Cumartesi, Aralık 31, 2011

Post-Kaç-Modern Momenti?

Modern dönemin siyasal başlangıcı, 1789 Fransa Devrimi öncesine bile dayandırılır.

Modern sanat dönemi, 1885 ile milatlanır.

O zamanlar sanatın, aslında resmin Dünya başkenti Paris’tir.

Post-modern dönem, siyasal olarak da, sanatsal olarak da, 1945 başlangıç momentlidir.

O zamanlar sanatın, aslında artık resmin değil, Dünya başkenti New York’tur.

Ondan sonrasında rivayet muhtelif:

Başkalarına göre:

Soğuk Savaş’sal ve post-modern dönem, 1986’daki glasnotla da milatlanabilir, 1992’deki SSCB’nin parçalanışıyla da.

Bana göre:

1986 momentli Çernobil (nükleer fizik) ve Challenger (uzaycılık) felaketleri, aslında hem ABD’nin, hem de SSCB’nin çöküşünü (en azından sonun başlangıcını) imler.

Sonuçta, ABD-SSCB çiftkutupluluğundan, ABD tekkutupluluğuna geçiş yapıldığında hemfikiriz.

Ancak ABD, bu konumu pek pek 10 yıl koruyabildi.

11 Eylül 2001 günü ABD topraklarında tarihinde ilk kez vuruldu ve yenildi. Tüm stratejistlerin naklen yayında çenesinin düştüğünü hala keyifle anımsıyorum.

ABD bunun üzerine, Kore ve Vietnam’ın yanına, Irak ve Afganistan yenilgilerini de ekledi.

Böylelikle bana göre, post-2-modern dönemi de pek pek 10 yıl sürdü.

Geldik 2010’a:

ABD’nin yenilebilir olduğunu artık herkes kabul ediyor, kendi generalleri bile. 7,5 milyarın 4 milyarı ABD’den nefret etmek ne demek, ABD’nin köküne kibrit suyu ekmek niyetinde.

Buna da, ‘post-3-modern dönemin sonu’ diyelim.

Peki, post-4-modern döneme girdik mi?

Henüz hayır.

Bunun kanıtı için ne gerekli?

Çin için 5 yıl daha gerekli. Rusya için 10 yıl daha gerekli. O zaman ABD belki 3 numara olur, belki olmaz: Askeri, iktisadi, siyasi, kültürel, sanatsal, hangi anlamda alırsanız alın.

Peki, post-4-modern dönem ne kadar sürer?

Ara şerh: 4 makro-makro global kriz, bu şemadan muaf.

Oyunun vektörlerini değiştirecek 3 vektör adayı, Hindistan / Pakistan diyalektiği ve artı tek başına Brezilya. Çin’in önümüzdeki 10-20 içinde en azından kocaman bir tökezleme yaşayacağı kesin, çünkü o da Türkiye gibi, krizleri biriktirmeyi ve ertelemeyi seviyor, Doğulu aymazlığı var ne de olsa.

Bu ara-kısa momentin biricikliği nerede?

Ayrallar özgür, hatta bazı ayrallar feleğini şaşırıp, diğer ayrallara eziyet edecek denli özgür kaldı. Bilindiği kadarıyla bu Dünya tarihinde bir ilk: Eskiden %o 1 civarında seyreden tekil ayralların toplamı, tarihte ilk keztoplamda % 50’yi aştı ve normallerin egemenliği çöktü. Bu durum, normalleri tümüyle yenilene dek, çok daha acımasız yapacak ayrı konu.

Ayrıca, faşist ve komünist olanlardan farklı olarak, tarihte ilk kez ateistlere siyasal temsil hakkı doğmak üzere. Bunun göstergesi, resmi istatistiklerin bile kabul ettiği üzere, global nüfusun içindeki ateistlerin sayısının en büyük 5 dininkilere yaklaşması ve bazılarını geçmesidir. 2010 itibarıyla, gayrıresmi olarak global ateistlerin sayısının Hristiyanlar’ınkini ve Müslümanlar’ınkini tek tek geçtiği kanısındayım.

Ancak bu özgürleşme, kendiliğinden bir yeni Fetret Devri demek oluyor. örneğin, koskoca ABP’de bir tek ateist parti yok ama onlarca hristiyan parti var. Üstüne üstlük, Hristiyanlar o partilerde Müslüman azınlıkları kendi meclislerine seçtiriyorlar.

Demek ki:

‘Post-3,9 / 4,1-modern’ dönemdeyiz kabaca.

Perşembe, Aralık 29, 2011

4. Liberalizm Tutmayacak

Bu ülkenin mayası 4. liberalizmi tutmayacak.

Liberalizmlerin tutması için, hem halkın, hem de iktidar seçkinlerinin katkısı, işbirliği, işbölümü gerekir.

Bir türlü kendini gerçekleştiremeyen montajcı sanayici ulusal sermayeciler zaten, hem 3. liberalizmcilerle pek anlaşamadılar, hem de karşı-ulusallaşma sürecinin kendilerini iktidar yönetiminden uzaklaştırdığının bilincine varamadılar.

Ancak bu ayrı bir konu. Öbür konu şu:

Daha önceleri halkın, İstanbul halkının, nüfusumuzun en liberal olacak örneklemesinin, sırasıyla nasıl Özalcı, Çillerci ve Erdoğancı olduğunu gözledim.

Ancak, Erdoğan sürecinde birşeyler aksamış.

Varoşlarımızda gözlediğim gerçek durum şu:

Halkımızın sınıf atlama hayalleri sönmüş.

İstanbul’da ilk ayını veya 10. yılını geçiren birini gözünden şıp diye anlarım. Yenibosna’da gördüğüm nüfus örneklemesi, hepsinin bir harmanını içeriyordu ama gözlerinde para feri yoktu. Hani, ‘gözlerinde dolar ışıma’ diye tabir edilen şey gitmiş.

Denizin bittiğini biz entellektüller uzun süredir biliyoruz: Türkiye ekonomisi şu anda yalnızca kaynağı belirli olmayan paralarla dönüyor. (Bunların ne olduğunu yazıp da, yazımımızı yayınlanmaz kılmayalım.) Ancak kitlenin toplu bilisizliği de bunun ayrımına varmışa benzer. Bunun da göstergesi şu:

Eskiden herkes para için sağa sola saldırırdı. Mesai dışı iş yapardı, kayıtdışı ekonomiye katkıda bulunurdu. Vb, vd.

Şimdi de saldırıyorlar ama para yok ortada. Bunda, 3. liberalizmin diğer önceki 2 dalganın tersine, alt tabakaları nakit parayla fazlaca sulamamasının payı olduğu belli. 2 liberalizm de parayı en paralı % 1’e yeterince çekti zaten.

Bunun sonucu ne olur?

Bu genel seçimde sonuç değişmez. Sayılarıyla ve yerleriyle habire oynanan oylar ve bir önceki seçimde başbakanı yuhlayıp, yine onun partisine oy veren köylüler nedeniyle böyle olur.

Ancak, 2011-2015 arasını AKP’nin düz geçmesi imkanı artık kalmadı. Bunu Babacan açıkça ifade etti ama dinleyen yok.

Yani, halk umudunu kesecek.

Halk umudunu kesince ne olur?

Başıbozuk isyanı olur, devrim değil. İstanbul halkı birbirine feci girecek. İnanmazsınız ama Dolapdere’de Çingeneler’in hırsızlığın bile artık para kazandırmadığından yakındığını kulaklarımla duydum. Bir şey daha: Hırsızlar eskiden adam öldürmezdi, şimdi öldürüyor (kaynak: Rahmetli hırsız-yazar Mehmet Kartal).

Bu durumda, yaz bir çetele daha tarihin yanılsamalarına. Devrilen küplerin gümbürtüsü korkunç olacak ve hiç umulmadık kişiler bu yıkımın altında kalacak.

Dehümanizasyon ve Anti-Hümanizm

Benim bakış açımdan uzun süredir açık seçik olan ama insanların kendi kendilerine hala göremedikleri bir ayrım var. Bu metinde onu irdelemeye karar verdim.

Aydınlanma Çağı’ndan beridir süregelen hümanizm, Feuerbach nezdinde, insanların Tanrı’yı yaratıp kendinden üstün bir yere koymasını bile dehümanizasyon, anti-hümanizm ve yabancılaşma (alienation) sayıp olumsuzlamıştır. Daha da önemlisi bu anlamıyla yabancılaşma, 19. Yüzyıl’da ‘delilik’ anlamında kullanılmış. Yani, özdeşleşme (identification: hem kimlik, hem de Aristo Mantığı anlamıyla) yaşamadın mı yandın.

Tuhaf bir biçimde, eleştiri metinlerimdeki trans-, meta-, post-hümanizmler de dahil olmak üzere, okurlarım hangi düşüngüyü savunurlarsa savunsunlar; hem bunu bir delilik saymakta, hem Nietzsche çizgisinde bir üst-insan faşizmi algılamakta, hem de topluca insansever kesilmekteler. Komünistlerin de (Stalin gibi), faşistlerin de (Hitler) gibi, hümanist olduğunu savunmamın haklılığının dayanağı, bu durumdur.

