Çarşamba, Ocak 30, 2013

Komprador ‘Godfather’ Vicdan Azabında





Dolar milyarderleri ikiye ayrılır: Kendilerini Noel Baba olarak görmeyenler ve görenler...



Bu abilerimizin ve ablalarımızın trilyon dolarlık birikimleri mevcuttur. Kimi milyar dolarlık yat veya kat alır, kimileri iyilik meleğini oynar.

Gerçeğe bakalım:

1 dolar milyarderi o birikimi yapabilmek için, 20-40 yılda global piyasadan karşılıksız, geri dönüşsüz, azalan / eksi girdili en az 100 milyar dolar, bazı sektörlerde 1 trilyon dolar nakit çeker.

Ya da başka bir deyişle:

Hesapça zaten onların (hem de vergi öncesi) kar marjları % 1 falan görünürde.

KOBİ’ler ise, kullandıkları paranın neredeyse tamamını yılda 3-5 kere nakit olarak döndürürler, artı dolar milyarderlerinin 10-1.000 katı istihdam sağlarlar.

Bu minval üzere Bill Gates abimiz günah çıkarmış:

“Microsoft'un kurucusu Bill Gates, AFP'ye verdiği röportajda ‘İnsanların beni hatırlamasına ihtiyacım yok, tarihe iz bırakmaktansa, hastalıkları yok etmek için çabalamayı isterdim.’ ''


Nasıl ama?:

Hastalıklar, Billy the Kid’in parasıyla yok olunca, abimiz tarihe falan geçmeyecek. O, içinden fışkıran iyilik selinin histerisine kapılmış durumda yalnızca...

Sonra, birden gerçeklere intikal etmiş:

“Gates, vakfının yaptığı yardımların, zengin ülkelerin yoksul ülkelere yıllardır yaptığı yardımdan daha etkili olduğunu belirterek, ‘Onların yardımlarının çoğu, yoksul ülkelerin dostluğunu satın almaya yönelik, bunlar gerçek yardım bile değil’ ifadesini kullandı.”

Daha da gerçeklere bakalım:

7 milyarın yarısının banka hesabı yok. Yarısı elektrik, su, telefon, vd kullanmadan ölecek. 1 milyarı gecekonduda, 2 milyarı köyde yaşıyor. Gates tipi dünya pek pek 2 milyar kişi için doğrudan / yoğun etkin. Bu bir.

Salgın hastalık ve kıtlık felaketleri, milyar kişilik kurban listesi ile hazır olarak tarihin kapısında bekliyor. Rapor çoktan BM’den çıktı bile. Bunun için ne Gates, ne de başkası bir şey yapamaz. Yapabilirdi ama artık çok geç. Bu iki.

Gates ve yeni kuşak yüksek teknolojinin apartman çocukları (Google, Twitter, Facebook ortakları), 5.000 yıllık sömürü dalgasının yalnızca yeni sayfalarını eklediler tarihe, devrim filan yapmadılar. Bu üç.

Dolayısıyla, Gates’in tarihsel günaplarını Papa ve onun kara para aklayıcı denetimsiz bankacıları bile temizleyemez. Bu dört.

Sonuç?:

Aşağıdaki şarkı Bill abimiz için çook eski mi eski Timur’dan ve Enver Gökçe’den gelsin:

“Zalım!
Hemi de kötü dinli gavur,
Nasıl da bağdaş kurmuş toprağıma
Gülümü harmanımı savurur!
Kara gözlerini
Sevdiğim oğlan,
Bize oldu olan
Topla Antep'i, Çukurova'yı
İzmir'i, Urfa'yı, Konya'yı,
Haydi ha!
Ne durursun Munzur!
Engini de deli gönül engini
Kutluyalım şol kurtuluş cengini
Hayını,
Kompradoru, pezevengini,
Vur
Kara yeğenim vur!”

Salı, Ocak 29, 2013

Blogculara Ye Kürküm Ye





Alaturka sosyal medya şeysileri, ulu cumhurbaşkanı makamında lütuf buldular:

“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Sofrası’nda bu kez, internet dünyasının uzman isimlerini topladı.”


Menü de şöyle imiş:

“Dana kaburga, pancar soslu lahana sarması, tereyağlı ıstakoz sote, Akdeniz yeşillikleri salatası ve ballı kadayıf tatlısı...”

Hasan Pulur, zamanında mizah olsun diye, bu tür sofraların menüsünü yazardı:

“İskoç etekli levrek...”

Bu menü de aynı minvalde...

‘Hababam Sınıfı’nın sivrilerinin kendilerine evrilen dandik yemekhane yemeklerini beğenmeyip, hocaların yemeklerine intikalde bulunması gibi, hafiften devrimsel müdaheleler de akla gelmiyor değil: Sonuçta, biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar, hesabı..

Arzu nesnesi kırmızı tabanlı ayakkabı giyen ‘first lady’miz, kendi elleriyle özel şeyttirmiş bu sofrayı...

Pek sayın, ‘ye kürküm ye’ blogcu camiasının bardak yürütme operasyonu da kibarca geri püskürtülmüş.

Vallaa:

13 yıllık blogcuyum. Şeytan, bana böyle bir sofrayı yazdıysa bozsun derim.

Demokrasicilik oynuyorsak, Milliyet’te ve Radikal’de 10.000’i aşkın blogcu yazar var. Onların başı kel mi? İlla, hocaların karavanasına müshil mi koymaları gerek?

Bir de şu var:

Gül hala zihnen AKP’li: Onlar gibi, kafasında hallettiği bir işi olmuş sayıyor. Apple 3 yılda 5 dakikalık bir sanal f klavye sorununu çözemedi. İlla ki bunun ona orada mı söylenmesi gerekiyor? Kendisi bu konuyu izleyemiyor mu ya izlettiremiyor mu?

Açıkçası, o sosyal medya alla turca panoraması karşısında utandım. Bu rezil rüsva liberalizm oyununun, 30 küsur yıldır ne kadar hep dışında kalsam da, kuburun ye kürküm ye sofrası artıklarınının, medyasal medyasal gözüme gözüme sokulması midemi bulandırıyor.

Sorun değil; kalem gider, daktilo gelir; daktilo gider, klavye gelir. Ayakkabıcı jigololu veya eşcinsel olanı gider, arzu nesnesi tabanlı çakma ayakkabı giyeni gelir.



Biz gidemediğimize göre, onlar gider gelir.

Pazar, Ocak 27, 2013

Nakit ve Sanal Para





NEP 17

Yeni ekonomik parametreler devreye girerken, eski alışkanlıklar da devam ediyor:

“... Apple tam 121.3 milyar dolarlık nakit üstünde oturuyor ve bu nakitin yüzde 68 kadarı da ülke dışında kazanılan ve yatırılmak için bekleyen nakit olarak kayıtlarda bekliyordu. Benzer şekilde Microsoft 66.6 milyar dolar nakit tutuyor...”


