Pazartesi, Şubat 29, 2016

Akil Adamlar, Sakil Madamlar

Akil dedelerimizden Taha Akyol, bir televizyon kanalında, yeni ateşkesle ortaya çıkacak en kötü durumun, Suriye-Rusya bir tarafta., IŞİD bir tarafta gibi olacağını söyledi.
Ve yanıldı tabii ki.
Ne oldu peki?
IŞİD, hemen o günü, anında YPG’ye çift daldı.
Kötü durum bu: Düşmanını kendi haline bırakmak.
İdrar molalı savaş olunca, sonucu da bu oluyor işte.
Peki, bunu Obama, Esed, Putin, Akyol, neden akıl edemez?
Bakmazlar ki görsünler.
Şimdi Türkiye, sınırı geçemeyecek mi?
Evet.
IŞİD’e bir haber uçar:
İçeride bizi vurmayın, gerisi goley.
4 bin Türk Suriye’de savaşıyormuş zaten.
Elalemin derdi, TC’nin Niyazi vatandaşlarını gerdi.
Geride bıraktıkları memlekette birileri, ırzlarını kurcalıyor, farkında değiller.
Bu savaş saçmalıkları yeni icat edilmedi, akıl sakilliklerinin yeni icat edilmediği gibi...
Koyunların gönüllü kurbanlıklarının yeni olmadığı gibi...
Sonuç mu?
Büyükler yoruldular, biraz dinlensinler dedesi. O zaman bakarız.

Sonrasında, azıcık hamile savaş devam...

1'den Sonrası İstatistik

Çok faşizan bir söz gibi durmakta bu sav. Oysa, öyle olmayabilir pekala.
İstatistik nedir?
Bir bilim dalı.
Yani:
1’den sonrası bilim.
Yani:
1 insanı yazarsanız öykü olur, 10 insanı yazarsanız roman olur, 10 bin insanı yazarsanız toplumbilim olur, 100 milyar insanı yazarsanız tarih olur, doğmamış 1 trilyon insanı yazarsanız gelecekbilim olur.
Herkes insanı yazmaktan söz ediyor.
İnsanı yazmak var, yazmak var.
Bilim de insanı yazıyor.
Sanıldığının tersine sanat, insanı yazmıyor. Klavyesine kuvvet, insan hakkında sallıyor yalnızca. Hisler dahil.
Yaşar Kemal romanında, 50 sayfada 1 kelebek havalanınca, çok mu insansı oluyor, çok mu hissi oluyor?
Denir ki roman çıktığında, gazete yaygın değildi, roman o yüzden malumat da içerir.
Küllüm mafiş.
1850’de gazeteler yaygındı. En azından Avrupa’da. Roman da, zaten Avrupa’da çıktı, Nauru’da değil.
Nauru’da o zaman korsanlık vardı, korsanlığı da Jack London taa 1900’de yazdı ancak.
Yani, romanın insanı anlattığını, işinin o olduğunu savunanlar, dezenformasyon yapıyorlar.
Naturalist romanlar yazıp emekçileri anlatan Zola da, proleteryadan hiç hazzetmiyordu zaten.
Yine sanıldığının tersine, sanatın dezenformasyon lüksü de yok, hakkı da.
Nitelikli dolandırıcılık olur o zaman sanatın yaptığı.
Marc Ferro eksi zekalısının ve eksi bilgilisinin savunduğunun tersine, marksist realist sinemacı Eisenstein, ‘Potemkin Zırhlısı’nda yalan söylediği zaman, yani gerçek geminin o öyküdekine benzer hiçbir yanı yokken, sanat ancak nitelikli dolandırıcı olabilir. Hümanist falan değil.
Blogcular da öyle.
İster sanatçı, ister bilimci olsun, blogcu önce doğruyu yazacak.
1’den sonra istatistik doğruysa, onu da yazacak. Faşist damgasını yemeyi de göze alacak.
İmza:

Faşist sayılan blogcunuz.

Pazar, Şubat 28, 2016

NEK: Kozmoloji

Not: NEK, yazıldığı anda ilk kez söylenmiş olan, yeni, minicik, kristal düşünce parçası demek.
Konu:
Planck kütlesi var ama karadeliklerin sonsuz yoğunluklu olduğu önesürüldü. Sonra ortaya çıktı ki bir kara delik, 5 boyutlu kaul edilirse, birçok kara delikçikten oluşuyor olabiliyor.
Kompleks sayılar düzleminde, bir sayının küp kökü üç tanedir. Ondan sonra da, bir atomun uzayda 2 nokta birden işgal etmesi tuhaf karşılanıyor. Bu da, 3’ten daha çok boyutlu ve kompleks sayılı bileşenli bir uzayda bir denklemin birden çok kökü olması demek.
Aynı zamanda:
Maddenin, enerjinin, zamanın ve mekanın süreksizliği de demek.
Aynı zamanda:
Süreksiz öğeli dizi tümlevi kullanmak demek.
Yani:

Einstein varsayımlarının terkedilmesi demek.

Blog ve Vaka Nüvislik

Log gemi seyrinin kütüğüdür, dedik. Bu ‘kütük’ sözü, insanları rahatsız etti. Kütük de odun, kağıt da odun oysa ki. Yazarların çoğu da, toptan odun.
Şaka şaka: Kütük dediğin, nüfus kütüğü (nüfus kaydı) gibi yani.
Log, blog ve vaka nüvislik, olay kaydı düşmek yönü de içerir.
Baştan vurgulayalım:
Yazı kayıtları; savaş, çöküş, engizisyon, Orta Çağ dönemlerinde azalır. Aynı zamanda, içerik nitelikleri de düşer, yazaken özen gösterilmez çünkü.
Logda da, fırtına sırasında kayıt tutan yoktur, çünkü logcu da o sırada teknenin batmaması için debelenmektedir.
Ancak, bunun dışında neyin yazılası ve neyin yazılmayası olduğu tartışmalıdır.
Zaten soru şudur: Ne ve nasıl yazmak?
AB ülkelerindeki kroniklerde (bu bizim vaka nüvisliğn Avrupai versiyonu olmakta), koskoca 1 yıl için, ‘yazacak bir şey olmadı’ denebilmekte.
Oysa, Hammer Tarihi’nde ilginç bir ayrıntı vardır:
Fetret Devri anlatılırken, ‘Manisa’da dağ yarıldı, su fışkırdı, içinden gözsüz balıklar çıktı’ yazar.
Yani bu, onu yazan için yazılası bir şey imiş. Ve biz bugün gidip, orada yeraltı nehri arayabiliriz o kayıt sayesinde.
Sıradan insanlar, tarih bilinci taşımazlar. O nedenle, Rus Devrimi’nin ilk günü bitince, güncelerine ‘çok sakin bir gündü’ yazabildiler.
Şu anda TC’nin son 7 aydır savaşta olduğunu rahatça yazabilen çok az blogcu var ortada, çünkü aymıyorlar, çünkü ayamıyorlar duruma.
Dolayısıyla bir blogcu:
Neyin yazılası olduğuna kendi karar verecek.
Olayları derleme ve ayıklama beynine sahip olacak.
Sonra, yazılacak bir sürü konunun arasında bir de, tarihin seyrinin kütüğünü, vaka nüvis’liğini tutacak. Eğer yapabiliyorsa tabii ki, eğer yapmak istiyorsa tabii ki.
Türkiye’de 10 yıldır yoğun blog yayını var. O yılki / ayki / haftaki / günkü önemli olaylarla, o günün bloglarını bir karşılaştırın derim, eğlenirsiniz epeyi. Milliyet Blog’da var bu kayıtlar.
Ya da, kısacası:

Yazar, ‘yazma bilinci’ne sahip olacak.