1960 doğumluyum. Dolayısıyla, 1945 atom bombalarının ve 1957 Sputnik uzaya çıkışının, hem de tam 2. Dünya Savaşı yıkımının üzerine yaşanmışlığıyla, doğumumdan önce gerçekleşmiş tarihsel açıdan bu denli önemli olayların beni böyle yapabilmiş olabileceğini kabul etmek durumundayım. Yine dolayısıyla, Kafka’esk anlamda derisiz veya çıplak-hassas derili biri olarak, gelen dalgayı biliçaltımda herkesten önce algılamış olmam olağandır.

Ancak, bilinç düzeyinde durum farklı. 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürünü uygulayan ve düşüngüsel düzeyde savunan halihazırda milyonlarca kişi var. Yani, köprülerin altından çok su aktı ve bugün-burada meta-hümanizm tüm vektörleriyle fiilen geçerli durumda, yani o bir ideoloji.

Bu durumda meta-hümanizm, yabancılaşma, delilik veya negatif-ideoloji sayılamaz. Ancak, tercih edilmeyen bir yol olarak tanımlanabilir. Oysa hümanistler, gayet faşistçe davranarak, anti-hümanist olan hiçbirşeye yaşam hakkı tanımama peşindeler.

İnternetin bilgi paylaşımı hızını çok arttırması sayesinde, bunun her yerde böyle olduğunu görüyoruz. (Çok değil 10 yıl önce gelecekbilim, Wikipedia’da bile sınırlı bir madde idi, oysa şimdi o konuda binlerce sayfa var.)

Bu durumda hümanistler; kültürel, tarihsel, zihinsel, evrimsel değişimi engelliyor oluyorlar.

Gelelim, dehümanizasyon ve anti-hümanizmin trans-, meta-, post-hümanizmdeki yerine...

50 yaşını geçip, binlerce kişiyi doğrudan, milyonlarca kişiyi dolaylı olarak tanıyıp, onların standart biyografilerine ne denli sıkı sıkıya bağlı kaldığını görünce, benim açıkseçik insan nefretimin bile, bu popülasyona karşı yetersiz kaldığını düşünmeye başladım.

Tarihin bu momentinde herhangi bir birey, herhangi bir ülkede ve herhangi bir zamanda, intihar seçeneği dahil, yaşamını tümüyle kendi seçenekleriyle yönlendirme hakkına sahiptir. Bu bir. (Örneğin Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ndaki yaşama hakkı, zorunlu askerlik konusunu devreden çıkarmaya başladı.)

İkincisi, hiçbir standart biyografi, herhangi bir bireye insan gibi yaşama hakkı tanımıyor. G-7 ülkeleri 500 yıl sömürünün ardından bile, vatandaşlarına asgari ücretle yaşayabilme hakkı tanımıyorlar veya eğitim ve sağlık gibi temel insan haklarını ücretsiz sunmuyorlar. Dahası, sunulmamasını savunuyorlar.

Üçüncüsü normalistler bile, eğer marjinaller olmazsa, gelenekselliğin bir toplumu yüzlerce yıl durağan bırakabildiğine aydılar.

Bu durumda, %o 1 – %oo 1 arasındaki bir global popülasyon dilimi, evrimi ve tarihi istediği yöne çevirme hakkına sahiptir. İnsanlar hümanist ve evrimsiz kalabilir ama evrimlilere zulüm yok. Yoksa savaş başlayacak.

Ayrıca, trans-, meta-, post-hümanizm, özgürlük ve seçme hakkı sağladığı için, hümanistlerden çok daha fazla insansever konumda kaldı. Bugün hala aileler, çocuklarının ailelerinin istediklerini yapmasını umuyorlar. Bu hak, temel insan hakları arasında bulunmadığı gibi, tersi (istediğin astandart nekrografiye geçme ve onu gergefleme) temel insan hakları arasına girdi.

Bunun toplumdaki izdüşümü, marjnallik ve ayrallık oluyor. 2. Sanayileşme’nin 50. yılında bile, makina kıran eski insanlar gibi, yeni değişimi zorbalıkla durdurmaya çalışan da çok. İşin garibi, durumu yaratan G-7 ülkeleri iktidar seçkinleri bile, neo-kon’lar oldukları için, değişimi durdurmaya çabalıyorlar artık. Düşünün ki ABD NASA’yı tasfiyeye başladı, UUİ 5 yıl gecikmeyle kuruldu, 1 parçacık hızlandırıcı tesis, yapımı ortasında terkedildi.

İdeolojik açıdan şu anki hümanist momentle, trans-, meta-, post-hümanist moment çatışacak. Normaller, anormalleri yeniden tımarhaneye tıkarsa şaşmamak gerek.

Salı, Aralık 27, 2011

Ateizm Cezalandırılırken

“Devamında, ‘Hatta bak şimdi bir ay ben senin tacizlerine maruz kalmamak için s... de olmamasına rağmen ortalık yerde yeme içme özgürlüğümden feragat edeceğim, sene boyu sabahın beşinde ezan sesiyle uyanmak zorunda kalıyorum... 'bak ne kadar mükemmel kainat, kusursuz bir sistem, bunu Allah yaratmadıysa başka nasıl olabilir' geri zekâlılığındaki bir yaklaşımla’ şeklindeki ifadelerle düşünce özgürlüğü ve eleştiri hakkının sınırları aşılarak, İslam dinini aşağıladığı kanaatine varıldığı bildirildi.”


Şimdi ben, bu yargılamayı da eleştiremem. Suç sayılan davranışı övmüş olurum.

Dikkatinizi çekerim: Bu ceza yasası maddesi, anayasasında laiklik olan bir devletin ceza yasasında yer alıyor.

Dikkatinizi çekerim: O laik sayılan orduda, günde 3 öğün, bize yemek verdiği için Tanrı’ya şükrediliyor.

Eh, laiklik olmayınca ne olacağını fantazyanıza bırakıyorum.

Bu haberi, bana 10 yıldır AKP’nin özgürlükçü bir parti olduğunu savunanlara adıyorum.

Ben de dahil olmak üzere, güle güle hapse atın bizi, hatta gömün: Cennete gidersiniz.

Pazartesi, Aralık 26, 2011

Arap Baharı Arap Kışı Oldu

Cezayir, Tunus ve Mısır’da şeriatçı partiler seçimi kazandı.

Bir Büyük Ortadoğu Projesi var. Orada, Arap ülkelerinin demokrasiye geçirileceği önesürüldü.

Şimdi diktatörler gitmiş olabilir. Ancak krallar hala yerinde. Birçok Arap ülkesi teokratik monarşi ile yönetiliyor. Emirlere hiçbirşey olmadı. Bu durum hakkında kimse düşünmüyor.

YMCA (GHEB) İslam kültürüne karşı olabilir. Ancak tarihçi Hobsbavm gibi biri, Arap ülkelerine demokrasi geldiğini söylerse, ben buna şaşırırım.

Bana göre, Arap Baharı Arap Kışı oldu. Bu ülkelere yeni bir Orta Çağ geldi.

Barrett gibi akil adamlar, global tüketimi ve ABD’nin ihracatını bu yolla arttırmayı planladı ama bu plan işlemedi. Şeriat koşulları, tüketimi arttırmaz, azaltır.

Pazartesi, Aralık 19, 2011

4. Liberalizm Ne Zaman Gelir?

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde belli bir düzenlilik var:

3 adam (Atatürk, İnönü, Bayar), 3 darbe (1960, 1971, 1980) ve 3 liberalizm.

4. darbe de oldu, post-modern oldu ama oldu. 4. liberalizmi de bekleyebiliriz.

Önce 3 liberalizme bakalım:

Onlarda da bir düzenlilik var:

1983 ANAP, 1993 DYP ve 2003 AKP.

Dünya ülkeleri liberalizm akımlarını bizden çok önceleri yaşadı. Bizde yaşananlar yeni dünya düzeni ve globalizm akımıyla çakıştı. 1983’ten önce Türkiye dışa kapalı bir ekonomiydi. Şimdi 150 milyar dolarlık ithalatıyla, dışa bağımlı bir ekonomi.

Her liberal atak 5. yılından sonra enerjisini yitirmeye başlıyor, çünkü toplumu yoruyor.

Her liberalizm, az sayıda belli kişileri (iktidara yakın duranları veya kumar sevip sürpriz ata oynayanları) zengin ederken, çok sayıda belli kişileri fakir eder. Sınıf atlamak liberalizmin sloganıdır. Türkiye’de gelir dağılımı eşitsizliği son 25 yılda giderek arttı. Bunu devletin kendi sitatistik kurumları söylüyor. Öncelikle köylü kesim, tarım ürünlerindeki sübvansiyon kalkınca iktisaden çöktü. Sonra reel ücretler giderek azaldı.

