Cuma, Ağustos 31, 2018

Sefa Kaplan Negasyonu: Kadını rakı sofrası mezesi olarak gören entellektüeller ülkesi (imişiz ona göre)


Yarı-aydıncıklarımız bilgi ve zeka eksikliklerini bazan çok abartıyorlar. Kaplan, abartıyı da geçmiş.
Kendisi, tüm Türk erkek yazarları, kadınları rakı sofrasında meze olarak gören erkekler yapmış.
+
Alıntı ve yorum olarak gidecek:
+
“Bu tür masalarda edebiyattan, siyasetten, iktisattan, maçlardan daha önemli tek mesele vardı her zaman: Kadın.
Hakikaten de kadın, hiç kimsenin itiraz etmediği en önemli mezeydi. Dedikodular, taciz ve tecavüz dozu hayli yüksek müstehcen fıkralar, şakalar, takılmalar, bugünün Türkçe’siyle “laf geçirmeler”, hep kadın kavramı etrafında şekillenirdi. Sosyalizm, demokrasi, insan hakları, eşitlik gibi meseleler gündeme geldikçe yerinden yekinip, hemen tavır alma lüzumunu duyan arkadaşların hiçbiri ama istisnasız hiçbiri, kadının uluorta aşağılanmasını protesto etmeyi getirmezdi hatırına. Kimi zaman soyut, kimi zaman da son derece somut bir biçimde kadın konusu açılınca, ideoloji yahut prensipler bir kenara bırakılırdı hemen. İfade yerindeyse eğer, sanki “Kadını kim daha iyi aşağılayacak” konulu ödüllü bir yarışma varmış gibi birbirinin önüne geçmeye çabalardı masanın müdavimleri.
Masadaki genel kabule göre, kadınlar aşağılık yaratıklardı, yatmak (kelime bu değildi!) dışında herhangi bir işe yaramazlardı.”
Mabadına güvenen borazancıbaşı. Burada yazdıklarını, o sofralarda söylemeye neyin yetmedi, densin güzel kardeşim?
Abaza penis, uzanamadığı vajinaya mundar der, dedim örneğin meyhanede erkek yüzlerine karşı, sen de yapaydın. Sıkı kavgalar oldu tabii ki.
Bu arada, ne feministim, ne de kadınlara karşı pozitif ayrımcılığı savunuyorum. Doğruları söylemeyi savunuyorum yalnızca. Epeyi editörün hangi kadın yazarın ilk kitabını basmak için, onunla yatmak istediğini biliyorum örneğin. Leyla Erbil’in ‘İki Sosyalist Erkek Eleştirmen’ öyküsü beni çok güldürür örneğin.
Ama:
Erbil kalkıp da, masada Sait Faik’i tufaya getirip, onu votkayla uçurursa, basarım kalayı.
Erbil kalkıp da, Ahmed Arif’e oryantal rakkase davranışları gösterdiğinde de, basarım kalayı.
Erbil’e kalkıp da, yazar-erkek taifesiyle evlenmeye tenezzül etmeyip, sağlam meslekli kocayı seçip de, onun tarafından aldatılınca, yine basarım kalayı.
Erbil, dürüst hiç olmazsa. Bunu kitaplarında, ad vermeden dolaylı olarak anlatmış hiç olmazsa.
Geri kalan onlarca kadın yazarın erkeklere karşı yaptıkları ne olacak?
Pozitif ayrımcılıkla mı karşılayacağız onları?
O zaman, Kaplan kapıda bilet kessin lütfen.
+
“Doğal olarak, böyle konuşan erkeklerin hepsi çilekeş bir anneden gelmişti dünyaya.”
Kambura yatmaya bakar mısınız?
Okumuş anneler, epeyi onyıldır çilekeş kadın falan değil ülkemizde: Hesapsız yavrulayan dişi memeliler sınıfındalar yalnızca.
+
Bizde bize biz derler, sizde bize ne derler?
Bizde, doğruyu doğruca söylerler. Sizi bilmeyiz. Ama doğruyu bilmediğinizi veya söylemediğinizi de gördük ve biliyoruz.
+
“Benim açımdan asıl çarpıcı ve umut verici olan Kürt kadınlarının, Türk hemcinsleriyle kıyaslanması mümkün olmayan direniş kabiliyeti.”
Abuksamaya bakar mısınız?:
Batman’da Dünya’nın en yüksek genç kadın intiharlarını besleyenler, yaşlı kadınlar, anneler, haminneler…
Kan davasını sürdürten de onlar…
Töre cinayetini sürdürten de onlar…
Akraba evliliğini de sürdürten de onlar…
Oğullarına kız seçenler de onlar…
Güneydoğu’da erkeğin hala birden çok kadınla evlililiğini durdurmamış olanlar da onlar…
+
Kaplan, ya ne dediğini bilmiyor, ya da kasıt-ötesi niyetle bir metin yazmış.
+
Haa, bir de:
Tencere kapağını yuvarlanıp kendi bulurmuş.
Kaplan da, kendine uygun rakı sofrası arkadaşları bulmuş.
(30 Ağustos 2018)

Açım, Açsın, Aç


Bir haber:
“Sıcak ve kurak geçen yaz, önde gelen buğday üreticilerinin stoklarının 2007/2008 seviyelerine düşmesine neden oldu. O dönemde zayıf tahıl stokları, Afrika ve Asya’da gıda krizine ve geniş çaplı ayaklanmalara yol açmıştı. Analistler, fiyatların o dönemdeki kadar yüksek olmamasının rahatlatıcı bir unsur olmasına karşın, stokların kriz alarmı vermeye başladığını söylüyor.
Uluslararası Tahıl Konseyi (IGC), küresel buğday üretiminin, 2018/19 sezonunda 42 milyon ton düşüşle, 716 milyon tona gerilemesini öngörüyor. IGC’nin Ağustos raporunda, 2017/18 sezonunda 758 milyon ton olarak gerçekleştiğini öngördüğü küresel buğday üretiminin, 2018/19 sezonunda, Temmuz raporundaki öngörüsünden 5 milyon ton, önceki sezondan 42 milyon ton düşüşle, 716 milyon ton düzeyinde gerçekleşmesinin beklendiği belirtildi.”
Bu, % 6 düşüş demek.
Bu, birileri yine aç kalacak demek.
“ABD Tarım Bakanlığı’na (USDA) göre 2018/2019 sezonuna girerken küresel stoklar 273 milyon tonla tüm zamanların en yüksek seviyesine çıkacak fakat USDA stokun neredeyse yarısının Çin’de olması büyük bir sıkıntı yaratabileceği uyarısında bulunuyor. Zira Çin’in stoklarını piyasaya sürmesi beklenmiyor. USDA, dünyadaki buğdayın yüzde 16’sını tüketen Çin’in yeni sezon başlarken dünya stokunun yüzde 46’sını elinde bulunduracağı, 2018/19 sezonunun sonunda ise payının yüzde 50’yi aşacağı tahminleri yürütülüyor. Bu, Çin’in stokunun 5 yıl öncesine göre yüzde 135 artacağı anlamına geliyor.”
Bu, birileri buğdayın tonunun 200 dolardan 400 dolara çıkmasına yönelik karaborsasal yatırım yaptı, demek, Çin yani. Buğdayın tonu, bir süre önce 100 dolardı.
Türkiye ne alemde peki?:
“Türkiye’de 2000 yılında 92 milyon dekar alanda buğday ekimi yapılırken, 2017 yılında bu rakam 77 milyon dekara indi. Raporda, bu yılın ilk yarısında 3 milyon ton buğday ithal edilerek 634 milyon dolar ödendiği ifade edildi.”
Bir o kadar da, yılın ikinci yarısında olur de: Toplam 1 milyar doları geçer. Buğdayı ve ekmeği bile ithal eder olduk yani…
En önemlisi ise şu:
“Uzmanlar en büyük sekiz ihracatçının stokunda, Dünya’ya en fazla 26 gün yetecek buğday kalacağı uyarısı yapıyor.”
0 gün olunca ne olacak?
İsyan olacak.
Göç olacak.
Yamyamlık olacak.
26 gün kalmış işte…
Ve:
Bu, ne ilk, ne de son kıtlık ve açlık salgını uyarısı. Dünya, 2010’dan beridir kendini yenileyemiyor. Herhangi 1 yılda, buğday üretimi yarıya düşüverince ne olacak?
Aç sınıfın laneti tarihi boğacak…
Daha önce kezlerce boğduğu gibi…
(30 Ağustos 2018)

