Salı, Mayıs 29, 2012

Enki Bilal: Biseksüel Seyreltik Faşizm


Patriyarkal faşizm var.

Matriyarkal faşizm var.

Bu terim kafamda canlanana kadar, Enki Bilal’de tezahür eden ‘biseksüel seyreltik faşizm’ yoktu.

Kendisiyle YKY sergisi için geldiği İstanbul’da ve kitap imzalatmak için tanıştım. O birkaç dakikada onun biseksüel olduğunu hissettim ve bundan hep emin oldum (belki kendi bunu hiç bilmedi). Zaten çevresindeki tiplerden bazıları onun buruş veya gıcır laçolarından biriydi ve bir de (olasılıkla eski / yaşlanmış) bir lezbiyen de vardı.

Enki Bilal’i faşist bulurum.

Emir Kusturica’yı da öyle bulurdum ve bunu belirttiğimde infialle karşılandım ama kendisi sonradan beni de infiale düşürecek bir faşizm dozuna çıktı.

Her ikisininki de eski komünist faşizmi, Merkel’inki gibi.

Her ikisininki de eski sanatçı / yaratıcı faşizmi, Heinlein’ınki gibi.

Bilal’in yaratıcılığında bir kabızlık da bulurum. Bunun eğlenceli yanı, onu Türkiye’de taklit edenlerin de öyle olması nedeniyle, 2 x 3. Dünyalı kabızlığının faz konjuge üstüste binmesi eğlenceli bir sonuç olmasında.

Bilal’in poliseksüalitesi, daha önce bilimkurgu romanı ‘Triton’da oldukça geniş açılı bir panoramada sergilenmişti ve izlediğim kadarıyla onun bir daha yakınına yaklaşılamadı. Bilal onun uzaklarında seyrediyor.

Buna, yine bilimkurgu romancısı Clarke’ın yaşamının sonlarındaki, iktidarsız gerontokrat röntgenciliğini / partnerinin sevişmesinin teşhirciliğini ekleyince (‘’Rama’ dizisinde ortaya çıktığı ve aynı şeyi toplama kampı gazisi eski komünist Semprun’un da son romanında sergilemesi gibi) tuhaf duygusal retrospektifler sergileniyor.

Dolayısıyla Bilal’in tuhaf duygularda seyretmesi olağan: Kundera’nın Çekoslovakya’da siyasal polisçe aranırken, tecavüz duygusunun gerçekten uyanması ve fiilen uygulamışlığı gibi.

Ara veri / şerh: Tüm bunları sağlayan veri tabanı, Fassbinder’in sentimental faşizm dolu filmlerinde bulunabilir.

Bilal çürük bir sanatçı: Fassbinder gibi ölüme doğru, gaz pedalına tuğla koymuş gibi yaşamıyor, korkak davranıyor. Kabız bokunu kıymetleyip, ne ederse paraya çeviriyor.

Tüm bunlar, 1990-2010 dünyasında komünizm-kapitalizm ayırtsızlığını ve küçük burjuvaların her durumdaki hacıyatmaz  ayırtsızlıklarını sürdürdüğünü açımlıyor.

Sanatçıları eserleriyle olduğu denli, yaşamlarıyla da tartarım.

Nokta.

Dipnot: Bu metni, ‘Cizgidiyari’nda ‘administrator’ olan Bakunin’in Bilal üzerine yazdığı metni okuduktan sonra yazdım. Kendisine teşekkürü borç bilirim.

(29 Mayıs 2012)

Pazartesi, Mayıs 28, 2012

Çizgiromanda Şirketlerarası Kahramansal Çaprazlama / Melezleme


Çizgiromanda Batman-Superman gibi, aynı şirketin kahramanlarının birlikte yer aldığı maceralar varken, aynı zamanda Batman-Spawn gibi farklı şirketlerin karakterlerinin birlikte yer aldığı maceralar da var.


Buna neden gerek duyuluyor?:

Çok basit 2 nedenle böyle:

Bir: Okurlar böylesini istiyor.

Okurlar bunu istiyor, çünkü, 1990’larda Dünya’da tuhaf global toplu bilisiz bir çokkültürlülük başladı. Okurlar bundan etkilendi. (Bunun için başka bir metin yazmak gerekli.)

Tarih bunu gereksinilir kıldı:

Bunun basit bir açıklaması: 2. Sanayileşme’nin ve bilgi toplumunun toplu bilisizliğe birkaç epistemolojik / paradigmatik eşik birden atlatması. Yoksa bu tür avangard çabalar, hemen tüm sanat dallarında ve altdallarında, taa 1968’de başlamıştı.

İki: Kahramanlar ve öyküleri tükeniyor ya da pazar ömürleri bitiyor.

Burada ironik olan, bu çaprazlamanın / melezlemenin başta akıl edilememesi veya gerçekleşmemesi. Öyle olsaydı, daha başarılı sonuçlar ortaya çıkarılırdı.

Bunun temen nedeni de, farklı kahramanları bile, hepi topu 10 kişilik çekirdek bir kadronun yazıp çizmesi.

Ne zamanki çizgiromana, reklam, bilimkurgu roman, klip, senaryo, vd gibi alanlardan yazar transfer edildi, o zaman çokçeşitlilik mümkün oldu.

Bununla kastedilen farklılığın illa ki çoğullukla gerçekleşeceği değil. Tek bir kişi bunu kendi zihninde de yapabilir. Okurlar sonul ürünü anladığına göre, bu zaten mümkün demektir, çünkü okur yaratıcıdan daha geride bir algılama düzeyine sahiptir ama artık son model okurlar yaratıcıları geçti, çünkü pazarda herşeye çok hızlı ve çok kolay ulaşılıyor. Yaratıcının 6 ayda yarattığı yeniliği, okur 6 dakikada öğreniyor.

Konunun asıl yönleri şu:

Bir: Çokkahramanlılığın getirdiği anlatı zenginliği.

İki: Çizgiroman kahramanlarının ‘1602’ dizisinde olduğu gibi, farklı yerzamanlarda yeniden ve aşırı yorumlamanmasın yaratıcılığı ki bunun olanaklarını ne şirketler, ne de okurlar kavramış değil henüz.

Üç. Bu açıkçası, kültürel bir rönesans. Ancak acıklı bir biçimde bu oluşum-süreç, ‘ölecek prematüre bir alt-kültür’ ve ‘uygarlığın günbatımında son bakışta aşk’ biçiminde tezahür ediyor.

İşte bu konu, tümüyle başka bir metnin konusu ama bu metnin anafikri de bu.

(21 Mayıs 2012)

Cuma, Mayıs 25, 2012

Anarşist Fütüroloji


Bu nasıl bir şey olabilir?

