Çarşamba, Temmuz 31, 2013

YKY: Yek yee...

Habere gel habere:

“Yayın dünyası birkaç gündür Yapı Kredi Yayınları’nın 10 tona yakın kitabı çöpe attığı iddialarıyla çalkalanıyor. Büyük tepki çeken iddialar üzerine YKY yazılı bir açıklama yaparak iddialara cevap verdi.”


Özrü kabahatinden büyük yalanlama ise şöyle:

“Yapı Kredi Yayınları, 20 yılda deposunda biriken envanter dışı; yani fireli, çok uzun süre sergilenmekten yıpranmış, iade edilmiş, satılamayacak ve bağışlanamayacak kadar kötü durumda olan kitapları, 90’lı yıllarda yapılmış ve bir kısmı dağıtılmış olan sergi kataloglarını ve yine 90’lardan kalan bazı dergilerle piyasadan toplanmış korsan kitapları imha edilmek üzere satmıştır. Söz konusu miktar haberde iddia edildiği gibi 10 ton değil, 6 bin 800 kilodur.”

E hani, korsan kitap satmak yasaktı? Kaça satıldıysa satıldı da, bu suç değil mi?

Ah editör ah, yakmıştın zaten çizgiroman piyasasını, bir de burayı yaktın.

6.800 kilo kitap, 10 bin parça eder.

Çok değil, daha 1 ay önce, Gezi kütüphanesi’nin 2 milyon kitabı nerede belli değil, oldu.

Şimdi de bu. Hayır, insanı sinirine dokunuyor: Tam da haberi okuduğum gün, ortalık YKY’nin eski sergi kataloglarının ortalıkta uçuşmaya başladığı gündü. Bir anlam verememiştim. Bu kez, Fahrettin Abi içeridenmiş.

Valla, yalnızca yayıncılıkta da böyle değil: Büyük para küçük parayı kirletir, mecaz anlamında da...


Hologram Evlerde

Oldukça eski bir icat olmasına karşın hologram, bir türlü ticari olarak kullanılmadı. Bugün fotografik hologramlar, olsa olsa züccaciye / hediyelik dükkanlarında satılmakta.

Durum değişecekmiş:

“Yıldız Savaşları ve Uzay Yolu gibi Hollywood yapımlarında tanık olduğumuz hologram, yakın zamanda beyaz perdenin dışına taşarak gerçek boyutlarında oturma odalarınıza gelecek. ABD’li bir şirket, havada 3D görüntü oluşturan holovizyon teknolojisini dev boyutlarda sunmaya hazırlanıyor.”


Ancak, daha şimdiden kesin olan 2 sorun var:

Bir: Hologramların ikna ediciliği.

İki: Hologramların üretiminin standart-dışılığı ki bu, hem ikna ediciliği, hem de üretimsel / tüketimsel yaygınlığı etkileyecek. Bunu VHS-Beta video kaset olgusunda yıllarca yaşadık.

Bunu yaşadık ve bunları da yaşadık:

Bir:

Video oyunu teknolojisinde görüntü kalitesini makule getirmek, ancak 30 yılda (1970 küsurdan 2000 küsura) mümkün oldu. Hologram için de böyle olmasın.

İki:

3B film onyıllardır var ve bir türlü işlevselleşemiyor. (Bunun nedeninin kültürolojisi, nedense henüz üzerinde çalışılmamış bir alan durumunda.)

Yani:

Olay, el bilgisayarı (PDA) / ‘İ-phone’ çizgisinde yürüyeceğe benziyor:

Bir: PDA, belki biraz erken piyasaya sürülmüş bir üründü ama ‘İphone’ da biraz geç kaldı gibi, çünkü artık satışları düşüyor ve bu noktaya yalnızca 5 yılda vardı ki teknolojik bir ürünün satış döngüsü 0, doruk, son olması)  10 yıl falan sürer. Bakınız ‘Walkman’ gibi. Ayrıca, pikap 60 yıldır hala ve CD-çalar 30 yıldır hala var: Yani, daha da uzun ömürlü ürünler tarihte mevcut.

İki: Muadili PDA gibi, ‘İ-phone’nun satışının düşmesinin nedeni; ‘Google Glass’, ‘Apple Watch’ gibi abidik gubudik icatlar ve teknolojik ürünler. Vurgu: Tüketim alanları tümüyle farklı ama tüketicileri aynı pazarlama grubunda yer alıyor.

Teknolojiye milyarlarca dolar yatırıp, teknolojiden on millyarlarca dolar kazanan şirketlerin bu hataları onyıllarca yapmışlığı, yapıyorluğu ve yapacaklığı rezalet bir durum.

Bunun standardı yok mu?

Yok olabilir ama var da olabilir.

Peki, böyle bir standardın var olması gerekiyor mu?

Teknolojik standart demek, şunun tersi: 21. Yüzyıl’da bile hala 19. Yüzyıl’ın elektrik ürünleri (fiş / voltaj) adaptörleri farkı geçerli.

Problematik burada:

Problem her zaman ortaya çıkabilir ama çözümü de bir çözümden çok açılım getirse gerek ki problem nüksetmesin.

Yoksa, tarihten ders almış olmuyoruz.

Eğer teknoloji tarihinden ders almıyorsak, su değirmenlerinin Orta Çağ’da bir orotaya çıkıp bir kaybolması gibi tarihsel olguları, yeni Orta Çağ’ımızda da kezlerce yeniden yeniden yaşarız. Korktuğumuz da bu zaten...

Haa, tek bir ürün haberinden, bu kadar aşırı yorum çıkar mı?

Yorumlayana bağlı tabii ki...


Blog Ansiklopedisi 2

Günümüzün en yaygın blog sitesi olan Milliyet Blog 2006 Nisan tarihli. Milat o gibi...

7 yıl oldu diyelim. 10 yıl vade koyalım.

Bunun kısa bir tarihçesine bakalım:

Veri tabanı olarak 3 bölüm mevcut:

Milliyet Blog ve Radikal Blog gibi, varlığını madden ve manen sağlama dayamış, kurumsallaşmış, teknik açıdan iyi işleyen sistemler var. Bunlar, eğer kendileri terketmezlerse, bu alanda onyıllar sürebileceklerdir.

Bir de bahtsızlar var, bu alanın alt-alanı olarak: Rahmetli Yurtsan Atakan’ın, önce Hürriyet / Onpunto ve sonra da Akşam / Naberler süreci, kendisinin erken vefatı nedeniyle, gerçekten çok kuvettli (MD’den de, RB’den de kuvvetli) aday adayları iken, tarihten erkenden silinip gitmiş siteler. ‘Türk gibi başla ama Türk gibi bitirme’ özdeyişine, blog alanındaki bu 2 site, çok iyi örnek olarak kayda geçti.

Bir de beceriksizler var: Uzman siteler. Sinemada ‘sinemabloglari.com’ ve ‘sinemasinemadir.com’ gibi: Maratonda depar atıp, daha hayat koşusunun yüz metresi bitmeden şişen ve sürklase olan siteler ve blogcular.

Tüm bu siteler, 2007 olarak 5 bin, 2017 olarak 10 bin, günlük tıklama sınırını geçmişlerdi. Kriter de bu zaten: Milyonda bir gibi bir Alexa oranı ama ne yazık ki Alexa şimdilerde bu oranlamadan başka oranlamalı yayına geçti.

Blog yazarları açısından bakarsak:

MB, 2007 itibarıyla, 1947 doğumluları, yani (üniversiteli olma açısından) 1968’lileri ve öbür uçta da taa 2008’lileri içeriyordu. Herhangi 1 yıl için, 40 yaş altında 5 yaş, daha üzerisi için 10 yaş, Türkiye için geleneksel bir yazar kuşağı sayılır. 2017 için bu (yine üniversiteli olma açısından) 2028’lileri de içerecek. Eh, biraz zorlarsak, yüzyıllık yazar imkansızlığı panoramamız toparlanır, yalnızca bloglar üzerinden.

Bugün için, elde 10 bin ham veri tabanı blog yazarı var. Yolun % 70’i geçildiğine göre, toplam olsa olsa 15 bin edecektir. Zaten gözlendiği kadarıyla, artık her gün eklenen yeni blog yazarı sayısı, giderek azalmakta.