Cumartesi, Şubat 27, 2016

Ciddi Oyun: Ölen Kültürü Yaşatma Bilgisayar Oyunu

Bunun neden daha önceden akıl edilmediğini hep merak ederdim. Yapmışlar. Ancak 2014’te.
Alaska’daki bir İnnuit kabilesinin kültürünü yaşatmak için, onun folkloründen 8 bölümlük bir oyun yaratmışlar.
Oyun, problem çözme olarak ilerliyormuş.
İlk video oyununu, taa 1970’lerde, tümüyle raslantıyla, satılmak üzere ABD’den getirildiğinde gördüm.
Sonraki 40 yılda hiç oyun oynamadım. Bir oyun bakiresiyim yani.
Ancak, video / bilgisayar oyunları hep ilgimi çekti. Tarihini hep okuyagelirim.
Olanaklarını görüyordum, kullanılmadığını da görüyordum. Üzülüyordum.
40 yıl çok uzun bir süre. Teknoloji gelişimi için de, kültürel değişim için de. Eğitim de, 7 milyar kişiyi okula tıkmak değil.
Bu 40 yılda, Portal gibi, Catherine gibi, Never Alone gibi oyunların sayısı çok çok az oldu. On binlercede 5-10 tane belki.
Burada ciddi oyunu, hem Hollanda Sel Tasarımı 2015 için, hem de problem çözme veya gerçeklik simülasyonu (uçuş simülasyonu) gibi ciddi tasarımlar için kullandık.
Ölü dil Ubıhça’yı, yeniden canlandıracak bir bilgisayar oyunu olabilir örneğin.
Bu türden çıkışların, tüketicilerin değil, oyun üreticilerinin sorumluluğunda olduğunu düşünüyoruz. Hatta bu tür oyunların, Never Alone’daki gibi, kar amaçsız ve hatta bedava dağıtılan olmasını tasarlıyoruz ki bu oyunu kamu yararına bir kurum desteklemiş zaten.
Yani, Wikipedia’nın oyun alanı versiyonunu tasarlıyoruz ve öneriyoruz.
Nokta. Es. Bu konu kesinkes sürecek.
Dipnot:

Ayrıca, Youtube’un kamu spotu reklamları ve bu türden kar amaçsız oyunları, listelerinin epeyi başına taşımasını da öneriyoruz buradan. Bu oyunu, ‘2016 oyun fragmanı’ taramamın, 12. Sayfasında görebildim ki o da yandan yandan sıçradığım için (sağ taraftaki listeyi izledim, çünkü film fragmanlarında da, ilk 100 ticari ve para ödenmiş parçanın dışına, ancak öyle çıkabiliyorsunuz). Bu, ayıp ötesi bir dolaylı-engelleme.

Schengen’in Kalkışının AB’ye Maliyeti

Bir haber:
“Almanya'da yapılan bir araştırmaya göre, Schengen anlaşmasının son bulması, önümüzdeki 10 yılda AB ekonomisine 427 milyar euro ila 1,4 trilyon euro arasında maliyet çıkaracak.”
Hesaba katılmayan ve belirtilmeyen şu:
AB’de deflasyon, negatif faiz ve ekonomik küçülme var.
Bu masraflar ise, yeni iş alanları demek.
Yani, o da ekonomik büyüme demek.
Parayı karşılıksız basacağına, Keynes hesabı, gereksiz yere çukur kazdırıp, içine şişe gömdürüp, sonra onu bir de çıkarttırmak da, ekonomik aktivite.
Yani, öyle kabul ediliyor.

AB’nin kulağını tersten göstererek yaptığı da bu bizce.

Cuma, Şubat 26, 2016

HDP'li ve MHP'li Vekil Kafa Tokuşturdu

Bir haber:
“HDP İstanbul Milletvekili Celal Doğan ve MHP Kocaeli Milletvekili Saffet Sancaklı, Meclis'te kafa tokuşturarak selamlaştı.”
Tokuştuur.
Yakışır abilerime.
Ne ülkeyiz ama.
Sonra, HDP sağ partidir, deyince bozulurlar.
Sonra, TBMM’deki tüm partiler sağ partidir, deyince bozulurlar.
Kafa tokuşturma, sağın epeyi ucu demek.

Sonra, bir çürük elma bir sepeti çürütür, deyince bozulurlar.

