Cuma, Haziran 29, 2012

Soru ve Yanıt


Soru şu:

“İngiltere’deki Kraliyet Kimya Birliği, ‘Mpemba Etkisi’ adı verilen şu soruya ikna edici cevap verebilen kişiye, 1.000 sterlin (yaklaşık 2 bin 800 TL) ödeyeceğini açıkladı. Soru ise, ‘Neden sıcak su, soğuk sudan hızlı donar?’”


Yanıt ise şu:

Çünkü sıcak su, soğuk sudan daha az yoğundur. Onun da çünküsü katı buz sıvı sudan daha az yoğundur. Yani, katısal atomik konfigürasyon sıcak sıvı suda, soğuk sıvı sudan daha kolay ve hızlı oluşur. 

Perşembe, Haziran 28, 2012

RedHack Twitter’da



Son röportaj imiş (27? Haziran 2012):

RedHack -  Merhabalar Hidir bey, elbette haziriz roportaj icin, sizi bekliyoruz.. Umarim fazla gec kalip korkutmadik?

Hıdır Geviş - Korkuttunuz tabii ki... Evet ilk sorum, koordinatlarınızı alabilir miyim:)))

RH - Tam olarak Greenwich diyebiliriz.. Cunku 0 noktasindayiz.. "Hava su toprak ve ates" diyor ya sair, oyle iste... Herkese, her canliya o derecede yakiniz. Nerede oldugumuzdan cok, nerelere eristigimiz onemli ki "netdaslik" felsefesinin oturdugu ve artik sinirlarin kablolar vasitasiyla kalktigi gunumuzde, her yerde" oldugumuz aciktir ;)

HG-  Hm... Her an her yerdesiniz...RED HACK’in 12 kişilik bir çekirdek ekibi var, ben şu an hangisiyle yazışıyorum?

RH- Kime yazdiginizin onemi varmi sizce, sirin baba veya caliskan sirin ;) veya baska birsey.. Nickler ve isimler biz fikri kategorize etmekten, onu arsivlemekten baska bir ise yaramaz asil onemli olan fikirdir.Ama cok isterseniz siz bana Manyak diyebilirsiniz :] bazilarida Sirin Baba der.

HG- Önemi yok tabiii... Yeri geldi sorayım... Neden Şirin Baba sembolünü seçtiniz?

RH- Bir sembolle anlatma olayi dayandiginda aklimiza o geldi.. Hem komik, hem de isimlerin bizler icin onemsiz oldugunu anlatma acisindan sectik, eh belki "siz de uslu bir cocuk olursaniz sirinleri gorebilirsiniz" demek istedik :)

HG-  :))) Güzel... Sizin için sıkıcı bi soru olabilir ama aranızda bir hiyerarşi var mı? Nasıl bir örgütlenme yapınız var?

RH- Aramizdaki tek hiyerarsi, isleri yaparkenki kollektif calismanin hiyerarsisidir, yoksa alt ust iliskimiz yoktur. Herkes esit soz hakkina sahiptir, herkes birbirine kardesi, hatta kardesten de ote yoldasi gibi bakar. Biz RedHack'i bir grup degil, kardeslik orgutu olarak goruyoruz.. Hedefledigimiz dunyayi kendi icimizde kurduk.

HG- Söylediklerinizden yine de tam resmedemedim, kararları nasıl alıyor, nasıl uygulamaya geçiyorsunuz?

RH- Karari siz aliyorsunuz, halk aliyor, biz uygulamaya geciyoruz.. Bugun eger halk icisleri bakaninin "takla at" veya "gobek at" olayindan rahatsizlik duyduysa, içsileri bakanligini hackleyip, Idris Naim'e takla attiririz veya Eger I; Melih Gokçek gibi Ankara belediye baskani kalkip, genc kizlarin telefonunu Twitter’dan paylasirsa, sitesini eline verdigimiz gibi,bizimle tartistiginda onun aslinda bir mahalleye muhtar bile olamayacagini gosteririz Ki bunlara halk karar verdi biz yaptik.. Bizim icin halkin kararlari baglayicidir, bir grup insanin degil.

HG-  Eylemleriniz bir tür cezalandırma gibi. Devlet kurumları, ozel şirket ve siyasi partilerin sitelerini kevgire çevirdiniz Zenginden alıp yoksula veren değil de güçlüden halkın intikamını alan modern bir R.Hood olarak mı görüyorsunuz kendinizi

RH - Hayir kendimizi Robin Hood felan gormuyoruz. Kahraman hic gormuyoruz. Sadece yasadigi topluma duyarli Ve yasami sadece yemek icmek, tatile gitmek, seks yapmak, tv seyretmek olarak almiyoruz. Bizler icin "Eger sonsuza dek yasayamayacaksam, istedigim gibi yasarim" felsefesi onemli. Olumden cok insanlari olumun korkusu yasatmaz. Biz atesin icindekiler olarak, atesle mucadele etmeyi ogrendik ve inanin bir defa atesin icine girip onunla mucadele ettiginizde, hayati cok farkli algiliyorsunuz diyorsunuz ki "ulan hayata bir defa geldim, bunlarin kaderimi yonetmesine, beni piyon olarak kullanmasina neden izin vereyim?"

HG- Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz: sanal gerilla mi, sanal terörist mi, sanal devrimci mi ya da ne..

RH - Taihte kimin terorist olduguna kazanan karar verecek ki halkin ekmegini rizkini calan, onu savasa surukleyen Onu bir piyon ve yatlarda katlarda yasamak icin arac gorenlerdir asil teroristler. Asil terorisler, kravatli plazalarda oturup wisky'lerini yudumlayan, kardesi kardese vurdurandir. Ve asil terorisler kendine bakan veya basbakan, cumhurbaskani gibi sifatlar takarlar ki o halde Biz neyiz? Biz bunlara karsiysak bizler sadece "uyanmis" ve "uyumamak istemeyen" cevresindekileri de uyandirmak isteyen bir grup durust insaniz, o kadariz, ne fazlasi ne eksigi, sadece uyanmis ve zulme boyun egmeyen insanlar. O riski gozonune aldik, cunku herkes olecek ve biz "haksizliklara karsi susarak" olmek istemiyoruz. Bu yasami anlamiyla yasayacagiz, sacmasapan bir tiyatronun icinde dogduk diye, o tiyatroya uymayacagiz

HG- Aranıza ajan sızabilir mi? Anonymous liderinin FBA ajanı olduğu yazılmıştı. Nasıl anlarsınız ajanı ve O’nu nasıl cezalandırısınız?

RH- Aramiza ajan sizabilir ki sizmistir da, ama kurdugumuz sistem sayesinde bize hizmet edip, "avanak apti" olur cikar ;) 15 yildir variz ve cok deneyimliyiz o kadari da olsun artik.. Cezaya gelince, ceza; bize yaranmak icin ettigi hizmettir ;)

HG- Bu gidiş nereye, eylemleriniz, hep bu şekil de mi devam edecek yeni taktik ve stratejiler var mı?