Bu 15 bin kişinin en çok yazmış olacak 500 kişisini alalım. Bunlar bütünü temsil edecekten çok (% 1’den çok) bir örnekleme oluşturacaktır. Böylelikle, o kümenin içinden de altkümeler belirleyebiliriz.

Konu olarak; fal, burç, Holywood filmi, futbol gibi, popüler ve üzerinde çalışıldığında hemen hiçbir mantıklı çıkarsama yaptırmayacak metinleri eleyelim. Bunların tamamına yakını zaten kopyala-yapıştır metinler durumunda.

Geriye kalanların içinde birinci sıraya gündem-siyaset oturur.

Şaşırtıcı olarak bloglarda, sinema ve müzik gibi popüler konularda, ne gündem, ne de klasikler, hiç mi hiç izlenmedi. Onun yerine, özellikle fotoğraf bloglarında, sözü geçen süreler için, Türkiye fotoğrafçılık tarihçesinin tam bir panoraması bulunabilir. Eh, bu da bir şeydir.

Yani, eldeki verilerin limit tamamı, daha yarın gelmeden anlamsızlığa doğru kendilerini sildi demektir ki bu bir yazar için küfür demektir kanımızca.

Blogların % 1’i ise, tüm yaşadığımız 3 darbe ve 3 liberalizm travmaları sırasında, neden ve nasıl kimse bir şey yapmamışsa ama bunlar pek kayda geçmemişse, bu kez kayıtlı olarak neden ve nasıl hiçbirşey yapmadığımızı, çünkü hiçbir yeni ve farklı düşünce üretmediğimizi ve batan tarihle birlikte, beyinlerimizin de nasıl battığını bizlere ve gelecektekilere izlekleyecek.

‘Üç İstanbul’ gibi metinlerden başlayarak, edebi olsun olmasın, Osmanlı’nın batış sürecini anlatan epeyi metin okudum ve hep dehşete düştüm. Şimdi de, son 10 küsur yıldır, 1. Cumhuriyet’in, kitle ,iktidar seçkinleri ve entellektüeller eliyle nasıl silindiğini izliyorum ve dehşete düşüyorum. Nasıl ki ulusalcılar ulusu batırdıysa, (öyle geçinen) Müslümanlar da dini batırdı örneğin. Bloglar bunun izleğini çok açıkseçik kaydetti.

Blogların ilginç bir niteliği var: İstenseler de bir biçimde internette bakiler. En büyük global internet krizlerine dek şimdilik böyle... Dolayısıyla, yazıyı pek sevmeyen gündelik kültürümüzün pek değerli mensupları, blog yazmaktan çekinmeyince, eksi zekaların ve eksi bilgilerin kayıtları, artık inkar edilemeyecek biçimde tarihe nakşedildi.

Tüm aptalların ve cahillerin eline sağlık..

Nokta..

Bu ansiklopedi bunun kaydıdır.


Salı, Temmuz 30, 2013

Dünya Sistemi Determinizmleri: İktisadi, Siyasi, Askeri Kategori Dominantlıkları

Bunlar dünya sistemicilerin makro-makro sistem kriterleridir.

Dikkat edilirse, hepsi maddi uygarlık için tanımlıdır.

Oysa manevi uygarlık(lar) da var.

Görünür ve konsensus söylemde manevi olan dini uygarlık.

Asıl manevi olan ise kültürel uygarlık.

Asıl kültürel olan ise; sanat, bilim, düşün olmakta.

Dünya sistemicileri bunları gözardı etmeseler bile, yaklaşımları temel nedeniyle küçümserler gibi olmuş.

İlk koyut:

Maddi olanlar da dahil, manevi olanlar da dahil, bunların hepsi, antropolog olan ama gerçek anlamda ilk kültürolog olan Murdock’un Dewey tarzı sistematiğinde şematikleştirilmiş olarak mevcut.

(Ancak, onda da mevcut olmayan bir şey var: Tüm bunların altkümeleri de mevcut. Artı, arakesitleri de mevcut. Yani; ‘000-999’ kodları devamında, bir ‘000-999’ kodlama daha var ve bu, görüntüsü ‘125-367’ gibi olan, tam sayılı ve artı küsuratlı notasyonlan belirtilebilir durumda.)

Örneğin, tarihin ilk kuramsal savaş kitabı olan Sun Tzu’nun ‘Savaş Sanatı’sında askeri konular, yani militarizm, aynı zamanda manevi konular durumundadır da, hatta savaş Uzak Doğu Asya kültüründe hem bir metafizik konu, hem de bir ibadet-din durumunda. Örneğin, böylesi bir manevi, metafizik, dini ana akım olan Taoizm olmadan, ‘Savaş Sanatı’nı anlamak imkansızdır. (Murdock notsayonunda da bu görüngü, pekala alt-savaş alanı olabilecek ‘456’ ve devamında bir arakesit notasyonu olabilecek ‘678’ ile ‘456-678 olarak kodlanabilir.)

Artı, Batı / Avrupa kültüründe dominant anlayış var, yani bunlardan illa ki biri, birincil önem taşımalı gibi sanılıyor ve sunuluyor ama öyle bir zorunluluk yok aslında.

İktisadi, siyasi, askeri hegemonyaların hiçbir tek başına uzun süreli kalıcı olamamış. Artı tüm ikililerde de, hem birinin diğerine, hem diğerinin birine dominant olduğu yer ve zamanlar görülmüş ve ne yazık ki (dünya sistemcilerinki dahil) hiçbir kuram, bunlar arasında neden-sonuç ilintisi ağları (özellikle tersine artı çift yönlü neden-sonuç doğrusal ilintileri) kurmaya çabalamamış henüz.

Bir örnek verelim: Hem ABD’li iktidarcı, hem de diğer ABD karşıtı kuramcılar tarafından, ABD’nin bir siyasi mi, bir iktisadi mi, bir askeri mi birncil güç olduğu konusu karara bağlanmış değil henüz ve ABD sonun baylangıcını geçti bile çoktan. Kissinger, McNamara, Brzezinski gibi iktidar devleri için, gereken şey yalnızca ABD’nin o ya bu biçimde, o ya da bu yoldan birinci olması, o kadar. O yüzden McNamara özel şirket yönetirken, savunma bakanı olabilmiş. Eh, onun döneminde ABD’nin Vietnam’a yenildiği ve bir belgeselde izlendiği üzere, Vietnamlılar’ın tek bir sağ Vietnamlı kalmayıncaya kadarki savaş anlayışını, yenildikten 40 yıl sonra bile hala anlayamamışlığı da, iktidar devlerinin bilgi iktidarsızlığının bir kanıtıdır bizce.

Söyleme gelince:

Bu söylemsel muğlaklık sayesinde, örneğin ABD savaşta yenince askeri, savaşta yenilince iktisadi üstünlüğü olduğu önesürülmüş. Ayrıca, ABD’nin bi. Böyle başka hegemonlar da vardı ama onların durumu da pek çalışılmış değil hala. Sonuçta, 1250 yıl sonra bile hala, Cengiz Han’ın bu denli hızlı dünya hegemonu olması ve ardında da yine bu denli hızla hegemonisinin çözülmüşlüğü, hala yanıtlanmamış tarihsel bir problematik durumunda.

Maddi uygarlık sayılan açısından, onların arasındaki altküme ilintilerini tanımlamak çok daha kolay, çünkü ne de olsa 3 konudaki iktidar tekniklerinin de, iktidar teknolojilerinin de % 99’u biliniyor durumda ve örneğin o bilinmeyen % 1’deki gizli askeri ABD yetenekleri de oldukça gülünç bir beceriksizlik durumunda gibi. Yani, ‘2000 Askeri Startejisi’nin sayesinde en yüksek teknolojinin (askersiz savaşın) devreye sokulduğu, 1991’daki 1. Irak Savaşı’ndan beridir, ABD’nin o yüksek teknolojiyle hala doğru dürüst bir savaşsal galibiyet alamamışlığı da, görmezden gelinen bir gerçek durumunda, özellikle de askeri teori olarak ev açısından.

Geçelim manevi altkümelere:

Bir devletin askeri yenilmezliği efsanesinin, o devletin askeri teknolojisi kadar önemli olduğu, ‘asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl’ özdeyişinin, İngiltere’nin ilk global koloniyalist İspanya’yı yendiği  1650’den veglobal hegemonyasının ‘de facto’ bittiği 1945’ten beridir bile hala yürürlükte olmasından belli. Bugün için bu, ABD için geçerli: ABD 2001’de bitti ama bunu gören yok henüz.