Nakit aşkının kaynağı da şuymuş:

“...bugünün üretimi 'just in time' denen metotla yapılmakta, çok az stok tutulmakta ve sofistike arz zinciri yapıları kurulmakta. Böyle bir ortamda da bilançolarda stok ve alacak tutulmamakta ve ödemeler de derhal ve nakden yapılmakta.”

Bu bir yol.

Diğer bir yol da, ya herro, ya merro diyerek, sanal paraya, borsaya, tahvile, vd girmek. Borsada 1’e 3 de kazanabiliyorsunuz, 3’te 1’e de düşebiliyorsunuz.

Nakitte ise, pek pek % 95-99’da kalıyorsunuz. (Kimsenin dikkat etmediği şey, o paranın gerçek satın alma gücünün / momentinin aslında daha çok olduğudur.)

Tabii, aradaki fark şu, küçükler risk alıyor, büyükler (Apple, Microsoft, vd) risk almıyor. E çok basit: 10.000 doları borsada kaybeden çok ama hayatları devam ediyor ama Microsoft batarsa, bir daha çıkamaz geri.

Bir de şerh: Yüksek teknoloji şirketleri aşırı kırılgan konumda. 15 yıllık kısa tarih, batan yüz milyarlık şirketlerle dolu: Hem moda-demode olma sözkonusu, hem de alanınıza şakkadanak zararına giriveren yeni oyuncular sözkonusu. Bu aşırı kırılganlık, nakiti de geçersiz / işlevsiz kılabiliyor. Google dediğin, reel sektörde neye yatırım yapacak ki? Sanal gözlüğe mi? (Bu vurgu, 10 yeni tartışma konusu demek ve bu tartışmaların açılımı 100-150 yıllık gelecek tekno-ekonomi tarihi demek.)

İşin içine, bir sonraki adım olarak, takas ve yarı kapalılaşan ekonomiler (kimi yerel, kimi mafyasal) ve artan ölçekleri hesaba girmekte.

Çok önemli bir vurgu: Yıl 2013’te Dünya yetişkinlerinin yarısının banka hesabı bile yok. Bu oran, G-7 için % 90 iken, en alttakiler (Afrika, Mali) için pratikte % 0-5. Tasarrufu bile olmayan bir kitleye ne satabilirsin ki? Banka hesabı bile olmayan birine kredi kartı versen ne olur ki? Ahan da, 30 küsur yıllık saf globalizmin sonucu bu işte hepi topu.

Bir şerh daha: Buğday gibi reel metalara ve sektörlere, ‘forward / sanal’ alımla sanal para da girdiği için, nakit paranın gücü gevşetilmiş olmakta. Sanal para, kendi evrenini çürüttüğü gibi, reel para evrenini de çürütmekte (bu durumda sahte çek ve sahte senetten farkı yok aslında). (Bu arada bu reel para, ne denli reel bir tanım, ayrı konu.)

Kıssadan hisse: Küçüklerle büyüklerin birbirlerinin aslında  yapacaklarını yapmaları, daha çok savaşta ve siyasette görülen, bir pozisyon değiştirme durumudur. Nasıl ki sağ partiler sol partiler olabiliyorsa, tutum-davranış ayrışması, ticarette de benzeri bir biçimde gözlenebilmiş olmakta.

Bu pozisyon değiştirme, başka alanlara davranışın töreleşmesi olarak aktarılırsa, yeni ekonomi yoğrula yoğrula yeni hamurunun kıvamını ve karışımını tutturacağa benzer.

Ne zaman mı?

3 vakte kadar canım işte...

Cuma, Ocak 25, 2013

Dünya’nın Yaşanabilir Gezegenliği




Dünya Güneş Sistemi’nde yer alır. Güneş Sistemi yaklaşık 4,5 milyar yıllıktır.

Dünya Güneş’ten şu anda ortalama 150 milyon kilometre uzaktadır.

Güneş Sistemi gezegenlerinin bazıları,  Güneş’ten uzaklığa göre, kabaca şu oranı / birimi sergilerler:

4, +3 = 7, +3 = 10, +6 = 16, +12 = 28, +32 = 60, +64 = 124, +128 = 252.

Bunu ilk saptayana binaen, buna ‘Bode Yasası’ denir.


Pluto 9. gezegen değildir. Güneş Sistemi’ne sonradan dahil olmuştur. Sonuncu sıradaki yer, o nedenle Neptün’ün değil, Pluto’nun oranıdır.

Yani, Neptün eskiden Güneş’e daha uzaktı ve Pluto gelip onu içeri iteledi.

Bu gelgit devinimlerine, gezegenlerin birbiri üzerindeki yerçekimi rezonans etkileri neden olmuştur.


Dünya Güneş Sistemi içinde yaşanabilir bölgedeki tek gezegendir. Venüs biraz içeride, Mars biraz dışarıda yer alır.


Eğer, Güneş Sistemi az gezegenli sayıda bir sistem olsaydı, bu denge kurulmayacaktı. Örneğin tek gezegen, zaman içinde yörüngesini, içeriye veya dışarıya, yani yaşanabilir bölgenin dışına taşıyacaktır.

Bunun nedeni, yıldız sistemlerinin Galaksi Gökadası merkezi çevresindeki turlarıdır. Güneş Sistemi’nin bir turu 225-250 milyon yıl sürer. Yani bugüne dek 20 tur tamamlanmış durumuda.

Bu turlarda tüm sistemler aynı hızla devinmez ve birbirine yaklaşıp birbirinden uzaklaşabilir. Bu da birbirleri üzerinde yerçekimi etkisi yaratır. Bu nedenle, yıldızlarını, hatta gökadalarını terketmiş gezegenler saptanmıştır.

Dünya üzerindeki yaşam 3,5 milyar yıllıktır. Kezlerce tümüyle yok olmanın eşiğinden dönmüştür.

İnsan türünün insan türülüğü hepi topu son 50.000 yıllıktır. Yani, 5 milyarda 50.000, eder yüz binde bir oran.

Diğer yıldız sistemlerinin kendi yaşanabilir gezegenlerini bu kadar uzun süre dengede tutması olasılığı pratikte sıfırdır.

Ayrıca, bu yalnızca bir parametredir. Yeryüzü’ndeki yaşamı ölümcül düzeyde etkileyebilecek 10 kadar parametre daha mevcuttur.

Tabii, bu demek değildir ki buradaki yaşam bir yaratıcının lütfudur. Yalnızca, 100 milyar kere 100 milyar çeşitlemede gerçekleşmiş, bir makro-sistemdir. Eğer varsalar, diğer zeki canlıların, insana yakın formda olması gerekmiyor, hatta olmaması gerekiyor.


Perşembe, Ocak 24, 2013

Dinsiz Tarih




Pek sayın diyanet işleri başkanımız bir altın yumurta çıkarmış:

“Tarihten dini alın, ‘medeniyet tarihi’ diye bir şey kalmaz.”


Breh, breh, breh...

Pek sayın mümin arkadaşın medeniyet tarihinden anladığı, cihad ve haçlı seferleri engizisyonları ve katliamları olmakta herhalde...