RH - Gazeteci meslege girerken ki idealleriyle hareket edecek cesareti, ogretmen ilk derse basladigindaki sevgiyi, isci koylu ve memur uretimden gelen gucunu, ogrenci zekasini ve dinamikligini, kadin, kadin olma bilincini, yani kisacasi ulkemizdeki ezilenler, ezildiginin farkini ve ayricaligini hissedip baskaldirana kadar devam edecegiz ve eylemlerimiz kesinlikle "hic beklemedikleri" turde gelisecek ki ilk "duyulan" eylemimizi yaptigimizda, "bunlari 1 haftada paket ederler" demislerdi ama ne oldu daha da radikallestik;)

HG- Bugün yeni eylem yolda dediniz... x ile y, ttnet mi saldıracaklar diye soruyor?

RH - Hayir TTNEt'e saldiracagimiz gun haber vermemize gerek yok, hepiniz anlayacaksiniz ;) Bu gunlerde cok daha farkli birseyle ugrasiyoruz, eger basarabilirsek, halkimiz sevinirken, bazilari cok uzulecek, tirnaklarini yiyecekler, hatta bir iki istifa da beklemiyor degiliz ;)

HG- Yakalandığınızda nasıl bir hukuki suçlamayla yargılanacağınızı ve kaç yıl hapis yatacağınızı hiç araştırdınız mı?

RH- Her neyle suclayacaklarsa, bu bizim halk onlarinsa terorist, isbirlikci, vatan ve dunya haini oldugunu degistirmeyecek

HG- Allah gazabınızdan korusun,diyelim ki benim aşağılık bi gasteci olduğumu düşündünüz, beni cezalandırmak için ne yapardınız?

RH- Bilmem, herhalde sizin hayatinizi kabusa cevirecek seyler bulabilir, sizin kimliginizle hack yapabilirdik ;) Saka bir yana, gazetecilere dokunmuyoruz. Ne kadar asagilik olsa bile, onun sistemiyle sorunumuz var, bireylerle degil. Aksi halde isin icinden cikamazdik, cunku o kadar kendine gazeteciyim diyen, "kiralik katil" var ki yetisemeyiz;)

HG- Bu röportaj daha uzar gider, iyisi mi tadında bırakalım... Çok teşekkürler size ve twitter kullanıcılarına

RH- Biz tesekkur ederiz roportaj icin, size ve katilimci dostlarimiza. Ve unutmayin lutfen cağımızın insandan insana geçen ve toplumda yayılan en hızlı hastalığı korkaklıktır. "Bilinçlenmek" kendimizdeki hastalığı, bilincimizi "pratiğe" çevirmek de, hastalığın toplumda yayılmasını durdurur. Iste bizim amacimiz da, bu cehaleti bitirecek bilinç icin pratik sergilemek ve korku toplumunu tarihe gommek. Zafer ezilen halklarin olacak, bunu basaracagiz, cunku inaniyoruz ve inancimiz icin bedel odemeye raziyiz. Halk icin hack.


*

Yorumlar:

Açıkçası, yeni ve/ya farklı hiçbirşey okumadım.

Konuya, yakalanmaları veya yakalanmamaları olarak bakmıyorum. Yakalanırlarsa, ya onların yerini yenileri alır, ya da zaten hücre yapılanmasında oldukları için, bir bölümü yakalanmaz ve yola devam eder.

Devleti kızdırarak, diğer bir şey yapmayanlara zarar verdiklerini de düşünmüyorum. Devlet zaten bu sıralar herkesi dümdüz ediyor.

RedHack’e karşı, TBMM’deki veya dışındaki hiçbir partinin hoşgörü göstereceğini sanmıyorum. Sorun yasadışılık değil (kendileri yasadışı olanlar bile RedHack’i onaylamayabilir), yapılanı anlamamaları.

Redhack’in hayranlarının (ve belki de üyelerinin) tamamına yakınının düzenin feci bağımlısı olduğu gözlemindeyim. Yalnızca düzenin 2 farklı yüzünde yer alıyorlar ve Yeni Düzen’in epeyi yeni ve farklı yüzü de var, internet onlardan yalnızca birisi.

Devrimler gibi, düzeni yıkmalar da çok uzun sürer. En azından 50-100 yıl gibi. O sırada da, yıkılacak yeni düzenler formasyonu yaşanır. Bir tür atılan okun hedefe varamaması ikilemi.

Gelecekbilim açısından bakılırsa, öyle bir gelecek momentine sıçramalasın ki hem eylemin yerini bulsun, hem genel tarihe zarar vermeyesin, hem de geriye yine de epeyi bir boşluk kalsın ki bunu yapabilmiş bir gelecekbilim(ci) henüz yok. Yapmaya çalıştığım ise, tam da bu. Bu noktada, RedHack ve benzerlerine karşı(t) noktaya düşüyorum.

Bu, onların yaptıklarına karşı çıktığım anlamına gelmiyor. Tam tersine, yeni bir deney olarak sağladıkları veriler önem taşıyor, diye düşünüyorum.

Wikileaks veya RedHack sonul başarı değil. 2 reel sosyalizm de öyle. Ne 2 ‘hacker’ grubu, ne de 2 reel dünya devrimi, yanlış değildi, yalnızca dene-yanıl veri tabanı idi. (Eylemsiz bir kuramcı olmama karşın, sonuçta veri tabanı gerektiğini de biliyorum.) Tüm 4’ü de beni öldürecek (ve biraz da öldürmeyi denemiş) olsalar bile, öyle değildi: Söylem dürüstlüğü ve rakibine / düşmanına saygı savaş(çı) ahlakı.

Her paragraflarına 2-5 karşıt yorum yazabilirim ama bu kez yapmayacağım.

Tek, son paragrafa yorumum var:

Korku toplumunu bitirmek, hem kuramsal, hem de pratik epeyi sınıra sahip. Öncelikle, ‘5.000 yıllık dünya sistemi tarih’in toplumu korku demek, tanım gereği böyle. (Bu, farklı olanın cezalandırılması değil, devletin var olması için korku gerekmesi (başıbozukların ortalığın canına okuduğu bir dönemdeyiz) ve korkusuzluk durumunda, devletin çözünmesi ve şimdilik birkaç milenyum daha devletsizlik istemediğimiz gerçeğidir.)

RedHack’e iyi şanslar dilerim: Gereksinecekler.

(28 Haziran 2012)

Bir Post-Film Örneği Olarak Film-Oyun


Öncelikle film-oyun, oyun-film değil. Oyunların film yapılması ile oyun-film yapıldı.

Fim-oyun, çünkü düşünce filmi için bir ön-aşama.

Film-oyun, çünkü ana biçimi oyun, yani sonu belli değil, filmlerin sonu genelde bellidir.

Film-oyun, çünkü film başka bir şey oldu artık. Oyun olma durumu da, bu aşamanın momentlerinden yalnızca birisi.

Peki, film-oyun nasıl bir şey olabilir?

Aksiyon-bilimkurgu türünün izleğinden yürüyebilir, çünkü hem edebiyat, hem de sinema örneği olarak aksiyonlu bilimkurgu, insanlara en çok şey öğreten tür durumunda. Aynı zamanda, insanlara en kolay yoldan ve daha birçok şey öğretebilecek türlerden biri olma konumunda.

Aksiyon, çünkü adrenalin insanların bir şeyler öğrenmesini kolaylaştırıyor. Eskiden bu duygu, ağırlıklı olarak Acı (ve kimi melankoli) idi ama durum artık değişti.

Ara şerh: 2009-2011 (Hong Kong dahil) Çin filmleri, kendi tarihlerini anlama açısından, birer film-oyun sayılsa gerek, çünkü gerçek öyküye yönelik çeşitlemeler var.