Ancak görünen o ki toplumumuz henüz uslanmadı.

2012’de genel seçim, 2013’te Cumhuriyet’in 90. yılı, 2014’te cumhurbaşkanlığı seçimi, 2016’da en erken AB’ye girme olasılığı var.

Eğer 10 yıllık eğilimlere bakarsak, 4. liberalizmin 2013’te gelmesi makul görünüyor.

Bu ana bilgi. Bir de hata fonksiyonlarına (dalgalanmalara) bakalım:

2012 seçimlerinde baraj düşürülmüş ve büyük olasılık TBMM 10 partili durumda olacak. Bunlardan birinin sosyal demokrat olup olmayacağı henüz belli değil, çünkü bizde sosyal demokrat parti henüz yok. Solsuz bir meclisin durumunu 1980 ertesinde kurulan Danışma Meclisi’nde gördük.

Gelecek cumhurbaşkanının 7 yıl orada kalıp kalmayacağı da kesin değil, 5. darbenin olup olmayacağı da. Tabii en büyük sorunumuz savaş ve terör olacak. Ortadoğu şimdiden kan gölü durumunda.

Peki, bu koşullarda 4. liberalizm nasıl kazanır?

Tüm liberalizmler İstanbul’u büyüterek oy topladı. İstanbul 15 milyonluk bir köy oldu. Niyetler kuzeye doğru daha da büyümek. Bunun çevresel sorunları şimdiden anlatıldı. Bir de hiç unutmamamız gereken deprem riski var. En geç 2029’da büyük bir deprem yaşanacak. Fay hattı dosdoğru batı yakasını kesiyor.

4. liberalizm 1. Cumhuriyet’in sonunu getirebilir ama 2. Cumhuriyet’i kurdurur mu bilemem.

Cumartesi, Aralık 17, 2011

4. Dünya

İlk informatik ve kognitif faşist, bilim felsefeci Popper 3 Dünya tanımlamış: Bedenimiz, zihnimiz ve kültürel üstyapılar olarak bilim, sanat, düşün.

Ancak, ta onun zamanında bile 4. Dünya’lar mevcuttu.

Bilgisayar yapılmıştı.

Bilgisayar programları da yapılmıştı.

Bunlar, meta-bilim, meta-sanat ve meta-düşün demekti.

Yani, onlardan ötesi demekti. Yani, 4. Dünya demekti.

1976’da siberuzay ve 1992’de internet geldi.

Bunları 5. Dünya mı sayacağız, yoksa 4. Dünya olan donanımların ve yazılımların bir parçası mı sayacağız?

İnternet 15 yılda, henüz 5. Dünya olacak bir siberuzaylık beceremedi.

Asıl 5. Dünya; organik, mekanik, siborg ve yazılım ölümsüzlükte. Bunlar henüz fiilen deneme aşamasında.

Bir de, uzaycılıkta. Bu becerildi. İnsan ürünü bir araç Güneş Sistemi dışına çıktı. Yani, 5. Dünya Samanyolu Gökadası ölçeğinde ve ölçütünde, o da şimdilik. En az 2.500 yıl kadar daha...

İnsan türünün Samanyolu Gökadası’na tümüyle yayılması için 1-2,5 milyon yıl arasında değişen öngörüler yapılmış durumda. Ancak, bunun toplamda milyonlarca ışık yılılık yolculuk ve bunun da Andromeda Gökadası’na olan uzaklık olduğunu gözönüne alan yok. Diğer bir deyişle, Samanyolu Gökadası’nın sömürgeleştirilmesi bitmeden, Andromeda Gökadası’na varılmış olsa olasılığı çok yüksek.

Açımlarsak: Avustralyalı Aborijinler, bugün hala 1 milyon yıl önceki kültürel aşamada yaşıyorlar ve bazı-biz 100 yıl sonraki aşamada yaşıyoruz. Şu anda dünyada yaşamakta olan bazı insanlar 1.000 yıldan uzun yaşayacak, bu kesin.

4. ve 5. Dünya’lar mümkün ve bunlar demek.

3. Cumhuriyet'in Sorunları

Türkiye Cumhuriyeti tarihçesi tuhaflıklarla dolu bir ülke. O nedenle, henüz 2. Cumhuriyet kurulmamışken, 3. Cumhuriyet’in sorunlarını tartışmak da, bu tuhaflıklara bir katkı olsun.

Aslına bakılırsa, 3 adam, 3 darbe ve 3 liberalizm, 1. Cumhuriyet’i toplamda 9 kez bitirmiş durumda. Bu durumda, 2. Cumhuriyet’in çoktan kurulmuş olması gerekirdi. Ancak, nasıl ki Osmanlı’nın bitişine Cumhuriyet döneminde bile intikal edemeyen çoktuysa, 3. Cumhuriyet döneminde bile, 1. Cumhuriyet’in bittiğine intikal edemeyen çok olacak.

Asıl sorun tarihsel intikalsizliklerde:

Marksist devrim 1789’da olacağına, 1917’de ve 1949’da olunca, geç kalmış oldu.

Bizim Cumhuriyet de, Tanzimat’ta (1839’da) olacağına, 1923’te olunca, geç kalmış oldu.

Geçelim parametrelere:

Bugünkü anlamıyla, parlamenter demokrasiye dayalı cumhuriyetlerin bazı varsayımları mevcut:

Güçler ayrılığı:

Yasama, yürütme ve yargı ayrılığının yeni bir biçimde yorumlanması mümkün. Milletvekilleri, bakanlar ve yargıçlar ayrı ayrı seçilebilir. Hiçbiri, emekli olsa bile, diğeri olamaz.

Cumhurbaşkanlığı-başkanlık:

Bu mevki tümüyle ortadan kaldırılabilir veya ‘en az 20 kitap yazmış olmak’ gibi, yeni niteliklilik önkoşulları uygulanabilir.

Temsili, kozmopolit, katılımcı demokrasi:

Batılılar, bizim gibi kendilerini kandırmayı pek sevmedikleri için, şu anki durumuyla demokrasinin işlerliğinin pek kalmadığını (belki de hiç olmadığını), dolayısıyla tüm halkın yönetime bir biçimde dahil olmasının (ya da edilmesinin) yeni yollarının aranıp bulunması, yoksalar da, icat edilmesi gibi seçenekler peşindeler. Bizde de, hiç olmazsa tüm seçmenlerin yaşamsal kategorileri (emekli, öğrenci, özürlü gibi) nezdinde kurulmuş veya ilkelerini ona göre ayarlamış partiler aracılığıyla temsil edilebilmeleri yolu denenebilir. Bizde, Kürtçü parti sözde yasak, ortalık ve geçmiş Kürtçü parti dolu. Demek ki daha reel politik deneyimler gerekiyor.

Kültürel mod çelişkileri:

72 milyonluk Türkiye, 18’erden 4 moda bölünmüş durumda: Göçer, tarım, sanayi, internet. Bunlar birbiriyle arakesiti olmayan ve birbirine yaşam hakkı tanımayan modlar. Zaten dünya da, bunu ikili veya üçlü olarak yaşıyor. Tüm bunların dışında kalan 7’de 1,5 milyarlık bir kitle, globalistler tarafından yeryüzünden silinmeye uğraşılıyor. 3. Cumhuriyet’in anti-globalist olması zorunlu, çünkü G-7 kaynaklı globalizmde, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ adlı ülke haritadan silinmiş durumda.

En temel sorun:

Henüz doğmamış, var olmamış, tasarlanmamış olana yaşam hakkı. Çocuklarımız bizim malımız değil. Gelecek de bizim malımız değil. 12.000 yıldır yediğimiz tüm herzeler ertesinde, insan türü yok olma aşamasında. Nükleer tehdidin gevşemesi bizi aldatmasın, artık herkes ona ulaşabilir duruma geldi.

Tamam, uzaya gidenler kurtuldu ve yepyeni bir ütopya denediler. Ya, geriye kalanlar ne olacak? 12 milyarda duracak ve belki yüzlerce yıl o düzeyde kalacak global popülasyon için, yaşanabilir bir gelecek ve hacim yaratmak durumundayız.

Örneğin, bugüne bakarsak, aslında bilgi toplumu bireylerine yaşama hakkı bu toplumda yok. Standart biyografiler, yaşamının 30 yılını öğrenmeye ayıracak kognitif-informatik kişilere herhangi bir olanak sunmuyor, sunmadığı gibi onları ölümüne cezalandırıyor.

Görüldüğü gibi, bazı sorunlara ortaya çıkmadan bakmanın, halk sağlığı ve epidemiyoloji gibi yararları var, sorunları oluşmadan önleyebiliyorsunuz.

2. Cumhuriyet, henüz yaratılmadan yaşama şansını yitirdi. Tarihte böyle ironik durumlar olmuştur. Sonuçta, Aboricinler’in veya Yanomamöler’in de bir anlamları yok, onlar da kültürlerini sürdürme şansını yitirdi.