Kayıtlı olarak on milyonlarca, kayıtsız olarak belki bir milyar cesedin seri üretildiği bir dinler tarihini hangi yüzle savunuyorlar ki?

Tabii bir de şu var: Örneğin, Sünniler’in öldürdüğü Şii sayısı, Hristiyanlar’ın öldürdüğünden daha çok, yani din kardeşleri birbirlerini mezbahalıyor.

Tek tanrılı dinler, tanımları gereği engizitördür, yani mutlakçıdır, yani katl-i vacipçidir.

Dönüp dolaşıp takıyyeye geliyoruz: Allah’ın verdiği canı alıp, üstüne bir de cennet vaat edenler, o takıyyesel yalanları yalnız ve yalnız kendilerine söylediler.

Pazartesi, Ocak 21, 2013

1 Milyon Kadının Dans Etmesi Devrim Değildir




Böyle de bir başlık var:

“Bir Milyon Kadının Dans Etmesi Devrim Değildir!”


Peki, ne imiş?

“Yani demem o ki; sorun dans etmek değil, özgürce her daim, her zaman erkeklerle dans edecek sokaklar yaratmakta. Bunun da tek yolu var; kadın kendi içindeki pasifliği, erkek de kendi içindeki erkeği öldürecek.”

Sevgili arkadaşım, dağlarda karakaçan öpme sevdalısı Abdiye’ye atfedilen bir sözü buraya koyduğun zaman see... see... see...

Midem kolay kolay bulanmaz, aynı adı taşıyan kitabı okuduğumda, kusasım gelmişti.

Temel sorular şunlar ve burada:

Kadın neden sokaklarda erkeklerle dans ediyor? Neden tek başına değil?

Bunun yanıtı zamanında modern dansta verilmişti:

Kadın, erkek dilini kullanmak istemiyorsa, gerekirse susacak ki zaten insan konuşamadığı konularda bazan susar. Bu bir.

Buradan geçtiğimiz konu şu, matriyarkal faşist ‘tanztheater’cı ‘heil’ Pina Abla, 1984 Los angeles Olimpiyatları’nda yüzlerce kadını birarada dans ettirmişti ve bu bir faşist hezeyan olarak nitelenmişti. Zaten Leni Riefenstahl, konuyu negasyonla taa 1936 Berlin Olimpiyatları’nda yanıtlamıştı.







Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Bu iki.

Şimdi gelelim, asıl konumuza:

Goldman ne demiş?:

“Dans edemediğim devrim, benim devrimim değildir.”

Demek ki herkesin devrimi farklı, aynı devrimde bile.

‘Benim devrimim’ deyimi, narşizmi akla getiriyor.

Bunun yanıtı şudur ve oldukça ironiktir:

Kurmaca anarşist kadın devrimci Odo, kendi tasarladığı ve kurguladığı devrimin gerçekten olacağı gecenin arefesinde, genç devrimciler tarafından ‘haminne, sen git uyu, yorulma’ tarzı bir tepkiyle, merkezden dehelenir. (Gülün Günlüğü)

Yazının gerisi, ilkokul kompozisyonu düzeyinde. Gerçek tartışma konusu ise, bedavaya hak alan % 1’lik Türk kadınının neden hakkının sorumluluklarını yerine getirmeyi, yani cumuriyeti yaşatmayı neden beceremediği ve hatta bunu üstlenmediği yönünde. Gönüllü kul olmayı seçen, milyonlarca evkadını yönünde değil, onların mezbahaya kadar yolu var.

Yeni Orta Çağ geldi. Tarih çöküyor. Bütün en alttakiler birbirini eziyorlar. Mazlumlar birbirinin zalimi oldu çıktı.

Bu karmaşada elifle merteği birbirine sokmanın gereği yok.

Evet, 75 milyonda en az üniversite mezunu, devrimci, entellektüel  hangi kadını sağ kurtarıyoruz?Tabii, kurtarabiliyor muyuz acaba?

Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Duygu Aykal aday olabilirdi ama erken öldüler.

Elif Şafak, Aslı Erdoğan, Perihan Mağden, Ece Temelkuran değil...

Var mı aday adayı(nız)?

Dipnot: Fotodaki kadınlar ironi diye kondu. Yine modern dansçı olan Duncan, kadınların çıplak dans etmesini devrim olarak kabul ediyordu.

French Kiss: ÇÜŞ Orjisi





Fransız öpücüğü, biz alaturkaların biraz bol salyalı bulduğu türden ve bu sıralar en çok Yanki ergenli filmlerde, ‘makinisst parçaa’ türünden karşımıza çıkan bir Desmond Morris ‘çıplak maymun’u davranışıdır.

Tamam, mafya da çokuluslu oldu...

Tamam, ayrı parası, altını, denizaltısı, borsası, interneti, şu busu var.

Tamam, çokuluslu teröristler de, ‘ÇÜŞ’lerden ÇÜŞ mü beğensem, yoksa mafyanın kara para aklamışı mı olsam?’ türünden papatya falları açtılar...

Eh, Fransızlar ulus-devleti kurdu, bunlar da onu aştı ama ne aşma...

Da, son durumlarda durum beğen, papatya falını açtikça açıyor, kabak çiçeği gibi de açılıyor habire...

Habere bakar mısınız?

“Yapılan operasyonlarda yakalanan PKK’lılarla ilgili haberlerde militanların Fransız gizli istihbarat servisi DST’nin yanısıra, Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin siyasi danışmanı ve eski Yerel Özgürlükler Bakanı, Patrick Deveciyan ile de resmi temas kurmuş oldukları belirlendi.  PKK’nın  Avrupa temsilcisi Ali Rıza Altun’un sekreteri olduğunu belirten Atilla Balıkçı kendisini sorguya çeken yargıç Fragnoli’ye ‘Ali Rıza Altun ile Fransız istihbarat servisi DST arasında arabuluculuk yaptığını’ açıkladı. Balıkçı, Deveciyan ile de ‘Fransa’da yaşayan Kürt toplumu’ adına görüştüğünü itiraf etti. Balıkçı’nın avukatı Jean-Louis Malterre de ‘En az 10 yıldan beri Fransız otoritelerinin izniyle para toplayan bu insanların birdenbire tehlikeli teröristlere dönüşmelerini anlamıyoruz’ derken, dolaylı olarak haraç topladıklarını açıklamış oldu. Aynı zamanda Asala terör örgütünün eski avukatlarından olan Deveciyan, Fransız haber ajansı AFP’ye yaptığı açıklamada, ‘Hatırlamıyorum ama mümkündür, PKK heyeti olarak değil fakat sık sık Kürt delegasyonlarını kabul ettim’ diyerek, görüşmeleri doğruladı.”


7 değil, 777 yanlış birden:

İnsanlık suçu ile başlar, Uluslararası Adalet Divanı ile biter.

Öncelikle, bunun zaman aşımı yok. Sonralıkla, 3-4 kuşaktan yüz binlerce kişinin müdahil olduğu bir dava, bir kan davası...

Nush, tekdir, kötek, katliam...

İsrail 70 yıldır hala Nazi avlıyor.

