdeki bulgudan olunacağına henüz aymadılar.

Birden atağa geçmelerinde, herkesin ortamı kendi bakış açısından uygun görmesi neden oluyor.

Kurt dumanlı havayı seviyor da, bu dumanlı hava doğal dumanlı hava değil ki...

ABD ve AB, AKP’yi ve Erdoğan’ı gözden çıkarmış gibi davranmaya başladı ya da görünürde bile olsa, Türkiye’de işlerin iyi gitmesine gıcık kaptılar, onların durumu kötü ne de olsa.

Artı ABD ve AB bir yanda, Çin ve Rusya bir yanda saf tuttu. Biz her zamankince, 2 hegemonya odağı arasında bihegemon kaldık yine.

Oyun alanı da bizim bölge.

(6 Şubat 2012)

Pazar, Şubat 05, 2012

Fethullah'çı 'Kardeş Türküler'

‘Kardeş Türküler’in müdahil olduğu BGST oluşumunu 20 küsur yıldır bilirim. Dünya müziği ve multi-kulti folklorik dans aşamasında, 30 yıl takılıp kalabilmişlerdir.

Kardeş Türküler’i Şubat 2012’de vapurda, Fethullah’çı Kanal 24’te izledim ve gülmeye başladım.

Kardeş Türküler, Kürtçe bir türkü seslendiriyordu. Buna da güldüm.

Kürtçe bilen birinin Kürtçe’si değil, Türkçe bilen birinin Kürtçe’si idi. Bunu ben bile ayırt edebiliyordum. Buna da güldüm.

Kardeş Türküler’de 3 tane dev anası kılıklı kadın türkü söylüyordu. Balık etinden çok, balina eti kıvamındaydılar. Buna da güldüm. Gülmem kırıtmalarınaydı.

Bunlardan biri, kendini Bedia Akartürk sanıp, en tiz oktavlı boru sesli bir kenar mahalle karısı sesiyle, uzun hava söylemeye debeleniyordu. Buna da güldüm.

Kardeş Türküler’e eşlik eden orkestrada keman da vardı. Birden aklıma İbrahim Tatlıses geldi: O aynı şeyi yaptığında çok kızmışlardı. Buna da güldüm.

Kanal 24, konseri dümdüz vermek yerine, kare kaydırmalı şekil yaparak vermiş. Buna da güldüm.

(Bunlar gülünecek şeyler değil, ağlanacak şeyler, biliyorum.)

Gelelim nelerin ağlanacak durumda olduğuna:

Türkiye’de güçler dengesi, köşe kapmaca modunda değişiyor.

Satılık liboşlar da, ‘o yana mı gitsek, bu yana mı gitsek?’ mealindeki banka reklamındaki gibi, ne yapacağını şaşırmış durumdalar.

Düşünün ki Ahmet Altan’nın gazetesi artık Fethullah’ça finanse edilmiyor ya da yeniden para almak için ne taklalar atıyor görüyoruz. Mehmet Altan, Fethullah’çı diğer bir gazeteden kovuldu. Bunlar ‘franchise’ı kabul edip, paranın kıblesini net seçenler. Gerisini siz düşünün.

En acıklı durum, Fethullah’ın bile ne yapacağını şaşırmış olması, sürekli yalpalıyor. Bir ateist olarak kesinkes söylüyorum: Bir şeriatçı pozisyon değiştirmez. Maneviyatın mutlaklığı bunu gerektirir.

Fethullah’ın ne yapacağını şaşırmış olmasının nedeni ise şu: Fethullah, iktidar odağını son 5 yıldır giderek yitiriyor. Bundaki 2 temel neden, iktidarının geçmişte çok fazla geniş alana yayılması ve müritlerinin dönek olması (o müminler 1 kuşakta 1-3 tarikat değiştiriyorlar). (Bu sava da henüz hiç kimse katılmıyor ama sonun başlangıcını savaş kuramcısı olarak iyi biliyorum ve görüyorum.)

Sonuç?:

İktidar İslam’ı öldürür. Öldürmüştür de, öldürüyor da...

Buna ayan Müslüman, az sayıda da olsa mevcut. Örneğin, Erdoğan’ın dindar gençlik yetiştirme savını acımasızca eleştiren şeriatçı kişi (adını internette bulamadım)...

