Perşembe, Mart 31, 2016

Facebook ölüm ve yas duygusunu nasıl etkiliyor?

Önbilgi: Dikkati henüz çekmiyor ama Blogger’a koyduğunuz herşey de silinmeden kalıyor. Fotoğraf ve ses kaydı da koymak mümkün oraya.
Bir haber:
“Facebook’taki ölü üye sayısı hızla artıyor. 2012’de, yani Facebook kurulduktan 8 yıl sonra 30 milyon üyesi ölmüştü. Bazı tahminlere göre, günde 8 bin üye ölüyor.”
Yılda 3 milyon kişi ediyor. Oysa ilk sayı, yılda 4 küsur milyon kişi ediyor. Demek ki aslında yılda 5 milyon kişi.
Facebook’un 2 milyar kişilik üye sayısı sabit kalırsa, 400 yıl demek bu. Dolayısıyla, haberdeki şu saptama yanlış:
“Bir süre sonra Facebook’un ölü üye sayısı, yaşayanların sayısını geçecek.”
Dünya’nın en uzun süreli şirketi 400 yıl yaşamadı çünkü.
Asıl durum da ayrıca şu:
Facebook’un sahibi, çok değil 50 yıl sonra ölmüş olacak. Ondan sonra nasıl olsa silerler. Sonsuza dek böyle gitmeyeceği kesin.
Sorun, Zuckerberg’in henüz yaşarken ne yapacağında. Er veya geç bir mahkeme, Facebook kayıtlarının mahremiyet olduğuna karar verip sildirecek. Belki yüz bininci başvuruda böyle olacak ama olacak. ABD’liler dava açmayı pek severler çünkü.
Bir kullanıcının teyzesinin ölümünden sonra hissetttikleri şunlarmış:
“Teyzemin ölümünden bir gün sonra, bana bıraktığı Shakespeare kitaplarının içinde bir not bulmuştum: “Kitabın senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Bu da benim sana hediyem olsun. Sevgiler… Teyzen Jackie”
Çok duygulanmış, hemen bilgisayarımda onun Facebook sayfasını açmıştım. Kuzenim, fillerle ilgili bir video paylaşmıştı. Teyzem filleri çok severdi. Sonra eski öğrencilerinin ve akrabalarının bıraktığı notları okudum.”
Çok şeyselleşmiş bir duygulanım. Ölümü küçümseme bu. İnkar kültü bu.
Ben, yaşadığını sandığım eski bir arkadaşımın öldüğünü Facebook’tan öğrendiğimde çöktüm. Çöktüm ötesi oldum.
Yas mı?
“Viktor Mayer-Schonberger insanın unutma becerisinin önemli olduğunu söylüyor. Unutmanın geçmişin zincirlerinden kurtulmamızı, o anı yaşamamızı sağladığını belirtiyor.”
Bu, riyakarlık ve şarlatanlık olmakta. Adamlar, anı yaşamımızı istiyorlar, çünkü bize bir şeyler satacaklar. Yaslı birine çok az şey satabilirsiniz çünkü.
Bu arada çok önemli bir durum var:
Facebook’tan önce de, vefat etmiş sevdiklerimizin yazıları, resimleri ve sesleri kayıtlı olarak mevcuttu. Facebook onu 1 tık yakında tutuyor. Olağanda, o anıları uzak çekmecelere saklarız.
Haber zayıf. Konu hakında doyurucu bilgi ve yorum getirememiş.

(31 Mart 2016)

Teröristle Selfi

Bu da oldu:
“Dün İskenderiye - Kahire seferini yapan Mısır Havayolları uçağını kaçıran ve üzerinde sahte intihar bombacısı yeleği bulunan hava korsanıyla fotoğraf çektiren Ben Innes, "Üzerindeki düzeneğe yakından bakmak istemiştim" dedi.”
Adamın yaptığı suç mu?
Doğrudan suç değilse bile, suçu övmek, övmek ne sözcük, gğöklere çıkarmak olmuş.
Öykünün devamı mavra:
Terörist sahte. Bomba sahte.
Bu arada fotoğrafı da, mürettabattan biri çekmiş.
Kaçırılan uçağın pilotu, uç ak havalanına indikten sonra, kokpitten çıkarak (bildiğimiz uçağın en ön penceresinden) tüymüş.
Bu arada, içeride uçakta, 200 kişi filan, kalp krizi geçirmecesine saatlarca beklemiş.
Bu işin de cılkını, hem de bu derece çıkardılar ya. Helal olsun.

(31 Mart 2016)

Paul Kennedy, Shevek, Şefkat-Der, Evsiz, Proleter-Entellektüel

Kennedy, tarihin uzun süreli dönemselliklerine ilişkin eser veren biri. 1500-1990 arası Dünya’sının makro hegemonlarını incelemiş.
Sonra, G-7’li biri olmaktan utanıp, aşevlerinde yoksullara çorba dağıtmaya başlamış.
Shevek, bir roman kahramanı. Oto-anarşist. Bol tatlı bulunca, önce bolca yiyip, sonra vicdan yapıp, 2 kaptan fazla yemeyen biri.
Ben proleter-entellektüelim. TC’de az bulunur bir örneğim. İftar sofralarında ve aşevlerinde karnımı doyururum bazan. Bulunca ve gereksinince. 1992-2016 yılları arasındaki sürede, en az 10 kez ve 5 yıl toplamda evsiz oldum, halen de öyle sayılırım.
Şefkat-Der, onyıllarca gecikmeli olarak, Türkiye’de aşevi-çorba geleneğine geri döndü. Mart 2016’da çorbalarını içtim, helvalarını yedim, bunu da yazdım.
Yani; % 1, % 99’unun bir bölümünü evsiz ve çorbalık kılıyor, tanım gereği ve zorunlu olarak. Sonra da, o % 1’in bir bölümü, o % 99’un on binde birine çorba dağıtıyor, o da belki. İyi hesap dii mi?
% 99, 2 yol seçiyor: Sınıf atlama ve/ya fakirliğini koruma. % 99,99 sınıf atlıyor veya ona çabalıyor, % 0,01 fakirliğini koruyor ama Latife Tekin gibi, fakirliğini korumaya çabaladığını önesüren ama hiç evsiz kalmayıp, sokakta çorba içmemiş kişi de çok.
Proleter-entellektüel, % 99’da belki milyonda bir olmakta. Köy Enstitüsü mezunlarından (10-30 kişi), 3-30 kişi yazar çıkıyor. 30 milyonda 3, 10 milyonda 1 yapar. SSCB’de Gorki gibisi de az ve o da entelejensiya olmayı seçti.
Evet: That is the question:
Çorba içerek yazar kalmak mı, sınıf atlamak mı?
Etik olan mı, estetik olan mı?
Kafka mı, Kierkegaard mı?
Seçim var mı?