Bu iş, ABD’nin AB’ye attığı büyük bir kazık. Kuzenler yeğenleri feci öptü, French kiss...

Yineliyorum, ölenler hariç, bu işten herkes kazançlı çıktı:

Öcalan hala lider.

Barış hala sopa zoruyla...

Kürtler’de muhalifler hala katledilir.

Uyuşturucu trafiği hala sürer.

TC hala emperyalizm yolunda kör topal ilerler. (2012’de 1 milyar dolarlık silah satmışız.)

AB frensiz, hatta gaza basmış olarak çöküşte.

Yeni Orta Çağ kol böreği kıvrımlarında...

1 Trilyon Dolarlık Bozuk Para 2





Neo-Ekonomik Parametreler 16

ABD ekonomisinin gereksinim duyduğu açıktan parayı yaratmak için böyle bir öneri, anlayış olarak pek eksik değil:

Keynes de, diyelim 1 milyon kişiyi toplayıp, bir çukur kazdırıp, oraya bir şişe gömdürüp, çukuru tekrar kapattırmaktan oluşan, istihdam arttırıcı ve ekonomi büyütücü önemler de önermiş zamanında.

Oysa şu anda, böyle bir öneri yeni ekonomik paramatreler (NEP) açısından daha çok anlam taşıyor.

Son global momente göre, hem ABD, hem de AB 2007 kriz dalgasından sonra, piyasaya 1’er trilyon dolardan çok kredi sürdüler. Gerçek anlamda bu paralar da karşılıksız veya baştan batık kredi. Böylelikle, hala negatif nominal faiz olabiliyor.

Sonra bu miktar (1 trilyon), dünyanın en büyük yatırım fonu olan Norveç’lilerinkinin karşılığı kadar bir miktar. Bu, tasarruf parametresi.

Sonra bu miktar, 60-70 milyar dolarlık global GSMH’nin % 30’u olan G-7’nin % 1’ininin elindeki para olan 20 trilyon doların % 10’u (2 trilyon 2 tarafta), demek. Bu makro ekonomide (Y) parametresi demek.

Sonra bu miktar, Yeni Orta Çağ’da denetimden iyice çıkan yeni mafyanın elindeki paranın önemli bir miktarı demek. Bu da illegal kayıtdışı ekonomi parametresi ve > % 10 global GSMH demek.

Gerçke tasarruf ve yatırım ise, brüt gelirin % 10’u ve harcanabilir gelir ise brüt GSMH’nin % 40’ı demek.

Toparlarsak:

2 trilyon dolar batık kredi 2 trilyon dolar mafya parası, 25-30 trilyon dolar sanal para ve ceman % 50 geçersiz global GSMH demek.

Bir de buna:

Serseri mayın paranın reel sektöre girip, Soros’vari kıyım hareketleriyle, buğdayı 100’den 50’ye 50’den 100’e oynatma olasılığı var demek. Bu, yaşandı bile zaten. Türkiye dahil, 4 milyarlık nüfusun ekmeksiz kalması demek yani bu.

Bir de buna 40 küsur yıldır düşen reel ücretler ve emeklilik imkansızlığı eklensin. Reel işsizlik desen % 20. Yoksulluk sınırı desen % 40.

Sanki, bu sonul durumu atom bombası bile denetleyemez gibi.

Kitle sessiz filan sanılmasın. Kitlenin isyanı yönsüz, bol yinelemeli olur. Devrim tarihlerinden biliyoruz. Şimdilerde de öyle zaten.

Sorun, kaos matematiğinde: Orman yangınının ve/ya salgın hastalığın durdurulma noktasını galiba geçtik. Hayır, onu bırakın herifler yangına bir de benzin döküyorlar.

Sonuç: Elçiye, pardon vaka nüvise zeval olmaz. Doğru söyleyeni de asarlar.

Dipnot: O para gerçekten yok. Paradaki resim, James Bond dizisindeki grotesk karakterlerden biri. Kim düşündüyse, espri anlayışı iyiymiş.

Doktor ve İlaç




Bir alıntı metin:

“Medyada sık sık gereksiz ilaç kullanımından yakınan, ilaçların yan etkilerinden söz eden haberler ve yorumlar yer alıyor. Bu sorunun önemli olduğu inkâr edilemez. Ama en az bunun kadar önemli başka bir sorun daha var: Mutlaka uyması gereken tavsiyelere ya hiç ya da eksik uyan, düzenli ilaç kullanmayan yüz binlerce insanın hayatlarını tehlikeye attığı bilimsel kanıtlarla ortada.”


... ve bir yorum:

Doğrudur, çevremde doğrudan bunu gözlüyorum: Ben ilaç almayı sevenler grubundanım ama tanıdığım insanların tamamına yakını, örneğin grip olunca bile, hiç ilaç almamayı ve sürüm sürüm sürünmeyi yeğliyor.

Aspirin veya vitamin gibi ilaçların 50 yaş üstünde, abartmamak kaydıyla, sürekli kullanılması gerektiğini düşünüyorum.

Ancak, bazı ilaçlar var ki bir türlü emin olamıyorum. Örneğin, anti-depresif ilaçlar: aynı ilacı farklı zamanlarda kullanıp farklı sonuçlar yaşamış biri olduğum için ve bir de uzun vadede etkilerini bilmediğim için, bu ilaçlar hakkında kafamda hep sorum imleri dolu.

İnternetten bilgi edinilmesine de karşılar ama muhatap olduğum doktorların çoğu da, verdiği ilaçların eczane muadilini veya tam işlevini pek bilmiyorlar gibi.

Keza, ecza dolaplarının ilaçla dolu olmasına gelince, 50 yıldır o ilaçların neden tek tedavilik paketlere (diyelim antibiyotiklerde 1 haftaya) ayarlanmadığını bir türü anlamamışımdır.

Sorun hala eğitimsizlik. Bugün eğitim ortalaması eski ilkokul, yani hepi topu okuryazarlık düzeyde. O da, 40 olan yaş ortalamasında en son okunmuş metnin 30 küsur yıllık olmasına denk geliyor gibi. Fiilen ümmeyiz yani.

Eczanelerin ilaç önermesine karşı değilim. En azından ağır olmayan hastalıklarda. Ancak, hastanın karnesine kendisinin eczaneden reçetesiz aldığı ilaçların neden yazılmadığını da anlamış değilim. E tabii, bir de aile efradına yazdırılan ilaçlar var.

Bazı ilaçlar var ki yan etkileri onyıllar sonra çıkabiliyor ama bildiğim kadarıyla, habire gelen yeni bürokratik düzenlemeler nedeniyle, bir kimsenin ilaç şeceresini çıkarmak pek mümkün değil gibi.

Denebilir ki bu ülkede herşey nasıl ki sağlık düzgün olsun?

75 yıldır yıkılan cumhuriyetin, muhatap kılındığı önesürülen son 10 yıllık reform akışının bizi henüz bir yerlere taşıyamadığı ortada. Son 2 aylık süreçte sağlık sorunlarını, hastane, doktor, eczane, ilaç, iğneci, pansumancı gibi epeyi kalabalık etkenleriyle bizzat yaşamış durumdayım.