Dünya sistemicilerin en önem verdiği konu olan iktisadi alan, aslında temelde sömürü alanı demek. Yani dünya hegemonu, ortalığı en çok sömüren ülke durumunda. Ancak, tüm dünya hegemonlarının sonunu, bu sömürünün getirdiği de bir gerçek. (Aynı zamanda, sürekli savaşın ekonomiyi bitirmesinin de ki bu da sömürünün sömüreni içeriden vuruşudur.) Osmanlı’nın sonunu, onun İpek Yolu’nu bitirmesinin ertesinde, İspanya’nın Yeni Dünya’dan getirdiği binlerce ton altın ve gümüş getirdi örneğin.

Artı, Yeni Dünya’dan mısır, tütün, vd geldi. Mısırın global ekonomik değerine, birkaç yüzyıl ertesinde yakıt hammaddesi olarak kullanılması tavan yaptırdı ama bu onu mlli yiyecek yapan Lazlar’ın aklına bile gelmedi, ekonomik açıdan. Artı petrol, bu denklemde eskiden hiç mi hiç yoktu. Şimdi ise, ‘geldi ve gitti’ olarak var. (Bu durum ise, çok özel ve çok yepyeni bir ekonomik momenti imliyor ama bu da başka bir metnin konusu.)

İktisadi açıdan, eskiden ‘Japonlar yapıyor abi’ vardı, Japonlar 1990’dan beridir kaput, şimdi de ‘Çin yapıyor abi’ var. Bunların ikisi de, askeri inanç gibi, iktisadi inanç (global efsane) durumunda.

Siyasi maneviyata gelince:

Bugün ABD’nin bir siyasi sistemi yok. 2 partili demokrasi olmaz. Zaten Dünya’da demokrasi hiç olmadı. En başta, kavramın patentini taşıyan Eski Yunan’da kölelik olduğu için olmadı. ABD’de ise asıl-gerçek bireysel özgürlük yok (üstelik tam da Dünya’nın en bireycci geçinen toplumu iken): Kölelere verilen kafes rengi özgürlüğü var olabilir orada yalnızca.

Geriye ne kalıyor?

Bir şey kalmalı mı?

Bir şey kalabilir mi?

Kabul etmeliyiz ki söymemimiz, gözeneklerinden hiçbir kavramın geçmesine izin vermeyecek denli ince eleyip sık dokuyan ölçütler içermekte.

Geriye kalan, boş söz kalabalığılı söylemler oluyor ki o da kitlelere yetiyor gibi. Arada % 99, ya % 1 gibi olmaya özeniyor, ya da daha da nadiren isyan ediyor. Çok nadiren de devrim oluyor ama tarihin tek gerçek devrimi olan Neolitik Devrim, siyasi anlamda bir devrim değil aslında.

Burada nokta ve es.

Demek ki ezberler bir kez daha bozulabildi.

Çıkış:

Bu, yani eski ezber söylemlerin bozulmuşluğu, yeni söylemlerin kurulmuşluğu ve/ya kurulabilirliği demek değil henüz..


Blog Ansiklopedisi 1

Milliyet Blog’da ve Radikal Blog’da toplamda 10.000’in üzerinde yazar adı kayıtlı. Bunların 7.500’ü az veya çok sürekli yazıyor diyelim.

Makul bir Türk (çoğunluk edebi alanda ama eleştiri dalı dahil olmak üzere) yazarları ansiklopedisinin içinde de, tahmini aynı sayıda kişi var: 7.500 kişi.

Türkiye nüfusunu 75 milyon kabul edelim.Oran, 10.000 kişide 1 ediyor ki bu %o 3’lük üniversiteli akademisyenler (200 bin küsur kişi) oranı ile karşılaştırılınca, makul bir oran. Yazma oranı, en düşük blogcularda bile akademisyen ortalamasından yüksek ve akademisyenlerin maaş alma nedenleri arasında, makale yayınlatmak da var. Sonuçta blog yazarları arasında hiç kimse de, blog-makale yayınlattığı için para ve/ya terfi almıyor.

Blog yazarlarının limit tamamı yaşıyor (3-5 kişi vefat etmiş durumda, sayfaları korunuyor ama bunlar istisna konumunda).

Ansiklopedideki yazarların ise ancak % 20’si sağ, çünkü o kitaplar Osmanlı son döneminden başlayan bir zamansal genişlikte.

Ansiklopedideki yazarların hepsinin en az 1 kitabı basılmış durumda ama epeyisinin şimdilerde basımı yoktur, çünkü Türkiye’de basılan kitapların % 90’ı veya daha çoğu, 2. basım yapmaz. Ödevlere ve müfredata dahil edilen yazarları bu saptamadan muaf tutuyoruz.

Blogcuların kitap bastırmışlık oranı ise, %o 2 (8.000 kişide 16 kişi) gibi bir oranda. Blogculuk göreli yeni bir olgu ve bazı blog yazarlarının kitapları, onlar blog yayınlamaya başlamadan önce basılmış durumda idi. Bu konuda kesin bir alan taraması yapmak ve bilgi vermek zor ama ilginç bir alan.

Türkiye’de blog yazma ve yayınlatma üzerine yerli ve yabancı yazar derlemecilerden birkaç kitap var ama bunların hiçbiri blog yazarı değil şimdilik. Yani, blog yazmak hakkında matbu blog kitabı yayınlatmış bir yazar, bildiğimiz kadarıyla henüz yok.

Para kazanmaya hevesli birileri, er veya geç bir blog yazarları ansiklopedisi hazırlayıp, ‘Who is Who in Turkey’ gibi, içine grmek için para verilen bir derleme peşine düşüecektir.

En son ünlü / gündemde olan olan Taksim Gezi olayları gibi konularda, blog yazarlarının belli bir blogda veya tüm bloglarda yazdığı metinleri derlemek de, yine araştırmacılar için bereketli bir alan olacaktır. Aslında bunu Milliyet Blog bunu hemen yapabilir, çünkü öyle bir gündem başlığı ve birikimi elinde zaten mevcut.

Göreli en eski-yaygın oluşum olan Milliyet Blog’dan izlediğimiz kadarıyla, blogcu anketleri epeyi yapıldı. Bunlar da blogcu ansiklopedisi oluşumuna katkı sağlayacaktır ve sağlamıştır bile. Ancak bunlar akademik çalışmalar olduğu için, yaygın olarak basıma ve dağıtıma girmeyeceklerdir. Ayrıca, 7 yıldır izlendiği kadarıyla, bu konudaki çalışmalar, bu konuda sözlü ve yazılı olarak söz verildiği halde, o anketleri hazırlayanlar ve uygulayanlar tarafından, o anketleri yanıtlayan blogculara bile iletilmedi, en azından / hiç olmazsa e-kitap formunda olarak. (Gezi olayları sırasında sosyal medyadaki mesajları derleyen ve sayısal analize tabi tutan bir çalışma yayınlandı ve internette mevcut.)

Yine bu taradığımız alanlara bakarak; blogcular ve demografik dağılımları, belli konudaki bloglar, blogcuların blog yazmak hakkındaki düşünceleri gibi konular, ansiklopedik ama birarada olmayarak, üzerinde şimdiden çalışılmış durumda. Bu veri tabanları er veya geç kamuya açık duruma gelir nasıl olsa. Acelemiz yok, burası Türkiye.

Nasıl ki matbu kitaplı yazarların epeyisi henüz ölmeden bile yazar-değiller yığınına katıldıysa; blogcular da, kimi haftada birden az yazarak, kimi fal veya burç gibi deli saçması konularda yazarak (ki bu konulardaki kitaplar hala çoksatar konumunda), çoğunluk tarih bilinci eksikliğini gündemdeki olayları irdelerken sergileyerek, onyıllar ölçeğinde kalıcı yazar olmayacağını ve olmadığını, çok değil, 1-2 yılda kanıtladı bile.

Bu, dehşete düşürücü: Çünkü hem paralı yayıncılığın engelleri, hem Türkiye’deki siyasal ketlemeler varken blogculuk, en gencinden en yaşlısına, en marjinalinden en normaline, tüm aday yazarlara çıkış yolunu bedavaya vermiş idi.