Hain bir sürprizle, bize aslında gerekenin 4. Cumhuriyet olduğunu belirterek, ufkumuzu bugünde bırakalım.

Cuma, Aralık 16, 2011

Türkiye’de 3. ve 4. Liberalizm

0.        liberalizmde Menderes başarısız oldu ve asıldı.
1.        liberalizmde Özal cumhurbaşkanı oldu ve ANAP battı.
2.        liberalizmde Demirel cumhurbaşkanı oldu, Çiller DYP’yi batırdı.
3.        liberalizmde Erdoğan cumhurbaşkanı olmak istedi ama Gül bir ayak oyunuyla yeri kazandı. AKP birçok krize neden oldu ama hala en güçlü parti durumunda.

Bu durumda neler olabilir?

En yüksek olasılıkla, 4. liberalizmi ve 2011 seçimlerini AKP kazanır.

Bu durumda, 5. liberalizm de başarılamayabilir ve/ya başarılsa da yetmeyebilir.

Sorunlar içeride değil dışarıda:

ABD, bugüne dek faşist ve engizitör vassallarını hep destekleyegelmiştir. Saddam’a yaptığı gibi, gerekirse bir diktatör yaratıp, onu da devirmiştir. ABD’nin, uzun onyıllara dayalı kuduz bir dış siyaseti var.

Tutarsızlık AB’de: Müslüman demokrat olamayacağını, Müslüman liberal olamayacağını, AKP’nin demokrasinin gereklerini yerine getiremeyeceğini ve 5 yıldır da hiçbir biçimde yerine getirmediğini göremiyorlar. Üstüne üstlük, belli üyelerin retleri nedeniyle, karar düzenekleri kilitlendi. Gürcistan olayında gördük, daha önce de Bosna olayında görmüştük, uluslarası gelişmeler için programları yok.

Rusya ise, BTC hattına yaptıklarıyla, hala başımızın derdi olabileceğini kanıtladı. Yalnız bizim değil, ABD’nin bile başına bela olabileceğini gösterdi.

Bu durumda, AKP’nin 3. dünyalı kurnazlığı, geçici de olsa, işe yarayabilir.

Burada seçmenin durumu belirleyici: Borç bıçağı kemiği bile kesti ama Türkiye halkı hala daha çok, daha daha çok tüketmeyi arzuluyor, çünkü hep daha güzel havuçlar piyasaya sürülüyor. Eski toprakların tutumluluk geleneği unutuldu. Tasarruf oranı, GSMH’da % 30’dan % 5’e düştü.

Ancak, uzun vadede, kim hangi müdahaleyi yaparsa yapsın, büyük sayılar kuramı işler. Sonuç kaçınılmazdır: Bu liberalizm bizi batırır.

Bu durumda AKP, uygun bir zamanda erken seçim yapıp, yükü herhangi bir diğer partiye devriecek. Meclis’teki diğer 7 partinin hiçbiri hiçbirşey yapamaz durumda. Onlar da yeni durumlarda apışıp kaldı, dolasıyla iktidara meraklı biri yükün altında ezilir kalır.

Peki, 3.’den 4. liberalizme geçiş / geçemeyiş görüngüleri neler olabilir?

Bir kere, gerekli reformlar yapılamaz ve bu olumsuz bir örnek olur.

Yeniden açık bütçeyle, karşılıksız basılan parayla, borçlanmayla bu iş sürdürülür. Osmanlı’nın konkardato ilan etmesi onyıllar aldı. Biz gerçek liberalizme gireli henüz 25 oldu. Dünya ülkelerinin çoğu bizden berbat durumda. Ölüm limitimiz 1,5 trilyon dolar borç, biz 600 milyarı henüz geçtik.

Türkiye turizmle, yurtdışı inşaat ihaleleriyle, Alamancılar’la, uyuşturucuyla, yavaş yavaş silahla bazı artı-değerler yaratabiliyor da, ondan çark dönüyor. Yoksa, bu borç da ekonomiyi kilitlerdi, çünkü tüketim dururdu.

Çark kırılmadıkça, kimse bu gidişi durdurabileceğe benzemiyor.

Çark ne zaman kırılır?

15-25 yıl sonra.

Post-Sinema ve Düşünce Filmi

Post-sinema, düşünce sinemasının tamamını kapsamaz (ve şu anda o da tümüyle tanımlı durumda değil) ama düşünce filmleri üretebilir, çünkü meta-sinema ve neo-sinema momentleri, düşünce filmi üretebilmişti. (Bu durum, post-sinemanın düşünce filmi yapamayabileceğini de kabullenir.)

Bu durumda, nasıl olsa filme çekilecek olan, ‘Sprawl Üçlemesi’nin düşünce-aksiyon oranları, bir ölçüt olabilecek.

Aynı zamanda, ‘Ghost in the Shell 3’ün yapılıp yapılamaması da bir ölçüt olacak.

Aynı tematik üzerinde seyreden, hepsinden önce ve sonra yapılmış ‘Tron 1’ (1982) ve ‘Tron 2’ (2011) ikilisi / serisi, Yankiler’in düşünce filmini, siberuzaylı olsa bile beceremeyeceğinin çok açıkseçik bir kanıtıdır.

İkinci Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürü hakkında yapılan filmlerin öncü film veya düşünce filmi olma zorunluluğu yok. Bunu o konularla ilgili olarak yazılmış bilimkurgu romanlardan izleyebiliyoruz.

Bu öncü altkültürlerin, kendisi bir alt-düşünce durumuna indirgenmiş olsa da, hümanizm ile çatışmaları ve bunun sonuçları (belki sentez, belki praksis, belki dekadans, belki negatif diyalektik olarak) kesinlikle düşünce filmi konusudur.

Düşünce filminin en-öte konusu düşünce-ötedir. Motoko, açıkçası ‘Ghost in the Shell’in finalinde o durumda resmedilir (: ormanda yalnız gezen bir fil: salt ışık / saf düşünce).

Düşüncenin gelecekteki evriminde; bilimin, sanatın, düşünün aşılması veya aşılmadan aşındırılması durumu, sinemayı da, post-sinemayı da tarihten silebilir.

Perşembe, Aralık 15, 2011

İkinci Sanayileşme

Birinci Sanayileşme AB ülkeleri açısından 1750’de başladı. 2000’e gelindiğinde hepsi tümüyle sanayileşmişti.

İkinici Sanayileşme 1950’lerde bilgisayarın icadının simgesiyle başladı.

Gelecekbilimin tüm konuları, aynı zamanda İkinci Sanayileşme’nin konularıdır. İlki kuramsal, ikincisi pratik açıdan onlarla ilgilenir. Ülkeler ve şirketler bu başlıklar altında, 1.000 yıla varan vadede planlar yapıyor.

İkinci Sanayileşme’nin kültürel açıdan en belirgin sonucu sıfıra limitlenen mesai ve tüm biyografiye limitlenen eğitim olacaktır ki buna şimdiden ‘yaşam boyu eğitim’ deniyor.

20. Yüzyıl’da buna benzer 2 kültürel dönüşüm yaşandı: Bir: Hemen tüm ülkelerde ortalama eğitim 8 yıla çıktı ki 1900’da bu pratik olarak sıfırdı. İki: İnternetin icadıyla sonsuz bir bilgi akışı başladı ki 20. Yüzyıl’daki bilgi sıçramasının benzerini 21. Yüzyıl’da da yaratabilir, yaratmayabilir de.

20. Yüzyıl’da ortalama yaşam 40’tan 80’e çıktı. 21. Yüzyıl için bu en kötümser tahminle 120 olacak, deniyor. ‘Klonlama + kafa nakli’ ve yazılımlaşma yolu ile 2 ayrı yoldan ölümsüzlük 2100’e varmadan başarılmış olacak.

Önceki 2 paragraf sırasıyla 2 ayrı yoldan bilgisel artma hedefliyor: Kitlesel ve seçkinsel. Yine de 21. Yüzyıl’da yeni bir Einstein çıkmayacağı konusunda hemen herkes hemfikir, Hawking’i onunla kıyaslamıyorlar bile. 2100 sonrası içinse, tekillik ilkesi gereği şimdilik kestirimde bulunamıyoruz.

Tüm yaşamını boş zaman olarak yaşamanın, insanların neredeyse tümünü rahatsız edeceği kanısında olanlar var ki onlara hak vermemek mümkün değil. Uygarlığın beşiği sayılan AB ülkelerinde yılda 12 (ayda 1) kitap okunmuyor ve şu an haftalık ortalama mesai 35 saat. Artı, insanların boş zamanlarında ne yaptığına bakınca, en çok televizyon seyrettiklerini görüyoruz.

2. Sanayileşme 2 bölümden oluşacak, krizlerin yaratacağı hazırlık dönemi, ardından gelen göreli barışın getireceği sentez dönemi. Bunun ardından 500 yıllık bir durağanlık da gelebilir, çünkü 23. Yüzyıl’a hiçbir artı değer değişken bırakmayı umamıyoruz.