Gördüğüm kadarıyla çok bariz bir durum var:

Sevgili halkımız, düzene, devlete, sisteme bağlılığını ve inancını epeyi yitirmiş durumda. Sistem; iğreti, dingildek, kaypak, vd... Hani, hiç bir yerinden tutamıyorsun, işte öyle bir şey...

AB’de sosyal devlet çökmekte, bizde ucundan denendi ve bizde de feci çökmekte. Üzülerek kaydediyorum ki çok yakında genel halimiz, Goya resimlerindeki gaddarlığın, sağlık sisteminde de yeniden canlanması olacak gibi...

En kısa öz sonsöz: Son 6 haftada birkaç kez kendimi mezbahada gibi duyumsadım: Gırtlağında satır yani.

Cuma, Ocak 18, 2013

Fransa ve AB




Bozacının şahidi şıracı imiş ve kazın ayağı belli olmuş.

“Mali’deki gelişmeler nedeniyle, Paris’in talebi üzerine olağanüstü toplanan Avrupa Birliği dışişleri bakanları Fransa’ya destek verdi.

... Avrupa Birliği bakanlarının yeşil ışık yaktıkları Mali gücü, toplamda 450 kişilik bir ekipten oluşacak. İlk aşamada 12 Avrupa Birliği ülkesinin destek sağlama taahhüdünde bulunduğu güçte yer alacak 200 kişi Mali askerlerinin eğitiminden sorumlu olacak, 250 kişi ise koruma ve destek rolü üstlenecek. Misyon merkezi olarak Mali’nin başkenti Bamako seçilirken, ana amaç ‘eğitim ve danışma’ olarak belirlendi. Askerlerin ‘savaşa katılma yetkisi’ olmayacak.”


Çehov ne demiş?:

“Bir silah ortaya çıkmışsa, öykünün sonuna kadar muhakkak patlar.”

Üstelik onu bahsettiği piyes, hoş bu da tarih piyesi ayrı konu...

Piyesin anafikri şu:

AB 20 yıldır 1 AB ordusu istiyor ama ABD ‘NATO kafa, nato mermer’ diyor da, başka bir şey demiyor.

Tabii, demokrasi trajikomiği bu, deliği elbette bulunur:

Almanya nasıl ki yurtdışına anayasa yasağına karşın asker yolladı, Japonya nasıl ki silahlanma yasağına karşın bugün Tokyo’yu füzelerle koruyor ve hatta uzayda bir göktaşından parça koparıp Dünya’ya getiriyor. AB de barışı şeyttirir elbet.

Sonunda, dişlerine uygun olarak, bula bula Afrika’yı buldular. Da bence o kaz, 500 sene sonra bu kez dişlerini feci ağrıtacak.

Bir de tuhaf bir ortaoyunu olacak:

Zamanında 1980’lerde ve 1990’larda, KGB’sinden MOSSAD’ın tüm tüm dünya derin devletleri, Orta Amerika’nın minnacık ülkelerinde egzersiz yapıyorlardı. ABD’nin yeni silah denemesi gibi, onlar da yeni düşünce deniyorlardı. Rivayete göre epeyi verim almışlar.

Şimdi de, Çin’den Rusya’ya bütün dünya ortaoyncuları Afrika’da. Ortada kural yok. Ortada kale yok. Hatta top var mı o bile belli değil. Hakem desen, eşcinsel orjici (yani BM)...

Bu, 11 Eylül’ün silahsız savaşının bir parodisi olacağa benzer:

Var da yok gibi bir savaş.

Şimdi şöyle bir Ferhan Abi metni:

Uzaktan Çin pişekarı ile Rus kavuklusu birbirini keser. AB ve ABD figüran Osman’ları birbirine yaklaşınca, hafiften provakasyon el enseleri başlar.

Bunun bir benzerini ABD ordusu, bizim Kurtuluş Savaşı’nda Yunan ordusuna ABD üniformaları vererek yapmıştı (bakınız Hemingway İstanbul’da, Milliyet Yayınları).

Bu arada bizim neo-jöntürk Misak-ı Neo-Liberal’ler, Gana’yı salçalamakla meşgüller. Eminim ki o kabak er geç bizim bir gariban Mehmetçik Memet’in başına patlayacak. Malumunuz, bugün yargılanan ‘Somali’ye 1 Umut’ parodisinde, tek şehidimizi havadaki elektrik tellerine takılan biri sayesinde vermiştik. Tabii, bizim Kara Şahin’imiz yok vurulacak.

Tamam, bütün trajediler konu ilerledikçe komedi olur ama bu hikaye ne oldu çıktı, belli değil.

ABD ve AB erleri birbirine silah çekene kadar, AB kalmadı yahu...

ABD ise o barbar göçmenlerin çoğunluğunun eline geçmek üzere: Azz sonraa...

Gelelim tarih ve tekerrürlerine:

Roma’yı şeyttiren Hanibal Gebze’de sürgün öldü, Atilla bir cariyenin koynunda öldü.

Kartaca desen Mağrib, Hun desen az Macar, az Karaim... Yani, nedense barbarlar, hep talan ettikleri uygarlar tarafından asimile ediliyor, dikkatinizi çekerim, Roma’yı yaktıktan sonra...

O Paris... Rien rien...

Lyon: 31 – Paris: 0.

Teröristlerin ülke kurduğunu gördük, şimdi sıra mafyada...

Dipnot: Derleme ‘Dünya Sistemi’ (İmge Yayınları) ve ‘Yeni orta Çağ’ (Alain Minc), konuyu göstere göstere 60 ve 20 yıllık geçmiş perspektiflerinden veriyor ama o dünya sistemiciler azıcık utangaçlar: Şimdi geçmiş olmadan şimdiyi yorumlamalıyorlar, attali’nin gösterdiği üzere, gelecekbilimciler de öyle ya da deneseler de beceremiyorlar.

İşte epistemik komedimiz bu: Şimdisiz bir geçmişbilim ve şimdisiz bir gelecekbilim...

Perşembe, Ocak 17, 2013

Emperyal Sosyalist Fransa




Nasyonal sosyalizmden sonra, tarihe çeşit olsun diye, bir de bu kavram icat edilmiş oldu.

Modern zamanların ilk devrim sayılan devrimini yapan Fransa, oralardan taa Macar kökenli ve ‘Heil Hitler’ Le Pen’in propagandalarını kullanan Sarkozy’den, soyadı ‘Hollanda’ olan, emperyalist sosyalist bir başkana evrildi çok şükür. Çokülkeli şirket (ÇÜŞ) böyle olunuyor herhalde.

Şaka bir yana, tarihte belli açılardan hala eski tas, eski hamam sürüp gitmekte:

Hala paralı askerler var. Hala onlar, uğruna savaştıkları ülkenin yönetimine el koyabilirler.

Hala düşmüş emperyaller, daha da düşmek için (İngiltere gibi) eskisinden daha da büyük olma debelenmeleri ile tarihin dibini Moğollar’dan beter görme yolundalar.