Bu açıdan, henüz yapılmamış olan ‘Ghost in the Shell 3’, ilk 2’sini izleme açısından eğer doğru yerine oturtulursa, en uygun film-oyun aday adayı durumunda.

Salı, Haziran 26, 2012

Muhafazakar ve/ya Devrimci



Muhafazakarlığın temel 10 ilkesi şöyle kabul edilmiş:

1.        Muhafazakârlar, süreklilik arz eden bir ahlakî düzenin varlığına inanmaktadır.

2.        Muhafazakârlar, geleneklere, teâmüllere (âdetlere) ve devamlılığa inanırlar.

3.        Muhafazakârlar, itiyat (alışkanlıkları devam ettirme) prensibi olarak adlandırabileceğimiz bir prensibe inanırlar.

4.        Muhafazakârlara, ihtiyat prensibi rehberlik eder.

5.        Muhafazakârlar, çeşitlilik prensibine dikkat ederler.

6.        Muhafazakârlar, mükemmel olunamazlık prensibine inanmaları sebebiyle çok sert eleştiriler almışlardır.

7.        Muhafazakârların, özgürlük ve mülkiyetin birbiriyle yakinen ilişkili olduğuna inanmalarıdır.

8.        Muhafazakârların, gönüllülüğe dayanmayan kolektivizme karşı olmaları sebebiyle, gönüllü bir toplumu desteklemeleridir.

9.        Muhafazakârlar, iktidarın ve insanın ihtiraslarının ihtiyatlı bir şekilde sınırlandırılması gerektiğine inanırlar.

10.     Düşünen bir muhafazakâr görmüştür ki güçlü bir toplumda süreklilik ve değişim üzerinde uzlaşma sağlanmalı, her ikisi de kabul görmelidir.

(Russell Kirk)


Eğer, devrimcilerin bunlara karşı yorumu ne diye düşünülse, şöyle sonuçlar çıkabilir:

1.        Devrim bir gereksinimdir ve gelenekselin sürekliliğini kesmektir. Geleneksellik toplumun yaşam damarlarını kurutur, onu çürütür, dekadansa sürükler.

2.        Bu da bir öncekinin devamı bir sav.

3.        Bu da bir öncekinin devamı bir sav.

4.        Muhafazakarların tamamına yakının fetihçi, emperyalist, vd olduğu düşünülürse ve bunun da o muhafazakar yönetimlerin devletlerinin sonunu genelde getirdiği düşünülürse, geçerli bir sav olarak bunu kabul etmemiz zor kalır. Devrimcilerin temel özelliklerinden birinin ihtiyat olmayacağı kesin ama devrimciler arasında iktidar mücadelesi başlayınca, Fransa ve Rus Devrimi’nde gözlendiği üzere, bazı devrimcilerin ihtiyatlı, bazılarının ise tutum ve davranışları onları ölüme götürecek denli ihtiyatsız olduğunu görüyoruz.

5.        Muhafazakarların tamamına yakınının normal standartçılığını, normal faşizmine dek ilerlettikleri düşünülürse, bunun da geçerli bir sav olduğunu kabul etmemiz zor kalır. Devrimcilikle çeşitlilik ilkesi arasında, gözlemsel ve/ya kuramsal istatiksel bir ilinti olması gerekmez. Pratikte onlar da standartçı davranmıştır (en azından 1917 Rusya’da ve 1949 Çin’de), epeyi avangard sanatçıyı tele etmişlerdir.

6.        Bu ilke her 2 tarafça da kabul edilmesi gerektiği halde, nedense her ikisi de mutlakiyetçi olduğu için olsa gerek, mükemmel olmamayı kendilerine pek yediremezler gibi.

7.        Mülkiyet nadiren hırsızlık olmayabilecekse de, mülkiyetin insanı köleleştirdiği, insanların mal mülk karşısında ölüme giderken bile tutkulu kalabilmelerinden, muhazakarların buna pek uyduğu söylenemez gibi: Son 10 yılda AKP’lilerin para ve kadınla sınavını ve çakışlarını bizzat gördük.

8.        Kolektivizm gönüllü de olabilir, zorla da olabilir. Bunun her 2 çeşidini de, her 2 tarafın da yapmış olduğu düşünülürse, elimizde 4 kombinasyon var demektir.

9.        İktidar ve diğer insan hırslarına sınır koymayı, ne bu 2 ideoloji, ne de diğerleri henüz beceremedi.

10.     Değişimin ve sürekliliğin biraradalığını da, her 2 taraf da henüz eyleyemedi. Bunlar, birbiriyle ilkede / temelde çelişmese de, uygulamada epeyi sorun yaşanıyor gibi.

Genel olarak bakınca:

1.        Bir ideolojinin veya siyasal paradigmanın kendinden gelen bir öldürücülüğü ve diğerlerine yaşam tanımayıcılığı vardır. Bu, kuramsal değil, pratik bir durumdur. Ayrıca, farklılığın sürmesine izin vermek pekala mümkündür ve becerilmiştir de ama o ikinci farklılık gelip er veya geç birinciyi siler ki bu da sıkça raslanan tarihsel bir gözlemdir.

2.        Ne muhazakarlığın, ne de devrimciliğin yalnızca 10 ilkeyle açıklanması zor. Haa, her türden muhafazakarlığın ve her türden devrimciliğin ayrı ve kendi 10 ilkesi olur, o olabilir. Artı olarak, her 2 taraftan da ideolojilerin ilkesiz / omurgasız olduğu çok vakidir.

3.        Her 2 taraf da, genelde kendilerini hümanist olarak sergilemeye özen gösterseler de, yine tarih bu ilkenin hegemonyalarının en başlarında çiğnendiğini de bize göstermiş durumda.

4.        Tarihe bakınca, sürekli değişim var ama bu önce geleneksel / muhazakar uzun dönemin açmazının duvara dayanması, ardından devrimci dalganın o duvardan çok (veya o duvak kadar) kendi varlık nedenlerini yıkması, dolayısıyla tarihin oldukça ‘Brown devinimi’li biçimde yaşanması gerçeğini gözlüyoruz.

5.        Her ikisinin de, ne teolojisi (varlığını mutlak nedenlerle haklı gösterme ve zorunlu sayma), ne de teleolojisi (insanlık için sonul amaç olma) geçerli olamaz.

6.        Muhazakarlık dengeli dönemlerde, devrimcilik kaotik dönemlerde daha işlevsel oluyor gibi. Tarihteki kaos-kozmos dönemsellikleri (her yerel, hem global öçekte), dünya sistemi bakış açılarıyla, biraz kendiliğinden ve rasgele oluşuyor gibi.

7.        Muhafazakarlığı öldürücülüğü nedeniyle, kimseye hiç mi hiç önermem.

8.        Bireysel olarak devrimciyim ama onu da öldürücülüğü nedeniyle kimseye önermem. O nedenle, devrim yapılamıyor, devrim olunuyor.

9.        Önceki 2 önermeden çkan sonuç şu: Muhafazakarlığın cemaatçiliği pek kimseyi şaşırtmıyor ama devrimciliğin pratikte aşırı bireyci olması insanlara şaşırtıcı geliyor, çünkü neo-liberal-muhafazakarlar (‘neo-con’lar) bireysel özgürlüğü tekellerine alma arzusundalar.