Nüfusun azaldığının kesin sonuçlarının iyice görüleceği 2175’ten sonra, artık sürpriz değişkenler umulabilir. Geçmiş bizlere iyi dersler verir: Yıl 1453’te İstanbul fethedildiğinde, AB’nin dünya egemeni olacağını söyleselerdi, kimse inanmazdı. Afrika gibi kıtasal, Nauru gibi istisnasal epsilonik, her tür novum umulabilir. Olmadı, o zaman artık bir güç olmuş olacak uzaycılar var olacak zaten.

Çarşamba, Aralık 14, 2011

1945-2015 Post-Modernizminin Yanılsamaları

Post-modernistler için, post-modernizm 1990’da, 2001’de ve 2011’de bitmedi, hep sürdü, hala da sürüyor.

Post-modernizm, epistemolojik muğlaklığa sığınır. Yani, kafa karıştırarak insanları kullanır. O zaman durum, 2 şık arasında 1 seçme-seçememe durumu değil, 1 seçici’nin seçme yeteneğinin ve karar verme düzeneklerinin hiç olmaması durumudur.

Post-modernizm ayrıca büyük söylemlerin ve ideolojilerin öldüğünü önesürer.

Oysa:

1945-1980 arasında 2 atom bombası ve uzaycılık büyük söylemi vardı. 2. Sanayileşme başlamıştı. 2. Sanayileşme’nin öncü altkltürlerinden olan, acaba geçmişte hiç ölümsüzlük kadar büyük söylem oldu mu?

1980-2015 arasında ise, kaptilatizmin nihai zaferi ve tarihin sonu ilan edildi.

Oysa:

% 99 hep vardı, gücü de yerindeydi. Asıl önemlisi, tarih henüz başlamamıştı ve başlamadı da... Başlayabilmesi için, dünyadaki herkesin 3 kuşaktır üniversite mezunu olması gerekli. Ayrıca bu, bir gerek koşul, yeter koşul değil.

2012-2015 arasında AB ve ABD çökecek. Hoş, dünya da çökecek, ayrı konu. Ancak post-modernizm, bu durumda hep yalan söylemiş, söylüyor ve söyleyecek olacak.

Kitle bu yalanları yedi. Uyruklaşan ktidar seçkinleri de, kendilerine söyledikleri yalanlara kendileri ikna oldu, hamamdaki deliler korosu gibi gürültü yaparak...

Sanırım, yeni ekonomik kriz dizileri, benim tanımlarım açısından, post-5/6-modern momentte yaratılmış olacak.

Tarihin bitmesinin gerçek anlamı, tarihin kendi üstüne çökmesidir ve bunun daha önce kezlerce büyük ve küçük ölçekli olarak yaşanmışlığıdır. Diğer bir deyişle, dünya sisteminin çözüldüğü dönemlerdir.

Örnek: Cengiz Han’ın tarihten sildiği 50 kentin 10’u bir daha hiç olmadı ve buna karşın Cengiz Han’ın torunları bugün hala çadırda yaşıyorlar.

Chandler’in tarihteki büyükkentler dizisinde eksik olan bir şey vardır: Bazan ortada büyükkentler kalmaz. Bugünkü 10-20 milyonluk Cakarta ve/ya Bombay, gerçek bir kıtlıkta, güneş görmüş  kar gibi küçülür, hatta yok olur gider.

Tarihin içine girdiğimiz çöküş döneminin temel sorumlusu post-modernistler ama onlara karşı kitle olsun, entellektüeller olsun, asla yeterli direnişi gösteremedi. Tam tersine, iktidar seçkinleriyle işbirliğine girdiler. O yüzden, yaklaşan kıyımdan muaf veya azat olan kimse yok. Hep birlikte mezbahaya gidiyoruz.

Post-modernistlerin son yanılsaması, toplama kampında, zehirli gaz odasının kapısında, ölümü bekleyen Museviler’in hala olanlara inanmıyor oluşu gibi olacak. Yani % 1 kaçmayacak, çünkü kaçma intikalleri yok. Beyin bulanıklığını kendilerine de bulaştırdılar.

O zaman: Baş parmağımızı aşağıya çeviriyoruz: Domini ve dominusları öldür Spartacus.

Haklar Çökertilirken

Birinci Sanayileşme ertesinde işçi sınıfı, yüz yıllık mücadele ertesinde, günde 8 saat, haftada 5 gün mesai, emeklilik gibi haklar elde etti.

AB üyeleri önce, emeklilik yaşını 68’e çıkardı. Bunun anlamı şu: 14 yaşından (o zamanlar zorunlu eğitim o kadardı) 68 yaşına kadar 54 yıl prim ödeyeceksin, sana biçilen emekli maaşı, 8 yıllık filan.

Sonra, haftalık mesai ücretleri yukarıya çekildi.

Ardından emeklilere vergi düşünüldü.

Şimdi uygulamaya konulan süreç şu:

“Almanya’da sağlık sigortasıyla ilgili geçen yaz yapılan son yasal değişiklikten sonra harekete geçen AOK, yazı gönderdiği çifte emekli Türklerden, ek prim istemeye başladı. AOK, Türkiye’den emekli geliri olanlardan 1 Temmuz’dan itibaren geri dönük ek prim ödemelerini istiyor.”


Hani, kazanılmış hak vardı?

Sonuç?:

Kazanılan tüm haklar geriye alınıyor.

Neden?

% 1’e cebindekiler yetmedi, % 99’un cebindekilere göz dikti.

ABD’liler mücadele nedir bilmezler. 1968’den beridir reel ücretler geriliyor, tık yok. Asgari ücretle ancak sürüm sürüm sürünürsün, tık yok.

Ancak, AB’liler öyle değil. Sosyal demokrat parti gelenekleri güçlü. (ABD’de 2 parti de sağcı.) İşçi sınıfının gözü pek. 1900’deki veya 1968’deki denli pek olup olmadığını, çok yakın gelecekte göreceğiz.

Sonuçta, kitleler yeniden meydanlara...

Dipnot: Buradaki Hürriyet ile oradaki Hürriyet arasında çifte standart farkı da, gözden başka yerlere de batıyor tabii ki...

Salı, Aralık 13, 2011

2. Cumhuriyet 3

Geçenlerde bir okurum, 2. Cumhuriyet’te olup olmadığımızı sordu. Yazdıklarımı düşününce, o tarihsel bölümü çok açımlamadığımı ayırsadım ve bu metni bu konuya ayrırdım.

Benim bakış açıma göre, 1. Cumhuriyet 1938’de bitti. Böyle düşünmemin nedeni ise, o zamandan beridir süregelen laik-laik-dışı fay hattının, sonunda laikliğin tasfiyesi biçiminde sonuçlandırılmasıdır.

Bu BOP’un bir tasarımıdır. Böylelikle bize eski Osmanlı türü ama yeni İngiltere türü de (eski sömürgenin yeni sömürgesi olmak gibi) bir statü tanımladılar ama bu tanım hala muğlak.

Benim bakış açımla 65 yıllık (1938-2013) bir fetret devri yaşıyoruz. (Yeni bir Atatürk durumu çözmez.) 100 yıl savaşı olduğu gözönüne alınırsa, 65 yıl fetreti de olur, çünkü fetretin sürdürülmesi, savaştan daha kolay bir toplumsal karmaşa durumudur.

Zaten bu karmaşa, Tanzimat’tan beridir süregelen Batı-Doğu ayrımı fay hattı. Biz batılılaşana dek Batı (AB ve ABD), tarihinin sonuna geldiği için, kabahat bizde olmayabilir. Hiç olmazsa, ‘ana küp çöküşü alanı’nın ortasında değiliz. (Bunun benzeri bir durum, 2. Dünya Savaşı’nın dışında kalarak, 12 yıl boyunca 0 reel ekonomik büyüme yaşadığımız, 1938-1950 arasıki İnönü döneminde yaşandı;  kabahat onda da sayılmazdı, Osmanlı borçlarının ödenmesi, savaşan Batı’nın baskısıyla öne alındı.)

2. Cumhuriyet nasıl kurulur?

Soruyu değiştirelim:

2. Cumhuriyet 2013-2023’te kurulur mu?

Cemahiriyyenin biri (Libya) BOP ile alaşağı edildiğine göre, yanıt belirsiz.

Bu popülasyon, 1 Cumhuriyet istiyor mu?

Kesinkes hayır. Oy hakkı bile istemiyor.

2. Cumhuriyet süreci, demokratik olmadan olamıyacağına göre, 2. Cumhuriyet’ten birkaç kritik eşik önceye düştük demektir.

Bu arada, şeriat da güme gitti. Halkımız, ‘altı kaval, üstü Şişhane’ bir din yaşıyor ve bunda ısrarlı. Diğer ülkelerde de şeriatın ihlalı kapalı olarak mevcut ama bunu siyasal irade olarak gösteren tek halk bizimki oldu.

Bu durumda ne olur?