Perşembe, Ağustos 30, 2018

Nasıl Bir Film / Sinema Eleştirisi?


Film / sinema eleştirisi, birden çok nicelik ve nitelik kademesinde işler:
Çapraz medyasal:
Bu konu son 10 yıldır var. Bir filmin aynı anda senaryo, çizgiroman metni, bilgisayar oyunu metni, çizgifilm metni, filmin dizisi ve çizgifilmin dizisi metin aynı anda yazılıyor (illa ki tek yazar tarafından değil, bir ekip de olabilir). Marvel ve Wat Diesney / Star Wars çizgisi bunun en yeni 2 örneği.
Kültürolojik:
Sinema eleştirisi, 4 katmanda yazılabilir:
Bir: Gündelik, gazetesel, medyasal, Siyad’sal.
İki: Film eleştirisi, tür eleştirisi (Zafer Özden’in kitabına gönderme), yönetmen eleştirisi.
Üç: Sanat eleştirisi, estetik eleştiri.
Dört: Kültürolojik eleştiri: Gündelik yaşamla ve poplüre kültür kültürolojisi ile içiçe, tümdervarımlı ve tümdengelimli eleştiri ki biz en çok buradalarda dolandık.
Psikolojik:
Tür filmlerinin duyguları doyurmasının, komedi filmerin güldürmesinin, korku filmlerin korkutmasının, duygu ikamesinin psikolojisi, Freud psikolojisi değil.
Tür x sanat, uzun x kısa, kurmaca x belgesel, dijital x  selüloit filmleri, tür x alttür, sinema olan x olmayan ayrımları çizgisi içinde eleştiri:
Bu ayrım, 1945-1984 için geçerliydi.
Bu, sinemanın kendi iç ve özgün tarihi içinde, içkin (immanent) bir tartışmadır.
Geçmişbilimsel ve gelecekbilimsel eleştiri:
Sinemanın tarihi / geçmişi ve sinemanın geleceği içinde, zaman perspektifsel ve retrospektifsel sinema / film eleştirisi. Bunu; reklamın, klibin, demonun (şimdiki bilgisayar oyunun sinemasal fragmanının), trüğün kısa-film’leştiril)mesi süreci üzerinden 20 yıldır yazıyoruz. Olay, çapraz medyaya vardı: Çapraz medya; fiilen ve pratik anlamda 10, fikren ve teorik anlamda 5 yıldır var. Artı, holografik sinemanın olası bütün türlerini tartıştık ve ortada hala yoklar. Artı, sinemanın Lem’in real’i (Yıldızlara Dönüş) ve Asimov’un vizi-sonor’u türünden (Vakıf dizisi, Katır öyküsü) çok duyu-dilli öte-sanatsal türlere evriltilmesi sürecini tartıştık ki onların gerçeksenmesine belki 100 yıl daha var.
Bunların her biri için, ayrı ayrı 1 veya daha çok ciltlik bitirilmiş metin var.
Sinemanın özgün dili:
Üzerinde bağımsız olarak en az çalıştığımız konu bu. Çünkü, konuyu tüm diğer sanat dallarıyla birlikte, sanat duyu-dilleri bütünü ve birbirlerine dönüştürümleri olarak tasarlayageldik ve öyle de yazdık ki bu da, duyu-dil’lerarası argümanı çapraz medya altbölümü demek oldu.
Bu kavramsal çerçeve de, 1999-2018 arasındaki 20 yıllık dönem için geçerli oldu.
(29 Ağustos 2018)