Umberto Eco ve Entellektüel

Aşağıdaki alıntıyı üzülerek Cengiz Çandar’ın yazısından yapıyorum:
“Umberto Eco: Eğer aydından elleriyle değil, sadece kafasıyla çalışan birisini kastediyorsanız, o takdirde bir banka görevlisi aydındır, Michelangelo ise değildir… Bana göre, aydın, yeni bilgi üreten herhangi bir kişiye denir… Eleştirel yaratıcılık (yapmakta olduğumuz şeylerin eleştirilmesi ya da onların daha iyi yapılabilmesinin ortaya çıkartılması), aydın işlevinin tek ölçüsüdür.”
Kendi içinde eksiklik, yanlışlık ve ikilem taşıyan bir saptama.
Doğrudur, insanlık tarihinin tüm yaratıcılıklarını, 100 milyar kişide 100 bin kişi, yani milyonda bir oran yapmıştır.
Ancak, örneğin Pisagor Teoremi’nin bilmem kaçıncı kanıtını yaratan biri, bir evkadını imiş, dahi falan değil.
Bir insan, dahi de olsa, aydın da olsa, yaşamının belki binde birinde, belki yüzde birinde yaratıcılık yapar. Yani, 30 bin günde 30-300 gün ( x 24 saat) gibi.
Einstein, Görelik Kuramı’nı kurmuş olsa da, hem bunu az zamanda yaptı, hem de kalan çok zamanda bilimsel bilginin önüne duvarlar ördü. Rolünü daha da abartıp, kendi kuramlarının yanlışlığını gösteren birinin verilerini hasıraltı etti.
Yani, yaptıklarını bozdu.
Birinci ve ikinci sorun bu tanımda.
Sonra; Eratosthenes gibi, Rohmer gibi, Kaluza gibi dahiler var. Bugün Einstein’ın adını herkes bilir ama onun yanlışlarını gösteren Kaluza’nınkini bilmez pek. Aristo’yu da herkes bilir ama Eratosthenes’i de bilen daha da azdır. Rohmer’i se, ancak bilim tarihçileri bilir. Herkes Pisagor’u bilir ama o teoremi yaratan ilk Sümerli’yi bilmez, kayda geçmemiştir çünkü.
(Aydın, bilinmek zorunda mıdır, ayrı soru ve konu.)
Eleştirel yaratıcılık, daha çok sanat alanı için geçerli. Bilim için, güneşin altında söylenmedik söz söylemek, paradigma değiştirmek demektir ki o da tarihte ancak 3 kere zirve oldu hepi topu.
Sıfırın icadı, birinkinden 3 bin 500 yıl sonra oldu. Tarihte onu yalnızca 2 kültür icat etti ama biri (Mayalar) tekerleği bile icat edememişti, çünkü tekerlekli arabayı çekecek hayvan yoktu oralarda.
Cebirin icadı, aritmetiğinkinden 4 bin yıl sonra oldu. Kalkulusun / analizin icadı, ondan 650 yıl sonra oldu. 350 yıldır da, yeni matematik dalı, gerekmesine karşın, icat edilemedi.
Üçüncü sorun bu.
Yani, ara-özetlersek:
Aydın bireyler gibi, aydın kültürler de var ve epeyi nadir oluşuyorlar, rönesanslar gibi: İşin kötüsü rönesanslar, engizisyonlarla eşlenik olabiliyor bir kültürde.
Not:
Bunu, Eco engizisyonla özel olarak ilgilendiği için belirttik.
Oradan devam:
Yine Eco’nun sevdiği, İtalyan olan, Hristiyan kültürüne Aristo’yu evirip çevirip sokan Aquinolu Thomas yüzünden de, engizisyon oluştu, çünkü nedense Aristo Mantığı, tek tanrılı dinlerde, pek bir Büyük Engizitör kaçtı.
Yani:
Aynı kişi, hem rönesans, hem engizisyon yaratabildiği için, hem aydın, hem de karşı-aydın ve Aydınlanma düşmanı olabilir, oldu da.
Dipnot:
Alıntıyı yaptığımız Çandar, tam da dezenformasyon uzmanı olduğu için, bu metin cuk oturdu yerine.
Biz de, doğruları gösterme derdiyle, engizisyon imcisi oluverdik işte.
Eco’nun, zihin kullanmayla bilgi üretmeyi birbirinden ayırması da ilginç.
Kastını aşan bir durum imliyor bu da.
Ar-ge’ciler, bütünün içinde yitmiş parçalar oldukları için, çalıştıkları projenin ne üreteceğini bilemezler. Çarkı bilirler de, makinayı bilemezler yani.
İşte, çıkış sözünü oraya bağlayalım dedik:
Eco, bir felsefeci olduğunu söylemiş.
Oysa kendisi, (metafizik dahil) ne ontolog, ne fenomenolog, ne de epistemolog idi.
Çok iyi bir Orta Çağ yorumcusu idi yalnızca ki o da tarihçiliktir (alla italiana) ama bir tarihçi olarak, Orta Çağ’ı Dünya Sistemi içine yerleştirmeyi hiç düşünmedi: Felsefeciler tümel peşinde dolanır, Eco burada da ıskaladı felsefeci olmayı.
Yani:
Bu anlamıyla, kuğu şarkısı ve en iyi eseri, 3-6 ciltlik, önsözünü kendisinin yazdığı, İtalyan işi ve yorumlu, 80 yıl gecikmeyle Annales Okulu’na yanıtlı, Orta Çağ derlemesiydi.
Oysa herkes, onu ‘Gülün Adı’ ile anımsayacak.
Dipnot:

Buradaki anlamıyla, ‘Gülün Adı’ndaki nominalizm (yani gülünadıcılık), felsefe değil, dindir, bizim hurafilik gibi, tam da (az da olsa) engizisyon türü din.

Canlı Bombaları En Çok Kim Kullanır?

Bir blog yorumunda bu, İslamcılar’a mal edilmiş.
Göreli geçersiz bir sav.
Canlı bomba eylemlerinin tamamı, artık ‘joint-venture’ oldu. Bir tür ortak yapım. Ortak yapımcıların bazıları ortalıkta hiç yok. Birbirlerini tanımıyorlar.
Örneğin araba çalma: Bunu yapanlar, bildiğimiz adi suçlular. Zaten Türkiye’de sanıldığının belki 2-3 katı sahte plaka var, hem de gayet resmi bir ortamda. Kontrol 0 çünkü.
Sri Lanka’daki Tamil Kaplanları, 1980-2000 arasında 168 intihar bombacısı kullanmışlar ve konunun icat patenti onlarda. Onlar da Müslüman değil.
Ondan önce de, 2. Dünya Savaşı’nda kamikazeler vardı.
Kıbrıs Savaşı’nda da bizimkiler, kucağında bombayla sipere paraşütsüz atlayan erlerimizle övünürler hala.
1980-2015 arasında, 40 ülkede, 4.620 intihar saldırısıyla, 45 binden çok insan öldürülmüş. Saldırı başına 10 kişi düşmüyor ve bu, çok beceriksizce.
Gelelim asıl konuya:
Olay, medya geştaltı meselesi. 1970’lerde uçak kaçırma modaydı, şimdi bu moda. Eh, en son canlı bombayla düşürülen Rus uçağında 400 kişi öldü. Ancak, yine bir intihar bombacısı, ancak kendini öldürebildi ve delinmiş uçak diğer ölüsüz aşağı inebildi.
Medya geştaltının zirvesi çoktan geçildi. IŞİD boğaz kesmeleri için bile.
Fransa saldırılarında ortaya çıkan, melez saldırı, hem canlı bomba, hem de kitlesel vurucu (ki bu çok ABD-işi) saldırı ile 100 küsur kişi öldürüldü ama çok kişi ile.
Fransa saldırılarını yapanların Fransa vatandaşı ve hatta Fransa polisi olduğu ortaya çıktı.
İşte bu, yeni medya geştaltı konusu.
Konu, buradan da ‘Kod Adı Kılıçbalığı’na ve ‘Battle Royal 1-2’ye gidiyor.
Sonuçta ABD, 70 yılda 9 milyon sivili öldürdü. Epeyisi de kaza ile.
TC-PKK iç savaşında 33 yılda 100 bin kişi öldüyse, en az 60 bini sivil.
Fransa, geçtiğimiz yıl Suriye’de, 4 IŞİD militanını ama yanında 20 sivili öldürdü.
Diğer bir deyişle:
Neo-Hasan Sabbah’lar eğer devlet kuracaklarsa, işi büyütmek zorundalar ve bu da intihar bombacıları ile değil, yeni tarz öldürmeler ile mümkün olacak.
Örneğin, eğer nükleer kirli bir bomba yaparlarsa, en çok bin kişi ölür ama bir kentin yaşamı biter. 50 yıl o kentte yaşanmaz olur.
Bunu, (şimdilik) ahlaki nedenle yapmadıkları kanısındayım.
Ancak, yumurta döte muhakkak dayanacak. Ahlak sınırları aşılacak, canlı bombada aşıldı.
(Not: ABD’nin kullandığı ama sonradan vazgeçtiği SU’lu mermiler yüzünden, kendi askerleri dahil, binlerce kişi telef oldu: Radyoaktif yan ve uzun vadeli etkiler nedeniyle.)
Yoksa:

Metnin başlığındaki gibi, canlı bombalar,  kendi ölmeyen ve riske girmeyen, ‘joint-venture’ terör aranjörlerinin ayakçısı olarak, çok çok kullanılıp, cennete değil, eşek cennetine, Niyazi olarak giderler.