Tüm insanlar ifade özgürlüksüzlüğünden yakınırken, bloglar insanların aslında söyleyecek hiçbirşeyleri olmadığını kanıtladı. O nedenle blogcular artık, konuşamayacağı konularda susmayı öğrenmeli gibi... Hiç olmazsa, dezenformasyon, bilgi gürültüsü ve bilgi kirliliği olmaz.

Konuyu bağlarsak:

Henüz hepsi birarada sistematik olarak basılmamış ise de, Türkiye blog yazarları ve metinleri derlemesi, en azından internette, çok değil 3-5 sitede, yoğun bir veri tabanı olarak, halihazırda araştırmacıların kullanımına açık durmakta.

Bunun için de, yoğun bir blog okumacı olabilecek birileri gerek. Çünkü sözkonusu metinler son 5 yılda 1 milyon sınırına doğru tam gaz gitmekte. Bunun 100 bini seçilse bile, bunların çalışılması için, 100 civarında kişiyi içeren bir akademisyen işgücü gerekecektir kanımızca... Belki 10 binlik ve % 1’lik bir seçki de bitirilmesi daha kolay bir çalışmanın başlangıcı yapılabilir.

Günde ortalama 5-50 blogdan, 2 bin küsur günde, toplamda 10-100 blog okumuş durumdayız zaten ama bu çalışm, bir blogy zaraı olarak, bizim sorumluluğumuzda değil. Bizim epistemolojik sorumluluğumuzda olan şey, bu metni, yani bir kavramsal çerçeveyi oluşturmaktır yalnızca...

Onu da yaptık zaten...


Tarih Şeysileri


Benim gibi gelecekbilimci birinin, Türkiye gibi koyunun bulunmadığı yerde keçinin Abdurrahman Çelebi sayıldığı bir yerde bile, tarih / geçmişbilim metinleri yazıp, bunun için bir de telif alması ve üzerine bir de alamaması durumu, ‘Muppet Show’un huysuz ihtiyarlar gösterilerini ve esprilerini geçti çoktan.

Bu metinler, ‘Atlas Tarih’ gibi bir dergide imzam ile yayınlandı. İkinci metnin telifini ve konu için belge olarak kullanılan haritamı editör Kansu Şarman’dan yıllardır hala alabilmiş değilim.

Bitmedi daha var:

Dilim sivridir.

Mekanlardan bir mekanda, İstiklal Caddesi Parmakkapı Sokak’taki ‘Kelepir’ kitapçısında, günlerden bir gün ‘Tarihlenk’ kitabının mefailü faili Hakan Erdem ile toslaştım. Kendisi tarihi, kitabında belirttiği üzere, nakil ve tefsirden ibaret sanmakta ve adı geçen kitabında bunu övünerek vurgulamakta. Oysa tarih, özellikle ‘Annales Okulu’ mensuplarının ve son dönemde de dünya sistemici Wallerstein’ın kanıtladığı üzere, telif metin yazmaktan oluşmakta ki zaten bilim de öyledir, eğer tarihi bir bilim sayacaksak, o da öyledir.

Bendeniz çeyrek yüzyılı aşan bir süredir seyyar satıcı olduğum ve tipim bir entellektülden çok, pamuk kabzımalını andırdığı için, Hakan Efendi’yi, on bin kitap okumuş, 180 IQ’lu biri olduğuma pek ikna edemedim. Tam tersine, gözümün içine baka baka beni yok saydı. E tabii, kendince aşağıladı da...

Bu minval üzere:

Bir uzman olmadığımı, bir disiplinlerarasıcı ve çokdisiplinli olduğumu 18 yaşımdan beridir söylerim ki o zamanda beridir öyle bir bilim dalı olan gelecekbilime sardırmış durumdayım zaten.

O zaman global moda uzmanlıktı, sonra sonra Batı ve G-7 benim gibilerin gerekliliğine aydı. Sonuçta, bugün bile hala, o devasa ve dipsil bilgi gayya kuyusunda, kuantum fiziğinin bir sorusu (zaman kuantaları diyelim) sinema gibi kel alaka bir alanda yanıtlanmış oluyor ve ne yönetmenler sinemanın ve kendi filminin ne yaptığını ve kuantum fiziğini biliyor, ne de fizikçiler sinemadan haberdar. İlintiyi kurmak, benim gibilere düşüyor, üstüne bir de sopa yiyoruz... Ossun...

Geçmişbilim olarak tarih olsun, geleckbilim olsun, çokdisiplinli bir çokdisiplinli alan. Yani; permütasyon ve kombinasyon olarak değil (çünkü bilgi çeşitleme olasılıkları limit sonsuzu geçti çoktan), bir bakışta birkaç kavramsal çerçevede eldeki bilgileri sınayıp, tutarlılıklarının değil de, geçerliliklerinin veya geçersizliklerinin dağılımlarını sezebilmek gerek (sezgi, çünkü bilgi pratikte bu denli hızlı işlemez).

Tarih için bu, genelde tümleşik bir tarih atlası ve özel bir örnekte de Chandler’ın tarihin en büyük kentlerinin kronolojik sıralaması örneği oldu. (Tarihin en büyük kentlerinin 50-100 yılda bir habire değişmesi, uygarlığın ne denli konar göçer olduğu konusunda bizi aydınlatır: Örneğin bugünkü en büyük global 50 kentin tamamına yakını 50 yıl önce öyle değildi.

Dolayısıyla editör Şarman ve büdütör Erdem’in bunları bilmesi imkansız, çünkü belki Osmanlıca biliyorlar ama İngilizce’ye vakıf değiller ve sanıldığının tersine, Osmanlı dönemi ve önceki Türk tarihine ilişkin malzemenin tamamına yakını İngilizce. Bu arada tarih öncesine ilişkin global bilgiyi değiştirip, Neolitik Devrim’e yeni şerhler ekleyen, sevgili eski hocam Aslıhan Yener de, bu konuda yazdıklarını İngilizce yazdı.

Şarman ve Erdem için durum olağan: Çünkü kılavuzları olan kargalar, Ortaylı ve ondan bir önceki kuşakta da Cemal Kutay olmakta. Kendileri, tarihi hikaye ile karıştırmakta hala ki zaten ikisi yabancı dillerde aynı kökten gelmekte (story ve history).

Tabii bendeniz de ‘Atlas Tarih’te hikaye yazmıştım: İstanbul’a düşen ilk uçak ve İstanbul Boğaziçi’ne yapılması düşünülen ilk metro konularını. Tabii ki malzemeler yine gavur dillerinde idi.

Sözü toparlarsak:

Yazık...

Kansu Bey, müşterim de aynı zamanda ve arkadaşım da sayılır (böylesine çılgınca eleştirsem de öyledir, ayı yavrusunu severken boğarmış, ne de olsa). Yine de yazık.

Hakan Bey ise benim konu manyağım oldu. Yaşadıklarımızı anekdot yapıp yapıp, herkese anlatıyorum. Kendisi beni görünce, yolunu henüz değiştirmese de, bu yazıdan sonra bunu yapabilir.

Neden yazık?:

Yine yakından tanıdığım bir arkadaşım, kendisiniilk kez tanıdığım çeyrek yüzyıl önce, birlikte müzecilik lisansüstü okurken bile, Bizans konusunu çalışmak istiyordu ve bugün o konuda yepyeni ve global bilgiyi yeniden yazacak bir takıma dahil durumda (ad vermiyorum özellikle).

Eh, şakayla karışık hicvettiğim ikili de Türk, hocam ve sınıf arkadaşım da Türk.

21. Yüzyıl’dayız. Bilgi toplumu çağını geçtik, öte-bilgi çağına girdik. Türkler novum-bilgi üretti ürrtti. Üretmedi, Tanzimat’ın ‘altı kaval, üstü Şişhane’ yarı-aydın modeline devam...

Şarman ve Erdem, Ortaylı ve Kutay hala ve hala o modeldeler... İki asır sonra bile, onların izlekçileri hala olaacak, bundan adım denli eminim..


Pazartesi, Temmuz 29, 2013

Seçim Oyunları

“2011 seçim sonuçları üzerinden Türkiye’nin 3 milletvekili çıkartacak şekilde seçim bölgelerine ayrılması halinde, BDP’nin çıkartacağı vekil sayısının 36-39 aralığına yükselebileceği, MHP’nin vekil sayısının ise 15’e kadar düşebileceği hesaplandı. CHP’nin vekil sayısının ise pek çok bölgede değişmediği görüldü.”