Kapitalizmin Geleceği: Wallerstein, Frank, Amin, Arrrighi


Önnot: 1980 Temmuz’da, neo-liberalizm devreye daha yeni sokulduğunda, bunun tarihsel bilincine varmadan, ekonomik determinizmin ABD’yi ve SSCB’yi birbirinden ayırtsız kıldığını yazmışım. Bunu sezgiyle yazmışım, bilgiyle değil. Sonraki metinler, bilgiyle yazıldı. Bu metin de öyle.
Kitap: Genel Bunalımın Dinamikleri, 1984, Belge Yayınları, Yazarlar: Wallerstein, Arrighi, Frank, Amin.
Kitap, 1983 momentli ve 1967-1983 arasındaki global ekonomik krizin, üretimin tüketim yaratamamasının gidişatını sorguluyor.
Yazarların hiçbiri, kapitalizmin getirmekte olduğu neo-liberalizmin sonuçlarını öngerimiyor.
Yazarların hepsi, çözümü sosyalizmmde arıyor: Üstelik, SSCB’nin çökeğini de öngörmüşler. Bu, ekonomik determinist bir yaklaşım.
Ekonomik determinizm, tarihi iktisadi-askeri-siyasi üçlünün bütünü olarak ele alıyor; hem neo-liberaller böyle yaptılar, hem de Dünya Sistemi’ciler.
Oysa, maddi uygarlık yerine, manevi uygarlık var.
Oysa, bilim-sanat-düşün üçlüsü var.
Oysa, hukuk-din-ahlak üçlüsü var.
Oysa, psikoloji – sosyal psikoloji – sosyoloji üçlüsü var.
Oysa, savaş, salgın, kıtlık, göç var.
Oysa, enerji, gıda, su, iklim, göç makro-global krizleri var sırada.
Artı:
Dünya Sistemi’ndeki Avrasya yatay coğrafyasına, deniz coğrafyasını ve dikey coğrafyalı Kolomb-öncesi Amerikalar coğrafyasını hala sistemin bütününe dahil edemediler, 50 yıldır. Bunları yapınca, parametrelerin ağırlık katsayıları epeyi değişiyor.
Dolayısıyla koca kitap, ancak son sayfasındaki çıkış özetiyle anlamlı ve tanımlı kalabiliyor:
Amin, Arrighi ve Wallerstein, kapitalizmin çöküşünün hatalarından dolayı değil, başarılarından dolayı olacağını öngörüyorlar. Bu 3’ü iyimser.
Frank, kötümser ve çözümün ancak sistem karşıtı mücadeleler üzerinden geleceğini düşünüyor.
3 çeyrek bilimkurgucu ve 1 çeyrek gelecekbilimci olarak Asimov, bir zamanlar şöyle demişti.
Ne zamanki farklılıklar çatışsa, hepsi birleşir ve ortadan kalkar. (Bununla sentezi imlemiyor, tanımlarının geçersizleşeceğini imliyor.) Onlarda yaşanan tam da bu.
Kapitalizm, en kısa biçimiyle 1750-2000 arasında tanımlı. Sosyalizm, en uzun biçimiyle 1850-2000 arasında tanımlı. Dolayısıyla, düelloları bitti, hiç kimse kazanamadı.
Bu 4 yazarın hesaba katmadıkları var:
Kendi Dünya Sistemi’lerinin öngörüleri.
Çin üzerinden gelen 1., … , N. Dünya tanımı bütünlüğü.
1980’de de tanımlı olan AB x ABD çatışması.
Kapitalizmin kendi küllerinden doğmasıyla, G-7’nin işin içine 10 ülke daha katıp, tüketici sayısını en azından ikiye katlayabileceğini. Dahası da, hesaba katamadıklarını da, tıpkı sömürgecilerin yaptığı gibi, katledeceklerini.
Burada, 1 kestirim doğru çıkıyor:
Kapitalizm, bu kez kendini G-20 kurulumu ile, yani başarısı ile bitirdi.
Yani kapitalizm, sınırlı-sonlu tanımlı demek.
Ama o da yani, sosyalizm sınırlı-sonlu tanımlı demek.
2., … , N. Dünya tanımlarını işini içine sokulması gerek. Şu an için geçerli tanımlar bunlar.
Alternatifler; Latin Amerika, Afrika, küçük deniz ülkeleri, küçük kara ülkeleri olarak 4 grupta toplanmış durumda. BM’de bir zamanlar 77’ler Grubu vardı, onun gibi.
Yani, hiç olmazsa artık bundan sonra, kapitalizm-sosyalizm ikili tanımının dışına çıkmak gerekli.
Aslında bizim tezimiz şu:
1945’te başlayan 2. Sanayileşme süreciyle zaten bu böyle yapılmıştı. 2015’te 2. Sanayileşme kesinleşmiş ve belirginleşmişti.
Dolayısıyla bu kezki eksodus, o tanımlar üzerinden gelecek:
Uzaycılık, yazılım (insan zihinini bilgisayar programı kılma) ve/ya donanım ölümsüzlükçülük (insan klonlama ve kafa nakli), GDO’culuk, nanoteknolojicilik, bilgisayarcılık, siberuzaycılık / internetçilik, yapay-zeka’cılık, siborgculuk, robotçuluk / androidcilik, Homo Posterus’çuluk…
Kapitalizm veya komünizm tartışmaları üzerinden değil bu kez yani…
(29 Ağustos 2018)

Çarşamba, Ağustos 29, 2018

Vaiz’de / Preacher’da Teolojik ve Etik Argümanlar


Spoiler:
Öykünün sonunda Tanrı öldürülüyor. Sonra da, insanlar birbirine giriyor. Dizinin ilk sezonunun son bölümünde, Tanrı cenneti terkedince ve bunu insanlar öğrenince, insanlarda filmin kopması gibi.
Ama:
Gerçek tarihte de 2 milenyumluk hristiyanlık tarihi bundan farklı değil ki. Üstelik, o zamanlar hesapça Tanrı hep vardı, Dünya’yı hep o yönetiyordu.
Yorumlara göre:
Tanrı’ya göre insanlar cıvıdı.
İnsanlara göre, Tanrı Dünya’yı kendi haline bıraktı ve egemenlik Şeytan’a geçti, en azından ve örneğin Orta Çağ‘da.
Bu hesaba göre Şeytan, Tanrı’ya galebe çaldı. Bu durumda, insanlar Tanrı’ya hesap sormazlar mı, ondan intikam almaya kalkışmazlar mı, buna hakları olmaz mı?
Öyküde, cehennem-Şeytan tetikçisinin yaptığı da bu. Tanrı’ya öldüren de o. Yalnızca, karısının ve çocuğunun cesetlerinin gözlerini kargalar oydu diye.
Yani:
İnsanlar, Tanrı’dan hangi nedenlerle hesap sorabilirler veya soramazlar?
Bu teolojik değil, etik bir argüman. Teoloji, kulların böyle bir hakkı olmadığını söylüyor, yani Tanrı’yı insanlardan salt-üstün tutuyor. Etik, kimseyi kimseden üstün saymıyor.
Tetikçi, arada kızıp Şeytan’ı da öldürüyor. Cehennemdeki tahtı boş bulan Hitler, fırsattan istifade, cehennem krallığının başına geçiyor.
Öykünün burası parodi ama insan davranışı için de, uygur bir örnek:
Bazıları, cennette kul olmaktansa, cehennemde kral olmayı yeğler. İnsan sonuçta: Baş ol da, soğan başı ol, hesabı.
Doğu dinlerinde zaman döngüsel ama Batı dinlerinde zaman tersinmez ve tek yönlü. Yani, Batı dinlerinde işin geri dönüşü yok ve kıyamet sonul bir durum.
Vaiz’deki gibi bir öykü olsa, onun da gidişi olmayacak yani. Herşey, çığırından çıktığı gibi sürüp gidecek. Bu da, teolojinin de, etiğin de absürdleştiği bir nokta.
Diğer bir deyişle, mantık ve hermenötik / yorumbilim açısından bakarsak:
Teolojinin ve etiğin kuralları koyutsal: İster değiştirilir kabul edilsin, ister edilmesin, bu böyle.
Ayrıca o koyutsallıklar, yazılı kayıtlardan izlediğimiz kadarıyla, 2 bin yıl içinde epeyi değişitirilmiş, insan eliyle yani.
Dolayısıyla insanlar, en başından beridir insan eliyle konulmuş kuralları, Tanrı sözü diye benimsemiş. Bugün, İsa’dan kalan 1-2 emir var yalnızca, tokadı yiyince, öbür yanağını çevir, gibi. O da, kendi yazısıyla değil, vakıa aynı, rivayet muhtelif olarak. Kulaktan kulağa aktarılmış olarak.
O nedenle, kazara İncil’ler yok olsa ve on bin yıl sonraya geriye Vaiz çizgiromanının tek bir kopyası kalsa, o kitap pekala kutsal itap sayılabilecek.
Sonuç:
İnsanları Tanrı korkusu bile; günah, suç, ayıp işlemekten kurtaramadı.
İnsanları bunları yapmaktan kıyametin bile alıkoyabileceği kuşkulu.
Vaiz’deki argümantasyonlar buna varıyor.
Üstelik, ‘Amerikan Tanrıları’nda da, ‘Superman: Tanrılar Aramızda’da aynı tematik var.
Buna ancak 2 bin yılda intikal edilebilmesi ilginç. Söylenmeye cesaret edilebilmesi, de denebilir.
(29 Ağustos 2018)

Aforizma: İyi ve Kötü Kokteyli Mümkün mü?