Öncelikle anarşist fütürolojinin soyutlama ve karmaşıklık dereceleri vardır. Bu, belirtilmiş olsun.

Birinci derecede, devletsizlik ilkesi vardır ve bu liberalizmin devletsizliğinden farklıdır. Fark şudur: Liberalizm, zengin azınlıksal (% 1’sel) cemaatler yaratır ve onlar devlet üzerinde hegemonya kurar; anarşist fütüroloji ise, bugünün en ez lisansüstü mezunu düzeyinde informatik-kognitif bireyler yaratır ve bunlar cemaatleşmezler: Bu bir araçtır, amaç değil.

İkinci derecede, en azından tarihin bu evresinde ciddi bir devletsizlik momentinde olduğumuz için, kaosu kozmosla birlikte ele alma ilkesi vardır. Bunlar birbirine adaletsel anlamda eşit değildir (sözkonusu bir nicelik değildir), çünkü nitelikleri farklıdır; hem birbirlerinden, hem de kendi altkümelerinden. Dolayısıyla, kaos-kozmos denklemleri (genellikle yinelemen biçimde) yeniden ve yeniden kurulmalıdır (bazı dene-yanıl ipucu örnekleri elimizde vardır).

Üçüncü derecede, tarih sonrası, evrim sonrası, insan sonrası momentleri vardır. 1945-1957 bifürkasyonuyla evrim-tarihte ilk kez, tarihin hem gerçekten bitebileceği, hem de gerçekten başlayabileceği ortaya çıktı (çünkü asıl tarih henüz başlamadı). Buna bir de ölümsüzlük türünden 2. Sanayileşme’nin öncü altkültürleri eklenince, 2010 momentinde bunların ipuçlarının somutlaştığını görmüş durumdayız.

Bunlar tümevarımsal (olaylardan ve olgulardan yola çıkarak genellenen) durumlar ve derecelendirmeler.

Bir de tümdengelimsel / ilkesel derecelendirmeler var.

Birinci derecedeki ilke, ‘gelecekbilimsel limit sıfır müdahale’ ilkesi durumu: Şimdiye dek tarihe o denli yoğun müdahaleler yapıldı ki bunlar kültürde deprem yaratabilecek toplumsal gerilim ve kırılma hatları oluşturdu ve neredeyse kalıcı yapılar gibi oldular. Çevre kirliliği gibi, şu anda sıfır etki-katkı ile başlasa bile, bunların sıfırlanması yüzyılı bulabilir de, geçebilir de. (Bu gerilimler sıfır olursa da, ‘evrimsel / tarihsel sıfır değişim momenti’nin oluşması da büyük olasılık taşıyor, çünkü bugüne dek insan türü hep olumsuzlukklarla evrimleşti ve tarihleşti.)

İkincisi, insanın hem tarihsel, hem de evrimsel olarak onlarca ‘gelecekbilimsel potansiyel barındırma’ durumu mevcut. Bunların hepsinin kendini aktuelleştirme hakkı var. Örneğin yazılım ölümsüzler, büyük olasılıkla sıfır evrime yönelecek bile olsalar, yine de kendilerini evrimsel açıdan sıfırlama hakları var ama tüm insansal evrimi durdurma ve ona bu yönde bir müdahale hakları yok.

Üçüncüsü, insanın insansallığının uzaya taşınmaması gerek ama ne yazık ki taşınacak. Aslına bakılırsa, taşındı bile, bunu astronotlardan, kozmonotlardan, taykonotlardan ve deneyimlerinden biliyoruz (50 yıl buna ikna olmak için yeterince uzun bir zaman aralığı).

Elimizdeki bu çift taraflı panoramayla, geleceği olabildiğince özgür ve boş bırakmayı yeğliyor durumdayız. Bunun pek mümkün bırakılmayacağının / kılınmayacağının da bilincindeyiz. Savaşların bitmesine belki daha 5.000 yıl var. Demokrasi ise, 5.000 yılda başarılamadığı için, yitirilmiş bir şans ve hak durumuna geldi (bunun alternatifi de sürekli faşizm ve yıkım-kıyım değil elbette).

İşte o nedenle anarşist gelecekbilim, şimdilik savaşçı bir moment-yön-eğilim seçmek zorunda. Tarihteki 3 (Ukrayna, Mançurya, Katalonya) anarşist momentten aldığımız derslerle, anarşistlerin günah / zekat keçisi yapılmada birinci sırayı aldırıldığını ve tüm karşıtlarının ona karşı çabucak birleştiğini görüyoruz.

Çok şükür ki 10-100 milyon kişilik büyükkentler, tek tek bireylere tüm sistem tarafından avlanmama hakkı ve yeterince saklanma hacmi sağlıyor. Bu mekanlar ve zamanlar, epeyi ileri marjinal statülerde ama olsun. Zaten anarşistler, her zaman (hem mezar, hem bok çukuru anlamıyla) kubura layık görülegeldi.

Dolayısıyla Dünya’nın tüm anarşistleri, büyük olasılık zaten mülksüzsünüz, büyük olasılık zaten çoktan toplumdan kopmuş / ayrılmış durumdasınız, ‘Fahrenheit 451’deki gibi, her biriniz tek tek anarşizmin düşünce silahları olmada uzmanlaşın (artı silahsız savaşı öğrenin) ve birbirinizle iletişim kurabilecek disiplinlerarasılıkta da kalın, internet gibi ortamları da kullanın.

Gelecek bize verilmiyor. Tek yolumuz insansal duvarda bir delik açıp, eksodumuzu kendi tao’muzla eylemek. Tüm tao’lar şu yeranda işlevsiz ama zaten sonsuz olmayan tao, tao değildir zaten.

Gelecek veya ölüm bizleri bekliyor.

Salı, Mayıs 22, 2012

Çinliler Euro 2012’yi Yorumluyor


Gerçekten aşmışlar olayı:


Anime tadı var.

‘Animatrix’ tadı var.

Faşizmin 3. F’si tadı var.

Anti-faşizmin tadı var. (Ve belki de bu ikisi ilk kez biraraya geliyor, Fassbinder’dekiçikler hariç.)

Bilgisayar oyunu demosu var.

Oyun-film var.

Çin emperyalizmi var.

En önemlisi öte-sinema ve 2. Sinema var.

Örtük anafikir şu:

Futboldaki ve savaştaki şiddet bir ve daha büyük bütünsel bir şeydir. O denli de iyileştirilmesi gereken bir şey olmayabilir.

Ya da kaybedenler de, er geç kazanmaya oynar ve tarihi sonlandırabilir, Çin belki öyle yapacak.

3 dakikaya tüm bunları anlatabilmeyi sığdırabilmek, beceriyi aşar. Başarıyı da aşar.