Perşembe, Şubat 25, 2016

Hipertekstlere Hiperokumalar

Bir internet sitesinde şöyle bir diyalog geçti, ikinci benim:
Palahniuk'tan bahsederken kural demek olmamış sanki.
Her yazarın saklı ve açık, kendinin bildiği veya bilmediği yazma kuralları vardır. Olması da olağandır. Hem piyasa açısından, hem de kendi çizgisi açısından. Yeni çıkan metin tarama programları, her yazarın belli konuları belli sözcüklerle yazma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Şerh: Hayalet yazar kullananlar, bu dağılımın dışında veriler sağlar. Çoğu çoksatar yazar da, ünlü olduktan sonra, belli bir tempoda yayın için, bu yola genelde başvurur. O parçalar da, o bütünde feci sırıtır. Kosinski'de bile. Asimov'da bile.”
Sonra bunu, 40 yaş altı kuşaklara açımlamam gerektiğini gördüm. Yazdıklarım onlar için epeyi anlamsız kaçmıştır.
Kosinski, ‘Çelik Bilye’de müzik ile ilintili bölümlerde hayalet yazar kullanmıştır. Müzik ile ilgili oldukça geçersiz ve romanın ait olduğu dönem için bile, eski kafalı önermelerdir bunlar. Klasik Avrupa Müziği ile pop müzik karşılaştırması konusunda yani.
Asimov, ‘İşte Tanrılar’da, muhtemelen eşi Janet’in metinlerini kullanmıştır o romanda. Çünkü aşırı dişil metinlerdir onlar. Triseksüeliteye de, yarı-püriten ve dişil bir bakış açısı katar o roman. Eğer yeterince uzun ve açılımlı olsaydı, ‘Triton’ yazılmadan önce, ona antitez olurdu. Onun yerine, arı kovanındaki işçi-erkek arı üçüncü-seks’i kullanılmış ve hiç varyans katılmamış.
Aslında tüm okumalarda, hani 5 yaş çocuğunun ‘mu ni, mu ni (bu ne)?’ soruları vardır ya, onun gibi olmak gerekir.
Sonuçta Kafka, ne Prag boğucu duygudurumunun yazarı aşırı-yorumlarına katılırdı, ne de azınlık içinde azınlık. Herhalde bir tek korkaklık tezine katılırdı, çünkü kendini öyle tanımlıyordu. Yine de, ‘Açlık Şampiyonu’ ve ‘Ceza Sömürgesi’ ile toplama kampı tanımı yapmış olduğunu görseydi, ne diyeceğini 45 yıldır merak ederim. İçini de doldurmuş, adını da koymuş: Gülün adı gül yani.
Düşünüyorum da:
11 bin civarında kitap okudum.
Bunların bin tanesine onyıllardır hiperokuma uyguluyorum belleğimden. ‘Bir Yabancı Gibi Değil’e 47 yıldır, ‘Korku’ dergisine 46 yıldır, Kemalettin Tuğcu romanlarına 45 yıldır, ‘Balkondaki Adam’a 45 yıldır, Kafka’ya ve Dostoyevski’ye 45 yıldır (bu ikisini de 11 yaşında okumak çok yanlıştı ama tepemde bana zorla okutan abim vardı). 50 yıl önce ilk okuduğum metinler olan Coğrafya Atlası’nı ve Milliyet gazetesini aydetik (aidetic: fotobelleksel) olarak hala anımsıyorum.
Bence, okuma budur, hiperokuma budur, çok değil, önümüzdeki 50 yılda çıta yükselecektir, örneğin 30 bin kitap (veya muadilini) okumak olağan olacaktır, bugünün rekoru 10 bin.

Nokta. Es. Bu bir başlangıç idi.

Chuck Palahniuk ve Ben

Kendisi genelde kurmaca yazan biri, ben genelde kurmaca-dışı yazan biriyim.
Yazmak için 12 kural önermiş.
Bir bakalım:
Pişirme saatinizi ayarlayın.
Ortalama 2,5 sayfalık denemeler yazarım. (10 sayfayı geçen metinlerim de var.) Hemen hepsini tek oturuşta yazarım. Bir kezinde 100 sayfalık yekpare bir kitap-metin zihnime indi, tamamının yazana kadar 1 ay ter döktüm.
Vahiy ya da esin değil bu. Başka şey. İleriki madellerde açımlayacağım bunu.
Farklı hikaye formatlarını kullanın.
Bunu kendisi becerememiş bence.
Ben bunu, farklı edebiyat formlarında yazın, olarak kullanırım.
Hikayenin iskeletini oturttuktan sonra yazmaya başlayın.
Ben bunu, kitabın iskeletini oturttuktan sonra yazmaya başlayın, olarak kullanırım. Ancak, kitabın iskeleti de / taslağı da, o kitaba girebilecek ilk 3-5 metin raslantıyla yazıldıktan sonra oluşur bende.
Yani, bende yazılar ve kitaplar kendilerini yazdırır.
Benim açımdan bu, çok çok önemli. Yazılmasa olmaz, demek için bence bu gerekli.
Kendinizi şaşırtın.
Kendinizi, diğer yazarları, okuru, editörü, geçmişi, geleceği şaşırtın.
Takıldığınız zaman, daha önce yazdığınız sahneleri tekrar okuyun.
Bu, bende hiç böyle işlemedi. 200’de 1-2 metin başlanıp bitmeden kaldı. Yarıda kalma nedeni, fiziksel olarak klavye başından kaldırılma, zihin takılması, şu bu olabilir.
Daha önce yazdıklarımı yeniden okuyunca (ki her metni 3-5 kez daha yeniden okurum), yeni metinler yazılır bende, o metin düzeltilmez.
Yazmayı her hafta düzenlemek için bahane olarak kullanın.
1993 sonundan beridir, tek bir harfini değiştirmem gerekmeyen metinler yazıyorum; redaksiyon hariç, redaksiyona dilbilgisi düzeltmeleri de, yeniden düzenlemeleri de dahil.
Kendinizi bilinmezliğe bırakın.
O, doğduğumdan beridir öyle zaten. Yazarken de öyle, yaşarken de öyle.
Haa, bilinmezliğe kendini bırakmaya da her zaman taraftar değilim ama bilinmezliğini çook ağr bastığı bir ülkede, bir zamanda, bir kültürde yaşadım tüm yaşamı boyunca ve şu an tam da şu anda ible, o bilinmezliğin göbeğindeyim. (Bilinemezlik değil, vurgu.)
Karakterlerin adını değiştirin.
Güncelerimde ad değiştirmem. Realist olduğum için. az da olsa, kuramaca karakterlerde de, Türkçe’nin yapısından ileri gelen, acaip anlamlı adlar kullanırım, örneğin kendi adım ‘Kurtuluş İdeali’ anlamına gelir ve tam da bana cuk oturur.
Üç tip anlatım şeklini de kullanın.
Anlatı zaten dolayımlı. Bir de ek dolayım eklemenin anlamı yok.
Yazarın açılımı şu:
“Tanımlayıcı [descriptive], öğretici [instructive] ve ifade edici [expressive]. Tanımlayıcı: Güneş yükselmişti. Öğretici: Yürü, koşma. İfade edici: Off.”
Bu, tekst bile değil, paratekst olmuş. Bense hipertekst yazdım hep, tüm yaşamda tek bir metin olacak kadar hiper-.
Not: Zaten o yüzden kurmaca, paratekst olmakta.
Okumak isteyeceğiniz bir kitap yazın.
Çok okumuş biriyseniz, evet; orta veya az okumuş biriyseniz, hayır.
Yani, ilkede hayır, çünkü yazarlar, çok okumuş okurlar olmaz hiç.
Kitap kapağı için fotoğraf çektirin.
Hayır.
5 kitabıma foto koymayı yeğlemedim ama internette (bloglarımda) mümkün olduğunca yakın tarihli fotolarım oldu hep.
Gerçekten sizi üzen konular hakkında yazın.
Üzen değil, varlık nedeniniz (raison d’etre) olan.
Üzüldüğünüz konuyu yazarsanız, arabesk yazarsınız. Melodram yazarsınız. Vd, vb.
Haa, bunu istiyorsanız, ayrı konu, yazın o zaman ama bilin.
Sonuç:
Böahh.