Orduyu eleştirdiğimde, ölüm tehdidi aldım, ordu çöktü. İslam kilisesini eleştirdim, ölüm tehdidi aldım, İslam kilisesi çökmekte.

Doğanın kum fırtınası gibi, tarihin nereden geldiği belli olmayan tokatları vardır: 1.-2. Cumhuriyet arası Fetret, böyle bir şey. Onu Müslümanlar yarattı ama onlar tokadı daha da sert yiyecekler, yemekteler.

Tabii, tokadı atestler de yiyecekler. Zaten bir zekat keçisi gibi, laiklerden de tokat yemiş durumdayız. (Bedelli askerlik yaparken, ‘ateistim’ deyince, asker-sivil birarada toptan beni linç edeceklerdi.)

Bu metnin babafikri: Fethullah Amca rol icabı Kürtler’i seviyoo ama yanılıyoo...

Perşembe, Şubat 02, 2012

İleri Marjinallik

Giriş:

Bu bir kitap adı. Tam künye:

Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi, Loic Wacquant, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Bu bir durum. Konum değil. Benim durumum.

Bu sıralar parasızım, bu nedenle kitabı kitapçıda hızlı okudum. Olay büyükkentte geçiyordu.

Doğru kitaplar, beni hep doğru zamanlarda bulur. Bu da öyle oldu.

Açımlama:

Standart biyografiler vardır. Onların normları, rolleri ve statüleri vardır.

Astandart nekrografiler vardır. Onlar genelde marjinaldir ve ayraldır.

Ben fakir doğdum ve bugünkü bedeli toplamda 1 milyon dolardan pahalı olan, 25 yıllık bir eğitimi bedavaya aldım. Yani, entellektüel bir proleteryayım.

Benzerlerim sınıf atlamayı seçti. Ben başladığım sınıftan da aşağıya inmeyi seçmiş oldum. Ben yalnızca bilgiyi seçtim, ölümler (öldürülmeler) ve düşüşler ardından geldi.

Doğal olarak, kendim gibilerin arasına düştüm. 6 yıldır Kasımpaşa’da oturuyorum. Burası, jentrifikasyona tabi tutulan ve onlarca azınlığın birarada yaşayamayıp, birbirleriyle savaştığı bir semt. En azından, benim orada bulunduğum 2006-2012 için böyle durum.

Toplumbilimin katılmadığım çok örtük koyutu ve varsayım-kabülü vardır. Bunlardan biri de, ‘birarada yaşayabilirlik’tir. Ailem dahil, hiçbir toplumsal altkümenin 1960-2010 arasında barış içinde birarada yaşadığını görmedim. Şiddeti hep gördüm, İzmir Alsancak 1973-1977’de, İstanbul Kasımpaşa 2006-2012’de.

Toplumbilimin geçersiz varsayımlarından birisi de, küme içi dayanışmadır. Araplar’ın atasözünde olduğu gibi, kardeşin kardeşe düşmanlığı ile başlayıp, büyüyen ölçekte kabilelerarası kan davasına kadar kayan, yaşayan kanlı canlı bir savaştır benim tanık olduğum.

Kent paryası, marjinal, ayral, beyaz zenci, siyah Türk… Bunlar hep habire, yeni yeni ortaya çıkan, değişik altkültürlerin adlandırılmasına yaramıştır.

Ancak ileri marjinallik, benim yıllardır tam da aradığım deyimdi. Anormal tanımının kapsamı, çan eğrisi dağılımlı bir toplumda, 2 uçtaki toplam % 1,5’u temsil eder ama 2012 Türkiye’sinde % 5 alkolik, % 5 depresyonda ve ilaç alan, % 5 de keş marjinal var. % 5-10 eşcinsel, % 13 engelli, % 10 Kürt, % 10 Alevi de eklenince, geriye pek bir şey kalmıyor doğrusu. Tüm bu azınlıkların arakesitlerinin olması gerekmiyor. Tabii ki var ama kural olarak gerekmiyor. Diğer bir deyişle, % 50’sinden çoğu anormal / marjinal olan 74 milyonluk devasa bir kitleyiz.

