Pazartesi, Nisan 30, 2018

Politik Moment 22.04.17


Hafta içinde erken genel seçim ve erken başkanlık seçimi kararı alındı. Meclis bunu ancak cuma akşamı oyladı.
Pazar günü CHP, 20 milletvekillerini İyi Parti’ye vereceklerini, böylelikle o partinin genel seçime katılmasını sağlayacağını açıkladı.
Duygularım yırtıldı buna tepki olarak.
En son 1982 Anayasası’na hayır diyerek, 36 yıl önce geçerli oy vermiştim, sonra kronik oyvermez olmuştum.
Bu seçim için İzmir’e gidip oy vermeyi 2 gün düşündüm, ikametim orada çünkü.
Bugün bu haberi dinleyince içimde infial patladı.
AKP’ye veya Erdoğan’a oy vermem. Böylelikle mezara dek, tarihin gerçekleri beni kronik oyvermezliğe mahkum etti.
İşte bu nedenlerle, bu ülkeden tiksiniyorum, güncemde canımın yanmasını yazıyorum.
Ne olacak ki?:
Kör topal yine yazmaya devam.
(22 Nisan 2017)

Romanın-Öykünün ve Romancının-Öykücünün Saçma Gülünçlüğü


1895’te Feneon vardı, 1945’te sosyoloji ve yapay zeka vardı.
Feneon, 10 sayfalık öyküyü 3 satıra özetledi.
Sosyoloji, 100 romanı 1 sayfalık istatistiğe indergidi.
Yapay zeka, bu istatistikler arasındaki ilintileri araştırdı ve buldu.
Roman, absürd-komik Don Kişot’vari kahramanlık / şövalyelik darbı mesellleri olan romanslardan geldi. Didaktik ve iyiler hep kazanır, gibi başka absürd-komik bir noktada kaldı.
Roman, ne adı realist iken, ne de naturalist iken, gerçekleri anlatamadı: Bu, hem güldürücü, hem de ağlatıcı bir durum.
Klasik roman olduğu gibiliğiyle varken bile, polisiye, fantastik, bilimkurgu da vardı. Klasik roman bu türleri hep aşağıladı, hep alt-dal saydı. Üstelik aynı anda kendisi, sosyolojiye göre alt-dal idi. Sosyoloji de, yapay zekanın alt-dalı oldu sonra.
Tüm bu incik cinciğin arasında roman bir hiçti ama kendini çok saydı. İcadından neredeyse 200 yıl sonra bile hala yazılan kitapların neredeyse üçte biri roman veya öykü. Oysa, insan varlığında anlatılacak bu kadar çok öykü yok. Bu, savaş filmlerinde ölmüş insanların gerçek savaşlarda ölmüş olanların sayısını geçmesi komikliğine benziyor.
Yani:
Roman ve öykü değil mi, uydur uydur söyle.
Uysa da koy, uymasa da koy.
Sonra rezil olunca da, ağlak ve mızıkçılık yap.
Romancının ve öykücünün durumu budur 70 küsur yıldır.
(19 Nisan 2018)

Şiirin ve Şairin Saçma Gülünçlüğü


1 ülkede 3 kişiden 5’i şiir yazıyorsa, saçma ve gülünçtür.
Edebiyatın 100 dalı varken, herkes 1 dala üşüşüyorsa, saçma ve gülünçtür.
Çünkü, o dal kolaydır veya öyle görünür.
Çünkü, o dal sağlam yatırım amacıdır veya öyle görünür.
Bir şair 10-20 bin sözcük biliyor diyelim. Türkçe Sözlük’te 110 bin sözcük var. Terimler sözlüklerinde bir o kadar daha. Derleme ve tarama sözlüklerinde bir o kadar daha. 300 bin sözcükte 15 bin sözcük zaten baştan kaybetmişlik demek.
Bunun üzerine, dizelerde sözcüklerle kombinasyon ve permütasyon yaparsan, anlam hiç değişmez. Bir de bu var.
Yani 1 şair, 1 dilde binde veya on binde birlik bir iş için, aylarca düşünür veya düşünürmüş gibi yapar.
Sonra, bir yapay zeka yazılır, o şairlerin topunun tüm ömürlerinde yazamadıklarını seri üretime geçer.
(19 Nisan 2018)