Palahniuk gerçekten kötü yazarmış. Bilgisi yok, bilinci yok. Belli ki çok okumamış.

Sokrat, Platon, Aristo, Eratosthenes

İlk üçünün zamanında (ve daha öncesinde de) Persler, Yunanlılar’ın emperyalizminin kara karşıtı ve aynı zamanda onu besleyen düşman / barbar olarak vardı.
Orta ikisi, politik angajmana taraftardı. Hatta felsefecinin (bugünün entellektüelinin yani) krallara politik danışmanlık gibi bir misyonu olduğunu düşünürlerdi.
İlki, bağlanmamayı seçti ve politik bir suçtan dolayı, idama mahkum edildi. Kaçabilecekken kaçmadı ve öldü.
Orta ikisi, bir yerlere bağlandılar ama yanlış bağlandılar. Hiç başarılı danışman statüleri olmadı. Hatta Aristo, ilk batılı Dünya fatihi İskender ile takışmak gafletinde bulundu. Aynı zamanda onun öğretmeni / mentoru idi bir ara.
Sonra İskender ortalığı yıkıp geçti. Felsefesever kültürel başkent Atina’yı da.
Bu arada İskender henüz vitamin zamanında iken, memleketi Makedonya, düşman Persler’in istilasında yarı taraf, yarı vassal olup, yıkımdan nasibini almadığı için, diğerlerini yenebildi. O da 2 kuşakta. O da zirve-dip peşpeşe olarak.
İskender, ortalığı dağıttı ama yanına da 50 tane falan İskenderiye kurdu. Onlardan en büyüğü olan Mısır İskenderiye’si o zamanın en büyük kütüphanesine sahip oldu.
Eratosthenes de, bu kütüphanenin müdürü idi. Onun zamanında Antik Yunan kültürü çoktan bitmişti. Romalılar çıkıştaydı ve o kütüphaneyi de Romalılar yaktı zaten.
İşte Eratosthenes barış zamanında, kendini tümüyle verebilip, Dünya yarıçapını, Ay yarıçapını, Güneş yarıçapını, Dünya-Ay uzaklığını, Güneş-Dünya uzaklığını hesaplayabilecek algoritmalar tasarladı.
Bunu günümüz insanlarının belki yarısı akıl edemez. Onu yaptırabilecek ortaokul eğitimine sahipken bile.
Tabii asıl sorun, başta bilimci geçinen Aristo olmak üzere, neden önceki diğerlerinin bu işi kıvıramadığında.
Eratostehenes’in kullandığı ölçümler, üç aşağı beş yukarı taa Sümerliler zamanında bile vardı. Geometri de vardı, az da olsa ilkel de olsa cebir de.
Devam:
Eratosthenes’ten sonraki 1.800 yıl da bu bilgiler inkar edildi. Yani, yazılı olarak korunmuştu o bilgiler. Hasıraltı edildiler.
Bunun nedeni de, çok ironik olarak, İslam’daki ve Hristiyanlık’taki Aristo mantığı ve epistemolojisi idi.
Tabii, bilgiler sonra pratik nedenlerle kabul edildi. Çünkü Kristof Kolomb, Arap boylamları ile onun gittiği yoldaki boylamların arasındaki uzunluk farkı nedeniyle, taa Hindistan’a vardığını sandı. (Boylam arası, 1 derecede 111 kilometreden 0 kilometreye kadar değişir, enlemine bağlı olarak. Ki zaten enlem ve boylamı da, Eratosthenes tanımladı ilk olarak.)
Yani:
Negatif epistemik totoloji.
Tıpkı Einstein-Planck-Heisenberg triyalektik trilemması gibi.
Yerçekimi dalgaları gözlendi ama Einstein, x, y, z ve t’yi karşılıklı bağımsız parametreler olarak koyutladığı için, o dalgaların enerjisinin uzayzamana dönüşümü, şimdi ve burada inkar ediliyor ve denklemlenemiyor.
Tabii var neo-Eratosthenes’ler yine.
Ama orada Nobel jürisi var.
Akademik odaklar var.
Bilimsel yayın editörü engizitörleri var.
Top geçer adam geçmez, adam geçer top geçmez, takılıyorlar 100 küsur yıldır.

Ve biz de, 500 yıl falan daha ışıktan hızlı gidemeyeceğiz bu sayede...