Saptama:

Tarihin işbu momentinde, eğer Brezilya gibi sürpriz oyuncular geçici / yarım emperyallik haklarını kullanmazlarsa, tarihe gerçekten lokomotif güç gelemeyecek ki böyle ‘kendi üzerine çökme’ dönemleri epeydir var. Eskilerin ise, bu konuda hiç mi hiç şansı yok.

Yeni emperyal sosyalist Hollande, ayağının tozuyla proto-feodal kabile kriminallerini sattı. ABD ile idrar yarıştıracağım diye, çok pahalıya ödeyeceği Afrika kara harekatları maceralarına girmek üzere.

Bu insanlar hiç mi hiç tarihten ders almaz? Şunlar, hiç mi hiç akıllarına gelmez?

Sicilya’dan beter özerk bölge olan Güneydoğu Fransa’daki mafyanın artık bağımsız devlet gücüne erişebileceğine...?

Ya da:

O çokülkeli mafyanın bağımsız altını, interneti, ordusu ve özgün silahları olduğuna...? (Yahu, hiç mi hiç Hasan Sabbah (ve Nizam-ül-Mülk ve Ömer Hayyam) okumadınız?: Anadolu’yu fetheden adamın Nizam’dan mülkü alamadığını...?)

En son zaten 50.000 araba yakılmışken, bu kez 100.000 araba yakılması ve belki de 1.000’den çok ölümlü kamikaze hareketlerinin hedefi olarak kendini ortaya koymanın anlamsızlığını...?

Bu meçhul çehreli % 99’un acemi Yanki çömezlerine benzemediğini, daha 1968’in kanı kurumamış ve oranın artıklarının hala sağ ve esen (Carlos) olduğunu hiç mi hiç düşünmez...?

Peki onu bırak, Jacques Attali (Geleceğin Kısa Tarihi) de mi okumadı bu adam, Alain Minc (Yeni Orta Çağ) de mi? Akil adamlar, Fransa’da da artık ızgara karışık mı yaplmaya başlandı yoksa?

Sayı saymayı bilmiyor kesin ama sopa yemeyi feci öğrenecek bu metresi ile karısı arasındaki 3’lü eküri iktidar yarışını, 1 tur önce kaybetmiş adam...

Kocayınca, eşeğin maskarası olmuş eski kurt Semprun gibi, seksüel iktidarsız gerontokrat erkeklerin acı kaderini mi paylaşmak arzusunda bu adamlar yahu?

Pazartesi, Ocak 14, 2013

Afrika Yeniden Kolonileştiriliyor




Afrika 1 milyarlık nüfusuyla, dünya sisteminde ve/ya neo-globalizmde ana sisteme bir türlü entegre edilemeyen bölgelerden.

Nereden akıllarına geldiyse, kara yürek beyaz adamlar, siyah Afrika’yı yeniden işgale karar verdi.

Başlangıç olarak ABD, 2013’te 35 Afrika ülkesine asker gönderecekmiş.

“ABD Savunma Bakanlığı önümüzdeki yıl 35 Afrika ülkesine asker göndermek için hazırlıklara başladı.”


Fransa 2 Afrika ülkesine asker gönderdi, sonuç 1-1:

“Mali'de hükümet ile isyancı gruplar arasında devam eden çatışmalara müdahale kararı alan Fransa, ülkenin kuzeyine askeri birliklerini gönderdi.”


“Fransa’nın geçtiğimiz Cuma gecesi Somali’deki rehine operasyonunda bir Fransız komandosunun daha öldüğü açıklandı.”


Sonuç?:

ABD ve AB aralarında artık kesinleşen husumet için, yeni savaş alanı olarak Afrika’yı seçmiş olmakta.

Herhangi 1 Afrika ülkesinde, ABD ve AB askerleri, üniformalı veya üniformasız olarak karşılaştığında birbirine ateş eder mi?

Eder. (Muhtemelen çoktan etmiştir de.)

Dönelim ABD’ye:

Sonuçta katlettikleri 10-100 milyon kölenin kanına doymamışlar, yeni kurbanlar peşindeler herhalde ama ava giden avlanır malumunuz. ‘Kara Şahin’den ders de almamışlar.

Dünya sistemiciler’in söz arasında saptadığı bir gerçek var:

Eğer AB kendi içinde o 2 samsalak dünya savaşını yaşamasaydı, bugün ABD hegemonyası falan olmayacaktı ve ki olmayacak da. Bir ülke, yalnızca en büyük rakiplerinin birbiriyle savaşması olasılığıyla ayakta kalamaz / süremez, en azından uzun süre.

Diğer bir deyişle, ister eski SSCB, ister yeni AB, ABD’nin illa ki bir anti-tez’e gereksinimi var, tekkutuplu yapamıyor. Eğer yoksa, Taliban gibi, onu yoktan kendi var ediyor.

Bundan sonrasında, kendisinin eski sömürgecilerinin (İngiltere, Fransa, İspanya) 1770’lerde  düştüğü açmaza 2010’larda aynen düşüyor: Gün gelip eski sömürgelerinin yeni sömürgesi olabileceğini hesaba katmıyor ki bunun için zaten komşusu Meksika, buna tam aday durumunda şimdiden.

Dünya sistemi tarih atlasının böyle bir faidesi var işte: Çevir çevir oku, istediğin yerinden istediğin kıssayı çıkar. Burada bir özdeyiş: Tarih asla ve kata tekerrür etmez, en azından habire aynı olgu aynı formlarda etmez.

Burada ve şimdi dünya hegemonlarının çökmesi yeniden yaşanırken yeni örüntüler izliyoruz. Vaka nüvis olarak yaptığımız, bunları içeriden canlı bilgi ile yüksek çözünürlüklü olarak kayda geçirmektir.

Cumartesi, Ocak 12, 2013

1 Trilyon Dolarlık Bozuk Para



Yanki Zihni Sinir icatlarından biri:

“Hazine kendi darphanesinde, üzerinde ‘1 trilyon dolar’ yazan 1 ons ağırlığında platinden bozuk para bastırsın. Bu yetki Hazine Bakanı’nda var. Sonra bu bozuk parayı Amerikan Merkez Bankası’ndaki (Fed) hesabına yatırsın, karşılığında da 1 trilyon dolarlık çeki alsın.

Yani metal olarak 1.600 dolarlık değeri olan bozukluğun üzerine ‘1 trilyon dolar’ nominal değer yazarak hazine para yaratıyor olacaktı.”


10 yılı aşkın bir süredir, temel global güçlerin nerelerde hata yapmasının bu Yeni Orta Çağ’a neden olduğunu bulmaya çabalar dururum. Eskiden böyle şeyler saklanırdı, şimdi haber yapılıyor da biz de öğreniyoruz. Böylelikle görüyoruz en seçme saçmaları.