10.     Tarih bitmedi, çünkü başlamadı ama 1945 atom bombaları ve 1957 yapay uydusuyla, öte-tarih çoktan başlamış durumda. Bu durumda, hem muhafazakar, hem de devrimci söylem, çoktan (60 küsur yıldır) geçersizlenmiş olmakta ki bunu her 2 taraf da reddecektir. Ek: Her 2 ideolojininin uygulama durumunda da, marjinaller ve ayrallar değişimin % 99’unu gerçekleştiriyor ve her 2 tarafça da öldürülüyor ama bu öyle olmanın amaçlaştırılması gerektirmez.

Seçim okurun.

(25-26 Haziran 2012)

SON DEMLERİMİ YAZARAK GEÇİRMEK


26.06.12, 12:10.

SON DEMLERİMİ YAZARAK GEÇİRMEK

2 yıl önce, yaşamımı tekdüze bulmuş ve böyle 40 yıl daha yaşamak istemediğim kanısına varmıştım.

Kaşınmışım. Yaşam vurdukça vurdu. O koşulları fenerle aramaya başladım.

Bu sıralar, kendimi son demlerimdeymiş gibi duyumsuyorum (ama öyle değilim, çünkü çilem henüz dolmadı biliyorum).

Son demlerimi yazarak geçiriyormuşum gibi davranıyorum. Harika bir duygu veriyor. Ölümü yazarak beklemek bana uydu sonunda. (Bunu Memet Fuat da, son 1.000 gününü otobiyografileyerek, başarıyla yazmıştı / yapmıştı ve yaşamı boyunca kendine ve okura karşı dürüst olduğu tek dönem o olmuştu.)

Taksimetre gibi, yazımetrem var. Sonul erimim olarak koyduğum ve dünya kurmaca-dışı yazma rekoru olan 40.000’e doğru sağlam adımlarla ilerliyor. Hüzünle gülümseyerek, faşizmin ve engizisyonun karanlığında, beynimin ışımasını izliyorum.

Eski ustalarım da öyle yaptı:

Ressam Bosch da, yazar Nesin de...

Kaçmadılar, dövüştüler.

İnsan gibi yaşadılar ama insan gibi ölmeyebildiler.

Talih, kader: Boşver bunları, bu Atlas kendi yükünü gönüllü aldı ve taşıdı sonuçta...

Okurlarıma helal olsun yazdıklarım...

1 Değil, 50 Uçak İçin Bile Savaşa Girilmez (İmiş)


Bir şiddetseverim ama savaş karşıtıyım da... Savaşın insanlık tarihinde en kesin çözümleri getirmesine karşın, savaşın madden ve manen en pahalı çözüm yolu olduğunu da bilirim. İnsanların barıştan çok savaşı hak ettiklerini de bilirim. Deveye diken, insana liken gerektiğini de bilirim.

Kim bilir? Kim bilmez?

Suriye tarafından düşürülen türk savaş uçağının, hala kayıp olan pilotunun babası şunları söylemiş:

“Yüzbaşı Gökhan Ertan’ın babası Ali Ertan da, Malatya’daki evinde heyecanla iyi haberin gelmesini bekliyor. Her geçen saat umutları azalmasına rağmen duygularına hâkim olmaya çalışan öğretmen baba şunları söyledi: ‘Bizim ülkemiz, ‘Bir pilotumuz öldü hadi savaşa girelim’ diyecek bir ülke değil. Bir pilot için, bir uçak için, 50 uçak için bir ülkenin savaşa girmesi bize yakışmaz.’”


Diyeceklerimin önemli bir bölümünü yutuyorum. (Örneğin, ‘kaç uçak mesela?’ gibi...)

Aklıma şu öykü geldi, eski tarih kitaplarımızda vardı:

Türk hakanların birinden Çinliler, en değerli atını istemişler vermiş, en değerli cariyesini istemişler vermiş ama bir çorak toprak parçası istenince, vermeyip savaşa girmiş.

2 öyküde de mesel şu:

Ne için savaşa girilir?

Dün tesadüfen, geniş açılı okumalarım sırasında, Wikipeda’da savaş tarihini de okudum. Oukmalardan çıkardığım en önemli mesel, savaşın olması için, belirli bir neden olması gerekmediği. İngiltere-Fransa arasındaki Yüzyıl Savaşı gibi başı yok sonu yok, nedeni çoktan unutulmuş savaşlar da var; ilkel toplumlarda sürekli savaşıp erkeklerin % 60’ının ölüm nedeninin savaş olduğu durumlar da var (bu tüm tarih için bu, % 3 gibi bir oranda).

Dünya’da yılda 1 milyon intihar nedenli ölüm var, 500.000 de (savaş dışı) cinayet nedenli ölüm (toplam ölüm sayısı 55-60 milyon gibi). Trafik kazaları deseniz, cinayetten hallice. Yani, bu durumda savaşa ölüm nedenleri arasında ön sıralarda pek yer yok. (Bunun temel nedeninin, AB’nin son 65 yıldır savaştan ısrarla kaçınması ama bunun için daha pahalı bedeller ödemesi olduğunu düşünüyorum. Evet barış, madden ve manen kimi savaştan daha pahalı olabilir.)

O okumalarda ayrıca şunu gördüm: İnsan toplumlarının % 90-95’i şu ya da bu nedenle savaşmış. (Bunun ters durumu da şu: 1. dalga Okyanusya adaları sakinlerini, 2. dalga akrabaları gelip pişirip yemiş.) 5.000 yıllık tarihte ise hiç savaşın olmadığı yıl sayısı 50 gibi.

Türkiye’nin şu ya da bu nedenle er veya geç dış savaşa gireceğini, tersi durumda parçalanacağını hep yazageldim.

Ancak, bu babanın durumu beni aştı:

Hem kendi oğlunu ve 1 uçağı feda et, hem de 50 uçak ve 100 oğul daha... (Uçağın tanesi 150 milyon dolar.)

Yani, ne bileyim? Azıcık sayı saymayı şaşırmış gibi...

Bize kalsa, çoktan dalmıştık Suriye’ye de, NATO ağır abilerimiz orada kapıda, pardon sınırda bekliyor. Onlar aportlayınca girebileceğiz ancak.

Türk halkı gerçekten savaşı unuttu. 30 yıllık iç savaş dönemi bile bunu yeniden anımsatamadı onlara... Ordumuz bile savaşı unuttuğunu kendi kurmaylarının dilinden kezlerce dilegetirdi, iç savaş onlara biraz olsun ders verdi hiç olmazsa... Bunu da kendileri dile getirdi.

Şimdi, motivasyonsuz bir ordu, ambele bir halk, çıkarlarının savaşı mı barışı mı gösterdiğini kavrayamayan işadamları ve medya, bırak savaşı barıştan bile anlamayan siyasetçiler, gırla gidiyor ülkemizde...

Kan, ter ve gözyaşı onlara iyi bir ders verecek, er veya geç...

Dersimiz savaş: Az sonraaa...

(26 Haziran 2012)

Pazartesi, Haziran 25, 2012

Kampüs Üzerine




1977-1987 arasında Boğaziçi Üniversitesi Rumelihisarı Kampüsü’nde okudum.

Kampüste gerçekten herşey vardı: Sinema, kütüphane, diskotek (müzik kütüphanesi anlamında), yemekhane, yatakhane, kantin, öğrenci klüpleri, spor salonu, vd.