(29-30 Mart 2016)

PKK Almanya’da Vurdu Bile

Çok değil, birkaç gün önce PKK’nin yeniden Almanya’ya yönelik saldırılarda bulunabileceğine ilişkin bir metin yazdık. Oldu bile:
“Almanya'nın Aschaffenburg kentinde ‘Hep birlikte teröre karşı’ adlı yürüyüş için toplanan gruba, bir grup PKK sempatizanın saldırması ve Avrupalı Türk Demokratlar Birliği UETD’nin bir subesine molotof kokteyli atılması Türkiye’de tırmanan gerginliğin Almanya'ya yansıyabileceği yorumlarına neden oldu.”
Bunun nedeni belli:
PKK, TC’de sıkışıyor. AB’nin ona desteği düşüyor. AB terörden korkmayı az da olsa henüz, öğrendi çünkü. Bu 3 gerçek, bu sonucu sağladı.
Yine de, zamanlar değişti.
PKK miliyetçi ama sosyalist eğilimli gibi görünüyordu. Şu an ise, İslamcı gibi görünüyor. (Ama yalnızca ‘gibi’.) IŞİD ise, reel-İslamcı olarak çok tehlikeli.
PKK, IŞİD gibi algılanma riskini göremiyor ama bu da, yakın gelecekte IŞİD-PKK işbirliğini sağlayabiliyor.
Bakın, nereden nereye?
Burada, Almanya’nın vurulurken göstereceği doğrudan-dolaylı, aktif-pasif, sağ-sol (CDU x SDP) tepkiler önemli. Onun da intikali uzun sürer.
Ek tahmin: Kürtler dahil, Almanya’daki TC vatandaşları, bundan böyle IŞİD’e PKK’den daha çok sempati duyacaklar. % 25’lik bir genel TC antipatisi olanlardan söz ediyoruz.
Gelecekbilimsel açılım:
Son 7 aydır, ilk kez hem teori, hem de pratik açısından birliktelikle, bir savaş-terör izleğini, yorumlarıyla ve tahminleriyle, birebir ve adım adım olarak izliyoruz.
Ek olarak da, bunun ‘İstanbul’daki sokak-gündelik yaşam kültürolojisi’ni de imliyoruz ve geriye not bırakıyoruz.
Bizcesi, ikincisi de birinciler denli önemli. Savaşın gidişini, ona katılanlar denli, ona katılmayanlar da yönlendiriyor çünkü.
Ahan da bu, Sun Tzu’ya bir ‘Savaş Sanatı’ şerhi oldu işte.

(30 Mart 2016)

ABD'de Ulusal Silah Derneği, Masallara Silah Sokup Yeniden Yazdırdı

Valla Yankiler olayı aşmışlar:
“ABD'de silah lobisinin en büyük destekçisi olan Ulusal Silah Derneği (NRA), bir yazar görevlendirip masalları yeniden yazdırdı. Çocuk masallarına silah eklenmesi tartışma yarattı.”
Ancak, kırmızı şapkalı kıza mı silah verdiler, kurda mı verdiler acaba?
Pardon bulduk, sürpriiz, silahı büyükanneye vermişler:
“Kurt pençelerini açıp ileri atıldı, ancak sonra birden durdu. Kocaman gözleri aşağı çevrildi ve büyükannenin kendisine bir silah doğrultmuş olduğunu gördü. Büyükanne ‘Bugün yemek olacağımı sanmıyorum ve sen bugün kimseyi yemeyeceksin’ dedi.”
Sonra da kurt bıçağını fırlattı. Burasını ben yazdım. Alternatif öykü. Hiç bitmeyen öykü (Never Ending Story, Ende).
Ne hikaye, pardon ne masal olurdu ama.
Yolları çatallannan bahçe gibi: Kim önce silahını çekecek? İşbirliği, işbölümü, kan davası falan mı yoksa?
Anımsatalım: Şövalyeler, ejderhaları öpücükle öldürmüyor zaten masallarda.
Tabii, işin cılkı çıkacak ve bütün masallar Tarantino filmlerine dönecek.
Dracula’nın son repliği esprisi:
“Kazık icat oldu, mertlik bozuldu.”
Kurt adamın son repliği esprisi:
“Gümüş mermi icat olundu, mertlik bozuldu.”
Şerh ve çıkış:
Tim Burton, ‘Alice Harikalar Diyarında’ yorumuna bakınca, tüm masalları ilginç biçimde ve silahlı olarak tasarlayabilecek biri.

(30 Mart 2016)

Mutluluğun Bir Seçim Olması

Bir haberimsi:
“Binlerce insan üzerinde yapılan bir çalışma, yaşlıların büyük çoğunluğunun mutluluğun hayatın size nasıl davrandığıyla bir ilgisi olmadığını, mutluluğun bir seçim olduğunu düşündüklerini ortaya koyuyor.”
Meali:
Hayatın size nasıl davrandığını, onyıllarca kaale alırsanız, mutsuz olunacak çok nedeniniz olduğunu görürsünüz.
Sınfta kalırsınız, hasta olursunuz, boşanırsınız, çocuklar evi terkeder, anababanız vefat eder. Şu bu.
Sonuçta, mutsuzluktan yorulursunuz. Mutluluk da yorucudur aslında, bu pek dikkate alınmaz ama öyledir. Evlenmek, boşanmaktan daha çok yorar örneğin.
İşte, insanların bu yorulmaya teslim olması olağan. Duygular yorulur ve kilitlenir yaşlanınca.
Ha, bir de şavalak-vurdumduymazlar vardır, onlara sinir olursunuz, hiçbirşeye aymazlar çünkü. Anlatsanız da anlamazlar veya dinlemezler çünkü. Yaş da farketmez, çocuk veya moruk.
Ben sonunda, 56 yaşımda, mutsuzluğu hak etmediğimi ve yeterince mutsuz yaşadığımı kabullenip, mutlu-mutsuz nötrlüğünü seçtim ama mutluluğu değil.
İnanın, bu bile bana çok geliyor.
Çünkü:
Kierkegaard demiş ki:
Etik olan mı, estetik olan mı?
Kafka da demiş ki:
Seçim yoktur.

(30 Mart 2016)