Çarşamba, Şubat 24, 2016

Kendi Borazanını Kendin Yap

Paran varsa tabii ki...
Efenim, Gül-Davutoğlu geri ikilisi, atağa geçmeye karar vermişler.
“Saray'ın kontrolündeki medyanın karşısına Davutoğlu ve Gül taraftarı yeni medya organları çıkmaya devam ediyor. Yeni Yüzyıl ile başlayan ve Mustafa Karaalioğlu'nun Karar'ının gazeteye dönüşme hazırlıklarını son aşamaya getirmesiyle devam eden süreçte 3 yeni gazete daha kuruluyor.
Avni Özgürel'in patronajında "Yeni Birlik" isimli bir gazete piyasaya çıkmak için son hazırlıklarını yapıyor. Beşiktaş Yıldız'da karargah kuran Yeni Birlik'in 22 Şubat'ta piyasada olmak için çabaladığı ancak doğumun biraz daha geçikebileceği belirtiliyor.
Bir başka üs ise Yeşilköy'de kuruldu. "Ak Gazete" adıyla yayın hayatına başlamaya hazırlanan gazete için Bugün'ün eski Görsel Yönetmeni Ahmet Gürdil tasarım çalışmalarına başladı bile.
İstanbul'da günlük yayın hayatına devam ettiren "İstiklal" ise Hüseyin Arif Çakmak'ın sahipliğinde günlük ulusal gazete olarak yayına başlamak için hazırlıklarını sürdürüyor. Gazetenin yayın hazırlığını "Haberkıta" ekibi yapıyor.”
Bir tarafına güvenen borazancıbaşı.
Karşı Gazete, Taraf, T24, Cumhuriyet, Birgün, bu yollarda ne asiler telef oldu gitti çoktan...
Kokskoca amiral gemisi Zaman, 1 milyon 200 binden 600 bine indi.
Burada havuç-sopa açmazından başka şeyler de var.
Aydınlık konumu örneğin. Ömründen selamlaşmamış Ferhan Şensoy ve Levent Kırca’yı ayın oyun gemisine yükledi. Çinçi desen Çinçi değil, dinci desen dinci değil bir adamın peşine takıldı ikisi de.
Toptan zırvalama, mental regresyon, kültürel regresyon var yani.
Yoksa, dorğu haber sorunumuz veya açmazımız, 14 yıllık AKP iktidarında hiç olmadı. Tam tersine, AKP karşıtlarının da, en az AKP denli dezenformasyon yaptığını gördük.
Daha kötüsü, insanların artık dezenformasyonu, doğru enformasyondan daha ikna edici bulduğunu gördük.
Bu gazeteler geldi diyelim. Doğruları yazdı diyelim.
Ne olacak?
AKP düştü, ZiKP geldi diyelim.
Ne olacak?
Kılıçdaroğlu-CHP diyelim.
Ne olacak?
Tüketim duracak mı, savaş duracak mı, borç azalacak mı, gelir dağılımı eşitsizliği azalacak mı, işsizlik azalacak mı?
Hayır.
En az 20 yıllığına hayır.
Ondan sonrası büyük, orta veya küçük kıyamet.
Gıda krizi, su krizi, enerji krizi, 2029 Global Ekonomik Krizi, ilah...
Yani asıl büyük bela daha başlamadı bile...
Suriye savaş bile öyle...
Suriye’den bir cacık olmadı ve olamayacağı baştan belliydi.
Asıl 3. Dünya Savaşı, Çin-Japonya arasında başlangıçlı olarak orada babalar gibi bekliyor kapıda...
Çin, Suriye Savaşı’na müdahil olmadan, ateşkes ilan edildi. TC’nin hevesi kursağında kaldı.
Yani, yeni basın veya basmayın, bunları yazacak mı, yazabilecek mi?
Yoo...

Yeni borazanlar ile, eski nağmeler ve borazancıbaşılar aynen devam yani...

Ekonomide Alaturka Devlet Baba Hesabı

Türkiye’de 3,5 milyon memur varmış:
“Kamuda 2014'te 3 milyon 440 bin 39 kişi çalışırken, bu sayı geçen yıl 3 milyon 528 bin 58'e çıktı. Kamuda istihdam edilenlerin sayısında geçen yıl 88 bin 19 artış oldu.”
15 milyon kişilik hane halkı eder.
Sözleşmeli işçileri pas geçtik.
25 milyon çiftçi var, malının fiyatını doğrudan devlet belirliyor.
10 milyon emekli, dul ve yetim var, maaşına doğrudan devletten alıyor.
20 milyon kişi, şu ya da biçimde sosyal yardım alıyor.
Yani, 70 milyon kişi eder.
Nüfus desen, 80 milyon kişi.
Tabii, bunların kayıtlı kalyıtsız işçilik yapan çocukları da var, ayrı konu.
Yine de, sayı şişirilmiş falan değil.
2,5 milyon da Suriyeli ekle.
Bu ülkeye aslen devlet bakıyor yani.
Dahası da var tabii:
İlçelerde alaylara esnaf malını satıyor, zanaatkar hizmet veriyor.
Doğu’nun elektriğini % 30 devlet ödüyor.
İlah...

Dolar milyarderi holdingler de, 40 bin kişi çalıştırıyoruz diye şişiniyor.

Arsenal-Barcelona

Dandik bir maç ve Messi’nin 2 golü.
2 takım da berbattı.
Arsenal’in antrenörü, aşağılık kompleksi muzdaribi gibiydi.
Mesut, saydığım kadarıyla 10 hata yaptı.
Takım 15 hatalı pas yaptı.
Uzun paslarda ıskalama da 10 taneydi.
3 gol pozisyonunu kaçırdılar.
Barcelona da rakibini yordu.
Sonra, Messi tak, tak.
Ancak, futbolun giderek rezaletleştiği konusunda çok ısrarlıyım.
Futbol kirli olabilir ama bu başka şey: Mahalle takımı gibi oynamaya 1 milyar avroluk takımların hakkı yok.
Özellikle de ulusal lig şampiyonların.
Barcelona, 60 dakika mahalle takımı gibi oynadı.
En önemlisi:
Oyuncular ambale oluyor, çabucak ama, çok beyinsiz yaratıklar. Ezberleri bozulunca, kilitleniyorlar ve anlık zekalı çözümler üretemiyorlar.

Yazık, gerçekten çok yazık.

ABD’liler Ateisti Başkan Yapmazmış

ABD’liler Ateisti Başkan Yapmazmış
Bir araştırma:
“Only 45 percent of Americans say they would vote for a qualified atheist presidential candidate, and atheists are rated as the least desirable group for a potential son-in-law or daughter-in-law to belong to.”
Yani:
“Amerikalılar’ın yalnızca % 45’i ateist bir başkan adayına oyvereceğini söylemiş; aynı zamanda, damat veya gelin olarak en az istenen istenen demografik grup çıkmış.”
Eh, zenciyi başkan yaptılar.
Kadını başkan yapacaklar gibi çok yakında.
Eh, geriye bir tek eşcinseller kaldı.
Bir de ateistler.
Türkler, en nefret ettikleri ikiliyi bu ikili olarak tanımlamış zaten.

Sorarsan, herkes demokrat, herkes hoşgörülü...

Blog, Suç ve Ceza

Aynıyla vaki ve kendi başıma geldi:
Bir:
Bir metnim suç öğesi içerdiği için yayınlanmadı. Sonra, suça sözkonusu olup, davayı açacak kişinin dava açma yetkisinin olmadığı bilgisini aldım. Editörlere ilettim. Tık yok. Aradan bir süre geçti. Bir daha ilettim. Yanıt: Haberimiz yok.
İki:
Bir metnime, bir kişi dava açacağını bildirdi. Metin yayından kaldırıldı. Silinmiş bloglara da dava açılabiliyor. Şuradan biliyorum: Böyle olup, bir de ceza aldım çünkü. Bunu da editöre bildirdim. Yanıt: Geçmiş zaman olayı, niye kurcalıyorsunuz? Bu arada, o metin hala dava için sözkonusu olabilir, çünkü Türkiye’de 100 yıllık kitaplara dava açılıyor.
Akrep akreptir, insanı sokar. Benim derdim, editörde.
Beni akrepten koruması gereken kişi, beni akrebin ağzına atıyor. Çünkü kendisinin yanmasını istemiyor.
Eskiden köşe yazarı bir metin için ceza aldığında, bunu gazete öderdi. Şimdi gazetenin avukatları, davana bile gelmiyorlar.
Bu da, bir kayıttır işte.
Dipnot:

Adlar, zamanlar ve mekanlar, zamanı gelince açıklanır elbette. Hepsinin kayıtlı kanıtı var nasıl olsa.