Gerçek bir anekdotu anımsayalım:

Malumunuz bizim rahmetli Osmanlı, kağıt para ile batma zamanında yüzleşmiş. Padişaha sormuşlar para basmak için. O da sormuş: “Maliyeti kaç para?” Onlar kağıt, mürekkep ve matbaa masrafını söylemişler, o da ferman vermiş. “Basın gitsin.”

O Osmanlılar’ı aşmış bu şimdiki Yankiler. Red Kit’te bir espri vardı: Bir kalpazan 3 dolarlık sahte para basar, üzerine de merkez başkanı olarak kendisi (Kılkuyruk) imza atar. Şimdiki Yankiler bunu da aşmış.

Ondan sonra, biz akiller neden üzülüyoruz ki?: Dünya batarsa batsın. Bunlarla ayakta kalacağına, tabii ki batsın. Altında da biz ezilelim kütür kütür.


Cuma, Ocak 11, 2013

Ateizm Sempozyumu


Alaturka fıkralara ve anekdotlara bir tane daha eklendi:

Radikal blogdaşımızdan öğrendik:

Hesapça Türkiye’de ilk ateizm sempozyumu düzenleniyormuş.


Tabii ki kazın ayağı öyle değilmiş.

Sempozyumun asıl başlığı ‘tanrıbilim / ilahiyat / teoloji’.

Daha da öyle değilmiş:

Konuşmalarda (16) bir tek ateizm başlığı taşıyan yok.

Merakımı celbetti:

O afişi yapmak kimin ve neden aklına geldi?

ODTÜ de olsa, Ankara Ankara’dır, devlete, dolayısıyla düzene karşı hazır oldadır onlar. Ha, belki trafik ışıklarına uyarken belki bir işe yararlar da, muhafazakar Müslüman bir iktidar zamanında ve yerinde tanrıbilim konsunda pek işe yaramazlar.

AKP geldiğinde, internet için demiştik: Devlet gölge etmesin başka ihsan istemez. Sonrasını hep birlikte gördük.

Şimdi de ateizm için diyoruz: Ankara gölge etmesin, başka ihsan istemez. Sonrasını hep birlikte göreceğiz.

Perşembe, Ocak 10, 2013

Bilim ve Maddi Tarih



Önnot:

Somut ve soyut dünya sistemi:

Somut dünya sistemi (Wallerstein) ile soyut dünya sistemi (bilim, sanat, düşün) çakıştırmak gerek. Sonra da karşılıklı istatiksel ilintilerine bakmak gerek.

(27 Aralık 2012)

+

Girizgah:

İdealist, romantik veya metafizik tarih bakış açılarından korunmak için, 19. Yüzyıl mekanik determinizmi çerçevesinde oluşturulan maddi tarih anlayışı, yüzyılı aşkın süreye sarkan düşüncesel gevşek örüntülülükler içirmiştir.

Aynı bakış açısı 21. Yüzyıl’a 2 makro karşıt tez sistemi olarak, hem neo-globalizm, hem de dünya sistemi ideolojileri ile varabildi.

Ancak, önnotta vurgulanan biçimde özellikle teknoloji nezdinde bilim olmak üzere oldukça maddi düzlemlerde seyreden kültürel üstyapı kurumlarının tarihsel zirveleri ile tarihin siyasi, askeri, iktisadi zirveleri arasında pek birebir çakışma gözlenememiştir.

Örneğin, ne 7. Yüzyıl Endülüs’ü, ne de 11. Yüzyıl Maveraünnehir’i tarihsel en zirve değillerken; öyle olan 16. Yüzyıl İspanya’sı yerine, diğer birçok Avrupa ülkesi bilimde, sanatta, düşünde zirve yaptı.

Keza, bugün ve burada bilimin, sanatın ve düşünün başkentleri yok artık. Her zaman olduğunca yalnız düşünen beyinler var. Örneğin, bilmem kaç yüzyıllık Fermat Kuramı’ın çözümü merkezden değil, çevreden gelirken, zirve matematikçiler (ya da öyle sayılanlar) ellerinden gelse, öyle bir şey olmamış gibi davranacaklar.

Bunun; hem türün yok olmasının, hem de başka bir türe evrilmesinin çakışması gibi; hem bilimin, sanatın, düşünün yok olmasının (dibe geçmesinin), hem de başka şeyler olmaya evrilmelerinin çakışmasınn payı da yüksek gibi.

Tuhaf olan durum, bu gerçeğin, bu gerçekçiğin kimsenin gözüne batmaması.

Bu durumda rönesans, engizisyon ve Yeni Orta Çağ bambaşka anlamlar kazanır demektir.

(10 Ocak 2013)

Pazartesi, Ocak 07, 2013

Türkiye ve Batı 1789-1989





Bu bir kitap. Yazarı Teoman Akgür. Altbaşlığı ‘İktisadi Etkileşim ve Siyasi Yansıma’. V Yayınları basımı. 156 sayfa.  Ocak 1990 tarihli.

Kitabın gelecekbilim açısından önemi şu: 200 yıllık geçmişsel bir perspektifle Doğu-Batı etkileşimini irdeliyor. Dolayısıyla bu süredeki herhangi bir tarihte bu kitap gelecekbilimci olacaktı. Gelecekbilim, tersine çevrilmiş ekstrapolasyon için tarihten yararlanır.

Tanzimat’tan bu yana, Türkiye’nin batı karşısında bir yenilgisi sözkonusu. Öyle ki artık kültürel bir aşağılık takıntısından bile söz edebiliriz.

Batı İstanbul’un fethiyle dibe vurdu. Batı atağını 1492’de Amerika’ya giderek başlattı. Bunu yapan ülke İspanya, aynı zamanda ‘yeniden fetih’ denilen engizitör bir atakla, 850 yıl boyunca İslam egemenliğinde kalmış İber Yarımadası’nı yeniden hristiyanlıştırıyordu.

1789 ise Fransız Devrimi’nin tarihi. Bugün anladığımız anlamda AB süreci o zaman başladı. Aynı zamanda ABD süreci de (1776).

Yazar, Batı’nın diplerini 1509, 1539, 1575, 1621, 1689, 1747, 1789, 1848, 1895, 1946, 1992 olarak tarihliyor. Şerh: 1989’da başlamış olsa da, 1992 olaylarını Batı’nın bir dip vurması olarak yorumlamak ilginç bir bakış açısı.

Batı’nın zirveleri ise, 1495, 1529, 1559, 1595, 1650, 1720, 1762, 1815, 1873, 1929, 1973 tarihli.

Yazarın Türkiye referanslı çevrimler için 2 gözlemi var:

1.        İnişlere Müslüman, çıkışlara ise Hristiyan savaşları yığılmaktadır.
2.        Çıkışlarda siyasal katılım derecesi yükselmekte, inişlerde merkez güçlenmektedir.

Bunların dışında ayrıca daha küçük genlikli altçevrimler de var.