Eğer G-7 planları tümüyle tutacak olsaydı, bunu rahatça satır satır söyleyebilirdik. (Ayrıca, o da tutmayacak ama bu ayrı bir konu.)

Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya kapanında 10 ülkeden fazlasının savaş veya benzeri bir duruma sürüklenmesi, Türkiye’yi bir arada tutan ‘ıştan içe itici ozmosis’i ortadan kaldırabilir.

Kafkasya’da Karadağ, Nahcıvan, Acaristan ve Çeçenistan, şu anki momentle doğrudan içine çekileceğimiz savaşçıklar dağılımı. (Sözü edilenlerin çoğu savaşçık ama toplam büyük bir savaş ediyor ve bu durum da savaş tarihi açısından, yeni bir kayıt.)

Ortadoğu’da komşularımızın tamamıyla savaşın eşiğindeyiz.

Balkanlar’da Makedonya / Üsküp., Köstence, Gümülcine, Gagavuzistan bizim açımızdan doğrudan savaş konusu.

Kıbrıs ile 5 ülkenin üzerine, Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail de fazladan savaş adayı olarak devreye girdi.

Türkiye’nin emperyalistleşmesi süreci sürüyor ama bununla şu anki moment kastedilmiyor. Sonul aşama için daha çok kargaşa ve kan gerekiyor.

Sorun iç iktidar seçkinlerinde:

Medya, işadamları ve entellektüeller, çökmüş durumda. Resmen topluca bunadılar. Tarihsel intikal takvimleri, ancak 1993’ü filan gösteriyor. Ordu tasfiye edildi. Polis kırsalda hiçbirşey yapamaz, kentte de yapamaz ama siviller daha beceriksiz.

Sonuçta, ortaya 100 parçalı dağınık bir yapboz çıktı. Bu yapbozun 2023’ten önce sonul biçime oturması mümkün görünmüyor, yani fetret daha da sürecek.

Geçmişe bakarsak, Osmanlı da 1877-1922 arasında bundan beter bir dönem yaşadı ve o sayede yeni / 1. Cumhuriyet kuruldu.

Cumhuriyet sayılamalarını borçlu olduğumuz Fransa tarihine bakılınca, araya bir imparatorluk giriyor. Bu Türkiye için pek mümkün değil, o zaman tarihten tümüyle siliniriz.

Batı ile momentsel eşlenik olduğumuz durum şu: Kitle % 50-50 ikiye bölündü.

Yeni sol oluşum peşinde koşulduğunu biliyoruz. Ben bahisimi marjinallerden ve ayrallardan yana oynuyorum. 1968 öğrencileri de başta ciddiye alınmamışlardı ve buraya gelmemizi, onların yitirişinin üzerine, 1980’ler libelarizmlerini, onlara borçluyuz. Muhtemelen marjinaller de yitirecek ama ilk yitirişleri olacak, o kadar hakları oluversin artık.

Global ölçekteki % 99 hareketini onaylıyorum ama fazla umudum yok onlardan. Globalizmin geçerliliğinin % 50’den aşağıda olduğunu düşünenlerdenim, yani hala yerli çözüm gerekli.

Başımızın çaresine bakacağız, ne yapalım. İş başa düştü.

Yeryüzü cehennemi çilemizin bitmesine, belki 50 yıl daha var, mücadelenin doğrudan içindeyiz.

Pazartesi, Aralık 12, 2011

İnsan ve Düşünce

‘Homo sapiens sapiens’, ‘düşünen düşünen insan’ demektir.

Düşünür Spinoza da, ‘insan düşünür’ demiştir ama yanılmıştır.

Referansları değişmek üzere farklı bilimciler, insanın düşünmesini M.Ö. 1000 ile son yüzyıla kadar öne almışlardır.

Düşünmek nedir?

Örneğin, en azından okuryazarlıktır. Dünya insanlarının en az yarısı, etkin okuryazar olmadığı için, ya düşünebilme yeteneğine sahip değillerdir, ya da eksik sahiplerdir.

Ancak, ne cinsiyetin, ne de ırkların bir insanın düşünmesine herhangi bir katkısının olduğu saptanmamıştır. Bazı toplumlarda bireyler, kültürel nedenlerle aptallaşabilmekte veya zekileşebilmektedir. Çünkü zeka da, somut organlar gibi, uygun kullanıldığı ölçüde ilerler.

Gerçekte düşünce, düşünce tarihine artı-değer düşünce üretebilmektir. Bunu da, insanların milyonda biri, yaşamlarının binde birinde yaparlar, gerisi düşünmeden geçer.

Aşırı sayılabilecek derecede bir gnostik olmama karşın, son zamanlarda düşüncenin geleceği ile ilgili önemli bir gerçeği kavradım: Bugükü düşünme eylemi, çok değil 100 yıl sonraki gelecekte hiçbir işe yaramayacaktır. İnsanların okuryazarlık öğrenir gibi, yeni bir düşünebilme yetisini öğrenmeleri gerekecektir ve tahmin ettiğim kadarıyla, insanların tamamına yakını bunu beceremeyecektir.

Günümüzden örnekleyelim: Işık hızının geçilebileceği CERN’in son deneylerinde ortaya çıktı ama dünyanın en iyi kabul edilen 100 fizikçisinin en az 50’si bunu kabul etmeden ölmüş olacaktır, çünkü varlıklarındaki 60 yıllık düşünce kemikleşmişlikleri, o yeni denklemi beyinlerine sokmayacaktır.

İnsanların düşünmeyi becerememeleri bana geçmişte acı verirdi, şimdi duruma karşı duyarsızım. Çünkü düşünen insanlar için gelecekbilimci oldum ama yakın gelecek şimdilik aptalların yönünde / doğrultusunda gideceğe benziyor.

Bir de, günümüze dek, zeki insanların çoğu acı çekerlerdi; gelecekte böyle bir duruma gerek kalmayacak ve Einstein gibilerinin var olabilmesi, illa ki 2 dünya savaşı ve 2 dünya devrimi gibi, insan türünün yok olabileceği koşullar gerektirmeyecektir.

2001-2010 koşullarında her iki çeşitten de, ‘düşünen beyin’ yaşıyor olabilir. Çalışmayan-kayaksever bilimci modeli, böylelikle kendine yaşama alanı bulabiliyor günümüzde.

Tam bilimin kurulması 250 yıl alabilir ama bir insanın tüm yaşamında tam düşünmesinin gerçekleşebilmesi 2.500 yıldan çok alacaktır ve tam düşünebilen tür, bir insan-sonra (post-hüman) olabilecektir. (Kastedilen düşünce-öte değil, günümüz anlamıyla düşünce; bilim, sanat, düşün...)

Kestirimlerin Doğru Çıkması

21. Yüzyıl’daki kestirimlerim son 10 yılda doğru çıkmaya başladı:

Türkiye’de cumhuriyet bitti.

ABD ve AB çözülmeye başladı.

Çin 1 numara oldu, Rusya eski gücüne geri dönüyor.

Ancak, gelecekbilim açısından, kestirimlerin bu denli çok doğru çıkmasında, belli bir yanlışlık vardır:

Ya öngörüler gerçekleşmekte hızlanır ve bazı olayların tarihi öne alınmış olur, ya da hesapta / kestirimde olmayan başka olaylar yaşanır.

Şu an ikisi de olabilir.

Örneğin Brezilya ve Hindistan, orta sınıflarını son 10 yılda çok büyüttü ama bu durum onları, 10 yıl önceki durumlarıyla Çin ve Rusya’nın potansiyel durumuna getir(e)medi, çünkü kümülatif geçmişleri henüz yok.

Dolayısıyla, G-8 dışındaki ülkelerin dünya tarihine baskısı / etkisi, ancak karmaşa yaratacaktır, yaratmaya başladı bile.

Örneğin, bizim 2. Cumhuriyet’i ne zaman kuracağımız, önümüzdeki 25 yıl içinde kurup kuramayacağımız belirsizleşti. Çünkü, 3. liberaller kuşağı, 4. liberaller kuşağı olabilmek için, risk alıp, Türkiye’yi kendi aleyhine olan BOP’ta / Arap Baharı’nda aktif bir role sürüklediler. Bu süreç-vektör sanıldığının tersine, Türkiye’yi emperyal yapmaz, ayakçı yapar. Bize 100 milyar dolarlık çakma / hayali ihracat değil, 10 trilyon dolarlık icat gerek.

Yani, kendi deyimimle, kestirimlerim umduğumdan daha fazla doğru çıkınca, yakın gelecek için, kestirimlerimin umduğumdan daha az doğru çıkmasını ummaya başladım. Bu, bir paradoks değil, ‘toplam kestirim doğruluğu sınırı’ yasası.

Kestirimlerimin 2011-2021 retrospektifi:

Bilim ve sanatta ve sıçrama ve düşüşlerin, epeyi kalabalık ve ardışık diziler olarak yaşanma olasılığı arttı. Ayrıca hala hiçbir yerel kültürün, bilim ve sanatta öncülüğü devralabilme kapasitesi yok ortada.