Bizce değil.
Çünkü bizce iyi ve kötü, birbiriyle karışmayacak biçimde nitel farklılıklar içeriyor.
Daha çok mikadonun çöpleri gibi, dingildek dengeli olarak birbirlerinin üstüstüne yerleştirilebilirler belki.
Zaten tarih de, bu iyi-kötü dingildek dengesizliğinin salınımları demek.
(27 Ağustos 2018)

Salı, Ağustos 28, 2018

Türkiye’nin Dış ve İç Borçları: Ağustos 2018


Borçlu             Miktar (Milyar dolar)           Moment
Özel şirket       217,2                          Ocak
(Özel banka     97,4                            Ocak
Diğer finans    20,2                            Ocak
Reel sektör      99,6                            Ocak) 
Kamu banka    35                               Şubat
Dış yatırım      211,5                          (1984-2018)   
Borsa               90                               Ağustos
Belediye-devlet           2,2                              Haziran
Belediye-dış    20?
Devlet             466,7                          Haziran                      
Vatandaş kredi 120                            Mayıs
Türkiye’nin 2018’deki dış borç nakita gereksinimi, 236 milyar dolar.
Sırasıyla ilgili linkler:
Yorumlar:
Artık, sayılarda kasıtlı bir kaydırma var: O onunla toplanıyor, bu şundan çıkarılıyor.
Toplamda 1,2 trilyon dolar gibi bir borç görünüyor. Askeri ve örtülü türden harcamalar bu sayılara dahil değil. Yabancılara satılan evler de dahil değil. Yani, kabaca 1,5 trilyon dolar borcumuz var. GSYİH 2017 ise, son kur düzeyiyle ise, 500 (3 trilyon bölü 6) milyara düşmüş durumda. 2018’de % 7 büyüyoruz, deniyor, 535 milyar dolar olur yalnızca. Olağan oran 1/1 ve biz 3/1 olmuşuz. Doların 7 lira olduğunu da gördük bu arada.
(28 Ağustos 2018)

Pazar, Ağustos 26, 2018

1945-1957 Evet ama 2045-2057 mi?


1945, 2 atom bombası tarihiydi.
1957, uzaycılığın ilk momenti olan, ilk yapay uydu Sputnik tarihiydi.
Peki ama bunların muadili olabilecek şeyler, yeni yüzyılda olacak mı, olabilecek mi?
21. Yüzyıl, duralama yüzyılı olacağını 11 Eylül 2001 ile baştan belli etti. 18 yıldır da öyle gitmekte.
20. Yüzyıl ise, acaip bir yüzyıl olacağını 1. ve 2. Dünya Savaşı ile göstermişti.
21. Yüzyıl’ın salgın, enerji, gıda, su, iklim krizleri başka şey, 20. Yüzyıl’ın bu kıyametimsi olayları başka şey demek oldu şimdiden. (Onların başka başka şeylikleri de yazılası konular ama bizim ilgi alanımızın dışındalar şimdilik.)
Ancak ek: 1929 gibi, 2029 da, ekonomik makro-global kriz olacağa benziyor 2007’den beridir. Salgının savaştan çok insan öldürmesi gibi; ekonomik kriz, birçok krizden daha yıpratıcı olabilir tarih ve kültür için: Öyle olacağa da benziyor.
1945 simgesi, Dünya’nın küçük veya büyük kentlerinde nükleer kirli ama sınırlı etkili bombalar kullanımı demek, tıpkı 3. Dünya Savaşı yerine, 3. Dünya savaşçıkları olduğu gibi.
1957 simgesi ise, Asgardia 2015 ile apaçık biçimde sıçtı sıvadı. Tamam, Homo Posterus kendi özgün yolunda ilerliyor ama tıpkı beceriksiz komünistlerin komünizmin yolunu tıkaması gibi, beceriksiz insan-ötesi’ciler de Homo Posterus’un yolunu tıkıyor.
Dolayısıyla biz, sıfır müdahaleci gelecekbilimimiz ve (öncesirdeki, sırasındaki, sonrasındaki) 3 tür felaket yöneticiliğimiz ile, göreli yakın geleceği çeyrek 2045 ama sıfır 2057 olarak tahmin etmiş oluyoruz: Yaklaşık 5 yıldır öyle düşünerek ama bunu şu an dilegetirmiş olarak.
(25 Ağustos 2018)

Grotesk, Absürd, Meta-Komedi, Feçesini Çıkarmak: Preacher 3. Sezon 8. Bölüm


Abartı var, saçma var, gülünç-öte var. Sonra da, bokunu çıkarmak var.
Preacher bu kezinde bokunu çıkarmış: Herşeyin birden…
Not: Çizgiromanda öyle mi bilmiyorum ama dizideki metni aynen aktarıyorum:
(21:52 – 00:00 / 42:03)
Manyakça abartılı bir Alman-Fransız aksanı karışımı İngilizce ile (bu ‘Pink Panther’deki Clouseau’ya gönderme sanırım, artı Hitler-Hilter’a da):
“Genesis: Melek ve şeytanın yavrusu.
Farklı derecelerde iyi ve kötünün parçalarından oluşmuş bir varlık.
O zaman, Genesis’in başarılı bir evsahibi olması gerekir, senin gibi.
Öyleyse, aynı iyilik ve kötülük boyutlarından oluşmalı. Ama bu oranlar nasıl yeniden oluşur?
Cevap DNA kokteyli.
İki insanın kombinasyonunun genetik temsili, bu durumda Serena Williams ve 16. Louis.”
(Bu ara-ek not: Bir kombinasyon daha var, feci biçimde popüler kültürün en dar zamanlı ve en dar mekanlı göndermesi olarak (ki bu da doğrudan ‘American Tanrıları’na gönderme ama eğer çizgiroman metninde aynısı varsa, zamansal eşlenikli veya öngörü olarak uyuşmazlık çıkar): Thomas Jefferson ve televizyon ikonu Wayne Brady.)
İşte, burada koptum. Oturup bu metni yazdım.
Sıfır: İşte bu nedenle, yeni çapraz medya hiper-tekstleri, yazınsal / sanatsal, bilimsel, düşünsel olarak, en uç düşünceleri ve düşünce-öteleri içeriyor. Hatta, onları har vurup harman savuruyor. (Bunu ‘Sandman’ dizisi ile, en iyi Neil Gaiman yaptı.)
Bir: Yine de, ortalama bir seyircinin, hem Serena Williams’ı, hem de 16. Louis’i aynı anda bilmesi (2018 itibarıyla) epeyi zor.
İki: İyi-kötü konstrastı ve karşılaştır-karşıtlaştır’ı için, bu örnek daha hiç karşılaşmadığım bir örnek. Bunu yazacağım.
Nokta. Es.
(25 Ağustos 2018)