Çarşamba, Mart 30, 2016

Tuhaf Bir Evsiz Olarak Şefkat-Der’in Çorbasını İçmek

Taksim Meydanı’ndaki iftar sofrasına da oturmuşluğm var, aşevine gitmişliğim de. Ateistim ama. Evsizim ama. Çok ama.
1992-2016 arasındaki 24 yılın, belki 5’ini sokakta geçirdim. Kira ödeme becerim çok düşük.
Açlıktan 60 kiloya düştüğüm zamanlar oldu, 1.82 boyla. 110 kilo da oldum obez obez. Alkol sayesinde.
Şu sıralar da, evsiz-evli gibi ara / araf bir durumdayım.
28.03.2016 gecesi, 22:00 gibi, tesadüfen Taksim Gezi Parkı’nda oturuyordum. Çorba dağıtıldığını biliyordum ama Cihangir’de ve başkaları tarafından olarak. 3 yerde ve Şefkat-Der tarafından olarak değil.
Tuzu ve karabiberi çok olan bir ezo gelin çorbasıydı. Batna cila ve içe şifa gibi geldi. En azından bana. Hafif ayazdı gece çünkü. ‘Oblivion’-ötesi melankoliktim çünkü. Dibe batmıştım çünkü. Ama insaniyet görmedim bunda, daha çok slaktivizm gördüm. O da, ayrı konu.
Beni en çok rahatsız eden şey, 10-15 çorbacıya karşı 10-15 dağıtıcı olması ve bunların da habire kendisini selfilemesiydi. Çorba içenlerin 2 değil, 5 tane alması ise, başka gıcık bir durum idi. Çorba anca bitti veya bitmedi yine de, dağıtanlar da içti üstelik.
Bence bu, günaha veya en azından sevabın içine 2 bukleli ve bilek kalınlığında etmeye girer ama vakıa aynı, rivayet muhtelif imiş.
Arada bu bilgileri öğrendim. Bu gece yine turlayacağım ve notlayacağım.
+
Çorba sonrası:
Çorbacılar 22:00 yerine, 23:00’te geldiler. Parkta 1 saat huysuz kediler gibi dolandık evsiz tayfası. Ben tam artık vazgeçip, meydana inmiştim ki uzaktan göründüler.
Dün gece de kafama takılan, bu gece de takıldı:
Çorbacılaın üzerinde fosforlu ama turuncu ve yeşil yelekler vardı. Renk ayrımını neyin sağladığına ilişkin bir veri göremedim. Ya da aç karnına kafam çalışmadı.
Bu gece çorba ve irmik helvası vardı. Yatılı okulda 16 yıl yemekhane yemeği yemiş biri olarak, irmik helvasından nefret ederim.
Bu kez yedim ama. Hem de çorba-helva ve çorba-helva dizisiyle 2 kez, tam Araplar gibi.
Dağıtıcı kızlardan biri sıkmabaştı ve adı Zemzem idi.
Kendimi deplasmandaki deplasmanda hissettim. Yıllar önce, Aslı Han’da Vahan Usta’nın hazırlattığı iftar sofrasına oturunca da, böyle hisettmiştim. Yaşam zaten ters köşe acaiplikler yaratmaya eğilimli, bizim insanlarımız üstüne bir de durumu abartıyorlar.
Vahan Usta Ermeni’dir ve hanın yıllardır yöneticisidir. Öyle tuhaf bir öykü. Bu iftar yemekleri yapıldığında, Erdoğan yeni belediye başkanı idi, içeride veya başbakan değildi: Demek ki 1996-2001 gibi bir zaman ve 3-4 Ramazan sürmüştü bu.
Bu gece, dünkü sabit Suriyeli veletlerin yanısıra, bir de Afrikalı vardı ve acaip mutlu oldu. 20’nin üzerinde kişiydik bu kez, demek ki anca duyuldu.
+
Bu sıralar feci parasızım. 1 aydır ucun ucun peynir ekmekle yaşıyorum. Kimi ekmek alacak param bile olmuyor. 2 gün üstüste taze ve sulu yemek yemek, bana gerçekten iyi geldi. Düşmanım da olsalar, hayır duamı aldılar.
Çıkış ve dipnot:
Bundan sonra bu olay, gelenekleşir gibi. Çünkü medya olayı haber yapıyor. Hem yemek yiyen, hem de orada çalışan olarak, İstanbul’da kalırsam, öykücüklerimin bir bölümü buralarda olacak gibi.

(29 Mart 2016)

Türkçe’de Kaç Ünlü Harf Var?

Bana göre 12.
Resmi olarak 8 ama nüansla 11 ( + şapkalı a, şapkalı ı, şapkalı u olarak).
Ben buna, ‘şapkalı o’yu da ekledim, ‘‘parabol’daki şapkalı o’yu.
Yani, tanım boşta. Resmi olanı bile.
Merak etmeyin, diğer dillerde de, bu ünlü-ünsüz harf ayrımı tanımı boşta.
Aslına bakılırsa, alfabeli dillerde bile, alfabenin icadından 3,5 milenyum sonra bile, ‘harf’ tanımı kesin değil.
Harf olarak, sesbirim ayrı, yazıbirim ayrı.
Okunmayan harfler var: İngilizce’deki ‘khaki’deki ‘k’, ‘hour’daki ‘h’ gibi.
Yazılmayan harfler var: ‘The’, ‘dzı’ diye de, ‘thı’ diye de okunabiliyor.
Farklı okunan harfler çok.
Sonradan gelen ‘j’ gibi harfler var.
‘Platon’u, ‘Eflatun’ yapan, harfsizlikler var.
Neden böyle?
Standart yok.
Olan standartlar, bizim TDK imla kılavuzları gibi, habire değişiyor.
Olan standartları bilen çok yok.
İlköğretimde okuma dersleri kalkmış. Yani, klasik Türkçe okunması öğretilmiyormuş artık.
O zaman sonuç ne oluyor?
İngilizce’de 26 morfem / harf var ama 3’ü olmasa da olur ve aslında (1977 gibi ve 70’ten indirgenmiş olarak) 42 fonem var, oluyor.
Ben de, ‘uluslararası’yı birleşik yazıyorum. Öyle öğrendim çünkü.
Kendi yarattığım 1.500 sözcüğüm var ve bu Shakespeare’ı da geçerek, bir Dünya rekoru.
Kim takar TDK’yi o zaman?
Daha, imlasal doğrusunun ‘pekaka’ değil ‘pekeke’ olduğunu söyleyemeyen birileri var olarada.
Türkçe’de ‘ha’ ve ‘ka’ diye harf yok insancıklar, hiç de olmadı.

(29 Mart 2016)