Devrim(ler) tarihi öne alındı: Eski kestirim 2029-2068 idi.

Kitleler iyice uyuşacak.

İktidar seçkinleri daha çok afallayacak. (Bakınız: TÜSİAD 2010.)

Entellektüeller iyice saçmalayacak ama bir dahi-dahi çıkma olasılığı arttı ama uzun vadede değil, kısa vadede: Çöküşün son parıltısı olan biri gelebilir.

Bunların dışında, eski hamam eski tas. Tarihten hiçbirşey öğrenmemeye devam. Felaket gelince de, ağzı açık kalmaya devam.

2. Cumhuriyet Tartışmaları 2

Bu konuda herkes eksik ve yanlış bilgilerle iş yürütüyor. Bunca yılın gazetecisi Altan Öymen bile, 2. Cumhuriyet’in ilk kez 28 Mayıs 1960 tarihli gazetelerde ve o yıla ait bir kitapta zikredildiğinden habersiz.

1. Cumhuriyet’in ne olduğu belli: Atatürk cumhuriyeti. Dolayısıyla o cumhuriyet, 10 Kasım 1938’de zaten bitmişti.

Gelelim günümüzdekilere:


2. Cumhuriyet’i futbol takımı addedip, ilk 11 kurulmuştu. Bunu da Özdemir İnce’nin mi, Cengiz Çandar’ın mı, Ertuğrul Özkök’ün mü yaptığı belirsiz kaldı. Karşı takım olarak da ulusalcılar vardı.

Ulusalcılardan sayılan Bekir Coşkun şöyle demiş:

“Ben stadın dışında bir yerlerdeyim.”

Genel olarak geçerli sayılır, çünkü herhangi bir tarafı o kadar belirgin tutmuyor.

Asıl bundan sonra eklediği önemli:

“Bu arkadaşların ortak özelliği; çok taraf değiştirdikleri, çok döndükleri için toplumdaki itibarlarını yitirmeleri.”

İşte bu çok doğru. 2. Cumhuriyet’çiler La Fontaine fablındaki tabuta çivilenen yarasa konumundalar.

Doğu Perinçek şöyle demiş:

“Sosyalistim ama kemalistim.”

Zaten ‘ulusal sol’ bu demek.

Eser Karakaş şöyle demiş:

“Proje1. Cumhuriyet’i öldürmek değil.”

Bakar mısınız yüzsüzlüğe?

Koskoca başbakan memleketi satacağım diye tutturup gerçekten satmış. Reel ve finansal sektörün % 50’si yabancıların mülkiyetine geçmiş, adam hala kalkmış ne diyor? Ölüyü yıkadılar, gömdüler çoktan.

Etyen Mahçupyan şöyle demiş:

“Demokratikleşmeye tek hevesli tek parti AKP.”

Artık, bu yalanı geçti, yalan rüzgarı oldu.

Bu polis yasasıyla mı, bu kronik kriminaliteyle mi, bu yolsuzlukla mı, bu sürgünlü yeni anayasa taslağıyla mı?

Mehmet Ali Birand şöyle demiş:

“Ben sadece cumhuriyetçiyim.”

Bu bize ‘ben sadece sempatizanım’ fıkrasını anımsatıyor.

Mehmet Altan şöyle demiş:

“Evet, ben 2. Cumhuriyet’çiyim.”

Bravo. Doğru söze ne denir? Sonunda içlerinden dürüst biri çıktı.

Ancak, sonra ekledikleri yanlış:

“İkinci Cumhuriyetçiyim, çünkü tek parti rejiminin ve zihniyetinin geride kalmasını, cumhuriyeti evrensel bir demokrasinin taçlandırmasını istiyorum...”

Kardeşim, AKP tek parti rejimidir. Bunu 2002-2007 arasında gördük. DP de tek parti rejimiydi. Onu da gördük. Evrensel demokrasi olmaz, senin halkının çıkarları ile başka halkların çıkarı çatışır. Ondan önce, liberal demokrasi olmaz, AKP demokrat değil, liberaldir. Devamında Müslümandır ve muhafazakardır, Müslüman demokrat ve muhafazakar demokrat olmaz. Demokrasi gelenekçi değil, yenilikçi bir yönetim biçimidir.

Oktay Ekşi şöyle demiş.

“Ben Atatürk’çüyüm.”

Yapma ya. Atatürk globalist-liberal miydi? Değilse, senin o büyük sermayede ne işin var?

Takımı kuranlardan sayılan Özdemir İnce şöyle demiş:

“Bugün bir Ali Cengiz oyunu var; AKP mi Batı’ya kazık atacak, yoksa Batı mı? Göreceğiz.”

Haa, sadede geliyoruz işte. Bugüne kadar bunu yapabilen, ondan önce de tasarlayan bir TC hükümeti var mı acaba? Gerçek durum şudur: Batı (hem ABD, hem AB) TC’ye kazık atmakla meşgül, AKP aradan yağlı kemik aşırmakla meşgul.

Ulusalcı sayılan Şahin Alpay şöyle demiş:

“İkinci Cumhuriyet’ciler ayrı görüşlerde.”

Bak, bu tümüyle doğru, çünkü çıkarları farklı. Şimdilik, zamanı gelince diğerine kazık atarım doğulu uyanıklığıyla söylem kardeşliği yapıyorlar.

Tuncay Özkan:

“Cumhuriyetin numarası olmaz.”

Olur olur, bal gibi oluur. Fransa 6.’nın peşinde.

Yalçın Bayer:

“Bunların rejimle sorunları var.”

Tabii var. Benim de var. 75 milyonluk bir ülkede yönetimi, beğense beğense 10 milyon kişi beğenir. Faşistler, komünistler, etnikçiler, engizitörler rejimi değiştirme hayali kurarlar. Ben de ateist demokrat bir ülke hayali kuruyorum. Ne var yani?

Yasemin Çongar:

“Kemalizm toplumu kucaklamıyor.”

Ne güzel. Ağza sakız bir deyim. Abilerinden öğrenmiş ezberlemiş.

Kemalizm veya bir rejim baba mı ki toplumu kucaklasın? Devlet devlettir, sevmez döver: İster reel sosyalist olsun, isten liberal parlementer demokrat olsun.

Görüyorsunuz: Bunlar medyatörler, kitlesel manipülatörler, Türkiye’nin akil adamları. Sürüyü güdecekler ama mezbahanın yönünü bile bilmiyorlar ki celebe para kazandırsınlar. Sonuç ne oluyor? Kendi sesine bayılıp, sesini iyice yükselten, hamamdaki deliler korosu.

Cumartesi, Aralık 10, 2011

2. Cumhuriyet 1

1. Cumhuriyet bitti.

Ne zaman mı?

Vakıa aynı, rivayet muhtelif:

1938’de Atatürk öldüğünde, 1950’de İnönü gittiğinde, 1960’ta Bayar gittiğinde, 1971’de Demirel gittiğinde, 1980’de Demirel gittiğinde, 1983’te Özal geldiğinde, 1993’te Çiller geldiğinde, 1997’de Erbakan gittiğinde, 2003’te Erdoğan geldiğinde.

2. Cumhuriyet ne zaman kurulacak?

Yine vakıa aynı, rivayet muhtelif:

28 Mayıs 1960’ta gazeteler ‘1. Cumhuriyet bitti, 2. Cumhuriyet başladı’ diye manşetten başlık atmışlardı.

Günümüz anlamıyla ilk cumhuriyet olan Fransa, bugün 5.’sinde. Biz kaçıncısındayız? Buçukuncusunda mı?

2. Cumhuriyet var, diyebilmemiz için:

İktisadi, siyasi ve askeri bağımlılıklarımızın ölümcül dozun altına düşmesi gerek.

Bu ne anlama gelir? İç savaş ve dış savaş dahil, IMF ve ABD dahil, herhangi bir dış dürtüklemenin, bizi kafa üstü çakmayacağı duruma gelmemiz, demeye gelir.

Bu ne zaman olabilir? 2023’ten önce biraz zor görünüyor.

Birinci Sanayileşme’nin 9 Ana Kültürü

Sanayi:
Tekstil (1750-1850)
Demir-çelik (1850-2000)

Ulaşım:
Tren (1830-1900)
Otomobil (1900-2000)

Enerji:
Kömür (1750-1900)
Petrol (1900-2000)

Savaş (1790, 1855; 1914, 1939)
Devrim (1789, 1848; 1917, 1949)
+
Kriz (1929)

Mesai = Standart Biyografi

*

Saptamalar:

İlk (3 ikili veya) 6 için, 3 birinciyi, 3 ikincinin izlediği gerçeği var. İkincilerin 3’ü de yaklaşık aynı zamanda dominantlık kazandı. Kriz, savaşlarla devrimlerin ortak sonucu sayılabilir.

4. ikili için, ardışıklık sırasının değiştiği gerçeği var.