Bir Okurun Soruları ve Yanıtlarım


Bir okurum bana 10 soru birden sordu. Ben de onları listeleyip yanıtlamaya çabaladım.
1-) Neden bazı insanlar sanatı bu kadar yüceltir? Ya da neden sanatı eleştiri konusu yapmak istemezler?
Sanat güzeli, bilim doğruyu, felsefenin bir bölümü iyiyi savunur. Bu 3’ü içinden en çok güzel ve onunla uğraşan sanat, insanları ilgisini çeker.
Artı: Sanat duygulara yöneliktir. İnsanlar, düşünmektense, hissetmeyi yeğlerler.
Yani: Bu 3’ü içinde sanat, en kolay olanıdır, o nedenle de bilimciden ve felsefeciden çok sanatçı vardır ortalıkta.
Not: Bu faşizm ve engizisyon döneminde, benim de tek tesellim sanat: Popüler kültür ürünleri olarak sanat: Çizgiroman, çaprnaz medya, dizi (Hannibal, Dr. House, Preacher, Amerikan Tanrıları, Happy!, Taht Oyunları).
1-1: Türkiye'deki herhangi bir sanat dalının kısmen veya tamamen içinde olan azımsanmayacak bir grubun sanata ilgisini bir delilik ya da saçmalık belirtisi olarak görüyorum.
Hissi topluca yüceltmek, Orta Çağ türü dönemlerin toplumsal histeri davranışlarından birisidir. Türkiye de, Dünya da tarihsel ve kültürel olarak inişte. Sanatın bu denli yüceltilmesi olağandır, diye düşünüyorum. Ben, sanatı çok seviyorum ama onu yüceltmiyorum.
Ayrıca, sanata karşı oransal ilgi sanılanın epeyi altında: Sinemaya, tiyatroya, sergiye giden insan oranları çok çok düşük. İş lafa gelince, atıp tutarlar o kadar.
2-) Doğadaki en sert madde, gibi, bilginin de en sağlamı, en güçlüsü var mıdır?
Bilginin en sağlamını ve en güçlüsünü, tarihsel momentler dahilinde yazarsak, felsefe üretir, daha doğrusu üretmesi gerekir. Bu türden felsefi düşünceler ise, çok çok azdır. Yani, felsefeciler de kendi işlerinde ve kendi sorumluluk alanlarında feci çuvallamışlardır.
Ancak, Aristo’nun mimesis, metafizik ve diyalektik düşünceleri 2 bin 500 yıl dayanabilecek derecede güçlüdür. Lao Tzu’nun sonsuz tao’su da öyle. Bir düşünce, ne kadar uzu süre kullanılabilir kalabiliyorsa, o denli güçlüdür diye düşünüyorum.
Poliyalektikle kendimin de böyle bir novum (artı-değer, yeni, çok küçük, billur) düşünce ürettiği kanısındayım: En az 5 bin yıl daha işe yarayacak.
3-) Özgür irade ileride matematiğin konusu olabilir mi?
Özgür irade, zaten istatistiğin konusudur. Tarihin, kültürün ve toplumun etkileri veya neden-sonuç ilişkileriyle, buna karşı bireyin özgür iradesiyle yapabildiklerinin etkisi ve neden-sonuç ilişkileri, birbirleriyle tümüyle istatiksel veri ağ tabanı etkileşimi içindedir.
Diğer ber deyişle: Kültürün ve tarihin sana / zihnine / biyografine uyguladığı genel etkileri ne kadar bilebilir ve onları ne kadar yönetebilirsen, özgür iradenin davranış hacmi o kadar artar.
Bireyin özgür iradesinin mümkün ve muhtemel etkilerinin, tarihin siklusları içinde belli bir dalgalanma yaşadığını gözledim. Özgür irade yerine, dahinin etki gücü diyorum ben. Bu sıralar, özgür iradenin etkisi giderek sıfıra limitleniyor gibi.
4-) Gösterge bilimi hakkında kısaca ne düşünüyorsunuz?
Bir dönem, yapısalcılık veya varoluşçuluk gibi, Fransız işi, gelip geçen bir moda konuydu. Şu andaki göstergebilim, çok daha başka yerlere kaydırıldı. Gösteren-gösterilen ilişkisi, ileti-ortam-ileten-iletilen gibi bir bütünlük içinde ele alınıyor artık ki bu da, epistemoloji, enformasyon kuramı, kognitif psikoloji bilgi alanları demek. Aynı zamanda, çokdisiplinlilik ve disiplinlerarasılık demek.
5-) Kader, tesadüf, rastgele, şans, talih gibi kavramlara bakışınız nedir?
Özgür iradeye baktığım gibi: İstatistik olarak bakıyorum.
Kendi yaşamımda, negatif şanslar yasası dediğim bir durumlar silsilesi gözledim: Başıma sürekli en olmadık felaketler gelir, tam ip kopma noktasına gelince, (benim deyimimle) Şeytan’ım beni kurtarır ki daha büyük acılar çekebileyim diye. Ama bu bir mecazdır yalnızca.
Yaşamımdaki toplam felaketlerin ve mucizelerin kabaca eşit olduğunu düşünüyordum ama son 8 yıldır felaketler aşırı abarttı. Bunu da sineye çekiyorum, çünkü seçeneğim yok.
Kaderim bu, demiyorum. Benim biyografime düşen istatiksel dağılım bu, diyorum.
Eğer, zar atımında olduğu gibi bir limit sözkonusuysa, o raslantısallık, eğer bir limit yoksa, o rasgelelik olur. Tek tek yaşamlara bakınca, aşırı rasgele öyküler izlersiniz ama 1 milyon öykü, topluca epeyi anlamlıdır, raslantısaldır limitte anlamalar varır: Şu sıralar insanların topluca akıldışılaşması, saçmalaması, aptallaşması, cahilleşmesi gibi ki bu tarihin tüm çöküş dönemlerinde böyleymiş.
6-) Sizce saçma ile akıl arasında bir ilişki var mıdır?
Tam saçma = 0 akıl ve tam akıl = 0 saçma gibi bir ilinti kurulabilir ama bu da koyutsaldır, yalnızca tanımdır yani.
Avrupa uygarlığı, Aydınlanma’dan beri, aslında yetersiz olan akılcılığı ve pozitivizmi fazla abarttı ve varılan yer toplu irrasyonellik histerisi nöbeti oldu. Tüm AB ülkelerinin halkları, bilimi, sanatı, felsefeyi terketti.
7-) Bilincin oluşum sürecinde tarihin önemi ne kadar büyük? Hegel’in bu konudaki söyledikleri önemli mi?
Hegel’i hiç takmam.
Kendi bilincimin oluşmasını kesinkes tarih sağladı, diyebilirim ama. Çünkü, eğer ben doğmadan 1945 atom bombaları ve 1957 Sputnik olmasaydı, ben antihümanist ve Homo Posterus bilinçli olamazdım. Benim gibi insan olammaya yatkın çok deli var ama hiçbiri insan-değil’i istemedi, yaşamadı, o da ayrı konu.
8-) Enerjiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Enerji-madde, bir ikili tanım. Uzay-zaman, diğer bir ikili tanım. Bazı bilimciler gibi ben de, hepsinin tek bir denklemde birleştiğini düşünüyorum ama bunun bilimsel bilgi kılınması 500 yıl falan alır.
E = m x C2, ise beni ikna eden bir denklem değil.
Uzay ve zaman sürekli, heterojen, tek boyutlu, tersinmez yapıda değil. Bunun böyleliliğini açımlayacak matematiksel araçlardan henüz yoksunuz, daha önce cebirin veya kalkulusun olmadığı zamanlardaki gibi.
Burada felsefenin bilime katkı yapıp, varlık +1 ve yokluk 0 üzerine, eksi varlık = -1 tanımını da işin içine sokması gerektiği kanısındayım. Bu da, matematiksel yoldan ancak i2 ve (kompleks sayılar tanımlamasındaki) ‘x = y4’ işin içine sokularak yapılabilir.
9-) Zaman, ölçü ve nicelik gerçeği / hakikati doğru bir şekilde kavramaya engel olmuyorlar mı sizce?
Evrimde insan ne zaman yeni ve zor bir şeyler öğrenmeye kalktıysa, başka bir tür / altür olmuştur / evrilmiştir. Homo Posterus da, Neanderthal gibi, bir alttür / aratür yalnızca.
İnsanlar yaşadıkları ve düşündükleri biçimlerle, bazı şeyleri öğrenemez durumdalar, bu doğru. Öğrenmeye yol aldıkları zaman başkalaşacaklar (metamorfoz), bu da doğru.
Hakikati kavramak, bir dil sorunudur aynı zamanda: Ateş, hava, su, toprak da denebilir; plazma, gaz, sıvı, katı da. Şu andaysa, 66 maddesel faz tanımlı.
10-) Evrenimizdeki sonsuz küçük planck sabiti ise sonsuz büyük nedir? Evrenimizdeki iki cismin çarpımının arasındaki mesafenin karesiyle ters orantısıyla bölümü olan kutlecekimi en büyük olan iki cisim arasındaki kutlecekimi sonsuz büyük olabilir mi?
Sonlu-sonsuz, sınırlı-sınırsız kavramları görelidir, tanımsaldır, dilseldir. 1 / 0 = sonsuz, tanımı gibi. Limit sıfır büyüklüklü ve noktasal süreklilikli tanım sonluluktur, diğeri ise sonsuzluktur. Ancak diziler, sonsuz sayıda öğeli ama sonlu toplamlı olabilirler. 1 / x denkleminin integrali sonsuzdur ama 1 / x2 denkleminin integrali sonludur. x2’den x’e (yani x üzeri 1’e) limitlendikçe, sonludan sonsuza yaklaşırsın.
Sonsuz küçük Planck sabiti, bildiğimiz epsilondur. Planck zaman sabiti ile birlikte ikisi, 10-11 boyutun 4 boyuta bükülmüşü durumuyla Evren’imizin boyutlarının yeniden açılımı belki mümkün olacaktır. Bunun için de, matematiksel araçlar henüz yoktur. İnsan türü, o çözümü ve denklemi bulamadan kendini yok etmiş olabilecek. Bulursa da, başka bir tür olmuş olacak.
(26 Ağustos 2018)