Dipnot: Bu arada,sanırım kısa film aslında bir reklam, şampiyonayı yayınlayacak kurumun reklamı. Ayrıca, belirtildiği kadarıyla, fon müziği Çince Enternasyonal Marşı.

(21 Mayıs 2012)

Rusya’nın Sesi


Eskiden ‘Moskova’nın Sesi’ vardı. Dinleyeni oyarlardı.

Babam deniz astsubayı olmasına karşın, bir kere bize dinletmişti ve kimseye söylememizi tenbih etmişti. Biz de uymuştuk.

Ağustos 2011’den beridir de, ‘Rusya’nın Sesi’ varmış. ‘St. Petersburg’un Sesi’ veya ‘Çar’ın Sesi’ radyosu  da sayılabilir.

Şimdi bu radyonun kuruluşundaki Türkçe adlar:

“... Lube Ayar, Aydın Engin ve Doğan Akın...”


Radyonun müzik anlayışı, bir zamanlar bizi mest eden TRT FM doğrultusunda. Adlar da hala aynı.

Radyo, açıkça ifade ettikleri gibi, Rusya’nın resmi sesi. Ancak bunu yapmayı acaip dengine getirmişler.

‘Amerika’nın Sesi’ ve ‘Çin’in Sesi’ konuyu abartıyor ve inandırıcılığını yitiriyor. ‘Rusya’nın Sesi’ dinleyiciye öyle usturuplu yanaşıyor ki oldukça negatif ve müşkülpesent olan ben bile beğendim.

Korsan Parti’lilerle röportaj orada, işçi hakları danışmanlığı programı orada...

(20 Mayıs 2012)

Sinir Nakli


Dünya’nın ilk sinir nakli yapılarak, felçli bir hastanın ellerini kullanabilmesi sağlanmış.

“ABD'de felçli bir hasta, geçirdiği ameliyat sonrasında sınırlı da olsa elini kullanmaya başladı. Böyle bir operasyon ilk kez yapılıyor.”


Sinir hastanın bedeninin başka bir yerinden alınmış.

Öncelikle, bunun yapılmasının bu kadar gecikmiş olması üzücü.

Daha önceleri kopmuş el sinirleri dikilebiliyordu ki bu gövde içi sinir haklindan çok daha zor bir operasyon, çünkü kopmuş organdaki sinirler ölmeye başlıyor.

Bundan sonra mümkün olanlara bakalım:

Nörolojik açıdan, organik siborg olmak mümkünleşmiş oluyor. Çünkü kendi sinirlerin sana uyuyorsa, elbette birilerinin sinirleri de sana uyacaktır. Yeni ölmüş birinde de metrelerce sinir vardır.

Bir insanı daha bu tür kazaları veya benzeri felaketleri geçirmeden de gelecekteki bur tür sorunlara karşı hazırlamak mümkün:

Gençken tüm bedenini potansiyel sinir taşıyabilir ağlı nano-teknolojik yollarla donatabilirsiniz.

Tabii, konunun daha ötesi de var:

İnsanlara fazladan sinirler eklemek. Bu daha baştan bazı felçler engellemiş olur. Refleks hızını arttırabilir.

Konunun daha da fazlası var:

Sinir ağlarını beyne eklemek ki bunun yapılması deontolojik olarak engellerle karşılabilir.

Eh, sonuçta eğer yaşlılıkta param olacaksa, bu bilgilerle kötürüm ve/ya felçli kalmaktan epeyi kurtuldum sayılır.

(18 Mayıs 2012)

Rue D'Orient


Rue D’Orient: Moğollar

Rue D’Orient = Rude D’Orient

Doğu Yolu = Doğu Kabalığı

= Doğu ‘Epiği + Absürd-melokomiği’

= 1968-2012 kültürel rönesansı ve ‘ölecek prematüre bir alt-kültür’ü ve ‘uygarlığın günbatımında son bakışta aşk’ı oluşu.


Ünik bir parça.

Moğollar ‘2 gavur + 2 Türk’ iken bestelenmiş.

Caz desen, caz.

Etno-caz desen, etno-caz.

Fatal desen fatal (tango gibi = Pulsacion, Piazzolla), vital desen vital (tango) gibi. Belki seksi değil ama o da tartışılır.

‘New Age’ desen, tam da o.

Biricik, çünkü ikincisini veya benzerini aynı grup bile bir daha yineleyemedi / yenileyemedi.

İddialı olmayayım ama dünyada bile benzerine ve yaklaşanına raslamadım, 1977 yapımı ‘Grup Arkadaş’ın türkü-caz (jam session) albümü, o da birazcık hariç.

Saygı ile anıyorum.

(21 Mayıs 2012)

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

21. Yüzyıl’da Utanç Tablosu: Krallar






21. Yüzyıl’da Utanç Tablosu: Krallar

İngiltere kraliçesi Elizabeth 2’nin 60. kraliçelik yıldönümünde dünyanın 27 kralı biraraya gelmiş ve fotoğraflanmış.

Kaynak: 20 Mayıs 2012 tarihli matbu Posta gazetesi. (İnternet nüshasında o gün fotoğraf yoktu.)

Yahu, insan biraz utanır. Biraz ar haya taşır.

Bu 21. Yüzyıl için, 1789 Fransa Devrimi’nden 200 küsur yıl sonra, bir utanç tablosudur.

Krallar epeyi de zenginmiş. En zengin 10 kral ve servetleri şöyle imiş:

“1. Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej: 35 milyar dolar

2. BAE'den Şeyh Halifa bin Zayed el Nahyan: 23 milyar dolar

3. Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz: 21 milyar dolar

4. Brunei Sultanı Hacı Hassanal Bolkiah: 20.5 milyar dolar

5. Dubai Şeyhi Muhammed bin Raşid el Maktum: 18.3 milyar dolar

6. Liechtenstein Prensi Hans-Adam II: 5 milyar dolar

7. Katar Şeyhi Hamad bin Halife el Tani: 2 milyar dolar

8. Fas Kralı 5. Muhammed: 1.5 milyar dolar

9. Monako Prensi Albert II: 1.4 milyar dolar

10. Umman Sultanı Kabus bin Said el Said: 1.1 milyar dolar”



Bu mafyadan öte bir şey.

Oligarklıktan da öte bir şey.

Kenelikten de öte bir şey.

Bir zamanların topraklarında güneş batmayan imparatorluğu, şimdilerde eski kolonisinin yeni kolonisi İngiltere’de krallığın kaldırılması teklif dahi edilemez durumda. Yani anayasayı tangır tungur ediyorsun, böyle bir şey yapınca.