Oblivion, Piazzolla, Woodward, Modern Dans, Animasyon, Çapraz Medya

Oblivion sonsuz derin bir kuyu.
Bir güzelleme.
Bir melankoli’leme.
Ve birileri de bu yolu benim gibi yürüyor tek başına.
Müzik Piazzolla.
İcra biraz daha farklı.
Tek erkekli bir modern dans koreografisi.
Bir çizgifilm. 04:00 dakika.
00:40-00:45 saniyeler arasındaki animasyon koreografiye, ancak ‘300’deki kahin kız koreografisi yaklaşmıştı. O da, su içindeymiş aslında zaten. Bunu 20. seyirde ve yavaş çekimde izlerken anlayabildim ancak. Sorun, sıvı-katı içindeki devinim akışkanlığı ile gaz içindeki akışkanlığın bambaşka şeyler olması.
Yine de:
Daha izlerken, klasik-bale figürleri rahatsız ediciydi. Kadın-erkek ilişkisi takıntısı rahatsız ediciydi. Oblivion, sözlük anlamıyla hiç cinsellik içermez, yani aşkını ve/ya kadınını unutma değildir, yasa ve yeise yakın bir şeydir, Acı’dır. Varlık da, cinsiyet üzerinden geçerek tanımlı olmak durumunda değil, özellikle çift olma anlamında: Varlık, (şimdilik ama 5 bin yıldır) tek kişiliktir. O nedenle de; taoizm, anarşizm, bireycilik, katatoni tanımlıdır düşünce tarihinde.
Kızın beyaz-saydam ışığını yitirip, dans sonunda gri-siyah desenli opak olması ironikti ama animatör, ‘yanlışlıkla neyi imlediği’ni anlamamış bence. O, ‘erkeğin kızı bırakması’na odaklanmış. Oysa, bu kadındaki ‘metamorfozun veya sahte imajın yitişi’ daha önemli. (Bu, aslında Benjamin’yen bir çözüm ve bir panzehir.) Bir özeleştiri olabilecekken, bir meta değeri yitmesi öyküsü olmuş yalnızca.
Yine de:
Tıpkı ‘300’ kahin kız planı gibi bu da, bana 10 tane ayrı çıkış yolu imledi şimdiden. En az ikisi, faşizmden ve engizisyondan çıkış yolu olmak üzere. Tango faşizmin, daha doğrusu Latin Amerika faşizminin milli cazı ve milli müziğidir zaten ki Saura, bu yola sonradan İspanya’yı da eklemiştir ve bu da ters-takla örneği olarak kültüroloji tarihinde önemli bir momenttir: Sömürgenin sömügecisine kültür öğretmesi ki ABD, bunu İngiltere’ye hiç yapamamıştır, kimseye de (Fransa’ya vb) yapamamıştır zaten.
Asıl önemlisi, bu bir çapraz medya örneği. Çapraz medya, elit sanat sanat-sanat alanına henüz çekilmedi. Bu ise, 2 yıllık bir örnek. Proto- olsa da, buna uygun bir örnek.
Woodward, bir Holywood elemanı imiş. Bu da, onun Yanki ruhunu rahatça tanımlıyor. Yine de üzücü olan şey şu ki bu çalışması dahil, tüm çalışmalarının listeli değil olması. İnsan henüz yaşarken, neden kendini arşivlemez veya arşivletmez ki?
Dipnot 1:
Ve hala, uçurumun en dibini görmeden uçamıyor insan özgürlüğe. Ben bile. Şimdiye dekki eksodusuma ve 100 çıkışıma karşın. En uzak yıldızlar, en derin kuyularda / kuyulardan yansır: Tarkovski, İvan’ın Çocukulğu.
Dipnot 2:
Bilgi:
“Interpretación: Grupo Elegia - Natalia Shkil-violín, Mars Yamalov-violín, Sergey Shkil-contrabajo, Elvira Yamalova-piano. (2011)
Animación: Ryan Woodward.”       
Dipnot 3:
Seyrettiğim linke bıraktığım izlenim notudur.
“Excellent. More than excellent. Bis bis bis. Thank you Romero. You have made me to weep. You have shown me a Tao. Beyond the wall of the inquisition and fascism in my country (Istanbul / Turkey). Thank you again.”
Dipnot 4:
Kardeşin, dostun, sevgilin duymaz sesini, el oğlu duyar. Kardeşlik kültürdedir çünkü, kanda, gende değil.
Dipnot 5:
Kuşkusuz, bunun devamı olan başka metinler de yazılacak ama video duygularımı gerçekten yordu ve yıprattı. Şimdi değil yani.
(29 Mart 2016)

Roman Yazan Yapay Zeka

Az kaldı ödül alıyordu:
“Bir Japon yapay zeka programının ortak yazarlığını yaptığı kısa roman ulusal edebiyat ödüllerinde ilk aşamayı başarıyla geçti.”
Yapay zeka konusu, en başından beridir yanlış kavramlarla tanımlanageliyor. Bunlardan biri de, yapay zekaların roman veya zeka yazamayacağı, çünkü bunların insanın muhteşem zekasına mahsus olduğu yönündeki geyikti.
Öyle olmadığı en son ortaya çıktı.
Daha önce de ortaya çıktı ki yapay zeka, satranç veya go gibi zeka oyunlarında insanları yenebiliyor.
Hatalı diğer bir tanı zihin. Primatların da bilince ve varlık bilincine sahip olduğu kesin. Bnun biyolojik ve yapay zekasal olarak tanımlanabileceği de açık. Yalnızca, temel bilinç tanımı yok ve bilinç çeşiteri deb irden çok.
Dönelim edebiyata:
Yıllar önce, Türkçe yıllıklarından birinde, yeni dönem şairlerin şiirlerinin ne denli standart olduğuna ilişkin ironik bir metin okumuştum. Aynı şiirden 100 tane falan şiir üretilebiliyordu ve formülü de belliydi.
Devamında:
Uzun dönemli ve çok miktarlı yazan yazarların, roman da yazsalar, aslında tek bir hiprteksti yazıyor olduğu ortaya çıktı.
Yani olay, tümdengelim, tüme –varım değil. Büyüük bir metin var, sen yazarken oradan eksiltiyorsun zihninde. Çok çok yazdıkça da, oraya asimptotlanıyorsun.
Salakların bunu anlamaları 70 yıl sürdü. Bazı salaklar hala inkar kültündeler.

(29 Mart 2016)

İnternet İronisi

Radikal Blog kapandı.
Bunlar, 30 aydır article.wn.com’da arşivleniyor.
Hepsinin tam listesini görmek isteyince, Google % 1 oranda gösterim yaptı. Ben de, oturup bu konuda bir metin yazdım.
Sonra bir baktım:
O sayfanın dibinde Nebuch diye bir sözcük var.
Kendisi Youtube’da, kendisinin yaptığı kısa videoları sezon sezon yayınlayan biri.
İnternet ikimizi birbirimize yakıştırmış.
‘Bunu seven bunu da seviyor’ olarak mı, semantik olarak mı, henüz bilmiyorum.
Ben de oturup, kendisine kısa bir mesaj yazdım, aşağıdaki gibi:
“Sayfanıza girinceki Askfm durumu beni rahatsız etti, Youtube şıkkını kullanıyorum. Sorum şu: Kullandığınız tüm görüntüleri / kareleri kendiniz mi oluşturdunuz, yoksa derleme mi? Hepsinin listesini biliyor musunuz? Reha Ülkü, reha_ulku@yahoo.com Baştan 1 soru daha: Kaç soru hakkım var? Eğer dayanabilirseniz, bir kitap hacmine kadar yolu olabilecek. Vine video, bilim, gelecekbilim, sinema, twitter-senaryo, çapraz medya gibi konularda sürekli yazıp yayınlıyorum çünkü. Not: Adınız, benim article.wn.com'daki yazı listesinin altında, Google'da görünüyor nedense. İkimizi ilintili saymış kendince Google. Bunu anlamak arzusundayım.”
29.03.16 tarihli yorum. Girdiğiniz güne göre, geriye doğru gün veya ay sayısı veriyor Youtube. Ki bu da Google’ın önemli bir hatası bizce.
İlk adımda, çok fazla bana hitap eden şeyler değil.
Zamanın bol. Adım adım bakacağım. Onları da notlarım.
Dakka bir, gol bir:
‘Ateş ve Pamuk’:
Kendisini en kısa zamanda medyum veya tarikat lideri olarak göreceğimizi sanıyorum. İmaj trendi öyle çünkü. Belki olmuştur bile. 14 aylık 1 video bu.
Videolar yalnızca konuşmadan oluşuyor gibi.
‘Coming Soon Ritual’ beni yanılttı.