NEK: Kütleçekimle Yolu Bükülen Işık ve Opak Cisimlerin Arkasını Gösteren Donmuş Işık




Çok uzak bir kaynaktan gelen bir ışık, yolunda bir yıldız varsa, o yıldızın kütleçekim gücü o ışığın yolunu büker. Böylelikle, Dünya’dan bakış açısına göre, yıldızın arkasında kalan bir ışık kaynağı bile Dünya’dan görülebilir olur: Hatta bazı bükülmeler, birden çok görüntüyle sonuçlanır.
Donmuş ışık ile yapılan fotoğraf çekimi ise, opak bir ağacın arkasındaki nesneleri de gösterir ama o ağaç yarı-saydam’laşmış gibi, görüntü üstüste binmesi ile.
Bu 2 olgu, birarada ne anlama gelebilir?
Sıçramalı akıl yürütmeyle varılacak olası bir sonuç, donmuş ışığı besleyici ışın olarak kullanan bir lazer ile yapılacak hologram fotoğrafının, ya 0 kez, ya da 2 kez holografik olacağıdır ve bu 2 durumunda anlamını bilmiyoruz, çünkü böyle şeylerin varlığını hiç duymadık.
Donmuş ışık ile ışık hızındaki ışık ışınlarının (ve artı ara hızlardaki ışınlar da dahil olarak) girişimleri, çalışılması ilginç bir konu olur.
Sorular:
Donmuş ışık, uzayzamanı büküyor mu, yoksa kendi mi bükülüyor, yoksa her ikisininin birleşimi bir durum mu var ortada veya bunun istatiksel dağılım saçakları gibi şeyler mi var?
Donmuş ışık ışını, diğer ışınlarla girişim yaparak, değişik açılardan görüntü almış ışınların bilgilerini de mi soğuruyor (çünkü donmuş ışık ışını bir biçimde, aslında kendinde olmayan, ağacın arkasındaki cisimleri gösteren bilgileri taşıyan ışık ışınlarının bilgisine ulaşıyor gibi)?
Ek şerh: Buradaki dolaylı bir epistemik sonuç şudur: Azalan enerjili de olsa, bir bilgi kaynağından çıkan bilgi, 3 boyutlu küresel veya 4 boyutlu küresel biçimde, yayılıyor demektir.
Ek sorucuk: Büyük kütleçekimlerde bükülen ışık ışını yavaşlıyor mu? (Daha uzun yol alıyor, dolayısıyla enerjisi azalıyor, dolayısıyla dalga boyu uzuyor ve enerji genliği de azalıyor, gibi bir durum da olabilir.)
Çıkış:
Bizce bu konu bütünü (olgular derlemesi), enerji birimi olarak ışık ışınının, uzayzamanla karşılıklı etkileşim ve dönüştürüm denklemlerini kurmak için, bize ipucu veriyor ama biz onu hala göremedik. Yani, bildiğim kadarıyla bu konuda internette malzeme yok.
Artı soru:
Sönen / donan / dalga genliği küçülen ışığın enerjisi sıfırlanıyor demektir. Peki, bu enerji nereye gidiyor acaba?
+
Ek bilgi:
Fooğraftaki donmuş ışık ışını, dondurulan ışığın, alt-dalga paketçiklerine ayrıştığını açıkça gösteriyor ama makale buna hiç değinmemiş. Çok tuhaf.
(26 Kasım 2014 momentli bu haber.)
Demek ki yukarıdaki sorunun yanıtı, tek bir ışık dalga paketçiğinin altbirimlerine ayrıması ve nasıl ayrıştığı ile ilintili:
Işığı yavaşlatarak onu birimlerine bölebiliyoruz ya da ışık hızıyla giden ışındaki birimleri girişim saçağından ayrışamıyor.
Soru şu o zaman:
Işığı başka yollardan nasıl bölebiliriz? Fourier frekans ayrımlaştırmasını, tek bir dalga paketçiği içine uygulayabilir miyiz? 1 dalga paketi içindeki 10 alt-dalgacığı tek tek kaydedebiliyir miyiz, yoksa gluon tarzı bir ayrıştırılamazlık mı sözkonusu? (Çünkü dalgacıkları ayrıştırınca, onları söndürdüğümüzü gösteriyor fotoğraf.)
Artı:
Bu durumda, sözünü ettiğim 2 girişim saçağı, 1 sürekli-parçasız ana dalga birimiyle, 1 süreksiz-parçalı yan dalga biriminin girişim saçağı ama aslında bu 2 dalga birimi birbirine özdeş: Diyelim ki onu bir mercekle ikiye böldük, lazer düzeneklerinde olduğu gibi.
+
Dipnot:
Bu konuyu da belki 20 yıl önce öğrenmiş olabilirdim. Sanırım uzman olmama durumum (disiplinlerarasılığım ve çok disiplinliliğim) bunu yaratıyor ama buna razıyım, çünkü uzmanlar, şu yazdığımı görmek bir yana, şu yazdığıma bakmazlar bile, ciddiye almazlar yani.
+
Bir ek:
Hızı ve enerjisi azalan ışığın kütlesi de azalıyor mu?
Işkı Evren’in içinde yol alırken aynı durumlara maruz kalıyor mu?
Bilgi: Bir ışık dalga paketi, Evren’in göreli merkezinde iken, her yandan eşit kütleçekim sürtünmesine maruz kalır ama, Evren’in kenarında Tüm Evren’in kütleçekim gücüne maruz kalır.
Evren’in toplam kütleçekimi tek bir ışık dalga paketini durdurabilecek kütleçekimi yaratibilir teorik olarak. B durmad, kayıp kütle ve enerji sorunsalına / problemine, küçük bir yüzdeyle bile olsa, ek bir çözüm gelmiş olar.
(25 Ağustos 2018)