Yazar biraz indirgemeci akıl yürütme kullanmış ama olgular da ortada. Doğu, İslam, Güney, adına ne denirse densin bir çıkışa geçmek zorunda. 50 yıldır bunun ibaresi ortada yok. 50 ülke içinde bunu yapabilecek tek ülke Türkiye. O da şu sıralar çok zorlanıyor. İşte bu zorlanma geleceğin atakları için potansiyel enerji yaratmacasına zembereği kuruyor. Nasıl ki İstanbul’un fethi Batı’nın atağını başlattıysa, Türkiye’nin de parçalanma tehlikesi onu harekete geçirmeye başladı. Türkiye dünyada ABD’ye hayır diyen tek ülke durumunda. 50 yıl içinde bu bugün için inanılmaz gelebilecek bazı dönüşümlere giden yolun başı olacak.

Önümüzdeki 200 yıl için de benzeri dalgalanmaların olacağını kestiriyoruz. Örneğin Doğu’nun Dubai’si ve Batı’nın Norveç’i, diğer OPEC mensuplarının aksine, petrol gelirlerinin önemli bir bölümünü geleceğe ayırdı. Petrol tükendiğinde ki bu da kademe kademe olacak, Araplar’da ve AB’de gerileyiş yaşayacak ama Bangladeş ve Endonezya zaten dipteler, şimdikinden daha kötü olamazlar, ayrıca enerji gereksinimleri göreli çok düşük, dolayısıyla petrol krizi onları pek vurmayacak. Bizim Alamancılar’ın bir ülke kuracak denli parayı 40 yılda Türkiye’ye aktarması gibi, ucuz  işgücü sunan Üçüncü Dünya ülkesi vatandaşları, yaratacakları artı değerlerle pekala ülkelerini yoktan var edebilecek. Hızla batılılaşan Çin, yeniden doğululaşabilecek. Yeniden kitlesel din değiştirmeler umulabilir.

Burada belirsiz 2 öğe var: Hindistan batılılaşacak mı ve Japonya yeniden doğululaşacak mı? Nötr öğe: Amerikalar’da çok miktarda Hristiyanlık’tan animizme dönüş umuluyor. Sürpriz öğe: ABD’de 2050’den sonra beyaz nüfus yarının altına düşecek, bu durum pekala yeni bir doğu-ABD yaratabilir.

Pazar, Ocak 06, 2013

Eleştirmen ve Şef Garson





Eleştirmen şef garson mudur?

Bu soruyu Sarah Tornton sormuş.

“Sanatta piyasa mekanizmasını anlatan ‘Sanat Dünyasında Yedi Gün’ kitabının yazarı (Türkçesi Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı) Sarah Thornton, manifesto yayımlayarak sanat gazeteciliğini bıraktığını açıkladı. TAR Magazine’deki yazısında neden bu kararı aldığını on maddede anlattı.”


Malumunuz, garsonlar peçete de servis ederler. Güzide Türkçe’mizde, belki hiçbir dilde olmayan ve belki de hiçbir ülkede olmayan bir mesleği tanımlayan, peçete ile ilgili bir iş vardır. Bilenler bilmeyenlere anlatsın.

Ha garson, ha o iş, ha küratör, ha eleştirmen.

Saptamalar:

Öyle adlandırılmış kültür-sanat piyasası, 500 yıldır bir market durumunda, hem de bereketi bol bir market.

Yağlıboyanın icadından itibaren, hem de bu dönem koloniyalizmin zenginliği ile birleşince, o zamanki plastik sanatlar, şimdilerde sergisel sanatlar, her zaman büyük bir pazarın alanı oldu (şu an global olarak yılda on milyarlarca dolar). Daha 500 yıl önce bile, 1 galerideki ortaama resim sayısı, şimdiki galerilerin % 90’ınındakinden çok imiş. O zamandan kalan galeri resimlerinden biliyoruz.

Yani, genelde arz talepten çok imiş. Kültür-sanat piyasasında, hatta epeyi reel sektör alanında bu hep böyle idi ama ne kapitalistler, ne de sosyalistler nedense bunu hiç ayırsayamamışlar.

Öyle olunca, araya celeplerin ve kabzımalların girmesi olağan: Hani, hani ‘benim malım daha iyi’ kabilinden.

İşte eleştirmenler ve sonraki aşamalarında küratörler bu işe yarıyor, pazarlamaya.

Sonuç?:

Avrupa’da da Türkiye’de de berbat sergiler ve bienaller.

Tamam, post-modernizm realizmi hiç mi hiç sevmyor, hatta onu görünce tüyleri diken diken oluyor olabilir ama sonuçta dönüp dolaşıp da varılan biricik yer yine orası. Pop-art’lar da, bir yere kadar yutturuluyor sonuçta.

Sonuç?:

Bugün en şeyselleşmiş koyu komprador burjuvaların hegemonyasındaki sergilerde bile tepeden tırnağa realizm, hatta aşırı politize bir realizm.

Neden?:

Çünkü bu uyruklaştırılmış bir gerçekçilik onlara göre.

Eh, gerçek terbiye edilemez. Marjinal sanatçılar da öyle.

Skandalcılık safsatasını pas geçersek, bugün sanat tarihinde yeri olan tüm sanatçılar, bir zamanlar günün eleştirmenlerinin ve küratörlerinin yok saydığı eserlerdir.

Sonuçta, yazılan kitap da yok olmuyor, yapılan resim de, hem de 500 yıl falan.

İsteyen feci şeyselleşmiş resim de yapar, eleştirmenlerin de istediği tarafını över. Sonra da gider, tenha köşelerde istediğini yapar, kalıcı olanını yani, kimse dövmez merak etmeyin.

Eleştirmenler ve küratörler de, Warhol’vari bir biçimde 15 dakikalığına ünlü olur, 1 sergiliğine gündemde kalır. Sonra, geriye hiçbir eser bırakmadan kaybolur gider.

Bu, işin ‘post-modernizmde sağ kalmanın slalom yolları’ tarafı. Yoksa, iyi sanatçılar hala kaybedenler ve erken ölenler tarafında seyrediyorlar.

Kendi hesabıma, hem yazarım, hem de eleştirmenim. Eleştirmenlerden ve editörlerden ne çektiğimi ben bilirim.

Çok editör ve eleştirmen de tanıdım, hem de hemen tüm sanat dallarında, hem de bazılarını çok yakınen...

Doğrudur, Türkiye 3 darbede ve 3 liberalizmde savrulurken onlar da savruldu. Doğrudur, hepsinin hayat gailesi ve bakacak çoluk çocuğu vardı ama bu kadar da zırvalamaları gerekmiyordu.

Bugünkü Türkiye kültür-sanat çölünde eleştirmenlerin tuzu boldur. Yok ettikleri nitelikli sanatçı sayısı ise yüzlercedir. Var ettikleri niteliksiz sanatçı sayısı ise onlarcadır.

Peki, attıkları taş vurdukları kuşa değdi mi?

Köşeyi mi döndüler? Yoo.

Saygınlık mı kazandılar? Yoo.

Egolarını mı şişirdiler? Evet. Demek ki onlar için bu gereksinim Maslov sırasında ilkte imiş.

Çıkış?:

Hala küçük kültür-sanat odakları var ve ne olursa olsun sağ kalmayı beceriyorlar.