Bunun tersini de DYP ve Çiller, aynı sonuçları almak için, tersine seçim bölgelerini büyüterek yapmıştı zamanında.

Türkiye çok partili demokrasi tarihi, bu tür ayak oyunlarıyla dolu. Çok partili yaşama geçilen 1946’dan beridr partiler, aynı oyla iktidar olmak veya olmamak arasında oynadılar. ANAP, 1987’de % 36,31 ile tek başına iktidar olurken, CHP 1977’de 41,38 ile tek başına iktidar olamadı.



Tabii bir de, seçmen ve oy veren seçmen sayısı ile oynama da var. AKP, 2002-2006 arasında, seçmen listesinde 10 milyon kişilik oynama yaptı. Gerçek seçmen sayısı ile oy veren seçmen arasındaki oran limit % 50’ye gitmekte; oysa görünen en düşük oy verme oranı olsa olsa % 60’a kadar düşmekte ki bu da 50 küsur milyonluk seçmen kitlesinde en az 5 milyon kişilik oynama demek.

Bu seçim konusu o denli gayrıciddi ki 2002-2003’te Siirt’ten Jet Fadıl’ın seçilip, onun yerine jet jet Tayyip’in getirilmesinin hiçbir hukuksal kurala uygunluğu olmasa da, hakimlerden oluşan YSK tarafından uygun görülmesi ise, melokomik bir siyasal örnek olarak tarihimize geçti. Fadıl ise, bu sırada yurtdışına kaçıp, milletvekili oduğunu sanıp, geri döndüğü ve seçilemeyince de, yargılanabildiği ve yurtdışına yeniden tüyemediği için mahkum edildi, aldığı cezayı pek yatmadan ve bu da gazetelere haber olmadan 3-4 yılı rahatça geçirebildi, şimdi özgür bir vatandaş ve hala ‘jet Fadıl yatırır’ konumunda. Bu öykünün ne kadarında Fadıl bilinçli ve bilgiliydi onu hala bilemiyoruz ama görünen en azından öykünün bir bölümünü bilerek senaryoya dahil olduğu...

Bu seçim konusu, futbolumuzdaki ike konusundan farksız:

Sevgili Tayyip, şike yapan takımların küme düşürülmesine karşı olduğunu 2013 Temmuz’da açıkladı.


Seçmen ve taraftar desen nanay: Ne FB, ne de BJK seyircisi, cezadan sonra bile şikeyi hala kabul etmiyor.

AB’liler Türkiye ile hep alay eder: Poker masasında pişti oynuyor diye... Bu onu da geçti: Fasulyesine seçim, fasulyesine futbol... Gayrı-federe mahalle ligi,  bol federe bölünmüşlüklü dar bölge seçim sistemi...

Oyna oyna, tarihin ucu elinde kaldı, bundan sonra kaçsan da, 10 yıl daha iktidar olsan da, AKP’nin de, Tayyip’in de sonu vahim olma çizgisini geçti çoktan...

Eskiden ‘enkaz devraldık’ vardı, şimdi ‘enkaz devrettik’ var... Siyasette ve futbolda şikeyi alkışlayan kitleye ise ne kakalasan yutmakta... Daha beter olurlar inşallah, yakında San Marino’dan da 10 gol yeriz bu kafayla... AB  hayali ise uçtu gitti...


Hesaplamalar ve Uygulamalar

Dünya’nın çevresi MÖ 100 gibi bir zamanda hesaplandı. Yöntem, zamanı ve aradaki uzaklığı ölçerek, 2 farklı yerdeki gölge uzunluklarının eşdeğerlik zamanını ve/ya eşzamanda gölge uzunluğu farkını bulmaktı.

Ay’ın çevresi, Dünya’nın çevresi ve Ay Tutulması’nda Dünya’nın Ay üzerindeki gölgesinin eğrilik yayının açısı kullanılarak hesaplandı. Yine yaklaşık aynı zamanlarda..

Ay’ın Dünya’dan uzaklığı, bu 2 çevre / yarıçap kullanılarak, Ay’ın gökyüzünde bir Ay çapı kadar yer değiştirmesinin kaç derece ettiği gözlenerek ve bunun 360 dereceye oranıyla elde edilecek çokgenin kenar sayısını Ay’in çevresiyle çarparak hesaplandı.

Peki, Dünya’nın çevresi ne zaman dolanıldı?

1.700 küsur yıl sonra filan.

Peki, Ay’a ne zaman gidildi?

2.000 küsur yıl sonra falan.

İşte o nedenle, hesaplamalar ve uygulamalar birbirinden epeyi ve epey farklıdır. Genelde hesaplama ve kuram önce gelir ama istisnalar da mevcuttur.

Pratik bir konuda katkımız olsun:

Ursula K. Le Guin 1976’da ‘Mülksüzler’i yazdı. O bilimkurgu romandaki roman kahramanı Shevek, bir denklem bulur ve mühendisler o denklemden ışık hızından hızlı iletişimi hemen becerebileceklerini önesürerler. Oysa ki burada açıklandığı üzere, bu pekala mümkün olamayabilir.

Genelde iletişim fotonlarla, yani elektromanyetik dalgalarla kurulur. Oysa ki nötrino kullanmak ışık hızından hızlı gidebilmek için daha uygundur. Sonuçta nötrino, fotondan daha düşük kütle eşdeğerlidir.

Sözü bağlarken:

Boyut fermuarını yıllar önce tasarladık ama onun gerçekleştirilmesi belki 2 milenyumdan çok alabilecek. Kuram-eylem bireşimi / praksisi olanağını gözönüne alarak ve hesaba katarak, onun gerçekleştirilmesinin, global kültür ona hazır olunca mümkün olacağı kanısındayız. Genede öyle olmakta.


Geziciler ve Akiller

Geziciler’in ve çözüm sürecindeki Akiller’in ortak yanı ünlü olmaları, yeni moda olarak internet yoluyla ünlü olmaları...

Bir ortak yönleri daha var: Başvuruldukları konuda eksi zekalı ve eksi bilgili olmaları...

O nedenle de 32 kısım tekmili birden sırılsıklam saçmalamaları...

Geziciler’den Şafak Sezer ne yaptı?

Gösterilere katıldı. Bir biçimde, sonra U dönüşü yaptı. Gitti, Tayyip’in şefkatine sığındı.

Peki Şafak Sezer, neden bu pozisyona seçildi?

Çünkü ünlü idi.

Neden ünlü idi?

Çünkü bir komedyen idi.

Berbat bir komedyen...

Akiller’den Murat Belge ne yaptı?

Akillik sürecinin son gününde pozisyonundan istifa etti.

Peki Murat Belge, o pozisyona neden seçildi?

Ünlü olduğu için...

Peki, neden ünlü oldu?

Şafak Sezer’den farklı olarak, Belge’nin zeka ve bilgi sahibi olduğu bir alan vardı: Alaturka gündelik yaşamın kültürolojisi. Bu alanda Türkçe’deki ilk derleme kitabı o yazdı ve yayınladı: ‘Tarihten Güncelliğe’. (Kitabın adı aslında tersi olmalıydı: ‘Güncellikten Tarihe’:

Ancak Murat Belge, bu mahareti nedeniyle ünlü olmadı ve akilliğe seçilmedi.

‘Taraf’ gazetesinde yazma sürecinde, AKP iktidarıyla koşut pozisyonda kaldığı için, azıcık ünlü oldu ve akilliğe bu nedenle seçildi.

Sezer’in ve Belge’nin ortak yönü, iktidar için tehlikesizlikleri  ve hatta iktidar tarafından kullanılabilirlikleri idi. Öğrenilmiş çaresizliği beslemek için, epeyi uygun bir medyasal araç oldular.

Özel bir tarihsel dönemden, özel bir geçiş süreciyle, özel bir tarihsel döneme geçmekteyiz. Dolayısıyla; entellektüeller de, iktidar seçkinleri de, onların manipülasyon aracı olarak ünlüler de, kitle de feleğini şaşırmış durumda.

Zaten bu denli kalabalık saçmalamamızın nedeni bu. Yine de bu durum, saçmalamak için özel bir çaba göstermeyi mazur göstermiyor. Sezer’in ve Belge’nin yaptığı ise tam da bu...