E sonra, ‘gelsin giyotin, silvuple’ olunca, insan hakkı filan oluyor, nasıl oluyorsa...

Adını kanla yazdım kraliçenin alnına ey özgürlük...

(20 Mayıs 2012)

Yamyamlık Geri Döndü


Yamyamlık Geri Döndü

“Kuzey Kore’de 1990’lı yıllarda yaşanan büyük kıtlık sırasında yamyamlık yaparak insan eti yiyen en az üç kişinin idam edildiği bildirildi.”


Bu konuyu daha önce yazmıştım.

Yazmadığım şuydu:

Arada bir fark var:

En son resmi olarak yamyamlığın görüldüğü 2. Dünya Savaşı ile 1990’lar arasında açlıktan epeyi insan öldü ama yamyamlık yapmadı.

Tabii bunun bir soru kipi var:

Kim yamyamlık yapar veya yapmadan açlıktan ölür?

Bunun yanıtının belli ipuçları var:

Stalingrad gibi, kitlesel ölümlerin yaşandığı yerde, resmi otoriteler bile, yamyamlığı engellemedi, çünkü zaten eti yenilenler ölüydü ve hava eksi 40 derece filan idi. Yani, insan eti yiyenlerin bir bölümü bile, o soğukta sağ kalamadı.

Yamyamlığı genelde kıtlık başlatıyor ve içinde bulunduğumuz yüzyıl bitmeden en az 2 makro yerel / global kıtlık yaşanacak.

Yine bir olgusal / vakasal soru kipi:

Kişi başına günde 3 ekmek yiyen yurdumun insanları, 5-7 yıl peşpeşe gelen bir kıtlıkta, bunun ne kadarıyla yamyamlık yapmadan dayanabilirler sizce?

% 90’ıyla mı, % 75’iyle mi, % 50’siyle mi?

Okuduğum ve izlediğim vahşet kayıtları, beni % 50’ye bahis oynamaya götürüyor.

2. Dünya Savaşı’nda Türkiye’de de kıtlık vardı ama insanlar çayı kuru üzümle içtikleri için şikayet ederdi (dedelerimin kuşağı), Kuru üzüm bulunan yerde yamyamlık olmaz, olsa olsa zorunlu vejeteryanlık olur.

Asıl sorun, Türkiye’de şiddetin sivilleşmesinde. Kıtlık geldiğinde, 25-30 yıllık bir toplu bilisiz kan davası potansiyeli birikmiş olacak. İnsanların 1999 Depremi’nde yediği herzeleri biliyoruz: Kurşuna dizilme bile, yağmayı durduramamıştı.

Yamyamlık geri geldi: Elle gelen, düğün bayram.

(20 Mayıs 2012)

Red Army – Pink Army


Red Army – Pink Army

 ‘Kızıl Ordu’ korosu, Tarkan’ın ‘Oynama Şıkıdım Şıkıdım’ını okuduğunda, bir anti-marksist olmama karşın, gazaptan suratım kızarmıştı.

Bu onu da aşmış:

Mehteran Takımı ile Kızıl Ordu Korosu birlikte, ‘Ceddin Deden Neslin Baban’ı okumuş.


Oha oldum valla. Çüş oldum valla.

Bu herze vuku bulduğunda yıl 2008 imiş.

Şimdi yıl 2012, yeni Çar Putin geldi başa. Der ki: İstanbul Rus Ortodoks Kilisesi’nindir.

Hadi bakalım, ayıklayın pirincin taşını, atom bombasını.

Hayır bir şey değil, seri üretim gitmişler. Ardından ‘Ünye Fatsa’ türküsü geldi. Hani, 1980’den önce faşizm-komünist iç savaşının en yoğun olduğu yerlerin türküsü.

Valla, o çarşıdaki pirincin evdeki bulgurdan fazla kaybı var.

Bunun panzehiri şu:

Pentagram’ın ‘Mehter Marşı’sı... (İlk yapımı 1989 veya öncesidir, ben o yıl dinledim. Anımsadığım kadarıyla, bir elemanları da o zamanlar Güneydoğu’da sizlere ömür olmuştu.)


Ahan da meydan, ahan da komünizm, ahan da faşizm...

Mabadına güvenen mehter başı...           (21 Mayıs 2012)

Cumartesi, Mayıs 19, 2012

Can Baydarol ve Korsanlar


18 Mayıs akşamı 22:00-22:30 süreleri arasında, ‘Rusya’nın Sesi’ radyosunda, Vecdi Tamer’in sunduğu programda AB’de korsan partilerin yeni durumu irdelendi.


Programa katılanlardan biri Can Baydarol’du.


Kendisi AB hukuk uzmanı imiş.

Programda 2 söz etti ki evlere şenlik:

Bir: Herkes çalarsa, kim üretecek?

İki: Hukuk, Roma’dan bu yana fazla değişmedi.

Yorum gelsin hemen:

Bir: Zaten şirketler çaldığı için, Korsanlar bunu değiştirmeye çabalıyor. Kültür ürünlerinde şirketlerin payı ciro üzerinden % 50’ye kadar varabiliyor (belki geçiyordur da). Üretenler ise % 10 ortalamada kalıyor. Tüm sanat dallarına bakınca, bir sanatçının bir sonul ürünü ortaya çıkarması 5-10 yıl alıyor ve bu da geçim hesabına dahil edilse gerek.

İki: Bahsedilen Roma Hukuku; köleli, insanları eğlence için aslanlara atmalı, gladyatörlü, darbeli, militarist, emparyalist bir hukuk. Baydarol, yeni Orta Çağ’ı sevmişe benziyor ve rasyonalize ediyor gibi.

Kendisine acil akıl fikir şifaları diliyoruz.

(19 Mayıs 2012)

Beyin Protezi Deneyi


Güzel bir soru:

“If we replaced the neurons in your brain one at a time with identically functioning electronic substitute neurons, gradually transforming your brain from biological to electronical, would your concious experience differ?

Çeviri:

Eğer beyninizdeki nöronları, özdeş olarak işlev görecek biçimde, teker teker biyolojikten elektroniğe değiştirirsek (veya derece derece dönüştürürsek), bilinç deneyiminiz değişir mi?”


Yanıt tersine bakışla verilebilir:

Zaten bilinç deneyimimiz kendiliğinden sürekli değişir. Gerçi çoğu insan, renk görme / ayırsama olgusunda olduğu gibi, zihnin yaptığı sabitlenmiş sonucu algılar ama aşırı içedönükler ince farklılıkları daha çok algılayabildikleri için, bilincin gün içinde kezlerce deneylettirim değiştirmesini algılayabilirler. (Bu arada deneylettirim değişmeden de, deneyim değişebilir.)