Özellikle kışın haftalarca, kimi birkaç ay dışarıya çıkmadan, tüm gereksinimlerinimizi karşılayabilirdik.

Birey olmayı ve öğrenmeyi orada öğrendim. Bilim, sanat, felsefe tapınağı gibiydi.

Tarihe bakınca, akademi ve likeum gibi, geleneksel kampüs anlayışının taa binlerce yıl öncesinde bile var olduğunu görüyoruz.

Bugünkü üniversitelerin başladığı Orta Çağ Avrupası’nda da bu anlayış hakimdi. Zaten üniversite, evrensel mekan anlamına geliyor, bilginin evrensel mekanı.

(1974-1977 arasında da, yine BÜ gibi ABD tarafından kurulmuş olan Ankara Fen Lisesi’nde okudum. Orası da dağ başındaydı ve kampüs sayılabilecek bir düzene sahipti.)

Ancak zamanla İstanbul’un melokomik kentleşmesi sayesinde, hey yer kent içi oldu.

Bugün; Şile’deki Işık üniversitesi veya taa İzmit sınırındaki Sabancı Üniversitesi gibi kampüsümsü özentiler, kurumsal olamadı, olamıyor; çünkü bir gelenekleri yok, kampüslerinin bir kişiliği yok. BÜ’de her bina 100 yaşından büyüktü ve inanılmaz biçimde 00 yıllık muslukları bile bozulmazdı. Ne zaman ki modern teçhizat geldi, onlar da bozulmaya başladı.

Sorun, bir kurumu kurarken, onlarca yıl boyunca her açıdan kendine yetecek gibi kurmakta, gecekondu mantığını üniversiteye uygulayamazsınız, uygulayınca böyle altında kalırsınız, orman katledip rezil rüsva olursunuz (BÜ’nün ağaçları sürekli artmakta ve 100 yaşında ağaçları var). Yani siz, 100.000 kitaplık bir kütüphaneyi zorunlu bir gereksinim saymıyorsanız, tüm özel üniversitelerin kütüphaneleri gibi başı yok, sonu yok, konu bütünlüksüz kitap kalabalığınız olur.

Örneğin, zamanında BÜ kütüphanesine bir girerdim, diyeyim Türk Edebiyatı bölümüne. Rafsal (ve alfabetik) sırayla giderdim. Başkalarının ödünç aldıklarını pas geçer, bir tur bitince bir daha başlardım. Böyle böyle, 10 yılda 100.000 kitabın içinde işe yarar kitabın içindeki, benim işime yarar 2.000 küsur kitabı okudum (okur kartotekslerimi hala saklarım). O bilgileri 35 yıldır hala tepe tepe kullanıyorum.

Bu metni neden yazdım?

Tahmin edilebilir:

Yaşlandım ve o günleri özlüyorum. Faşizme ve engizisyona gırtlağına kadar batmış bir ülkede, tıpkı Orta Çağ üniversitelerindeki gibi, kapıları cahil ve aptal dışarıya kapatılmış bir kampüste, ölene dek okumak ve yazmak istiyorum. Günde 2 ekmek yeter. Onun da karşılığını emeğimle öderim nasıl olsa.

Yazık bir çağ daha çöküyor ve ben altında kalıyorum: Benjamin gibi, Fassbinder gibi...

Dipnot: Ölünce beni sözünü ettiğim kampüsteki Nafi Baba Türbesi’ne gömseler ne güzel olurdu. Aşiyan Mezarlığı bana hep ters gelir nedense.

Cumartesi, Haziran 23, 2012

Beyinsizlerde Beynini Görmek





Yazdıklarımı çalıyorlar. Özel durumlar dışında buna pek aldırdığım yok. Çünkü:

Bir: Demek ki bende çalmaya değer düşünceler buluyorlar.

İki: Yol çatallanması hesabıyla, metinlerim daha çok okurun toplu bilisizliğine yerleşiyor. (İnsanlar neyi nerede okuduklarına pek dikkat etmezler aslında.)

Bunu şunun için yazdım:

Suriye karasularında bir savaş uçağımızın düşürülmesiyle ilgili olarak ben şunları yazdım:

“Ecel Gelmiş Cihane, Başağrısı Bahane

Sen gidip adamın karasularına sorti yaparsan, uçağını düşürürler, sen de bunu savaş nedeni sayarsın, olur biter.

Daha önce de, Irak'a girmek için daima nedenimiz vardı ama bunun için yıllarca koşulların olgunlaşması beklendi. Bu sırada binlerce kişi ölmüş, ne gam. Şimdi de benzeri oldu ve olacak.

Rusya-ABD Suriye'de el ense çekişiyorlar, Türkiye de elinde hıyarı olana tuzlukla koşturmaya pek meyilli.

Nasıl ki Kore'de en ön cephede feda edildiysek, şimdi de feda piyonu gönüllü olarak kendimiz olmuş olduk netekim.

Eh, biten ekonomilerin tek ilacı savaştır ama ülkelerin birinci yok olma nedeni de savaştır. 2. Cumhuriyet bu savaşla kurulamaz, onu kesinkes biliyorum. Bu yeni durum, ara sıcak bir meze, onu da biliyorum.

Ana kazık-menü İran olacak.

Halkımıza hayırlı uğurlu olsun. Atom bombası da yerler i-şaallaah...”


Ünlü ve düşünmekle ilgisiz kategorisinden Nihat Doğan ise, konuyla ilgili olarak Twitter’da şunları yazmış:

“İçimizdeki savaşın sona ermesi için dışarıya savaş sart...”


E, bu doğru. E, bu benim düşüncem. Uzunca bir süredir 8belki de 10 yıldır) bunu benden başka dilegetiren yoktu. Bu düşünce, bu adamın bilinçaltına bir biçimde ulaşmış. Sorsan, adımı bile duymamıştır.

Bu durum, düşüncesizlerde beynini görmek oluyor netekim.

Eskiden olsa bu yeni durum, beni yeise sürüklerdi. Şimdi ise eğlendirmiyor bile.

Ek: Yeni durum şu: Milliyet Blog’da gördüm ki yeni ve farklı düşüncelerin reddi, olağanlaşması, kabulü ve size geri dönüp, karşı tarafın asıl düşüncesiymiş gibi savunulması, 4-5 yıllık bir döngü süreci demek.

İster orada, ister başka mecralarda, ayın düşüncenin daha da uzun vadeli yeniden ve yeniden kuluçkalanması ve ekilmesi için, aynı konuyu yeni gündemlerle besleyip, yeniden yeniden internete şırıngılamak demek.

Aslına bakılırsa, 4 yıl vade bile, internet gibi gündemin 4 saniyede değiştiği bir ortamda çook uzun bir süre / vade demek.

Dersimizi alalım: Savaşta ne yapılır’ları, yasalara aykırı düşmeden kitleye iletelim ve tepkisini ölçelim.

Entropi Formları


Biz insan türü, ‘zeki canlılar’ olarak, ‘negatif entropili’ varlıklar olarak kabul ediliyoruz.

Zaman mekan içinde genişleyen birincil Evren’imiz ise, pozitif entropili olarak kabul ediliyor.

Demek ki bunlar bu yeranda tanımlı entropi formları.

Peki, başka entropi formları mümkün olabilir mi?