Ünlüler herhangi bir maddi bedel ödemezler, tam tersine maddi ve/ya manevi olarak durumdan nemalanırlar.

Oysa; hem Taksim Gezi olaylarında ağır bedeller ödeyenler var: Ölüler, engelli kalanlar ve hapistekiler; hem de çözüm sürecindeki ölüler, kalanlar ve hapistekiler de öyle...

Dünya’da da böyle:

Assange Avustralya milletvekili / senatörü ve pek bir global ünlü ve diplomatik dokunulmaz olurken, ona bilgileri sağlayan kişi (ABD’li er) içeride eziyete maruz kalıyor ve neredeyse asılacak...

İşte bu nedenlerle Sezer ve Belge çok ayıpçı, suçlu ve gnühkar konuma düştü: Ahlakı, hukuku ve dini çiğnedi.

Sorun, Geziciler’in Sezer’i ve çözüm sürecindekilerin Belge’yi başlarına almalarında: Kılavuzu karga olanın sonu belli... Kezlerce yaşanmış olarak belli...

Sanıldığının tam tersine (özellikle de Geziciler’in sandığının tam tam tersine), toplumsal ideolojik ve/ya ideoloji-dışı grupların (barış ve/ya savaş içinde) biraraya gelmeleri imkansızdır (çok istisna durumlarda bu becerilebilir ama bu başka bir özel beceri konusudur). Bu da denenmiştir ve facialar hep görülmüştür. Tarihten ders alabiliriz, almayabiliriz de ama sonra bedelini ödemeyi seçmemiz gerekir, yan çizmeyi değil, her ikisinin de yaptığı gibi...

Tamam, güleriz ağlanacak halimize ve ağlarız gülünecek halimize ama Geziciler de, Akiller de birşeyler değiştirmek adına ortaya çıkıp, herşeyin tıpatıp aynen sürmesini ve kalmasını sağladılar. Bu, hiçbirşey yapmamaktan daha kötü bir şey, çünkü hiçbirşey yaptığında sonuç 0 olur ama bu eksi büyük bir sonuç oldu: AKP de hala orada, PKK de hala orada, daha büyümüş olarak...

O nedenle Sezer ve Belge, sizi halk adına neye mahkum ettiğimi yasalar elvermediği için yazamıyorum ama size edeceğim en berbat beddualardan bile berbat duruma taşıdınız kendinizi:

Beter olun inşallah...


Pazar, Temmuz 28, 2013

Reel Porno


Pornoları aşırı yapmacık ve yapay bulurum.

Bugüne dek hiç doğrudan çekimli bir porno film yapılmamıştı.

Sonunda porno sektörü, ‘Google Glass’ı da keşfetmiş:

“ABD porno sektörü, Google’ın ‘hayatımızı değiştirecek’ gözlükleri Glass ile ilk porno film çekimini yaptı. Google, gelişmeden hiç memnun değil.”


Meselası Google, kendi ürünleri ile porno çekilmesini yasaklar ve onu tessettüre sokarmış.

Ya da İslam ülkeleri için böyle bir uygulama geliştirirmiş.

Bu işin şaka yönü. Dönelim ciddiyete:

Youtube’da gerçek sevişme olarak lanse edilenlerin hiçbiri gerçek sevişme değil. Gerçek bir sevişme, çekici olur muydu acaba? Sonuçta, işin peşrevi epeyi uzun sürmekte. Asıl bölüm ise, genelde pek görülebilir ve/ya gösterilebilir gibi değil. O nedenle, pornolarda kamera açıları, tekrar tekrar çekimler var. Bu da işin reelliğini öldürüyor.

O nedenle:

Acabası, hiç reel porno film yapılabilir mi?


Orta Çağlar, Engizisyonlar ve Rönesanslar


‘Karşılaştır-karşıtlaştır’ yöntemiyle, bir kez daha epeyi bir ezber bozalım bakalım:

Orta Çağ, MS 400-1500 tarihli ve Avrupa mekanlı bir dönemdir.

Engizisyonlar, Avrupa’da 4 zamanda ve mekanda yoğunlaştı.

Rönesanslar da, Avrupa’da 4 zamanda ve mekanda yoğunlaştı.

(Bunlar, daha önceki metinlerde açımlandı, burayı geçtik o nedenle.)

Ancak, klasik anlamdaki engizisyonların ardından rönesansların geldiği savı, en azından bunlar arasında ardışıklık ve/ya neden-sonuç ilintisi kurmak açısından işlemiyor. Bu bir.

Orta Çağ’ın bir Hristiyan dönemi olduğu savı da işlemiyor. Bu iki.

Bunu açımlayalım:

400’de Hristiyan olan Batı Roma, yani asıl Roma değil, Doğu Roma, yani Bizans idi. 476’daki ikiye ayrılmadan sonra Bizans, Doğulu ve Asyalı oldu. Ayrıca Bizans, bildiğimiz anlamda Hristiyan engizisyonu yaşamadı. (Ortodoksluğun engizisyonu, Tarkovski’nin ‘Andrey Rublov’unda aşırı yorumlu ve sanatsal bir biçimde dilegetirilir.)

Onun yerine, az bilinen bir biçimde, diğer Avrupa’nın hristiyanlaşması milenyum, evet tam bin yıl sürdü. Nordik / Baltık’sal ülkelerin bazıları, ancak 1500 civarında Hristiyan oldu ki bu bir bakıma yine onların ilk önce ve en bir Protestan olmasını da açımlayabilir.

Almanya-İsviçre-İtalya, kuzey-güney / dikey ekseninde kurulan Kutsal Roma İmparatorluğu’nu tarafından, 500 yıl boyunca, bir türlü tam Roma’laştırılamamış Germenler’ce (bugünkü Almanlar’ca kurulmuşluğu da) ilginç bir olgu. Yani, ana merkezi iktidara en çok karşı savaşan odak, onun tarihsel bayrağını alıp ardılı olan odak oldu. (Aslına bakılırsa, Çinliler ile en çok savaşmış olan Türkler de bugün Çinlilik değereni, onlardan daha önce ve daha çok taşımış durumda gibi.)

Almanya, aynı zamanda Katolik-Protestan savaşının başladığı ve en ağır kayıplı olarak sürdüğü (30 Yıl Savaşları) olaylara mekan oldu.

Bu sırada Doğu Avrupa, Katolik-Ortodoks ayrımındaydı ama bu ayrım taa Orta Çağ’sal başlangıçta, 423 İznik Konsülü’nde ve daha da ilginç olarak Bizans’ta başladı.

Bunlara ek olarak, Avrupa dillerinin alfabelileşmesi süreci var ki bu taa 1000’e kadar sürdü, yine güneyden kuzeye doğru olarak. Yani alfabelileşme, engizisyonun bir nedeni sayılabilir pekala ki bu asıl Orta Çağ’daki entellektüel-halk kopuşunu da açımlar ama bunu açımlamak bu metin onun yeri değil. (Bir de, sözlü-yazılı kültür savaşı var ki bunun Orta Çağ’a etkilerini açımlamak bizi aşar, bunu işi iyi bilen uzmanların yapması gerekli.)

Bunların toplamında:

Kendini Doğu Roma sayan ama Batı Avrupa tarafından Bizans olarak dışlanan (Bizans çalışmaları doğru dürüst ancak 21. Yüzyıl’da ve Müslüman Türkiye’de başladı ama yine eski Bizans toprağında) Bizans’ın İstanbul’u, belki bir milenyum boyunca, bilimin ve sanatın destekçisi ve çoğunluk global merkezi oldu ve onu yakıp yıkan (belki de densentralize eden) hep Katolikler oldu. (Burada da Türkler İstanbul kültürünü, onu fethederek ve yeniden fethedip (İspanya’nın engizisyonsal ‘reconquisita’sı gibi) engizisyonlayarak, en çok yaşatan ve İstanbul kültürüne en düşman kültür olageldi.)

Bizans, Eski Yunan geleneğini üstlenip, ülkesel / kitapsal dilini Yunanca’ya çevirirken Avrupa, Eski Yunan klasiklerini Latince üzerinden tanıdı ve ancak 1200’lerde falan, o da epeyi engizisyon yargılamalarından ve Aristo yasaklarından sonra. Daha da ilginci Aristo metinleri, Latince’ye Arapça’dan, yani Müslümanlar’dan geldi. Demek ki 11. Yüzyıl’da Ön Asya’da engizisyon-rönesans binişikliğini yaşayan Müslüman kültürü, Hristiyan kültüründe hem rönensansı, hem de bir kültürel iç savaşı (belki de engizisyonu) tetiklemiş oldu ki bu bir dış-epsilon-katır öğedir.