Dünya Sistemi, ÇÜŞ’ler, Devletler, Determinizm, İndeterminizm, Başarısızlık


Dünya Sistemi tasarlayıcısı Wallerstein, 1980-1983 momentli olarak, tam da kapitalizmin kendisini bir kez daha küllerinden yeniden başlattığı bir dönemde, birçok örtük varsayım kullanarak, global sistemin krizde olduğunu söylemiş.
Şerh:
Kaos-kozmos veya tarihsel düzenlilik-düzenlilik geçişlerinde, determinist yaklaşımlar ve modeller geçersizdir. Tarihin verileri, istatiksel dağılım tabloları oluşturur. Onlara bakarak, entrapolasyon veya ekstrapolasyon yaparız.
Asıl önemlisi determinist yaklaşımın temel 2 parametresi olan devletler ve özel şirketler, Dünya Sistemi içinde yüksek başarısızlık oranları yaratmışlardır.
Tarihteki 5 bin devletin tamamına yakını batmış, 1945 gibi 100 devlet varken, eski sömürelerden kırpıp kırpıp 200 kadar toplama varan devlete çıkılmıştır.
500 süren devletlerin, bunu yapmakla ne kadar başarılı oludkları bir yana bırakılırsa, tıpkı evrim tarihindeki, tarihte de devletlerin batarak, yeni devlet türlerinin evrimine yol ve hacim açtığını belirtebiliriz.
Bugünkü 200 kadar devletin üçte ikisi yanılmış devlet statüsündedir. Artı, yanılmamış devletler de nüfuslarının belki yarısı için yanılmış devlet durumundadır. Mülkiyetin ve devletin zaten bunun için var edildiği gibi, totolojik yaklaşımı bir yana bırakırsak, hegemon devletlerin kendi varlıklarını sürdürme ve tebasını memnun etme konusunda bırakın 0’ı, eksi puanlar aldıkları da kesindir. % 1 x 100 puan, artı % 99 x eksi 2 puan, toplamda eksi puan eder, metafor olarak söylersek.
Şirketler ise, daha kötü durumda. Her yıl var olan yirketlerin % 1-5’i batıyor ve var olan devletlerin % 1-5’i her yıl batmıyor. 200 devlette tam batmış tek 1 ülke var örneğin: Somali ki onu da başkaları batırdı, kendi yöneticileri değil (Irak ve Suriye direkten döndü, Libya’nın durumu veri eksikliği nedeniyle hala belirsiz ama hepsi de 5-30 yıllık bir sürede böyle kılındı).
Dolayısıyla, sömürülenin ölmediği makul sömürü için de, hem özel şirketler, hem de devletler yetersiz kalmış diyebiliriz.
Bu durum panoramasında, ancak ve ancak indeterminist modeller uygulanabilir kalacaktır.
O nedenle, bu hatayı Wallerstein’a hiç yakıştıramadık.
(24 Ağustos 2018)

Sorgulama: Korkut Boratav: Sol çevreler kriz ortamında politika alternatifleri önermekten dahi uzak durmalı


İnsanlar nedense ‘felaket’ yerine, ‘kriz’ demekte ısrarcı. İngilice’de bile böyle. Oysa makro ekonomik bir kriz bir felaket demektir. ‘Felaket’ sözcüğü, hızlı ve büyük kayıp yaratan her olay için kullanılabilir. Bu durumda kriz, felaketten daha küçük bir şey olmakta.
Türkiye’nin şu anda bir krizde veya bir felakette olduğu kesin.
Ancak, bu duruma karşıki insan tepkileri farklı arklı. Boratav’ınki şu:
“Bence, sol çevreler kriz ortamında politika alternatifleri önermekten dahi uzak durmalı; sadece ve sadece AKP’nin ağır sorumluluğunu teşhir etmekle yetinmelidir.”
Bizce, başkasının teşhirenie gerek yok, AKP kendi kendini yeterinci teşhir ediyor zaten.
Boratav’ın tezi, tarihsel perspektifle bakışla 2 anlama gelebilir:
Bir: Düşmanınızı kurtarmayın veya ona kurtulması için çözüm önermeyin.
İki: Lümpen proleteryanın kaybedecek zincirleri bile kalmamalı.
Bakalım öyle miymiş ve nelermiş?
“AKP’nin sorumluluk sicili açıktır: Kemal Derviş’in 2001 programına, serbest sermaye hareketlerine, merkez bankası bağımsızlığına, sıcak para girişine, IMF patentli neoliberal reçeteye teslimiyetten oluşur. 13 yıl boyunca istisnasız bir teslimiyetten söz ediyorum.”
Dakka bir, gol bir: Boratav kendi kalesine gol atmış:
2001 Krizi ertesindeki sıkı para politikası ile 2007 Krizi ertesindeki global parasal kolaylaştırma (monetary easying), birbirine tam tkarşıt şeyler.
2002-2015 arasında, 1. Dünyü (hem ABD, hem AB), ellerindeki fazla ve kendi ekonomilerine kullanamadıkları paraları 3. ve 4. Dünya ülkelerine pompaladılar, yani 1’er trilyon doları piyasalara verdiler. Şimdi o paraları geri alıyorlar. Sıkışan yalnızca Türkiye değil, tüm G-20 ülkeleri. Geri kalan için ise, durum hep aynıydı ve aynı kalacak.
Yani, AB ve ABD merkez bankaları parasal iyi polisler oldu, IMF ve Dünya Bankası da daima kötü polisi oynadı, yani parasal sıkı denetimi savundu.
Para geri dönüşü 2015’te başlatıldı, 2018’de havuzun suyu bitti. 3. ve 4. Dünya ülkeleri hala tasarrua geçemedikleri için, harcayacak para bulamıyorlad, krizin nedeni bu: Havuzdan çıkan şu, havuza giren sudan çok.
Devam:
“Değerli arkadaşlarımız dahi bu gündeme mahkûm oluyorlar; örneğin “AKP’nin anti-emperyalist olmadığını” açıklama çabalarına savruluyorlar.2
Aç-parantez Özal-1983, kapa-parantez Erdoğan-2013, son 35 yıl için zaten emperyalist birer proje idi. Bunu kapitalistler tartışmıyorlar ki solcular tartışsınlar.
“Bu tür tartışmalar, iktidarın değişmesini fiilen imkânsız kılmış olan faşizmin lütuf düzeni içinde abestir.”
Tarihi de mi unuttun Boratav?
Hitler de, Mussolini de, fiilen gittiler, fikren değil.
Özetlersek:
Boratav, atmadığı taşla kuş vurmuşa benziyor.
O zaman biz soralım:
Düşmanımızı kurtarmayalım mı ve lümpen proleterya zincirlerini kemirsin mi?
(24 Ağustos 2018)