Bu durumda, ülkemizin genel panoraması, bir ‘ileri marjinallik’ sergilemesi oluyor. Kitapta bu durum, aynen ama başka ülkelerden örneklerle anlatılıyor, hatta orada da ana nedenlerden biri jentrifikasyon ama orada toplumun veya insanlığın genel durumu için bu tanım kullanılmıyor. Bu bir.

İkincisi kitap, 1987-1997 arasında, yani dünyanın neo-globalizmin ve neo-libelarizmin pençesinde bu duruma geldiğini panoramalayamıyor. Yani, son siyasal momentin kendisi zaten ileri marjinal bir ideoloji. Muhafazakarlar durup dururken dağıttı, geçmişte hiç bu kadar çıldırmamışlardı ve asıl önemlisi, muhafazakarlar eskiden liberal değildi. (Bugünün İngiltere’sinde ikisi için ayrı 2 parti vardır hala.)

Üçüncüsü kitap, dünya nüfusunun % 50’sini geçen biçimde temsil edilen 3. ve 4. dünya ile ilgilenmiyor. Oysa ki tutucu kurumlar olan BM, DB ve IMF bile, global toplumsal çöküşün belirtilerine ilişkin, son 30 yılda onlarca global rapor hazırlamış durumda.

En sonuncusu da şu: Benim de dahil olduğum biçimde, ileri marjinalliğin isteyerek ve seçilerek yaşanması ki kitap tam tersini savunuyor. Kardeşim, gerçek şudur: 1848’den beridir tüm devrimciler, anarşistler ve nihilistler, en keşten  bile daha aşağıda muamemeleye maruz bırakılmıştır; üstelik keşler bile devrimcilere normaller gibi aynısını yapmıştır. Devrimcilerin çoğu da, tarihsel bilgileri nedeniyle bunu bilirler ve durumlarının bedelini bilerek ve isteyerek seçerler. (Örneğin, 1980 öncesinde apolitik sayılan ben bile işkenceyi biliyordum ve 1980 sonrasında karşılaşınca da şaşırmadım, onu görmek istemezdim ayrı konu.)

Marjinal gruplar arasındaki savaş, benim mi ilk yazdığım bir şey, bilmiyorum ama literatürde bunu yazmış birine henüz raslamadım. Diğer bir deyişle, marjinaller kıstırıldıkları dar alana sığışamayınca, birbirlerini daha ileri noktalara doğru süpürürler ve birbirlerini ezerler. Benim biyografimde de böyle oldu. Tabii ki bu işin asıl faili normallerdir. En asimile edilebilir az anormalleri bir uçtan sıkıştırdın mı gerisi genelde çorap söküğü gibi gelir, gelmiştir de zaten. Kaotik matematik model böyle işliyor, domino kuralınca.

Gelelim sevgili ülkemize: Diğer ülkelerde marjinaller işi azıtıp sokak çetelerine dönüşürken, bizde normaller hırsızken, marjinal açlar hırsızlık yapamaz, çünkü bunu yapmayı bilmez, çünkü araçlarına erişememiş durumdadır. Bir de idare etme durumu çoktur.  İronik, değil mi? Anti-Calvino bir vaka diyelim buna.

Gelelim işin güzel yanına: Toplama kampından çıkanlardan, yani bir tür ileri marjinallerden inanılmaz beyin parlaklığı taşıyan ürünler çıkmıştır. Diğer bir deyişle, en ileri marjinallerden bir bölümü, asla silinemeyecek yaratı örnekleri bırakırlar, bırakmışlardır da… Bu da, normallerin tarihini bile değiştirir.

Nasıl ki Flechteim gelecekbilimi kurarak, bir zekat keçisi olarak benim, kendini topluma feda etmesini ve erken ölmesini önlemiştir; ben de öyle bir gelecekbilim kurdum ki insan türünü gelecekten silip süpürdü ve o model işlemeye başladı bile…

Evet, marjinalleri ve hatta en ilerilerini öldürebilirsiniz ama tek tek,  hepsini değil…

Ondan sonrası, kaotik epsilon yalpanın makro-makro bir devrime dönüşüp dönüşmeyeceğinde…

Siz normaller, yüzyıllar boyu marjinallere süper eziyetler ettiniz ama onlardan biri, hepinizin mezarını kazdı bile…

Dipnot: Bu ‘marksist olmayan devrimcilik’ de, ekstradan ileri marjinal bir durumdur.