‘Mesai = Standart Biyografi’nin, haftada 72 saat çalışmaktan, haftada 36 çalışmaya; emekliliksizlikten emekliliğe, sigortasızlıktan sigortalılığa, sendikasızlıktan sendikalılığa, eğitimsizlikten 11 yıl standart eğitime uzanan yazılı ve açık bir tarihi var.

Birinci Sanayileşme’nin 7 Öncü Altkültürü

Enerji: Önce kömür (1750), sonra petrol (1875).

Hammadde: Önce pamuk ve tekstil sanayisi (1750), sonra otomotiv (1900).

Makinalaşma: Tarım dahil.

Kentleşme: 1800’lerin ortaları.

Nükleer güç: 1900’lerin ortaları.

İki dünya savaşı: 1914-1918 ve 1939-1945.

Üç dünya devrimi: 1789, 1917 ve 1949.

Açıklamalar:

Eğitim değil.

Sağlık değil.

Hukuk değil.

Din değil.

Krallık (siyaset) değil.

Oy hakkı (siyaset) değil.

İlk devrim (siyaset) biraz öyle ama daha küçük etkide.

7 altkültürün 2’sinin (savaş ve devrim) tam, 1’inin (nükleer güç) yarım yıkıcı olduğu gözönünden asla kaçırılmamalı.

Kültürel yapının altyapısını, 2’si (makinalaşma ve kentleşme) değiştirdi. Bu tam bir başkalaşım idi. Neolitik Devrim eşdeğerindeydi.

Birinci Sanayileşme’nin neden 1750’lerde İngiltere’de değil de, başka zaman ve yerde, örneğin 1500’lerde İspanya’da başlamadığına ilişkin çok soru sorulur. Demek ki sorunun soruluş biçimi uygunsuz ve geçersiz. Sorusuz yanıt ve açımlama: İngiltere, 1500-1650 İspanya’sının savaş, emperyalizm, koloniyalizm artı-değerini, korsanlıkla ve ticaretle yüzyıl boyunca ülkesine akıttı. Kömür de İngiltere’de çoktu. İngiltere 1950’de ilk 5’in arkasına düşmüştü. Ancak 250 yıl sonra bile bugün İngiltere, Dünya siyasetinde bir ağırlığa sahip. Üstelik İkinci Sanayileşme’de hiçbir biçimde önlerde değil, ortalarda bile sayılmayabilir.

0.-3. Liberalizm Dalgalarının Türkiye Toplumunu Parçalaması

Sıfırıncı liberalizm, Menderes-DP akımı idi. Aslında ne Menderes, ne de Bayar liberal değildi. Zaten yıllarca CHP milletvekilliği yaptılar. Atatürk’ün Serbest Fırka deneyimi gibi, İnönü de 1946 seçimlerinde dersini öğrenmiş olarak, DP’nin kazanmasına izin vermedi. Ne kadar haklı olduğu, 1950-1960 arasında ortaya çıktı. Aslında feodal bir senyör olan Menderes, 1950’lerde o zamanki adıyla 1. Dünya’nın bile beceremeyeceği işlere kalkıştı.

Ve yanıldı. Ve asıldı.

Ardından gelen Demirel-AP asla liberal olmadı. Derslerini onlar da almıştı. Demirel iktidarda olduğu tüm yıllar boyunca, kendisini köylülerin iktidar yaptığını açıkça belirtmekten çekinmemiştir. Öyle ki 1993’te artık gecekonduluların ya da neo-kentsoylu adaylarının oylarını alamadı.

Özal çok taraflı oynadı. Demirel ile çalıştı. 1980 darbecileri ile çalıştı. 1983’te ise, ters köşeden sıyrılarak golünü attı. Her ne kadar bu konuda Evren’in 1983 seçimlerinin hemen öncesinde yaptığı, MDP lehine aşırı dozlu bir konuşması, kendi kalesine atılan bir gol olduysa da, Özal yine kazanırdı, çünkü kazandırtılırdı.

Özal 1983, Çiller 1993, Erdoğan 2003 oldu.

Erbakan, MNP, MSP, RP, FP ataklarıyla en fazla partisi kapatılan parti başkanı olma rekorunu yakaladı.

Erdoğan, Erbakan’ın kapamadığı repliği kapıp, suflesini doğru yönden aldı.

Her üçü de muhafazakar, liberal ve demokrat olduklarını ileri sürdüler. Oysa, bunların herhangi ikisi birarada var olamaz, tanım kümeleri elvermez.

Özal, ümüğünü devletin derin sıktığı bir seçmen kitlesi bulduğu için, aradan sıyrılıp geçti.

Çiller, Demirel’in inayetiyle aradan sıyrıldı. Demirel, Özal’ın Akbulut hatasından ders almayıp, kendi ağzıyla itiraf ettiği gibi, hayatının en büyük hatasını yaptı. Bugün yargılananlar, yapacaklarını o zaman yaptılar.

Erdoğan ise, CİA patentli ‘ılımlı İslam’ cingılının assolisti olabildi. Gül ile yaptığı düetler tarihe geçti. İkisi de birbirinden sıyrıldığını sandı ama ikisi de yanıldı. Tarihin daha çok cilveleri var. Filmin sonunu yazmayalım, seyirci bozuluyor. Tarihi tren niyetine seyretmeyi daha çok seviyorlar.

Tüm bu süreç içinde, 26 yılda 20 milyon kişi kentlere aktı.

Sanayi, İstanbul ve Anadolu odakları arasında açık savaşa dönüşecek biçimde, sıçrayarak gelişti. Oysa ki 1960’larda DPT bunları çoktan halletmişti ama devlet kapitalizminin planlarını ‘liberalizm’ diye herkese yutturabildiler.

Sonra en büyük hata geldi: Neo-globalizme entegre olunacak sanılan Türkiye, tüm üretim güçlerini yitirdi.

Tüm bu aşamalar sırasında, reel sektörün yerini sanal sektör aldı. Öyle ki sanayi küçülürken, bankalar hala karlılık zirvesinde seyrediyor. Bunun nedeni belli: Ürettiğinden çok tüket ve bit.

Deniz gerçekten bitti.

İstanbul’u 3. Köprü ile 30 milyon nüfuslu bir köy yapma planının tüm vidaları sökük durumda: 1983-2007 arasında herkes iş buluyordu ama artık iş yok. Özellikle de nitelikli işgücüne hiç yok.

Gözlerinde dolar işaretleri, sınıf atlama hayalleri, televizyon dizileri derken, kitle tümüyle laçkalaştı, dizginden çıktı. Ahlak erozyonu değil, tükenmesi yaşandı.

İşin en hoş yanı da, bunu muhafazakarların becermiş olması: Koskoca aie kurumunu 20 yılda, ‘3 kuşak birarada’dan, ‘tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna’ sokak çocukları aşamasına getirdiler.

Tüm bunlara, Dünya’nın çok açıkça yaşadığı bir parçalanma eklendi:

Proto-feodal (göçer), feodal (tarım / köy), sanayi (kent), post-sanayi (bilgisayar ve internet) kültürel modları, uzlaşmaz biçimde birbirinden uzaklaştı.

Dünya, G-8 ve diğerleri yerine, 1 milyar internetli, 2 milyar cep telefonlu, 1 milyar gecekondulu, 3 milyar köylülü / göçerli duruma dönüştü.

Türkiye, bunu son 10 yıldır nüfusu kabaca eşit olarak dörde bölünerek sürdürüyor.

Bu durumda, herkesin birbirine silah çektiği mafya filmi planlarına benzer bir duruma geldik.

Gerçek bireyler yetişmediği için eksoduslar (çıkış) yaşanmadı. Alamancılar 40 yılda Almanca öğrenmedi. 30.000 siyasal 12 Eylül sürgününün gözü hala Türkiye’de siyaset yapmakta. Herkes realiteden feci kopmuş durumda. İnkar ve yalan kültleri egemen. Tüm oylar satılık.

Bu durumda ne olur?

Fetret Devri olmadan İstanbul alınmadı, ABD İç Savaş yaşamadan tam emperyalist olmadı.

Yaşanan şudur: Tüm toplum bilgisel saçmalığa vardı. Zihinler hiçbir işlemde bulunamıyor. Akil adam yok. Paralı iktidar seçkinleri, toplumu nasıl yöneteceğini bilemiyor.

Genelde sürünün uçurumdan düşmesi gerekir ama çevremizdeki 40 ülke bizden daha berbat durumda, o yüzden dış basınçla birarada duruyoruz. Ya biz de parçalanırız, 1 milyar kişi karanlığa girer; ya da 2018’liler veya 2028’liler çıkış yolunu yaratır.

Eskiden hep paranın yokluğundan yakınılırdı. Şimdi para akıyor ama kültürel açıdan hala bomboşuz.

Bana 50 yıldır kötülük yapan ülkeme beddua etsem, bundan çok daha azını ederdim. Şimdi, artık yangında kurtarılacak tek bir ‘ilk kalem’ yokken, rakımı ramazanda doldurmuş, Nasreddin Hoca’nın hesabıyla küplerin gümbürtüsünü seyreyliyorum.