Öncelikle, bazı organik moleküllerin karşılıklı ilişkisiyle belli bir aralıkta salınan (yani 2 molekülün bir molekülden diğerine sürekli dönüştüğü) entropilerin ve neden-sonuç döngüsüne sürekli giren entropilerin (bazı organik bileşikler) var olduğunu belirtmek gerek.

Zeki canlı olmak, karbon atomu üzerinden tanımlı bir olgu ve karbon atomununun kimyasal davranışları, bizim entropi tanımı çevrenimizi oldukça sınırlıyor.

Oysa, bizim Evren’imizde bile atomsuz yapılar var: Örneğin, nötron yıldızları. Onlarda uzay-zamanın bozulması daha büyük olasılıklı.

Özdek-enerji  düalizmi de açıkseçik sınırlı değil. ‘E = m x c2’ denkleminde epeyi öğe değiştirilebilir veya ortadan kaldırılabilir durumda aslında.

Uzay-zaman yapısı da bozulabilir durumda ama bunu nasıl yapabileceğimizi henüz bilmiyoruz. Yalnızca tasarımları var.

Boyutları açık bir Evren’de, ‘özdek-enerji düalizmi’ var olmayabilir. Ayrıca zaten, karanlık enerji ve karanlık maddenin ne kdar karanlık ve ne kadar özdek-enerji olduğuna ilişkin hiçbir bilgimiz yot.

Kara deliklerin özdek-enerji ve uzay-zaman yapılarını da bilmiyoruz.

Dolayısıyla bunlarda bildiğimiz entropi tanımlarının geçerli olması için bir neden yok.

Başka bir açıdan bakalım:

‘p x V = n x R x T’ denklemindeki hacmin x, y, z öğelerinin sıcaklık (ortalama yer değiştirme) yönünden de tanımlanabilirliği hiç göze batmıyor. Yani entropi, uzayın doğrudan kendisiyle tanımlı bir şey. Dolayısıyla boyut fermuarı gibi bir süreç, bu denklemi de açar ve işlevsiz kılar. Ayrıca, kapalı bir sistemdeki tem atomlu bir gazın atomlarının uzay-zaman le etkileşimi hakkında hiçbr bilgimiz yok.

Burada ironik olan durum, zaman içinde uzayın yapısının değişip değişmediğini bile bilmiyor oluşumuz. Tek bildiğimiz şey, Evren’in yaşı kadar olan mesafede, 13,7 ışık yılı yarıçapında değil, 78 veya 90 milyar ışık yılı yarıçapında olduğu.

Tüm bu durumlar toplamında Evren’ın ısı ölümüne gittiğini önesürmek pek mantıklıca gelmiyor açıkçası. Nasıl ki Planck zamanından önce, bir zaman tanımından söz etmiyorsak, o zamanda ve muhtemelen bir gelecekte entropiden söz etmeyeceğiz demektir.

Elimizde veri olarak bir de 4 milyar yıllık evrimsiz mikroorganizmalar ve 10 üzeri 67 yıllık ömürlü kara delikler oldukça, ‘limit durdurulmuş entropi’yi (bu ‘kapalı sistem’ değildir) çoktan  tanımlamış olmamız gerektiği ortaya çıkar.

Sonuç olarak demek ki aslında elimizde epeyi entropi formu var ve biz yalnızca onlardan birine kafamızı gömmüş durumdayız, kafasını kuma gömmüş bir devekuşu gibi.

Örneğin, dar bir epistemoloji alandan (Japon modern dansı olan buto’dan) başlayarak, eksi varlığı tanımlamışken, özel bir negatif entropi de tasarlayabilir durumdayız demektir.

Ancak, bunu yapmıyoruz ve paradigmatik faşizmi yeğleyip, kendimizi epistemolojk yeni orta çağlara sürüyoruz. Böylelikle, ışık hızını geçebilme, en az 500 yıl sonraya yasaklanmış oluyor.

Dipnotlar:

Bir: Bir nötron yıldızı, Uranyum’dan sonra çok büyük ve dengeli ama protonsuz tek bir atom çekirdeği gibi kabul ediliyor. Yani bu açıdan bir nötron yıldızı, entropinin 2 aykırı formunu birden içeriyor durumda.

İki: Proton oluşumuyla ve şimdilikki denklemlerde bozunmamasıyla, entropiye aykırı bir oluşum gibi görünüyor.

Üç: Bu durumda bağımsız var olamayan kuarkların entropik davranışları olamamış oluyor.

Dört: Hem proton-nötron arası, hem de kuark-kuark arası, çekirdekte epeyi boş durumda (ayrıca proton-elektron uzaklığını / boşluğunu henüz bilmiyor da olabiliriz). Bu uzayzamansal boşlukların yapısını ve termodinamiğini de henüz bilmiyoruz ama oradalar.

Beş: Yıldızlardaki büyük atomların oluşumu da entropiye aykırı, çünkü onlar da bozunmuyor, şimdiki bilgimize göre. Tüm yıldızlardaki ağır metaller taa Evren’in ilk döneminden kalma ve Evren’e yayılmış durumda.

Altı: Aslına bakılırsa, kuantum fiziğinde ve kuantum kimyasında entropi ilkelerinin epeyi bozulduğu kanısındayız ama bunu kanıtlayamayız.

Yedi: Sürekli genişleyen ve en büyük kara deliklerin bile buharlaştığı bir Evren’de N’inci öte-evrimin sürüyor olabileceği savındayız da.

Sekiz: Zaten entropi hakkında, yarı-kapalı sistemler olarak entropi yasalarına uymayan canlılık ve zekilik durumunda / veri tabanında, bunları savlamış oluyoruz.

Salı, Haziran 19, 2012

Türkçe'de Alttümce Sırası


Yazmayı öğrendiğim 1966-1970 gibi, Türkçe’de 50-100 sözcüklük cümle kurulmazdı. Ayrıca, alttümce tanımı yoktu, tümleç tanımı vardı.

Sonra sonra, dilimizdeki toplam çeviri birikiminin artması ve Avrupa dillerinin bazılarında oldukça uzun cümle kurma yazınsal geleneği olması dolayısıyla, bu yapı da dilimize yerleşti. Ancak, hala tüm yazarlar tarafından benimsenmiş değil. özellikle öykü gibi, kısa nitelikli kurmaca türlerde, pek benimsenmiyor, hatta değilleniyor.

Ancak, bu konuda hala kesinleştirilmiş kural yok, uzun sıfat dizilerindeki sırasızlık kuralsızlığı gibi. (Bu arada Türkçe için, resmi veya gayrıresmi kural yenileyici kurumların şu sıralar olmaması da üzücü doğrusu, belirtmek gerek. 2 (doğu ve batı) yönlü kurumlaşmaya (TDK’ye ve Dil Derneği’ne) da karşı değilim, herkes kendi dilini kuramkat özgürdür.)

Bir örnek:

“Oysa ki bendeniz, Bukowski’vari biçimde yaşamla sözleşmemin olmadığını ve Greenberg’vari biçimde bana gül bahçesi vaat edilmediğini, ayrıca gökten altın yağsa kafama teneke düşeceğini bilen, (belki aşırı sayılabilecek) karamsar bir gerçekçilikte biriyim.”

(‘Hayalkırıklığı’ metnim, 11 Haziran 2012. Eylül 2012, Psikeart.)