Başlamadan konuyu kapattım yani.

Kesin Google Oranı

29.03.16 00:30 itibarıyla, Google’da bir arama yaptım.
Anahtar sözcükler çok kesindi:
“article.wn.com” “reha ulku” “radikal blog”.
Bu liste de çok kesindi: 30 ay ve binden çok blog. Hepsi de hala orada.
Sonuç mu?
15.
% 1 oranda doğru yani.

Bu durumda, 100’den aşağı sonuçlu aramalarda, Google’a hiç güvenmemenizi öneririm.

Salı, Mart 29, 2016

Oblivion = Hiçliğin Unutulması

Oblivion dipsiz kuyu, semantik olarak.
Hem hiçlik demekmiş, hem de unutulmak.
Şerh: Affetmekle unutmanın ne ilgisi olabilir ki?
Unuttuğun bir şeyi affettiğin için unutmazsın ki. Affettiğin bir şeyi de, unutman gerekmez ki.
Ateistler, sonsuz oblivion’u (eternal oblivion), bilincin sonsuza dek kesilmesi olarak, dolayısıyla yine hiçlik olarak tanımlarlarmış. Bunu bilmiyordum. Bunu yazmam gerek.
Oblivion, ‘hiçliğin unutulmasının uçurumunun kenarında kapıp koyvermek’ demek oluyor benim duygudurumumda şu an ve burada.
Dönelim, bir önceki paragrafa:
Varlık, yalnızca bilinçle tanımlı değil. Çocuk yapmak da varlığın devamı sayılıyor, kitap yazmak da. Hatta kimi zaman intihar ibel, varlık biçimi olabiliyor, toplama kampı semptomu olsa da.
Eğer masif-düşünce kitapları yazdıysan, bilincin bir biçimde sürer gider, Aristo ve Lao Tzu’ya 2.500 yıldır olduğu gibi.
Şerh: Bu, hiçliğin ve unutulmanın panzehiri midir?
Zaten ölümsüzlük de, ‘kaç yıl ölümsüzlük?’ olarak tanımlıdır. Evren’in şimdilik 10 üzeri 67 yılı gibi.
Eğer daha-daha masif-düşünceler yazarsan, o 10 üzeri 67 yılı bile aşabilirsin ama ne insan olarak, ne de düşünce olarak değil. Meta- olarak, öte- olarak ve o nedenle meta-fizik, bir ontos-loji olmakta.
Bunları düşünmek de zaten, uçurumun kıyısında insanın duygularını kaptırır koyverdirir.
Bende öyle oldu en azından. Darma duman oldum ve hala öyleyim. Ama yavaş yavaş nekahattayim de. Bünye-homeostazi, öz-yara’nı iyileştiriyor.
Dipnot:
Piazzolla’nın ‘Oblivion’u bir müzik-duygudurum momenti dizisi olarak, buralara bir yerlere savrulmuş. Böyleliği kesin, çünkü buna benzer ayaz ve sapa sularda çok dolanmış Piazzolla müziği. Haa, o bunu bilmemiş veya bilincine varmamış olabilir ama müziği yine de öyle olabilir.

(29 Mart 2016)

Tek Kare Fotoğraf 350 Bin Lira

Bir şirket, oyuncu Selçuk Yöntem’in fotoğrafını ondan izinsiz kullanmış. Bunu gören Yöntem dava açmış. Kazanmış. Tazminat da 350 bin lira olmuş.
Yani bir bakıma, bir kare fotoğrafa, bir kerelik telif ücreti olarak o kadar para ödenmiş olmuş.
Mahkemenin fotoğrafın kullanıldığı kitapçıkları toplatma kararı verip vermediği haberlerde yazmadı.
Mahkemenin neye dayanarak bu paranın miktarını tayin ettiği de haberlerde yer almadı.
Haberlerde yer bulan tek şey sansasyon, bilgi değil.
Böylelikle Yöntem, Ara Güler gibi duayenler dahil, bir fotoğrafı bu kadar çok para eden biri olarak, Türkiye tarihine geçmiş oldu.

(28 Mart 2016)

Polisiye-Terör: Belçika Nükleer Reaktörü

‘Seri katil x seri terörist’ metinlerimizle, işin buraya geldiğini imlemek niyetindeydik:
“Brüksel'deki terör saldırılarından 2 gün sonra, nükleer santralde görevli güvenlik görevlisi vurularak öldürüldü ve kimlik kartı çalındı.”
Açıklamalar eksik.
O kartın ne kadar süre kullanılabilir kaldığı açıklanmamış. Kullanılıp kullanılmadığı da.
Yine de, bu veya sonraki olayda, bu yolla bir nükleer reaktörden içeri girmek mümkün. İlk adım başarılı yani.
Bundan sonra 2 yol var:
Bir: İçeriden malzeme çalmak.
İki: Reaktörü havaya uçurmak.
Birincisi % 50’den daha çok mümkün, ikincisi % 10’dan daha az mümkün.
Sonuçta, artık bu şık da terör listesine girdi.
Dipnot:
Bu olay, şu ya da bu biçimde tam başarılı olamadı. Stadyum olayı da öyle oldu ve gidip 4. Dünya’da başarılı bir teselli mükafatı aldılar: Irak’ta amatör küme maçını havaya uçurdular.
En riskli 3. Dünya reaktörü ise, sanırım Letonya’daki. Çernobil adayı olduğuna ilişkin uyarılar vardı.
Ancak daha önemlisi şu:
İsrail’i nükleer açıdan kirletecek bir nükleer reaktör infılakını yeğleyecek çok Müslüman var bu Dünya’da.
En önemlisi de şu:
Artık, kabus görmektense, tüm kabus senaryolarını yazıp, listeleyip, sonra da bunlara karşı, ciddi oyunla ve simülasyonla  uyanık kalmak gerekli.
Terör yönetimi budur.
Felaket yönetimi budur.

(28 Mart 2016)

Asiye, Pardon Musul Nasıl Kurtulur?