Beyin kendi fiziksel varlığını algılamaz, dolayısıyla biyolojik mi, elektronik mi olduğunu algılamaz. Görünce veya gösterilince dolaylı olarak algılar.

Siborg olmaya karşı bireysel tepkiler çok farklı: Organik ve inorganik protezli birçok insanla olan diyaloglarımdan biliyorum.

Keza organ nakliyle organik proteze de tepkileri çok farklı.

Tabii ki genelde tepkiler sözkonusu kişinin kendi ölümü olunca, daha olumlulaşmakta.

Tabii asıl konumuz ve sorunumuz şu:

Bilinç diye bir şey var mıdır?

Örneğin, denizde bize doğru yatay olarak geldiğini gördüğümüz dalgalar aslında dikey devinimdedir.

Burada agnostizm, rölativizm, subjektivizm, vd filan kastedilmiyor.

Bilim felsefecilerinin veya psikologlarının tanımladığı bilincin aslında başka şeyler olduğu kastediliyor. O yüzden ‘altered states of mind’ (zihnin değişmiş durumları) tanımlı.

Uyanıkken de bilincimiz birbirine özdeş olmayan birçok kategoride tanımlanabilir ve en önemlisi bilinç kendine özdeş bir kategori değildir.

İnsanlar kolay anlasın: Zihin o kadar çok, hızlı ve kolay değişir ki bizim zaman birimi tanımlarımızda tek bir bilinç değil, binlerce bilinç formu / durumu tanımlıdır ve zihin onları oto-kontrolle tek bir bilince indirger ve bazan indirgeyemez.

Şunu da anımsayalım:

İlk beyin protezi 2003’te yapıldı:


Yani bu konu, insan klonlama ve beyin nakli gibi, sınırların tanınmadığı bir alan. Yani, şu anda birçok ABD askerinde gizli olarak beyin protezleri var ve bilgiler kamuoyu ile paylaşılmıyor. (Yani, deneyler sırasında epeyi askeri gömmüş olabilirler.)

Beyin protezi, yaşlılıkta onarılamayan tek organ olan beyni biraz daha uzun kullanabilmeye yarayacak. Sonuçta, 150 yılın 100 yılını televizyon seyeredek geçirmenin gereği yok ve bazı şeyler hala bilgi birikimine bağlı ve onlar da insandan insana hala aktarılamaz durumda.

Yani, beyin protezleri 100-200 yıl daha işlevsel kalacak. O zamana kadar da, zihin nakli ve yazılım ölümsüzlük zaten mümkün kılınmış olacak zaten.

Dipnot: Beynin elktronik değil, elektrokimyasal bir sistem olduğu gerçeği dipnot olarak düşülsün. Kimya ortadan kalkınca, en azından duygularımızda değişmeler ya da ortadan kalkmalar olur.

(16 Mayıs 2012)

Perşembe, Mayıs 17, 2012

Beyin Protezi Deneyi


Güzel bir soru:

“If we replaced the neurons in your brain one at a time with identically functioning electronic substitute neurons, gradually transforming your brain from biological to electronical, would your concious experience differ?

Çeviri:

Eğer beyninizdeki nöronları, özdeş olarak işlev görecek biçimde, teker teker biyolojikten elektroniğe değiştirirsek (veya derece derece dönüştürürsek), bilinç deneyiminiz değişir mi?”


Yanıt tersine bakışla verilebilir:

Zaten bilinç deneyimimiz kendiliğinden sürekli değişir. Gerçi çoğu insan, renk görme / ayırsama olgusunda olduğu gibi, zihnin yaptığı sabitlenmiş sonucu algılar ama aşırı içedönükler ince farklılıkları daha çok algılayabildikleri için, bilincin gün içinde kezlerce deneylettirim değiştirmesini algılayabilirler. (Bu arada deneylettirim değişmeden de, deneyim değişebilir.)

Beyin kendi fiziksel varlığını algılamaz, dolayısıyla biyolojik mi, elektronik mi olduğunu algılamaz. Görünce veya gösterilince dolaylı olarak algılar.

Siborg olmaya karşı bireysel tepkiler çok farklı: Organik ve inorganik protezli birçok insanla olan diyaloglarımdan biliyorum.

Keza organ nakliyle organik proteze de tepkileri çok farklı.

Tabii ki genelde tepkiler sözkonusu kişinin kendi ölümü olunca, daha olumlulaşmakta.

Tabii asıl konumuz ve sorunumuz şu:

Bilinç diye bir şey var mıdır?

Örneğin, denizde bize doğru yatay olarak geldiğini gördüğümüz dalgalar aslında dikey devinimdedir.

Burada agnostizm, rölativizm, subjektivizm, vd filan kastedilmiyor.

Bilim felsefecilerinin veya psikologlarının tanımladığı bilincin aslında başka şeyler olduğu kastediliyor. O yüzden ‘altered states of mind’ (zihnin değişmiş durumları) tanımlı.

Uyanıkken de bilincimiz birbirine özdeş olmayan birçok kategoride tanımlanabilir ve en önemlisi bilinç kendine özdeş bir kategori değildir.

İnsanlar kolay anlasın: Zihin o kadar çok, hızlı ve kolay değişir ki bizim zaman birimi tanımlarımızda tek bir bilinç değil, binlerce bilinç formu / durumu tanımlıdır ve zihin onları oto-kontrolle tek bir bilince indirger ve bazan indirgeyemez.

Şunu da anımsayalım:

İlk beyin protezi 2003’te yapıldı:


Yani bu konu, insan klonlama ve beyin nakli gibi, sınırların tanınmadığı bir alan. Yani, şu anda birçok ABD askerinde gizli olarak beyin protezleri var ve bilgiler kamuoyu ile paylaşılmıyor. (Yani, deneyler sırasında epeyi askeri gömmüş olabilirler.)

Beyin protezi, yaşlılıkta onarılamayan tek organ olan beyni biraz daha uzun kullanabilmeye yarayacak. Sonuçta, 150 yılın 100 yılını televizyon seyeredek geçirmenin gereği yok ve bazı şeyler hala bilgi birikimine bağlı ve onlar da insandan insana hala aktarılamaz durumda.

Yani, beyin protezleri 100-200 yıl daha işlevsel kalacak. O zamana kadar da, zihin nakli ve yazılım ölümsüzlük zaten mümkün kılınmış olacak zaten.

Dipnot: Beynin elktronik değil, elektrokimyasal bir sistem olduğu gerçeği dipnot olarak düşülsün. Kimya ortadan kalkınca, en azından duygularımızda değişmeler ya da ortadan kalkmalar olur.

Cuma, Mayıs 11, 2012

Çizgiromanda Neo-Trend: Anormalliğin Süblimasyonu




Bu durum sanat ürünleri tarihinde bildiğim kadarıyla ilk kez oluyor.