Log ve Blog

Log, gemi seyir defteri / kütüğü olmakta.
Kurmaca-olmayan yazın türü de sayımakta.
Blog, önce weblog’dan gelmekte, o da log’dan.
Yani, bir tür ağ seyir defteri / kütüğü olmakta blog denilen şey.
Gemi kaptanına bağlı olarak, deftere geçen olayların niceliği de niteliği değişebilir.
Blog yazarına bağlı olarak, bloga geçen olayların niceliği de, niteliği de değişebilir.
Ancak, olmayan olay yazılmaz.
Yazılmadan geçilmeyecek olaylar vardır, savaş falan gibi.
Genel ansiklopedik bilgilere aykırı şeyler önesürülemez blogda.
Yoksa, dezenformasyon yapılmış olur.
Dezenformasyon da, bilgi çağının neo-faşizm türlerinden biridir. (Başka çeşit niyetine, Hollywood filmleri vardır, (eşcinselliği hastalık saymak gibi) psikiyatrik sapıklıklar vardır, Papa’nın neo-sübyancılığı ve bunu resmen örtbas etmesi vardır, ilah...)
Ana akımda Türkiye’de şu anda günde 200 blog yayınlanıyor, 20 bin kadar da blogcu var.
Yani 1 blogcu, ortalama olarak, 100 günde bir, 2,5 sayfacık yazabiliyor.
100 blogun en az 50’si din ya da benzeri amaçlarla, doğrudan bilimsel bilgilere aykırı şeyler yazmakta.
100 blogun en az 50’si yemek tarifi, burçlar, futbol maçı falan gibi, bilgiyle hiçbir ilgisi olmayan şeyler içermekte.
Bunlar çok okunmakta ve editörler tarafından asla ve kata men edilmemekte.
Onun yerine, en çok kuşkusuz politik metinler kesik yemekte.
Yayınlanan politik metinlerin de, yine en az % 50’si, tarih bilgisine aykırı uydurmalar içermekte.
Yani, günde 5-10 işe yarar blog varsa (ki o da eğer varsa), 190-195 safsata var.
Ve bunlar günde belki 100 bin kişi tarafından okunuyor.
Eskiden köşe yazıları vardı, şimdi bloglar var.
Bunda asıl neden, köşe yazısı yasaklanırken, aynı şeyi satır satır aynı yazmış blogun henüz ciddiye alınıp da yasaklanıyor olmaması.
Sonuç, körlerle sağırlar birbirini ağırlar, durumu.
1 sağlam mala karşılık, 19 çürük mal kakalama durumu, yani.
Ayrıca okur-tüketici çürük-safsata bloglara da bayılıyor.

O zaman da, blog gemisi karaya oturuyor, deniz bitti çünkü.

Salı, Şubat 23, 2016

Cameron AB Referandumuna Gitti

İngiltere ve başbakanı Cameron, AB’den özel statü aldı ve ilk iş olarak AB referandumuna gitti:
“İngiltere Başbakanı David Cameron, İngiltere'nin Avrupa Birliği'nde kalıp kalmayacağının oylanacağı referandumun 23 Haziran'da gerçekleştirileceğini açıkladı.”
Bu ikiyüzlülük. Ve hatta üçkağıt.
Çünkü:
“İçişleri Bakanı Theresa May, AB'de kalınmasını savunan bakanlar arasında yer alıyor.
Adalet Bakanı Michael Gove ise, AB'den ayrılmaktan yana tavır alıyor.
Ayrılık yanlıları, Londra Belediye Başkanı Boris Johnson'ın da, kendileriyle birlikte hareket etmesini umuyor.”
Ne bu şimdi?
Parti-içi çokgörüşlülük falan mı?
Yemezler.
Bildiğimiz, casus terimiyle, çok elle oynamak bu.
Çünkü:
Seçim, bildiğimiz adı üzerinde, birden çok seçenek olunca olur. Bu da, parti içinde değil, partilerarası olur. Partinin bağlayıcı görüşü olmaması başka, baştan böyle oryantal rakkase takılmak başka. Madem partinin seçimi / tercihi değildi, neden bunu vaat ettiniz?
Seçmene değil, kendilerine takıyye yapmış oldular. Haçlı Seferi ve Hristiyan işi...
Seçimden önce söz verdiler ya, diyecekler ki:
“Ahan da, sözümüzü tuttuk, referandumu yapıyoruz.”
Şaşı bak şaşır Fransa cumhurbaşkanı Hollandalı’dan (bir önceki de Macar idi) sonra, politik şaşı bak şaşır Cameron.

Ne Avrupa, ne Birlik ama...

Türkiye engellenen tweet sayısında dünyadaki tüm ülkeleri 10'a katladı

 Türkiye’nin kıracağı rekor, ancak böyle olabilirdi.
“Twitter 2015'in ikinci yarısını kapsayan 'şeffaflık raporu'nu açıkladı. 1 Temmuz - 31 Aralık 2015 döneminde dünyada 3 bin 353 tweetin erişimi engellendi. Erişimi engellenen tweetlerin 3 bin 3'ü Türkiye'den.”
Seher yeli, dağıt beni, kır beni.
Es be Erdoğan, es.
Nereye kadar?
“Rapora yansıyan içerik kaldırma taleplerinde ise durum şöyle:
Mahkeme kararı doğrultusunda kaldırma talebi sayısı 450
Hükümet kurumları, polis ve diğer makamlardan gelen kaldırma talebi sayısı 1761
Erişime engellenen içerik oranı yüzde 23
Belirtilen hesap sayısı 8092
Erişime engellenen hesap sayısı 414
Erişime engellenen tweet sayısı 3003
Aktroller işbaşında.
Kabul edilmeyen başvuruları da ve 6 yerine, 12 ayı da hesaba katarsan, on binlerce başlıktan söz ediliyor demektir.
Böylelikle:
‘Ol kadı olursa davacı                
Olur mu ol mahkemenin hükmünde dirayet?’
Not:

Kaldırma istemlerinin nedeni de yazılsaymış iyi olurmuş.