Bugünkü yeni akilimiz Fehim Işık.
Bunları nereden buluyorlar, kimi zaman gerçekten merak ediyorum.
Bu kadar abuk sabukluk nasıl düşünülür ki?
Ya da:
Kendi yazdıklarını okumuyorlar mı bu arkadaşlar?
Hatice’yi pas geçelim başta, neticesine bakalım akilimizin:
“Hal böyle iken, geriye kalıyor Kürtler.
“Şunu biliyoruz: Şu an IŞİD’in elinde olan Kürt toprağının oranı özgürleştirilerek veya denetime alınarak, Güney Kürdistan’a fiilen dahil edilen Kerkük ve Şengal’i de üstüne koyunca oluşan tüm coğrafyanın yüzde 5’ine bile tekabül etmiyor.”
Dezenformasyona bakar mısınız?
Oysa, gerçek ne?:
Irak’ın alanı 437 bin kilometre kare:
Bunun 78 bin olarak istediği alanın 71 bin kilometre karesi Barzani denetiminde:
Musul’u da kat.
% 20’den fazla ediyor. 33. Paralel’in kuzeyi ediyor, 1991’den beridir. Araplar’ın çoğunlukta olduğu bölgeleri de içeriyor bu bölge.
Musul’u teslim edenler Irak ordusu olduğu kadar, Araplar da. Bunlar Sünni Arap. Saddam da öyleydi. Komutanları da.
O yazar, durumun panoramasını şöyle veriyor:
“Peşmerge güçlerini saymazsak, ilk olarak Musul’un doğusu ile güneyinden başlayan, akabinde YBŞ’nin katılması ile kısmen batısından devam eden operasyona en az 30 bin silahlı unsurun katıldığını söylemek abartı olmaz. Türkiye medyasına yansıyan haberlerdeki en önemli abartı ortak bir operasyon başlatıldığı ve PKK’ye yakın askeri güçlerin bu operasyondan dışlandığı iddiasıydı. İşin aslında ise evet, Musul’da bir operasyon vardı. Kısmen durulsa da bu operasyon, doğu ve güney cephesinden Irak ordu güçleri ve Heşdi Şabi milisleriyle, kuzeyinden ise Heşdi Watani milisleriyle hala devam ediyor. YBŞ de, Musul’un batısından ilerlemesini sürdürüyor. Özellikle Irak ordu güçlerinin yürüttüğü operasyona, ABD öncülüğündeki Koalisyon uçakları da destek veriyor.”
Öncelikle, Irak ordusu 1 yıl vade verdi. Hemen Musul’a gireceklerini beyan etmedi.
Sonralıkla, zurnanın zırt deliği:
Musul civarında 1 Türk askeri öldürüldü. IŞİD tarafından. Katyuşa roketi ile.
Nasıl oldu da oldu bu acaba?
Biz epeyi süredir oraya konuşluyuz çünkü. ABD’nin istememesine karşın. Dehelemesine karşın.
Tabii ki oradalığımız, daha çok PKK’nin Suriye’ye geçen yolunu kesmek için. IŞİD ile mücadele için değil öncelikle. TC-IŞİD geçici olarak uzlaştı gibi çünkü (bırakılan militanlar).
PKK’nin yol açmak için, Kuzey Irak’ta 500 köyü imha ettiğini, bizzat Barzani ifade etti zamanında.
Tabii ki en önemlisi ABD uçakları:
Bombalayan onlar, keşif yapan onlar.
Araplar ve Kürtler, IŞİD’den feci tırsıyorlar yani. Haklılar da yani. IŞİD, Kobane’yi 3 günde 3 bin sivil ölüyle 300 bin kişiden sıfırlamıştı yani.
Şimdi:
Yazarın dediğine bak, gerçekte olana bak.
Arada ne alaka var?
Ek bilgi:
Barzani, Müslim ile komşu olmak da istemeyebilir. Yani, aralarındaki Kuzey Irak toprağındaki bölgeden IŞİD çıkarılırsa, öyle olacak. Yani, Barzani az porsiyon IŞİD bile isteyebilir arada.
Hep aynı şeyi diyorum:                                             
Bu yazarlara şeytan akıl fikir versin.
Ateist amini.
Dipnot:
Asiye-Musul, 2-3 yılda kurtulur özetle. O da, şu andaki momentle göründüğü gibi olarak yalnızca.

(28 Mart 2016)

Beceriksiz Seri Katiller

Bir haber:
Seri katillerin elinden sağ kurtulmuş 10 insanın öyküsü:
O dönemde 100 seri katil vardı diyelim. 10 tanesi % 10 eder.
Bu 10 seri katilin 10’ar kurbanı vardı, diyelim. 1’er tanesi, % 10’ar başarısızlık eder.
Her 2 oran da, gerçekten çok yüksek. Oysa ki seri katillerin seri katil kalabilmesi için, bu oranların pratikte 0 olması gerekirdi.
Gelelim sağ kalan kurbanlara:
Sevgilisi ölürken katilin tarifini verir, adam sağ kalır ama katil hiç yakanlanmaz. Ölen sevgilisi katili görmüştür ama adam görmemiştir.
Bir tanesi yıllar sonra, katille duruşmada karşılaşır. Katil özür diler.
Sağ kurtulan biri, katilin işbirlikçisi sanılmış ama bu kanıtlanamamış.
Sağ kurtulan biri, önce yetkililere gitmez, 19 yıl sonra gider ve katili teşhis eder, bir grup kuşkulu arasında.
Bir tanesinde katil, kurbanını öldüremez ve kaçar.
Sağ kalanların 9’u kadın, 1’i erkektir.
Yani, 1 tanesi hariç, hiçbiri kendi başarısıyla sağ kalmamıştır.
Yani, katiller beceriksiz, kurbanlar daha beceriksiz.
Bu metin de, bunun için yazıldı zaten. Bugüne kadar, tersini düşünürdüm.

(28 Mart 2016)

Thomas Harris ve Sjöwall-Wahlöö

Çok tuhaf, hiç böyle bakmamıştım:
Harris, 10 kitaplık malzeme yazdıysa, ilki terör, sonraki hepsi seri cinayet üzerinedir.
Sjöwall-Wahlöö ikilisi ise, 10 kitaplık bir polisiye dizisi yazmıştır. Bunun 9’u cinayet, sonuncusu terör ile ilgilidir.
Bu, bir bakışımdır: Estetiko-politik bir simetri.
İlki 1975-2015 arası, ikincisi 1965-1975 arası eser vermiştir. Ki bu da, ters-bakışımlıdır.
Şerh:
Martin Beck’te aslında seri katil öyküsü / cildi yoktur. Bir ciltte, sahte seri katil öyküsü vardır, seri cinayet görüntüsünde asıl hedef olan bir polis öldürülür, 8 kişi daha nedensiz öldürülür ki bu nedensiz-cinayet için sapa bir örnektir ayrıca. Bir ciltte de, bir eski polis, bir eski polisi öldürerek, seri katil olmaya başlar, arada polis dolu bir helikopteri alaşağı eder ki bu da, hem toptan cinayet, hem de  terörizm olur, arada Beck’i de vurur, Beck’in 10’luk dizi sonunda ölmemesi okurun isteğiyledir, aslında yazarlardan biri kanserden ölüme mahkumdur (Wahlöö). Terör cildi de, başbakan terör nedeniyle ölmez, hiç kimse de ölmez, çünkü 6 kişilik Beck ekibinin tamamı, bombanın yerini önceden tahmin eder, bomba bertaraf edilir, sonra hafif üşütük bir kadın onu vurur, başbakan terör olayından sağ kurtulduktan sonra.
Not:
Brüksel Mart 2016 terör olayında, Türkiye’nin bilgi verdiği  İstanbul’daki Belçikalı polis ise, gereken bilgiyi zamanında Belçika’ya iletmemiş: Komik bile değil, zavallıca.
Ancak bu durum, o kadının o başbakanı vurmasının sanattaki izdüşümü olmakta, estetiko-politik olarak.