Çizgiromanlar, süper kahramanlar üzerinden tanımlandıkları ve normal insanlar normal kalarak süper kahramanlar tarafından kurtarılmayı bekledikleri için, bu durum bir paradoks gibi ortaya çıktı.

‘X-Men’deki mutantlar normal insanlar tarafından sürekli cezalandırılıyordu ve bunun normal okurlar tarafından infialle karşılanmadığı kesindi, yoksa trend değiştirilirdi.

Sonra, mutantlar kendi içlerinde bölündüler (süper kahramanların birbiriyle savaşmalarının bir versiyonu) ve bir bölümü diğer mutantlara ve normal insanlara karşı saldırıya geçtiler.

Sonra, Wolwerine’in android Wolwerine’li macerasında ve ‘Hulk Gezegeni’nde normallikle resmen dalga geçilmeye başlandı.


Tabii burada her ikisinin de bu maceralarda ‘stand-alone complex’ taşımasının ağırlığı var. (Bu kavram, ‘Ghots in the Shell’in Motoko’sunun dizi-çizgifilmlerinde somutlaştırıldı ve yükseltgendi.)

Daha da abartılısı olarak Hulk, öfkesi ve nefreti büyüdüke güçlenir ve savaşı kazanır. İşte bu tam bir süblimasyondur. Aslında olağan olan budur ama bunu şimdiye kadar kimse (özellikle de ‘shrink’ler) açıkça ifade etmeye cesaret edememişti: ‘En iyi normal ölü normaldir, yoksa sen ölü anormal olursun.’

Freud bunu görseydi, kemikleri sızlardı: Normal faşizmini taa lobotomiye ve elekroşoka kadar işkenceleştiren bir ideoloji, dandik bir popüler alt-kültür tarafından ti’ye alınıyor.

Nasıl böyle oldu?:

Öncelikle böyle olduğunu fanatik çizgiroman okurları ayırsamıyor. Çizgiroman üreten şirketler ise, okurlardan gelen (okur mektupları bağlamındaki) geri-beslemelerden öyküleme gidişini saptar ve belirler, o nedenle bir şey yap(a)mıyorlar. E tabii, bir de eski öyküler günümüzde at şeyinde kelebek kalıyor durumda, pazara yeni ürün gerekli.

Sonralıkla, Barthes olsaydı bile yap(a)mazdı, çizgiromanı böylesine (Huizinga’sal biçimde) yorumlayan kültürolog yok. Tamam Tenten’in kolonizatörlüğünü daha önceleri belirtmişlerdi ama o zaten görünen köy kılavuz istemez, bir durumdu.

(Burada yapılan şey, örtük-saklı bir alt-dil yaratıp kullanmak. Sonuçta zaten öncü gelecekbilim bile, bir insanla androidinin etkişelimini tam tasarlayamamış durumda. O nedenle bu edim şlevsel konumda.)

Tabii bu durumda sanat, daha önceleri yaptığını yine yapıyor ve serbest düşünce uçuşuna geçiyor. (Dolayısıyla, avangard sanat nah öldü.)

Wolverine’in babası olduğuna inandırılmış bir canavar onu öldürmek isteyince, bu feci komik bir tersine Ödip kompleksi parodisi olmakta ve çoğul-eleştirel okuma yapabilen bir okur buna kahkahalarla gülmekte.

Wolverine’nin android kıza ve onun ona karşıki duygularının daha ağır abisi ise, Motoko-Batou arasında vardı: Sanal-siberuzaysal + yapay zekasal platonik sevgi-sevi-aşk gibi de, değil gibi...

Burada önemli bir vurgulu saptama:

3. cins, eşcinsellik veya biseksüellik değil, ‘Idoru’daki sanal aşktır. En azından 1990’lardan, internetten, siberuzaydan beridir bu böyle tanımlı...

Sounçta Yankiler’in bunu yapması başka bir eğlence konusu: Kürtaj yapan doktorların öldürüldüğü ve nüfusunun yarısının evrimi anlamadığı bir ülkede, tarihin de ötesi, evrimin de ötesi, insanın da ötesi gayet açıkseçik tanımlanmış ve ifade edilmiş durumda...

Dipnot: Haa, bu durum süblimasyon mudur, diye de sorulabilir.

Çarşamba, Mayıs 09, 2012

Telif Kriterleri 2


Telif kriterlerinde en önemli maddelerden birini vade oluşturuyor.

Havanda su dövülüyor, her kafadan bir ses çıkıyor ama ortada dayanaklı savlama yok.

Emeklilik konusunu örnekleyelim:

Ortalama 1 çalışan, ortalama A yıl yaşamla, ortalama B yıl prim ve sigorta ödemekle, toplamda kaç yıl emeklilik hak eder?

Eskiden sonsuz hak idi. Şimdi limit sıfır hak var.

Buradaki kriter şu olabilir:

B yıl boyunca C primi ve D sağlık sigortası ödemesi ile enflasyon katılarak reel sıfır kazançla kaç yıl ödeme yapılması gerektiği sigortacılık ve bankacılık istatistik listelerinde bellidir.

Tabii kesin konuşmaktan kaçınılıyor, o zaman aslında devletin ve özel sektörün emekçileri iliğine kemiğine sömürme niyetinde olduğu kanıtlanacak.

Gelelim telif hakkına:

Öncelikle, yazar ve mirasçıları 100’er veya daha fazla yıl yaşayabileceği için, makul bir barajı aşmış bir yazarın kendisinin ve ailesinin müreffeh bir yaşam sürebileceği kesindir ama bu ayıp bir şey değildir.

Buradaki kriter şu olabilir:

Bir menkul veya gayrımenkul değer, sonsuza kadar miras bırakılabiliyorsa, aslında telif (yani menkul) değer de sonsuz kadar telif miras bırakılabilmeli.

Asıl manevi açıdan şu önemli: Ülkesinde zulüm görüp, eserlerinin ülkesinde yayınını yasaklayan (örneğin Thomas Bernhard gibi) bir yazarın vasiyeti, bence sonsuza kadar geçerli olmalıdır. (Burada Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş de hesaba katılıyor, tarihsel / ülkesel miras olarak).

Patentlerde patent vadesi genelde 20 yıl ama zaten teknolojik bir ürünün pazar vadesi o kadar bile değil. Burada önemli olan sorun, tek tek bireysel mucitlerin icatlarının patentini alamayacak parasızlıkta ve hukuksal bilgisizlikte olmalarında ve şirketlerin keneliğinde. Bugün Edison’un sayılan birçok buluşu kendisi intihal etmiştir. Gasp etmiştir de denebilir (özellikle Tesla vakasında).