Cumartesi, Ağustos 25, 2018

Preacher: 3. Sezon 4. Bölüm: Kötü Oyunu Bozar




Kötülerin sevdiğim yanı; kazanmayı sevdikleri için, oyunun kurallarını bozabilmeleridir. Yanısıra hile, savaşın resmi kitabında (Savaş Sanatı’nda) yer alsa bile, nedense kötüler, bu şıkkı iyilerden daha çok, daha kolayca ve daha iyi kullanabiliyor. Ve dolayısıyla da, hep kötüler kazanıyor.
İnsan oyunlarından futbolda da, kötülük için oyunun kurallarını bozmak babında, bir ara saha boyutlarıyla oynanırdı, çünkü o zamanlar saha boyutları biraz esnekti. Geniş sahada oynamaya alışkın olan deplasman takımlarına daha dar saha, dar sahada oynamaya alışkın olan deplasman takımlarına daha geniş saha verilirdi evsahibi olarak.
+
İşte bu minval üzere, oyunun kuralları epeyi zorlanıyor bu bölümde:
Dizinin bu bölümünde Şeytan, şeytansı tetikçi ile anlaşıyor.
Başroldeki hanım, düşmanı kadının düşmanı olan aslen kendi düşmanı olan kadınla anlaşıyor. Bu hanım, ailesinden gelen, iyi-kötü arasında hep kötüyü seçen bir lanet taşıdığını düşünüyor. Karışlaştığı ve cennetten kaçmış Tanrı ise, özgür iradeden dem vuruyor. Oysa biz buna kısaca, ‘aynı hatayı kezlerce salakça yinelemek’ diyoruz.
İyi-kötü arasında bolca salınan Vaiz, vampir arkadaşının yaşamını kurtarmak için, onu doğrayıp, parçalara bölüp, uzak bir yerlere postalıyor. O da koliden kaçıp geri dönüyor.
En önemlisi ise:
En-en-iyi Tanrı, insan türünü sınava tabi tutuyor, sanki daha önce de yine sınava tabi tutup, Sodom-Gomor’da olduğu üzere, yanılmamış gibi.
+
Çıkarsamalar ve yorumlamalar:
Zor oyunu bozar, gibi.
Kötü, oyunu bozar.
Bu bölümün anafikri buydu.
Ancak tüm kötüler oyunun kurallarını bozunca, oyun da uçup giediyor tabii.
Yine ancak:
Ender bazı bunun benzeri durumlarda, tek tahtalı satrançtan 2 tahtalı satranca oyun geçişi gibi, oyuniçi kural kaymaları ve değişiklikleri olabiliyor. Tarihin bükülme dönemlerinde bu oluyor.
O nedenle, tarihin bu bükülme (çıkıştan ineşe geçiş) döneminde, politiko-estetik ve estetiko-politik olarak, popüler kültür ürünlerindeki öykülerde de bunun yaşanması ve özellikle de ‘iyi-kötü’, ‘Tanrı-Şeytan’, ‘kötü süper kahraman - iyi süper kahraman – Tanrılar’  üzerinden olması.
+
Çıkış:
Dizi, çizgiromandan yapıldığı için, öykünün sonu baştan belli: En-en-iyi ölüyor.
Buradaki anlatı becerisi, ‘Taht Oyunları’ denli kalabalık bir kahraman ve karşı-kahraman listesiyle, öyküyü dağıtmadan sonuna kadar taşımak. Üstüne bir de sonrasında, ek ve spin-off ürünler yaratmak.
Bir de, kazanmayı hak eden kötünün kazanması yönünde, öyküsel dürüstlük.
Bu; Hollywood’sal çizgideki dizi, çizgifilm dizi, film, çizgifilm, çizgiroman olarakki, çapraz medyasal ürünler toplamında ilk kez olmuş bildiğim kadarıyla.
(23 Ağustos 2018)

İnsan Evriminde Yeni Bilgi




Daha önce bir tezimiz vardı:
Çekik gözlülük ya da en azından bir türü, bize Neanderthaller’den geçmedir.
Link şu:
Resim açıkça şunu gösteriyor:
İnsan koşutu ve öncülü türlerle insan türleri arasında birden çok melezlenme var ve bireysel değil, grupsal, yani kaydı kalıcı olarak.
Bu durumda, kesinliğini öensürdene bir tez daha öneriyoruz:
Kılsızlık da öyle olabilir. Neden ise, Neanderthaller’in kürk giyiyor olmaları.
Artı, daha da belirsiz olarak:
Sarı saçlı ve renkli gözlü olma geni ve mutasyonu, 11 yıl önce ama o zamanlar buzullarla kaplı bir bölgede olmuş görünüyor. Her neresi ise, orası Eski ve o zamanki halihazırdaki Neanderthal coğrafyası.
Yani:
Sarı saçlı ve renkli gözlü olmayı sağlayan mutasyonu sağlayan gen potansiyelleri de Neanderthal’lerden gelmiş olabilir.
Bir tezimimizi de yineliyoruz:
Neanderthaller’in de alttürleri vardı.
Ancak, böylesi bir mozaikleme ile  evrim tarihinin taşları yerine oturabiliyor.
Artı:
Mağarada yaşama kültürü de, Neanderthaller’in işi ki bu sanatı da onlar başlattı, demek olabilir, çünkü zamanlar ve mekanlar tutuyor.
Açıklama:
İnsanı kökeninde sıcak iklimli yerler var, mağaraya gereksinim yok. Mağara kültürü, soğuk iklimde yaşama kültürü demek.
(23 Ağustos 2018)