(28 Mart 2016)

Pazartesi, Mart 28, 2016

Merkür’de Mutlu Katatonik-Deli Çocuk

Bir deli çocuk vardır. Katatoniktir. Uzak gelecekte yaşamaktadır. O zamanın koşulları, onun öldürülmesini emreder.
Öykünün sonunda, çocuğun beyni çıkarılıp, bir robota takılıp, Merkür’e gönderilir. Oradaki sıvı metal nehirleri, çocuğu mutlu eden koşullardır.
‘Tha happy end’.
Asimov’u oldukça faşist bulurum. Ancak iyi saklar bunu. Bu öykü, bunu dolaylı olarak faş ettiği ve dışavurduğu bir öyküdür benim okumamla.
Metni yazmamın asıl nedeni şu:
Ben de, kendi yer ve zamanımın kültürel koşullarında ölüme mahkum edildim. Ben de, acaip koşullarda yaşamayı hayal ettim. Benimkisi, derin dondurucuda bir beyin olmak idi ki sıcağı ve yazı özellikle severim.
Ve ne yazık ki ben hiç, eksodus yaratabileceğim bir novum-ekstra-mekan-gezegen-ev bulamadım. 56 yaşım biterken bile. Ve artık çok geç.
Gerçekten, ‘asla ev yok’ oldum ve öldüm.

(28 Mart 2016)

Suçun Yazarları: Metin Kaçan ve Mehmet Kartal

İkisi de suçu yazdı.
İkisiyle de yüzyüze gelme fırsatım oldu. Kaçan ile sohbet imkanım da oldu.
İkisinin de erken ölceğini düşünmüştüm ama bu kadar erken değil.
İkisi de suçu yazdı ama doğrulayarak, akılcılaştırarak, güzelleştirerek.
Alaturka çizgi, bu konuda alafranga çizginin dışında kaldı yani.
Burroughs rahat bir burjuva yaşamı sürerken, tümüyle sıkıntıdan uyuşturucunun dibine vurmasını, hiç bunları yapmadan anlatır.
Bukowski de bunu alkol için yapar.
Burroughs ve Bukowski, yalnızca bir kez karşılaşırlar ve birbirlerine yalnızca uzaktan bakarlar.
Kaçan ve Kartal, birden çok kez karşılaşırlar, hatta bir filmde birlikte çalışırlar: Kaçan’ın romanından uyarlanan ‘Ağır Roman’da.
Kaçan, sınıf atlamaya çabaladı. Atladı da. Sonra, bunun yan etkisiyle yeniden sınıf düştü.
Kartal, sınıf atlamaya çabalamadı ama film çekerken lüksü gördü, bumu kendi anlatır.
Bu durum her ikisinde de, çok sıcak cama dökülen soğuk su etkisi yapmış ve lümpen yaşama karşı dayanıklılıklarını azaltarak, onları parçalamıştır.
Ancak, her ikisi de günce tutmadığı için, bunu yazıdan izleyemiyoruz. Birkaç gazete haberinden izleyebildik yalnızca.
İkisi de naturalist üslupta yazmış sayılmaz.
Bu açıdan alaturkalık, yine alafrangalıktan ayrılıyor. Burroughs da, Bukowski de, oldukça naturalist üsluplarla yazdı.
Zaten bu metin, o süslülük için yazıldı.
Suçu süslemek ayıp bence.
Kartal hakkında övücü / güzelleyici ve suçu süsleyici bir metin okudum, linkini vermeyeceğim. Bu metin zihnime battı.
Kılavuzu karga olanın durumu geldi aklıma.
Ben de oturup, o kılavuzun ters yönünü imledim yalnızca.
Kültürel kubura ve kabire gitmeyelim diye. Ölmüş 1. Cumhuriyet’in ardından ve çok geç olarak...

(27Mart 2016)

Pakistan'da lunaparka intihar saldırısı

Yeni sivil hedefler bulmaya devam:
“Pakistan’ın Pencap eyaletinin başkenti Lahor'da bir lunaparkta düzenlenen saldırıda, ilk belirlemelere göre 53 kişi hayatını kaybetti.”
Eylemleri önce 4. Dünya’da denemek moda oldu ama 1. Dünya da o zaman hazırlanabilir olmakta.
ABD’de okul ve maraton şıkları denendi.
Sanırım, IŞİD çizgisinin tasarım akil hocaları, göreli genç, 40 yaş civarında. Sanki, ABD olayları gibiki terör tarihçesini  ve bazı olayları bilmiyormuş gibiler. Bir tür Amerika’yı yeniden keşfetme modundalar. Üstelik, bomba hazırlayıcıları yeni öldürüldü. Bu eğilim daha da güçlenebilir yani.
Bu bir vektör imi.
Dipnot:
Saldırı paskalya nedeniyle, Hristiyanlar’a yönelik imiş. Bu da, Kanada’nın TC-paskalya uyarısının yön değiştirmiş hali demek olur ve akla şu gelir: Aynı ülkede 2 ayrı kentte eşzamanlı saldırı düşünüldü ama 2 ayrı ülkede eşzamanlı saldırı olacak mı bundan böyle ya da bu, zaten planlanmış durumda mı?

(27 Mart 2016) 