Bir de teknoloinin izin verdiği ama göz önüne alınmayan yeni bir durum var:

Bir yazar kendini derin uykuya veya komaya aldırabilir ve ölü sayılmaz. Zaten böylelikle isteyen yazar (eğer yeterince telif alacaksa) yüzlerce yıl boyunca telif alabilir.

Gelelim en dert konuya:

Şirketlere.

Kültür bürokrasisi ve kabzımalları, dağıtım tekeline sahip oldukları içn, üretimi kendilerinin yönettiğini sanırlar. Bu epistemolojik faşist bir tavırdır. İstedikleri yazarı eser yayını açısından yaşarken gömme hakkını kendilerinde görürler.

İşin yatırımı birim satış ederinin % 10’u iken, şirketlerin % 90, telif sahibinin % 10 alması ticaret ahlaklarının ve ahlaksızlıklarının hiçbirine sığdırılamaz.

Şirketlerin bahanesi şudur:

Yayınladığımız film de olsa, kitap da olsa, % 99’u pratikte zarar etmektedir.

Bizim yanıtımız da şudur.

E, o zaman bat. Bu işi bilmiyorsun demektir o zaman.

Şimdi genel sorunsal şu:

İnsanların boş zaman harcamaları diğer harcamalarının toplamını yakalamaya başladı. Diğer bir deyişle, asıl toplam dünya kültürel harcama cirosu 1 trilyon doları çoktan geçti ve şirketler buna çok geç aydı. Şimdi yalnızca son treni yakalamaya debeleniyorlar.

Benim bu konudaki kişisel eylem tercihim şu:

Yalnızca benim telif veya derleme olarak üretebileceğim bazı kültürel ürünleri yok ettim. Yalnızca bir zamanlar bende olduklarına ilişkin kanıt ve kayıt bıraktım.

Bu konudaki kişisel seçimimin adı budur:

Oto-anarşist tavır.

Ya hediye ederim, ya da yok ederim (bakınız ‘Mülksüzler’ ve Shevek).

Dipnot: Yaşamımın telif eser üretebildiğim son 25 yılını başkalarının telif eserlerini satarak geçirdim. Kendi eserlerimden ise telif kazanamadım.

Salı, Mayıs 08, 2012

SİBERPUNK MANİFESTOSU ve KARŞISAVI


Yazan: Christian As. Kirtchev


·         Bizler siberuzayda yaşarız, her yerdeyiz, sınır tanımayız. Bu, siberpunkun manifestosudur.

§         ‘Biz’ söylemi, doğrudan Eugeny Zamyatin’in ‘Biz’ anti-ütopyasını ve faşizmini anımsatıyor.
§         Siberuzayın olağan (maddesel, enerjisel, zamansal ve mekansal) sınırları tanımadığı doğrudur ama onun da sınırları vardır. İlkin, donanım ve yazılım olarak; ardından, insan öğesi olarak; son olarak da, henüz tanımlanmamış kendi olarak (örnekse, ‘duyu-dil’ tanımı yapılmamıştır ama sınırları olacağı diğer duyu-dillerden bellidir)... Simülasyon duyu-dil de, doğal duyu-dil sınırlarına sahiptir. Örneğin, seste doğal sınır aşılabilir ama ses için bir sınır vardır.
§         Üstteki daireli parçalar manifesto, alttaki kareli parçalar da karşı manifestodur.

·       Bizler, değişik olanlarız. Bilgi okyanusunda yüzen teknik fareleriz.

§         Bilgi, bilgisayar için öyle görünse de, teknik bir konu değildir. Teknik fare olmak da, farklı olmayı gerektirmez. Bilgisayar teknisyenleri, ‘hacker’lara fark atardı o zaman, onlarsa sistemi korurlar... Teknoloji, çoktan beridir yeni bir tür kölelik yaratmış durumda. Buradaki fare, bilgisayarın faresini anımsatıyor. Bir de batan gemiyi ilk terkedecek fareleri...

·       Biz bilgisayar sistemlerini ‘hack’ ederek, gidebileceği en son noktayı araştıranlarız.

§         Bilgisayarlarını ‘hack’ etmenin, onun sınırlarını zorlamakla hiç bir ilgisi yoktur. Bildiğimiz kilitli bir kapıyı kırmaktan ibarettir. Daha iyi kilit yarattırmanın, yol yürümekle, daha da ötesi yeni bir yol yaratmakla bir ilintisi yoktur.

·       Biz, parktaki bankta, dizinde bilgisayarıyla oturarak en son sanal gerçekliği programlayan yetişkinleriz.

§         Yetişkin bölümü biraz abartılı, genelde ergen demek isteniyor. Artı, gülünç bir imaj çiziliyor. İsrail bilgasayarlarını çökerten Filistinli kör ‘hacker’lar daha etkileyici bir imaj.

·       Bizimki elektroniklerle doldurulmuş bir garajdır. Bipleyen modemler, homurdayan yazıcılar ve bilgisayarlarla dolu bir mahzende yaşamayı seçeriz.

§         Sistemin onlar için ürettiği imajı kendilerininmiş gibi üstlenmeleri yazık. Gün ışığını hep alan ve kenti panorama olarak gören bir gökdelen çatısı, ‘hacker’ için daha uygun bir mekansal imaj. Daha da ötesi, bir kaç yüz kilometre yukarıdaki bir uydudaki bir ‘hacker’ 150 yıllık bir gelecek için daha uygun bir imaj.

·       Bizler gerçeği diğerlerinden daha farklı görenlerdeniz.

§         Kısmen doğru, sanal gerçekliği ziyaret insanın bakış açısını ister istemez değiştiriyor bu bir. İkincisi, bakış açısını değiştirmek ciddi bir libidosal efor-performans gerektirir, ‘hacker’lar da öyle bir çaba görünmüyor. Onlar, Gibson gibi, interneti farklı açıdan, bir matris olarak görmeyi kastediyor.

·       Bizler, hayalperestlerin gözlüklerine sahip gerçekçileriz.

§         Keşke öyle olabilselerdi. o zaman çok daha üretken sonuçlar alırlardı. Fütürolog, masalcı, bilimkurgucu, deli, çocuk ruhlu ve/ya stratejist bir ‘hacker’ hernüz yok.

·       Siberpunk, başlıbaşına yeni çağın doğurduğu bir kültürdür.

§         Güncel ve yeni olduğu doğru ama ‘bir kültür’ yerine, ‘bir altkültür’ (: kült) demek daha doğru. Ayinleri olan bir kült. Ayrıca diğer çeşitleri olabilen, olan ve olacak bir altkültür: Eğer, bir ‘hacker’ blgi hırsızı ise, polis olan hırsız, genci eğiten yaşlı hırsız, hırsızlardan çalan hırsız, çalıp dağıtan Robin Hood hırsız gibi...