Global Politik Moment ve Kültürolojisi

Cihan Özgür, PKK sitesinde bir metin yazmış. O yazı silinmiş. O yazıyı Rafet Ballı, Aydınlık’ta alıntılamış.
Tam, körlerle sağırlar birbirini ağırlar, durumu: Kim kimi. Fikren veya zikren neden destekliyor belli değil. Ortalık, yalnız kurt için hazırlanmış dumanlı havada.
Sonrası ise, duran saat bile, günde 2 kere doğru zamanı gösterir durumu:
(Önce alıntılar, sonra yorumlar.)
“Kimlik siyasetinin sonuçları özetle şunlara yolaçmış :
1. Uzlaşma değil çatışma: “Renklilik ve zenginlik olarak ifade ettiğimiz toplumsal unsurlar, Irak’ta tam bir parçalanma, bölünme, çatışma sebebi şimdi. Uzlaşı değil, çatışma kültürü egemen.”
2. Dışa dayanıyor: “Her kimliksel aidiyetin siyasi temsilcileri farklı bir siyaset izliyor, farklı dış güçlere yaslanarak egemenlik alanı kurmaya çalışıyor.”
3. Toplumu parçalıyor: “Her hane, her mahalle kendisini bir aidiyetle ifadelendirmek zorunda hissi oldukça yaygın. Evlerin üzerinde türlü türlü bayraklar dalgalanıyor. Bazı evlerin çatısında mevziler yapılmış.”
4. Uzlaşma değil, nefreti körüklemiş: “Parçalanmış bir toplum, mikro milliyetçiğin, mezhepçiliğin ve etnik kimliklerin tavan yaptığı topraklar. Karşılıklı nefretin, korkunun kol gezdiği bir coğrafya! Nefretin silah olarak ifadeye kavuştuğu, korkunun aynı şekilde yanıt bulduğu bir ülke. Savunma içgüdüsüyle, kimliklere sığınılan bir coğrafya, Irak.”
5. Çeteleşme yaratmış: “Siyasi ve duygusal ayrışma, askeri ifade kazanmış. Bu grupların büyük çoğunluğu çetevarı tarzda hakim oldukları bölgelerde terör estiriyor.”
6. Iraklı kalmamış: “Kimlik aidiyetinin mikro milliyetçilik boyutuna vardığı, karşılıklı ret, inkar hatta katliam düzeyine ulaştığı Irak’ta artık kimse Iraklı değil.”
Önnot:
Anımsayabildiğim en eski tarihli bir metnimde ve 1980’de, Dünya’nın buralara geleceğini yazmışım. 1989’da açıkseçik yazmışım. Yani, perşembenin gelişi, taa pazartesiden belliymiş, çarşambadan değil.
Devam:
Bir:
Uzlaşma ve çatışma, karşıt anlamlı değilir. Çatışarak uzlaşma ve uzlaşarak çatışma da var. Tam çatışma, 2 küme arasında kesin sınır var demek, gerisi 0’a kadar muğlaklaşma demek. Şu an, tüm durumları içerebilen bir tayf ışıması var. Yani, süreksizlik durumcukları toplamı var.
İki:
Fransa Devrimi’nde de iç-dış çatışması vardı. Ulus-devlet de öyle yaratıldı zaten.
Burada, Engels’in emperyalizmin 3. Dünya’yı deriin uykusundan uyandırdığı saptaması geçersiz kalmakta. 3. Dünyalılar kendi kemikleri için kasapla pazarlık ediyorlar, ettiler ve edecekler de sanırım.
Üç:
Toplum zaten çoktan parçalandı. Tüketim çılgınlığı parçaladı onu. Anababalar çocuklarını sokağa atar oldular.
Dört:
Keza, nefret ve uzlaşma da, karşıt şeyler değil. Nefret ettiğin kişiyle de uzlaşabilirsin. Ticaret için olabilir bu, savaşta ateşkes için de olabilir.
Beş:
Çeteleşme, bu anlamıyla, hem de ilk kez çocuk çetesi olarak, 1980’de Orta Amerika’da tanımlanmış. İlk çocuk katliamları da o zaman olmuş, çünkü çocukları başka türlü durduramamışlar.
‘Tanrıkent’ filmindeki Brezilya’nın durumu da 2005 gibi aynen öyle. Brezilya, devlet mafyasıyla ve uyuşturucu parasıyla ,2010’larda 70 milyonluk bir orta sınıf yarattı ve besledi. Çocuk katliamları ise hala sürüyor.
TC de, 1983’ten beridir, az veya çok olarak, uyuşturucu parasıyla (ve diğer kara paralarla) ekonomisini besliyor. Bir ara Dünya tüketiminin üçte biri üzerimizden transit geçiyordu. Aynı zamanda, Dünya’nın en çok transit göçmeni yaratmış ülkeyiz: 36 yılda 20 milyon kişi gibi. Eh, bunların dörtte biri çocuk osa, hesap nereye varır belli. Bu ülkede İstanbul’da bir çocuk bir SAS komandosunu ölüme yolladı. Yargılanmadı bile. Hala ortalıklarda. Yetişkin olarak.
Bu birinci moment.
İkinci moment, devletin kendisinin mafyalaşması, devletin kendisinin çeteleşmesi demek.
Son 14 yıl, bunu son adıma taşıdı yalnızca. 1983’ten beridir geliyor bu süreç.
Altı:
Ulus-devlet kalmayınca, o-ülkeli de kalmaz, kimse ülkesini üzerine alınmaz çünkü. Örneğin TC’de 100 halk var ve şu an hepsi kendi yolunda. Kürtler ise, ne ulus, ne de devlet geleneği olmayan bir kitle. Araplar ise, ümmet geleneğine sahip. Irak için konuştuğumuz için, bunları belirttik.
Genel:
Yüksek basınç altında metaller bile tel tel dağılır. Kültürler de öyle, zihinler de öyle olur.
Irak 1980’den beridir savaşta, aralıklarla da olsa. Barış görmemiş 2-3 kuşak birikti. Aynı zamanda barış istemeyebilecek.
TC’deki PKK olayında ise, YDG kümesi öyle. Hem kentliler, hem patriyark değiller, hem de daha sertler, 1983’tekilerden (Mehdi Zana’dan) bile daha sert.
Yani:
Bu durum olağan. Yalnızca doğruluğu geç gerçeksendi ve daha da geç ayırsandı ve bilincine varıldı.
Yazının PKK sitesinden kaldırıldığı düşünülürse, pek hoş da karşılanmamış gibi gerçek.
Yani:
1945’ten beridir tanımlı olan Bilgi Çağı’nda dezenformasyon, düşmanın en önemli silahı durumunda.
Yazıyı silersin, güneşi balçıkla sıvarsın, Hitler gibi en büyük yalanı söylersin, b.k atarsın izi kalır, ilah...
Sorun yalan söyleyen de de değil, yalanı dnleyen de:
Akrep akrepliğini hep yapar, kendi de ölecek olsa bile, sorun kurbağada, akrebi sırtına almayacak.
Yani:
Çin, Rusya, ABD ve Rusya; Ortadoğu, Arap Baharı, 3. ve artı 4. Dünya üzerinden oynadıkları oyunlarla, tarihi 200 yıllığına başaşağı yuvarlıyor.
Ve Nasredddin Hoca, kopan tangırtıya çook gülüyor çook.
Timur’dan 10 fil daha isteme niyetinde zaten.
Dipnot:

Kimlik üzerine saçmalıkları, başka metinlerimizde eleştirmiştik. Burada onu es geçtik.