Şimdi, asıl soruna geliyoruz:

Aristo Mantığı’nı tama limitte yükseltgeyen Avrupa, aynı zamanda üniversiteleri aynı dönemde kurarken, Le Goff’un imlediği ama tam açımlayamadığı üzere, bir biçimde bilgisel metamorfozda iken, entellektüellerin halktan kopuşunu da sağladı. Bunun nedeni şu olabilir: Sonuçta, bilgiyi korumak için onu odaklamak / yoğunlaştırmak ve kitleden yalıtmak (yani ondan korumak) gerekti.

İşte bunlar, tam da Orta Çağ süreçleri veYeni Orta Çağ’da benzer / koşut durumlar yaşanmakta.

Ancak, yukarıda tüm sayılan öğeler ve panoramalar, asıl fail durumunda.

Yani:

Rönesanslar ve engizisyonlar arasında gerçek neden-sonuç ilintisi yok. Bu üç.

Hem rönesanslar, hem de engizisyonlar, yalnızca görüngüsel (fenomenik). Asıl varlıksal (ontik) neden-sonuç ilintileri, ironik bir biçimde, hem daha mikro, hem de daha makro ölçeklerde yer alıyor ki bu metnin göstermek istediği, tam da bu. Bu dört.

Daha da ilginci, bugün ve burada, tam da bu durum geçerli. Yani, bakmamız gerekenler, engizisyonlar ve rönesanslar değil, diğer birçok kültürel süreç aslında.

Bilginin üssel artışının, yeniden bir neo-entellektüel ve neo-kitle / neo-proleterya yalıtımının getirmesi de, şimdi ve burada geçerli gerçek bir durum .

Aynı zamanda, eski kampüslerin / üniversitelerin yerini alan internetin, bilgiyi yayan değil, tam da yalıtan ve odaklayan / deriştiren ama yine de ve aynı zamanda kitleden / proleteryadan koparan bir olgu olması gerçeği mevcut.

Halkın bilgiden nefreti için bunlar gerekmiyor. Yalnızca, bu daha parlak ve dikkati çeken bir olgu durumunda. İnternetin insanları daha cahilleştirmesi, özellikle de (Orta Çağ’ın yarattığı) akademisyen gibi maaşlı bilgicileri öyle yapması, tam da halkın bilgiden ve nefretinin kanıtıdır bizce: Yani imam yellenirse, halk ishal olmakta.

İşte biz, eski Orta Çağ’dan yeni Orta Çağ için bunları öğrendik.

Ne mi yapmalı?

‘Fahrenheit 451’deki gibi asal yalnızlar, kendi başlarına birer kitap olmalı ve toplumdan kopmalı ve gitmeli, yani bilgi densentralize olmalı. Yoksa, bilgi birikimi toptan silinebilir. Daha önce böyle çok oldu tarihte.

Eski Yunan, MÖ 200 - Miladi 0 arasında çökerken, o bilgiyi ilk olarak sırtlanan, en eski toptan Hristiyan Asyalı ve prematüre kültürlü Süryaniler olmasaydı, ne Araplar, ne de Avrupalılar, Aristo metinlerini biraz zor görürdü, çünkü onlar densentralize bir dönemde ve yerde Aristo’yu yalnızca sakladılar ve taşıdılar ama yaymadılar (sonra Araplar gelip, bilgiye el koydular.) Yani Aristo metinleri, epeyi yüzyıl boyunca uykuya yattı ve o nedenle de bugün oldukça aşırı yorumlara tabi. ( Teolojik olsun veya olmasın, hermenötik- Orta Çağ ilintisi de üzerinde çalışılması gereken bir süreçler toplamı.)

Ek:

Ana metnin anlamsal vektörüyle ilgisiz bazı özel olgular daha var:

1500’de İspanya, engizisyonun doruğu ile yeniden fetih ve dünyayı fetih (ilk ve gerçek global kolonilizasyon) sürecindeyken, aynı zamanda manen bitti de, yani 1600’den beridir İspanya bir hiç. Aynı durumda, onu yenen ve dünya egemeni olan İngiltere 1945’te bitti ve şimdi İngilizler sürünüyorlar. Artı, tek gerçek dünya imparatorluğu olan Cengiz Han İmparatorluğu, yalnızca 50 yılda bitti ve 700 küsur yıldır torunları hala çadırda yatıyor.

Yani, rönesans o denli ihya edici bir süreç olmayabilir. Zaten 4 ayrı yer ve zamanda olması da bir kanıttır. Dördün biri rönesansın İtalya’sı, bir daha bir Leonardo çıkaramadı ve fatih niyetine çıkara çıkara Mussolini’yi çıkardı.

Almanya ise evlere şenlik bir tarihsel örnek: 2 dünya savaşında da yenilip, bundan 50 yıl sonra hala dünya gücü olan bir tek o ülke var. Yani, Roma karşıtlığı işe yaramış ve Pax Romana bir yalan söylemmiş aslında.

Çıkış:

Bu metin bir kavramsal çerçeve. Epeyi günümüz aktuel (somutlaşmış görünen) olgusunu açımlamak için tasarlandı. Aynı zamanda, epeyi gelecekbilim tasarımı için de kullanılacak, çünkü (tarih) geçmişbilim-gelecekbilim bireşimi için, bu kadar uygun bir tarihsel moment bir daha zor çıkar.

Nokta ve es.


Geometrik NEK

Konu 3x3’lük matris tasarımında, yani 3 akıl yürütme derecesinde, 3’er alt-adım olarak tasarlandı ve bunlar (Bir-bir,  ... , Üç-üç) numaralandı.

Birinci derece akıl yürütme:



Bir-bir:

Koch Adası, bir eşkenar üçgenin kenarlarının ortadaki üçte birlerine, özgün üçgenin üçte biri kenar uzunluklu yeni 3 üçgeni tabanlarından eklemektir. Bu iterasyon sonsuz kez yinelenebilir. Ortaya, sonlu alanlı ama sonsuz kenar uzunluklu bir biçim çıkacaktır. Bu sonuç biçimin boyutu 2-3 arasındadır.

Not: Burada alan yoğunluğu, ‘0-1’ / ‘binary’ / (yalnızca) ikili  ve tam sayılı değerliklidir.

Bir-iki:



Koch Atolü, bir eşkenar üçgenin içine, başaşağı olarak, köşeleri özgün üçgenin kenarlarının ortasına değen, özgün üçgenin yarısı kenar uzunluklu bir eşkenar üçgen delik açmaktır (ki bu biçim Pascal Üçgeni’ne benzer). Bu iterasyon sonsuz kez yinelenebilir. Ortaya, limit sıfır alanlı ama sonsuz kenar uzunluklu bir biçim çıkacaktır. Bu sonuç biçimin boyutu 2-3 arasındadır.

Bir-üç:

Koch Adası-Atolü birleşiği sistem için, Koch Adası’nın özgün üçgeninin dışındaki bölümlerine, Koch Atolü işlemlerini uygulayabiliriz. Aynı zamanda, Koch Atolü’nün içine de, Koch Adası’nın işlemlerini uygulayabiliriz. Ortaya 2 parçalı olarak, dışarıdaki bölümde limit sıfır alanlı ama 2 kere sonsuz kenarlı, içerideki bölümde ise sonlu alanlı ama 2 kere sonsuz kenarlı bir biçim toplamı çıkacaktır. Bu sonuç biçimin de boyutu 2-3 arasındadır ama hem Koch Adası’nınkinden, hem de Koch Atolü’nünkinden 2 kez biraz’ar daha fazladır.

İkinci derece akıl yürütme:



İki-bir:

Koch Adası Tetrahedronu, bir düzgün dörtyüzlünün yüzeylerinin ortadaki dörtte birine, özgün cismin yarısı kenarlı ve sekizde biri hacimli, 4 tane küçük tetrahedron yerleştirerek elde edilebilir.

Not: Koch Adası tetrahedronunu yalnızca yüzeyden oluşacak biçimde tasarlarsak, onun farklı doğrultulardaki izdüşümleri, farklı alan yoğunluklu (ama ‘0-1’ gibi yalnızca ikili değerlikli olmayarak, onun yerine küsurlu ve değişen yoğunluklu olarak) olacaktır.