Musul Savaşı Perspektifi

Irak ordusu, Başika-Musul arası 80 kilometre ve operasyonlar yeni başlamış iken, 9 ay vade koydu. Ayda 9 kilometre yapar.
Kürtler, alanlarını 40 binden 75 bin kilometre kareye çıkardıklarını beyan ettiler. Ancak, bu alanda nüfus olarak çoğunluk olmadıkları ve fiilen el koydukları alan da var.
3 sorunları var:
Bir:
Araplar, IŞİD’i peşmergelere tercih edebildi, Musul örneğinde olduğu gibi.
İki:
Talabani, Kuzey Irak’ın yarısını Barzani’den istedi.
Üç:
Türkler, geldikleri gibi gidemezler. Kıbrıs’ta olduğu gibi, gitmediler de gidemediler de. Kuzey Irak’ta da öyle olacak. Daha önce NATO, Türkiye’nin Kuzey Irak girişimlerine hep göz yumdu, terör nedeniyle. O zamanki terör şimdikinin onda biriydi üstelik.
Devam:
IŞİD, toplam topraklarının üçte birinin onda birinden 9 ayda çıkarsa, işin epeyi uzayabileceği ortaya çıkıyor.
Üstelik Kuzey Suriye, çok daha zor geri alınacak. Çünkü esed, inanılmaz bir mizah kullanımıyla, Kürtler’in federasyon hesabının çarşıdan geri döneceğini ima etti. Daha önce imlediğimiz gibi Kürtler; Rusya, IŞİD, Esed arasında sandviç yapılabilir. Nasıl ki Kuzey Irak’ta Türkler, Kore’sel bir harcanmaya muhatap bırakıldıysa, aynı durum Kuzey Suriye’de Kürtler için geçerli.
Musul-Kobane alanındaki savaşın genel perspektifi bu.
3 yıllık IŞİD tarihçesi hesaba katılınca, gidişatın en iyi çizgiyle bile 3 yıl daha süre istediği kesinleşti gibi.
IŞİD-PKK işbirliği gelirse, kıyım gelir.
Gelmezse ki bilanço şu:
IŞİD’den 100 bin ölü verdirme, 10 bin ölü verme. Yurtdışı var ve dahil.
PKK’den 1 bin ölü verdirme, 10 bin ölü verme. Yurtdışı yok ve hariç ama olabilecek.
TC 1 bin ölü verme, 10 bin ölü verdrime. Bunun limit tamamı PKK’li. IŞİD’le örtük uzlaşma sözkonusu (en son 2 adımda, 11 militanı serbest bıraktı).
IŞİD 3 yıl dayanır. PKK 1 yıl zor dayanır. Özelilkel Tc, PYD’yi IŞİD’e arkadan vurdurursa.
AB 1 bin sivil ölü adayı. ABD limit 0 sivil ölü adayı.
AB-ABD 1 bin asker ölü adayı.
Musul Barajı yıkılırsa, faladan 500 bin sivil ölebilir.
Atatürk Barajı’nın yıkılması da olasılık dahilinde ama % 1 olasılıklı olarak.
3 yıl sonra nükleer silah kullanımı % 80 eğilimli olacak. IŞİD o zamana kapana sıkışır ancak çünkü.
Bunun adayı; TC, AB veya ABD olabilir.
TC, AB ve ABD’nin ekonomik çıkışı umulmuyor gelecek 3 yılda. Bu da, savaş ısrarını ve takıntısını kaçınılmaz kılmakta giderek.
Bu süreç sürerse, Dünye ekonomisini köpüğünü ilk adımda % 5 alır gibi görünüyor.
Sonra, hazır silahlar ve mermiler bittiği için, militarist endüstri hobarey zıplar.
Bildiğimiz Krupp faşizmi öyküsü yani. Ek olarak engizisyon ekonomisi dahi olarak bu kez.
Bu öykünün kesinlik derecesi, % 85-88 olmakta. Yani, benim gelecekbilim kesinlik limitimi aşarak, olasılık ağlarından gerçeklik somutluklarına evrilme durumuna geliyoruz.

(27 Mart 2016)

Fotoğrafı Altyazılamak

Bu Ara Güler’in tezidir:
“Fotoğraf kendisini yazısız anlatır ve anlatmalıdır da.”
Tabii ki Güler’in epeyi tezi gibi, bu da geçersizdir.
Güler, 2 milyondan çok kare çektiğini kendisi dilegetirmiştir. Bunların bir bölümü portredir. Güler 60 yıldır fotoğraf çekmektedir. Kendisi acaba, kendisinin çekmiş olduğu herhangi bir portredeki kişinin kim olduğunu hemen söyleyebilir mi?
Bizcesi hayır.
Zaten Güler, diğer birçok hatasının yanında, ek bir hata olarak, kendi fotoğraflarını doğru dürüst arşivlemediğini de kendi ağzıyla dilgetirmiştir zamanında.
Konuya dveam edelim.
İnsanlar kendi fotoğraflarını kendileri arşivlerler veya altyazılarlar mı?
Hayır.
Sıradan insan fotoğrafları koleksiyoneri olarak, fotoğrafların % 95’inin hiçbir yazısal açıklama içermediğini rahatça belirtebilirim.
Eskiden fotoğraf pahalı bir nesne olduğu için, insanlar sevdiklerini fotoğraf hediye ederlerdi. Akraba akrabaya, arkadaş arkadaşa. Dolayısıyla Türkiye’de, aslında şu ya bu biçimde tarihe geçmiş birçok kişinin çocukluk ve gençlik fotoğrafı, açıklamasız olarak, kitapçı raflarında dolanıp duruyor.
İlginçtir ama bunun avını yapan koleksiyoner yok.
Yine dolayısıyla, hiç olmazsa 1950 sonrasındaki fotoğraflar, eğer aileler tarafından altyazılansaydı, bugün birçok ünlünün görsel arşivi elimizde olurdu.
Bu bir zorunluluk yani. Bunun yapmama lüksümüz yok yani.

(27 Mart 2016)

Tanini Trio: Oblivion: Uçurumun Kıyısında Kapıp Koyvermek

5-6 metinde bazı müziklerin, bazı kültürel momentlerin, duygularımı nasıl sıkıştırıp dalgalandırdığını imledim.
‘Oblivion’ da bundan payını alı. O metinde, ona en yakın anlamı, ‘ayırtsızlık’ olarak imlemiştim. Çok değil 2 gün önce.
Sonra bugün, az önce, kanallar arasında zep zep dolanırken, bilmem kaç yüzüncü kanalda, ‘Tanini Trio’nun icra ettiği ‘Oblivion’a denk geldim.
Tam, uçurumun kıyısında kapıp koyveren bir eser icrası estetiko-politiğiydi.
Veben de, uçurumun kıyısında kapıp koyvermiş bir kitlenin içine hapsolmuş olarak, uçurumun kıyısında kapıp koyvermiş bir entellektüelim.
Uzun morfemli / fonemli ama tek momentli / semantemli bir duygudurum bu.
Geniş açı dağ manzaraları absürd. Kız çocuğu absürd. 2 bin metreye piyano taşımak absürd.
İzleyebildiğim kadarıyla, piyano, akordeon (bandoneon değil), ney ve kanun var. Kanun işlevsiz.
Yaşam bizi yeterince saçmalatıyor, bizim rolümüzü abartmamıza gerek yok.
Kitle yeterince saçmalıyor, içinde ve düşünen biri olarak, benim de saçmalığa katılmama gerek yok.
Tahir Aydoğdu: Kanun, Bilgi Canaz: Ney, Hakan A. Toker: Piyano, akordeon.
1960’larda ‘proto-world music’ başladığında, belki haberli belki habersiz, bu akışa Aka Gündüz Kutbay da, neyiyle ve cazlaştırma proto-süreci ile katıldı.
Kutbay-Ergüder arasındaki tez-antitez ikilemi, Şeker Ahmet Paşa x Osman Hamdi ikileminden beridir, yüzyılı aşkın bir çatışma olarak süregeliyor kültürümüzde. Doğu gözüyle doğuya bakmak ve batı gözüyle doğuya bakmak (oryentalizm) olarak.
‘Tanini Trio’, Osman Hamdi ve Ergüder safında yer tutmuş: Pop, popüler, banal, satıcı, pazarlamacı, ‘telif üretici’ değil, ‘nakil ve tefsir’ci.
Şerh: Bunu da 1960’larda Kandıralı ve arkadaşları, Mozart’ın ’40. Senfoni’sini, kanun ve klarnetle yorumlayarak zaten başlatmışlardı. Bayramlarda radyoda çalardı hep.
Yani, 50 yıldan uzun süredir, bıraktığın yerde otluyor bu abiler.
Ancak, uçurumun kıyısında feci kapıp koyvererek, ben de öyle yapmış oldum.
Bu, bir özeleştiridir.
Düzeltme zamanıdır ve yeridir, şimdi ve burada.
Bu bir, negasyon ile praksis üretme olmakta.

(27 Mart 2016)