·       İçinde bulunduğumuz toplum tutucu, tıkanık ve hastadır.

§         Doğrudur ama her geleneksel toplum öyledir, kendi geleneğini yaratıp kemikleştirmiş siberpunk da öyle... Bunun nedeni, olağan bedenin bile, ortalama bir günde epeyi katı, sıvı ve gaz değiştirmesidir. Herhangi bir toplum, ‘siberpunk’ınki de öyle, bu dinamizme nadiren sahiptir. Gibson çoktan kült oldu bile...

·       Eskiyi, denenmiş gerçekliği yeğleyen toplum, devrimci yeniliği, sahtekarlığı ve özgür düşünceyi reddeder. Oysa ki tek yapılacak olan, ellerini uzatıp yeniliği hissetmek, düşünceleri, fikirleri, kelimeleri özgür bırakmaktır.

§         Yenilik, değişmeden, öyle ellerini uzatıp da hissedilecek bir durum değildir. Varlığının her noktasının eylemsizlik kütlesi değişime karşıdır. Devrim yapamazsın, ancak olabilirsin. Siberuzayda ise olamazsın da, ‘ma’laşırsın, yani hiçleşirsin...

·         Sistem yanlıştır, olduğu günden bugüne değişmemiştir.

§         Asla düşmanını küçümseme... Sistem, bugüne dek, tüm karşı çıkanlarını ezerek, onları yenerek, kuşukusuz değişerek sağ kaldı. Tarih, başarısız devrim girişimi kayıtlarıyla dopdolu...

·       Devlet, kendini kör gibi takip etmemize gereksinim duyar. Bu nedenle de, bir bilgi tutulması içinde yaşamaktayız.

§         İnternete devlet müdahaleleri ortada. Böylelikle, orası da bir hapishane kılınabilir.
§         Bilgi tutulmasının nedeni devlet değildir. Daha önceki maddelerde sözü geçen zihinsel ve kültürel atalettir.
§         Gerçekteki bilgisel tutulma ise, bir önceki dogmanın tükenmesinden ibarettir ve ‘Bilim ve Olanaksızlık’ ve ‘Bilim ve Ötesi’ metinlerinde irdelenmiştir.

·       İnternet, fikirlerimizi serbestçe ifade edbileceğimiz yerdir. Net bizim gerçekliğimizdir, krallığımızdır.

§         İnternet özgürlüğü kısıtlıdır ve yanıltıcıdır. İnternet bir hegemonya alanı değildir. Siberpunklar kendilerine boş bir ülke bulsunlar. Daha da iyisi, henüz yaratılmamış bir ülke. Başkalarının ülkesini işgal etmesinler.

·       Mikro dünyalarında yaşayan insanlar, globalleşmenin onlardan neler götürdüğünün ayırdında değiller. Onlar için yaşam, yalnızca bildikleri gibi karanlıklar içinde yaşamayı sürdürmektir.

§         Bütün geleneksel yaşam biçimlerini, yani standart biyografileri sürdüren insanlar, başta öleceklerini, sonra da b.k gibi yaşadıklarını, yani ot gelip saman gittiklerini bilmemek isterler.
§         Siberpunkçular da, kendilerini minicik bir ülkeye gömdüklerini ayırsamak zorundalar. Bunun için, siberpunkçu olmayan siberevrenci bir çok yazarın onlar için yazdıklarını okumaları yeterlidir.

·       İnsanlar, gelecek hakkında fazlasıyla iyimser bir bakışa sahiptirler. Bizler ise, bugünü yaşarken, bizlere söylendiği gibi, temiz ve aydınlık olacağına inanmamaktayız. Biz günü yaşarken, yarın neler olacağına ilişkin düşünce üreten insanlarız.

§         Netizenlerin yeterli fütürologlar olduğuna ilişkin on yılda hiç bir kanıt olgu görülmedi.
§         Geleceğe sahip çıkmak yeni moda. Kapitalizm geleceği ipotekleyerek bir faşizm gösteriyor yeterince. Bize düşen geleceği boş tutmaktır yalnızca. Bunun için de sonsuz temizlik gerekiyor. Gelecekten siberpunkçuları da temizlemek gerekiyor.

·       İnternet bizim anarşi evimizdir ve asla denetlenemez.

§         Büyük yanılgı: Bilginin anarşisi henüz tanımlanmamış bir kavramdır ve bilgi denetlenebilir durumdadır (internet de). ‘Anarşi’ iktidardasızlık tanımıdır. ‘Krallık’, ‘ev’, ‘mülk’, ‘bizim’ deyimlerini içermez.

·       İnterneti kim denetlerse güç onundur.

§         Fiilen geçersiz bir sav, çünkü zaten ‘hacker’ler denetimi parçalıyor ve iktidarı yeniyor. Yoksa, ‘hacker’ler da mı iktidar istiyor? En önemlisi, ‘hacker’lar dahil, sistem bazı yeni-farklılara bakarkör durumunda.

·       Bilgi Güçtür!

§         (Ünlem imi benim değil, çünkü hiç kullanmam.) Doğru, bilgi güçtür ama güç kullanılmadıkça büyür (‘bilgi kullanılmadıkça büyür’ değil). Yanısıra ‘güç’, zorunluca ‘iktidar’ demek değildir. İngilizce’de ikisi eşanlamlıdır.
§         Aynı zamanda: Bilgi mülk değildir. Gücün mülkleştirilmiş türlerinden birinin iktidar olduğu hesaba katılırsa, ‘hacker’ların ve ‘siberpunk’ların bilgiyi bedava vermeleri gerekir, başkalarından çaldıklarını değil, kendi ürettiklerini ki bu henüz örneksiz bir olgu... (Örneğin bu manifesto, artı değerli değil, eksi değerli bir montajdır.)

Açıklama: Paragraf başındaki noktalar, ana bildirisel, kareler karşı sav-yanıt ve yazara ait metinlerdir. Ardışıklık doğrusallığı, kimi matrissel düzlemselliğe genişletildi. Bunun için, başka başlıklara ait anahtar sözcüklerin geçtiği maddeleri o-başka maddelerle ilintilemek uygundur.

Dipnot: Metnin alıntılandığı kaynak: Kara Filmler, Selda Tan Özdemir, Altıkırkbeş Yayınları, Lull / Sinema Kitapları dizisi . 1, Şubat 2003, 186 sayfa, sayfa. 119-120. (Kitap dağıtıma erken çıktığı için, işbu metinlerin yazım tarihi, daha önce görünüyor.) (Artı, asıl veya ilk kaynak metin belirtilmemiş.)