İki-iki:

Koch Atolü Tetrahedronu, bir düzgün dörtyüzlünün yüzeylerinin her birinin ortadaki dörtte birini tamamlayan başaşağı ve özgün dörtyüzlünün yarısı kenarlı ve sekizde birer’i hacimli küçük dörtyüzlüler çıkararak elde edilebilir.

İki-üç:

Koch Adası-Atolü Tetrahedronu birleşiği sistem için, İki-bir’deki ve İki-üç’teki her 2 işlemler dizisini de birarada uygulayabiliriz.

Üçüncü derece akıl yürütme:



Üç-bir:

3 boyutta devinen 2 boyutlu Calabi-Yau sisteminin, 2 boyuta izdüşümünü alabiliriz. Burada, Koch Atolü’ndeki gibi delikler değil de, bir tür ‘deliklerin izdüşümünde alan yoğunluğu seyreltilmesi’ ve çokkatlının yoğun katlarında alan yoğunluğu derişiklendirilmesi olacaktır ki bu da gerçek Evren’de, değişen uzay-zaman yoğunluğu ve heterojenite demektir. Biz, Evren’in böyle bir modelli olduğunu düşünüyoruz. Bunun şimdiye dek görülememesi, zamansal olarak 10 üzeri eksi 18 saniye ve mekansal olarak da 10 üzeri eksi 13 santimetre ölçeğin / ölçütün altına henüz inememişliğimiz nedeniyledir. Sözü geçen ölçek / ölçüt, mekanda 10 üzeri 20’den de aşağıdadır gibi.

Not: Calabi-Yau yüzeyinin izdüşümleri de, farklı doğrultularda (aynı yüzeylerin değeri olarak) farklı küsurlu değerlerde olacaktır. Bu örüntüler, yinelenen ve birbirinin benzeri ve/ya aynı parçalardan oluşabilir.

Üç-iki:

Bu yüzey nokta yoğunluğu haritası ayrımlarını, hem Koch Adası-Atolü sistemi, hem Koch Adası-Atolü tetrahedronu sistemlerini irdelemeyi, hem de 3 boyutta devinen 2 boyutlu Koch Adası-Atolü sistemi ile ikili ve üçlü ‘karşılaştır-karşıtlaştır’ akıl yürütmeleri ile yapabiliriz.

Üç-üç:

Bu işlemler toplamını, 10-11 boyutlu evren modeline yükseltgeyebiliriz. Gerçek Evren’in modeli, bu anılan tüm geometrik modeller toplamında / arasında / karışımında bir biçimde modellenebilir.

Bu model de, hem bir ışık hızından daha hızlı yol alabilmenin kuramsal veri tabanını, hem de boyut fermuarı yapabilmenin kuramsal veri tabanını verecektir bizlere...

Gerçek Evren ile modeli, bunlar arasında bir yerlerde saklı. Koch Adası, Pisagor Teoremi’nin ilk kez tasarlandığı MÖ 3000’deki Sümer’de de tasarlanmış olabilirdi pekala. Bu model de şimdi tasarlanmış olabilirdi pekala ama tasarlanması pekala 5 milenyum daha alabilir, Koch Adası’nın tasarlanmasının aldığınca...


Cumartesi, Temmuz 27, 2013

Fotoğrafta Duygu-Durgu Ansamı

5 duyu-dilimiz vardır:

Görsel, işitsel, sözel, (tat, koku, duygu dahil) kimyasal, (devingi, durgu dahil) motor.

Modern dansta belli duyguların belli devingileri verdiği gözlenmiştir. Buna ‘duygu-durgu eşlenikliği’ diyebiliriz.

Moment (ansam) bunun yalnızca bir anını içerir.

Fotoğraf görsel duyu-dili kullanır.

Danstaki belli bir duyguyla yapılan bellir bevdinimin tek karelik fotosu, bize bir duygu-durgu ansamı verir.

Örnek:

Aşağıdaki fotoğraf, karta basılmış bir fotoğrafın dijital makinayla çekilmiş bir kopyasıdır.

Asıl fotoğraf, Lubitel analog makinayla 1983 yazında çekildi. Poz süresi sanırım 1/60 saniye idi. Fotoğraf otomatik pozda çekildi.

Bu poz, keyifle durup hüzünlendiğim bir anı temsil eder.

Duygu olarak bir hüzün durgusunu içerir.

Tavşanın suyunun suyu gibi, kopyanın kopyası bir örnek olsa da, anlatı durumuna uyan en güzel örnek bu idi.


Sinemada Parça-Bütün İlintisi Örneklemeleri

Elimizde 2 uç, 1 olağan örnek var:

Bir:

‘Taxidermia’ yönetmeni Gyorgi Palfi’nin 500 filmi montajlayarak / kolajlayarak yaptığı, sıfır çekimli bir film ki benzeri bir örnek ‘Günaydın Vietnam’ ile de yapılmıştı.

(Yani, sıfır kamera çekim film var, sıfır oyunculu film de var.)

İki:

‘Dexter’in baş ve son jeneriklerinde, aşağı yukarı aynı parçaların değişik kombinasyonlarla, değişik öykücük bütüncüklerini anlatığı kurgulamalar.

Üç:

‘Dexter’in 3. sezonunun 12. bölümünde, bir adamın öldürülmüşlüğü sonrası planında,  coğrafya çekimi sabitken, değişen görüntüler.

Sonuç:

Bunlar, aynı parçalardan sinemasal (aslında tüm modellerde) olarak farklı bütünler kurgulanabileceğini gösteriyor.


Musiki Novumu

Bir müzik novumu:

Hız: Elektronik klavye hızında çalışan müzik klavyesi. Onun yaratacağı çok kısa uzunlukta notalar. (Bunu algılamak için zihinsel ve kültürel ön eğitim gerekli.)

Poliritm gibi, artı akustik keman ve bazı ‘country’ akustik gitarların sesi gibi bir ses. Bu da bir tür poli- efekti yaratıyor (ama ne / hangi poli-‘si?).

Melodi kesinlikle klasik orgun sesi.

Toplam ne?


Toplam, toplam müzik. Hani, bir Fransız müzisyenin 19. Yüzyıl’da söylediği, 21. Yüzyıl’da yaratılacak olan müzik.

İnternet Telifi


Sürpriiz...

“Finlandiya parlamentosu, yapacağı parlamento oylamasıyla dünyanın internet üzerindeki dosya paylaşımını tamamen yasal kılan ilk ülkesi olabilir. Halk tarafından parlamentoya sunulan yasa tasarısı kabul edilirse, internet üzerinde bir kişinin sahip olduğu dosyaları paylaşması yasal kılınacak.”


Yani?

Veriyorsunuz parayı, internet üzerinden alıyorsunuz bir telif.

Koyuyorsunuz onu bir Fin sunucuya. Olmuyor suç.

Yay babam yay.

Artı:

Bu, er veya geç başka ülkelerde de böyle ama yapay olarak böyle kılınmış olacak. Örneğin Pasifik’teki küçük ülkelerde. Küçük meblağlar karşılığında.

Artı:

Artiz Bruce Willis, parayla satın aldığı e-dosyaların ölümünden sonra çocuklarına miras kalabilmesi için., Apple’da dava açtı. Dava bir reddedilir, iki reddedilir. Dava bir kaybedilir, iki kaybedilir. İçtihat olur. Üçüncüde kabul edilir.

Yani:

Yasak delinir ama yasal olarak.

Yasadışı olarak ise kimsenin kimseyi taktığı yok ve bugün Dünya’da sanat eserlerindeki korsan kopya, resmi kopyadan elbette daha çok ve bunları hepsi şirket malı. Ayrıca da, kendi üretiminin korsanını destekleyen sanatçı da çok.

Herkes şirketlerin kanımızı içmesine karşı.

Gerçek şu ki artık şirketler (illa ki çokuluslu olanları değil), ordulardan daha fazla zarar vermekte bizlere...

Gerçek şu ki sanayi casusluğu siyasal casusluktan, taa ‘Soğuktan Gelen Adam’ / Soğuk Savaş döneminden beridir, daha tehlikeli ve daha pahalı.

Paranın dini imanı ve bayrağı yok.

O nedenle:

Bir şey yap Met.