Bu yapıda 5 alttümce var. Burada 1.’nin ve 2.’nin yer değiştirmesi, anlamsal nüans yaratır ama saçmalık yaratmaz. Oysa 4.’nün, 5.’nin önünde yer alması, muhakkak gerekir durumdadır ama o ayraç içinde kullanılabilir de, kullanılmayabilir de. Bir yazar olarak, abartılı bollukta ayraç içi alttümceler kullanmaya eğilimim var. Bunun için de, kendim bile 30 yıldır henüz sabit kurallar yaratamadım.

Devam:

1. ve 2. alttümcelere, adları verilen yazarların ilk adlarını ve birer eserlerini ekleyip, 5 olan alttümce sayısını, 7’ye çıkarmak da mümkün ki öyle yapmışlığım da var. Böylelikle tümcenin toplam sözcük sayısı, 30 küsurdan 50 küsura çıkabilir ve ortalama bir okuru, cümlenin ortasında istoplatabilir.

Bu durumda mantıklı bir edim, bir yazarın kendi okurunu, kendi eserlerinde, yavaş yavaş uzayan tümcelerle, sonul karmaşık tümceleri okuyup anlayabilir duruma evriltmesidir.

Bunu, uzun tümce kurmaya sözdizimi olarak daha yatkın bir dil olan Almanca’da uzun cümlelerle yazmış olan Nietzsche ve Kafka bile yapmadı, yani kendi dilini açıklayıcı dipnotlarını düşmedi. Bence yazarın (anadili değil) dil bilinci bunu da gerektiriyor.

Burada diğer bir sorun daha var:

3 küsur saatlık filmlerde, sözdilinden çok daha karmaşık olan sinema dilini anlamakta güçlük çekmeyen görsel-işitsel gelişkin kişi, sözdili açısından 20 sözcüklü bir tümceyi okurken zihinsel açıdan tıkanp kalabilmekte, çünkü artık çağımızda yetersiz / etkinsiz okuryazarlık geçerli / moda.

Yani başka bir deyişle okur, filmsel dildeki anlama zorluklarını aşmak için epeyi çabalarken, sözdilinde bu kolaylaştırıcı çabayı hala yazardan umuyor.

Pazartesi, Haziran 18, 2012

İlk Organik Yapay Damar Üretildi


“İsveç'te dünyada ilk kez, ciddi damar tıkanıklığı sorunu yaşayan 10 yaşındaki bir kıza, kendi kök hücreleri büyütülerek üretilen damar ameliyatla nakledildi.

Bilim adamları, ölü bir hastadan alındıktan sonra tüm hücrelerden arındırılarak sadece boş bir tüp haline getirilen 9 santimetre uzunluğundaki damarda, kızdan alınan kemik iliği hücrelerini 2 hafta süren bir süreç içinde büyüterek bir damar üretmeyi başardı.

Üretilen damarı hastaya nakleden doktorlar, damarın kendi kök hücrelerinden üretilmiş olması nedeniyle, hastaya doku uyuşmazlığını baskılayacak ilaçlar vermek zorunda kalmadı.”


Bu neler demektir?

Öncelikle, organik yapay öz organlarını baştan üretip, gerekince kullanmak yolu açıldı demektir.

Sonralıkla, bedensel ölümsüzlük yolunda 1 adım daha atıldı demektir.

(Ancak, bunamamanın ve yazılımsal zihinsel zayıflamanın hala çaresi yok. Belli önlemlerle süreci baştan çok çok yavaşlatabilirsin ama bir kez gerçekleşti mi süreci geriye döndürmek hala imkansıza yakın durumda.)

Devam:

Böylelikle, kök hücre kullanımları yolundaki deontolojik, teolojik (papasal) ve (ne’sel olduğu belli olmayan) BM’sel engellerin önü biraz daha açıldı demektir. Sonuçta, yaşlıların 150-200 yıl yaşatılması şimdilik hala lüks gelebilir ama kimse 10 yaşında bir kızın hemen ölmesini savunamaz.

Perşembe, Haziran 14, 2012

Anti-ET


Bugüne dek hep ‘exstra-terrestrial’ (dünya-dışı) canlılar hayal ettik ama tersini düşünmek pek kimsenin aklına gelmedi.

Soru şu:

Dünya’daki herhangi bir canlı türü, şimdilik Güneş Sistemi içindeki cisimlerdeki eksremofil koşullarda sağ kalabilir mi?

Görünen o ki 2 ipucu artık elimizde:

Kuzey Kutbu’ndaki buzulların altında planktonlar var, yani fotosentez yapabilen canlılar.


Mars gezegeni koşullarında yaşayabileceği düşünülen bazı mikroorganizmalar, Güney Amerika’daki bazı yanardağ çevrelerinde keşfedildi.


Mars aşırı soğuk ve aşırı kurak bir gezegen.

Venüs ise aşırı sıcak ve aşırı ıslak bir gezegen. Kuramsal olarak en azından atmosferinin üst düzeylerinde, havada yüzebilen türden mikroorganizmalar sağ kalabilir gibi (organik moleküllü, ışıklı ve 100 derece civarındaki ortamda).

Böylelikle şimdilik elde var 2 olmakta.

Bu 2 gezegenin böyle olmasında, bir zamanlar 2’sinin de aslında zamanında belli canlıların yaşayabileceği ortama sahip olup, zamanla birinin aşırı ısınıp, diğerinin aşırı soğumasının payı var.

Elimizde bir de gezegen uyduları var ki sayıları toplamda 100’ü bulmakta. Bunların bazıları, sıvı durumda suya ve volkan düzeyinde ısı üretimine sahip durumda.

Tabii bu durumda asıl şoru şu olmakta:

İnsan türü, bu deneyleri yapmayı ne zaman deneyecek?

Şu anda bu deneyler için alınmış BM’sel veya uluslararası hukuksal bir yasak kararı yok.

Ancak bilimciler nedense korkuyorlar, olur da gelecekte felaket koşulları oluşabilir ve tarihsel suçlamalara maruz kalabilirler diye, bazı canlıları kimseye haber vermeden gezegenlere veya uydulara salamıyorlar.

Uzay çalışmaları artık özel sektöre geçtiği için, devletsel denetleme de zayıfladı. Artık işin zamanıdır.

Örneğin Çin’in bunu yapmakta çok daha fazla serbestlik taşıyacağı kanısındayım. Çünkü onun için, maksat yarışta en önde olayım, var.

Şimdilik, bu deneylerin denenmediği veya denenmişse de başarılı sonuç çıkmadığı, yani varsa gönderilmiş canlıların mevta olduğu çıkarsamasına varıyoruz.

Unutmayın ki Papa ve BM yasaklamışken, Dünya üzerinde 10 insan klonu yaşadığı resmen açıklanmış durumda. Yani, hiçbir yasak bu işi engelleyemez.

Olağan koşullarda 2015’te, en geç 2020’de birden fazla ülke en azından Ay’da kalıcı üs (dolayısıyla canlı ekosistemi) kurmuş olacağından dolayı, acelemiz kalmamış bulunuyor. Yani, ilk sonuçları görecek kadar ben bile yaşayacağım.

Bu deneyler çok eğlenceli olacak: İnsan türünün bir kez daha tarihsel / evrimsel bir eksodus yapacağı, tabii ki bunu yapması için kıçından itelendiği, tarihsel bir çöküş dönemine girmiş bulunmaktayız. Türümüze hayırlı uğurlu olsun.

Pazartesi, Haziran 11, 2012

Neo-Avangardizm


1960’ların avangardizmi aslında hç bitmemişti (olsa olsa yavaşlamıştı ve/ya klasik söylemle bakış açısından saklılaşmıştı) ama 1990’lardan başlayarak 2010’lara dek artarak süregelen yeni bir avangard akım(cık)lar dizisi sözkonusu.

Örneğin siberuzayın sanattaki ilk tasarımı 1960’lar tarihli idi ama bu dikkatleri çekmemişti ya da o ürün ana akım avangard yola girmemişti.

Kaynak:

Roman:


Film:


Neo-avangardizm ilk zirvesini ‘Ghost in the Shell 1-2’ yaptı. Mangalar ve animeler 2010’lu yıllarda artık regresyonda iken, 1990’larda inanılmaz bir çıkış yapmışlardı ve bu 2 filmin ilki, aradan geçen 20 yıla yakın sürede bile, avangardizm açısından hala eskimemiş durumda.

Bu eserlere baktığımızda, ortak yanlarının hayal güçlerindeki, klasik tekilleşme söylemini, birkaç epistemolojik kritik eşiği öteye birden aşmalarının olduğunu görürüz (1’en 4’e giderken 2 ve 3’ten geçmeme, kuantum süreksizlik).

Zaten klasik anlamda avangardizm budur: Meta-, trans-, post- örnekler.

Neo-avangard eserler bunları da aşıyor:

Çin’in 2005-2015 arasında knedi tarihiyle ilgili, daha önceleri (1911, 1949 gibi) tabu sayılan konuları yeniden ve aşırı yorumlamaları ve sonucun bir gelecekbilim örneği oluşturması.

Kaynak:

Çin 1911 Cumhuriyeti:


Çin 1949 Devrimi:


En önemli nokta, neo-avangard ürünlerin de, çoğu klasik avangard eser gibi, attığı taşla vurduğu kuşun birbirine uymaması türünden, sanatçısal tarihsel bilinçsizlik taşımaları ki ‘Ghost in the Shell 1-2’nin yönetmeni bu tanıma cuk oturuyor.

Bu durumda, bizim klasikleşmiş ‘eser miktarda deneyselliğin olağan sanat ürünlerine yedirilip, popüler kültürün kitlesel bilisizliğine şırıngalanması’ yöntemimiz hala işlevsel görünmekte.

Bunun işlevselliğinin maksimum menzili 2020 olacak.

(11 Haziran 2012)

Çarşamba, Haziran 06, 2012

İhtiyaçtan Kiralık Beyin

Saatı 75 TL'ye genel kültür (bilim, sanat, düşün) dersleri verilir. Kitap başına 50 TL'ye entellektüel sohbet edilebilir özet çıkarılır.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

Anarşizm ve Marjinallik




Anarşistler öyle olmayabileceği halde, tarihlerinin başından beridir genelde marjinal kişiler olagelmişler. Bu da anarşizmi marjinal kılmış.

Bunun birinci nedeni, tuhaf bir biçimde gecikmiş romantizmleri. Gecikmiş romantizmleri, onları abartılı yaşamlara ve eylemlere sürüklemiş. Bu açıdan en deli toplumsal eylemci kişilerin en azından başlangıçta onlar içinden (Rusya’da) çıktığı kesin. Bu konuda Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’ini konuya yanlış açıdan yaklaşmış buluyoruz, çünkü Dostoyevski’nin kendisi de, en az anarşistler denli hezeyansal-histerik bir kişiliğe sahipti. Hani, (en azından bu koşullarda) dinime küfredenin Hristiyan olması gerekmesi gibi bir durum sözkonusu.

İkinci nedeni anarşistlerin, marksistler henüz dedelerinde vitamin iken devrim yapmaya (veya devleti yıkmaya) başlamalarıdır. O nedenle Marx, birincil risk olarak faşistleri veya burjuvaları değil, anarşistleri gördü (ve onları derim işini ellinden alacağı korkusuyla ve bireysel iktidar tutkusuyla Enternasyonel’den kovdu ve bu dağdan gelip bağdakini kovmak oldu) ve buna büyük oranda Stalin de dahil (Kronstadt ve Ukrayna Rusya’sal deneyimleri nedeniyle).

Üçüncü nedeni, anarşistlerin ABD dahil epeyi ülkeyi faşizme itelemeleridir. İnanılmaz büyüklükte eylemler yaptılar ama bu geri tepti ve korkunç bir kıyım yaşadılar. Düşman bu durumda, ölmediği için daha güçlenmiş ve daha karşıt bir ideolojik duruma evrilmiş oldu. (Haa, düşman açısından bu da bir tür koşulların olgunlaşmasını beklemekti, ayrı konu.)

Dördüncüsü, 19. Yüzyıl ortamında bireycilik ilericiler arasında bile aşağılanan bir özellikti. Örneğin, bugün Stirner’in eseri hala başyapıt iken, bu eser nedeniyle egoist anarşizm diye acaip bir kavram icat edildi. Komik olan durum şu: Liberallerin bireyi köleleştiriliciği / cemaatleştiriciliği, sivil itaatsizliğin 50 yıllık geçmişi, komünizmin devlet faşizmi, vd varken, tek özgürlükçü çıkış yolunun o yolu kullanması gerekenler tarafından kapatılması durumu mevcut ve bu bir tür ‘kaybedecek zincirlerini bile bırakılmaması’ durumu değil, basit ve feci bir aymazlık.

Beşincisi, bir yanılsama var: İlerici ideolojiler arasında anarşizm tek başa geçmemiş, dolayısıyla hiç olmazsa tek bir hak tanınması gereken marjinallikte sayılır ama anarşizm gerçekte hakkını 20. Yüzyıl’da 3 kez kullandı ve şansını ıskaladı: Ukrayna, Mançurya, İspanya.

Altıncısı, anarşizm gerçekten erken öten horozdu. Gerçek anarşizmin gerçekleştirilmesi, 19. Yüzyıl’da ve/ya 20. Yüzyıl’da mümkün değildi, 21. Yüzyıl’da ve/ya belki de 22. Yüzyıl’da mümkün olacak. Bunda temel neden, devletin küçüldüğü tarihsel dönemlerden birine girmemiz. Bu durumda anarşizmin şansı kendiliğinden yükseldi ve pratik-imkansız’ın üzerine çıktı.

Tüm marjinallere olduğu gibi, anarşistlere de, kendilerini kamikaze olarak feda etmeleri konusunda saygımız büyük. (Yine de başarısızlıklarının bedellerini de tarih onların hanesine yazdı çoktan.)

21. ve 22. Yüzyıl’da global sosyal atalet çok arttığı için, ne yaparsa, yalnızca marjinaller yapabilecek durumda ve marjinaller genelde yüksek oranlı kaybetmeye yatkın bireylerdir, yeni gelecekler yaratmaya ve kazanmaya değil. Anarşistler onların içinde, denemiş, yanılmış, öğrenmiş ve kazanma şansı epeyi var-somut olan tek grup durumundalar.

Kendilerine iyi şanslar ve iyi akıllar / tarih bilinçleri diliyorum.

Sonuçta, yeni bir tarihsel deney daha yaşayacağız.