Aforizma: Toplama Kampında Olup Oranın Kurallarını Bilmemek


‘Denizde olduğunu bilmeyen balıklar’ deyimi, ‘toplama kampının ilkelerini bilmeyen insanlar’ olarak da söylenebilir.
Viktor Frankl’ı toplama kampına koymuşlar. Kendisi orada ilk önce en iyilerin öldüğünü yazıyor.
Ve bize yanılıyor.
Toplama kampının şöyle bir ilkesi vardır:
Sağ kalabilmek için, kendin için 7 öncelik sırası varsa, onlardan yalnızca dördüncüsü belki birini içerebilir, gerisi veya hepsi sen olmak durumunda.
Bunu bilmemek veya bilip de uygulayamamak en iyi olmak değildir.
Diğergamlık da, bırakın toplama kampını, olağan toplum koşullarında da en iyi olmayı getirmez.
Asıl ve en önemlisi, bilgiyi edinme ve onu uygulayarak sağ kalma, en iyi olmanın sıfırıncı belki eksi birinci ilkesidir.
İşte o nedenle, toplama kampında sağ kalanlar İsrail’i kurdular ve neler yaptıkları ortada. Ancak, toplama kampında yaptıkları haklı, İsrail’de yaptıkları ise haksızdı. Çünkü, içeride almanlar ile, dışarıda Araplar ile muhatap oldular ve Almanlar’a önce yapamadıklarını, sonra yapmadılar ve Araplar’a yapabildiler.
Bu, Hannah Arendt’in ‘şeytani kötülüğün bayağılığı’sı ve atom bombalarının Berlin ve Hamburg yerine, Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atılması da demek oldu.
O nedenle, Adorno’nun ve Frankl’ın dediği gibi, toplama kamplarından sonra ‘şiir yazılmamalı’ idi değil, ‘İsrail kurulmamalı’, ‘Adorno CIA işbirlikçisi olmamalı’ ve ‘Frankl psikiyatrist olmamalı’ idi.
Sorun en iyi ve en kötü arasındaki çatışma değil yani, sıradanlığın şeytani kötü egemenliği yalnızca…
(18 Nisan 2018)

1960-1980 Türk Edebiyatı’nın Estetiko-Politik Yorumu


20 yıllık bu dönem, 2023’e kadarki dönem dahil olarak, 100 yıllık Cumhuriyet (ve –sizlik / Fetret) tarihinde en verimli dönemdi.
Öyleydi çünkü:
1960 ertesinin göreli özgürlük ortamı bunu sağladı.
Öyleydi çünkü:
Bu kuşağın kalburüstü yazarlarının tamamı, Cumhuriyet çocuğuydu (1923 ve sonrası doğumlu). Diğer bir deyişle bu dönem, Osmanlı artığı yazarların artık tümüyle devreden çıktığı ve Cumhuriyet koşullarının geçerli olduğu bir dönemdi.
Öyleydi çünkü:
1940 kuşağı toplumcu yazarların ve 1950 kuşağı birey olamayan bireyimsi yazarların ardından geldi.
Biz 1960-1980 arasının Türk Edebiyatı’nın sanatçı biyografilerini ve sanat eserlerini irdelerken, bu veri tabanını kullanacağız. Ana ilkemiz epistemik yaklaşım olacak, yani gerçekçilik ve edebiyat aracılığıyla doğru-geçerli bilgi üretme ve iletme anlayışları.
Sözü geçen dönem bu konuda, 1940 toplumcu kuşağından bile daha fazla işlevsel oldu ama bunun çoğunu bilinçsizce yaptı. Diğer bir deyişle, o dönemin yazarlarında tarih bilinci, öz-varlık nedeni saptama, sanatçı bilinci ya hiç yoktu, ya da çok eksikti. Dolayısıyla, attıkları taş kuş vurduğunda bu, raslantısal ve şanssal oldu.
Yine de, zamansal olarak % 20’lik bir dönemin nitelikli esersel olarak belki % 50 başarı yazması ve yakalaması takdire şayan, özellikle de arkasından gelen 40 yıla bakılınca.
Şerh: Bu türden zirveler ve ardılı boş dönemler tüm Dünya edebiyatlarında mevcut. Ancak verimli dönemin, ardılı verimsiz dönemi yarattığını söylemek zor. Onun yerine, verimliliği yaratan uygun koşullar geçici ve az olasılıklı olduğu halde, değerleri bilinmeden israf edildiği, önce selin (ya da bol debili ırmağın) aktığı, sonra da sel / ırmak çekilince, kuraklığın yeniden geldiği bir dönemsellik tanımı daha uygun görünüyor.
Asıl önemlisi de, bu dönemin yeniden bir daha yaratılamayacağı gerçeği var. 1838-2038 arası için, biricik bir edebi dönem oldu o dönem.
Dolayısıyla bizim bu çalışmamız, biraz da o döneme ağıt yakma duygusal eğilimi içeriyor.
(17 Nisan 2018)

Birinci Cumhuriyet Politik Tarih Şeması


1923-2013 arası, 9 dönemdi:
3 adam (1923-1938, 1938-1950, 1950-1960), 3 darbe (1960, 1971, 1980) ve 3 liberalizm (1983, 1993, 2003) dönemleri olarak.
2013 Aralık’ta devlet süreksizliği devreye girdi. 2013-2023 arası bir fetret dönemi oldu, oluyor, olacak. Savaş devreye sokuldu. Global gidişatın yarattığı makro ekonomik kriz tepemize indi.
Atatürk’ün kendisi ordunun politika-dışı kalması taraftarıyken, darbeciler hep Atatürkçü olduklarını önesürdüler.
3 darbe olmasaydı, 3 liberalizm olamazdı ama ancak son darbe ile ilk liberalizm, global hegemonların yönetim şemasında eşlenik idi. İlk 3 darbe, 4. Dünyalı bizlerin iç sorunuydu. Sonraki liberalizmler, yine 3.-4. Dünya politik süreksizliklerinin ortaya çıkardığı bir adım adımlık, halka halka zincirlik oldu. Özellikle sonuncusu, Batı’nın planlarının epeyi dışına taştı. Ondan önce, darbecilerimiz de, liberalciklerimiz de, NATO’ya ve CENTO’ya bağlıydılar.
Global tarih açısından bakılınca, 1923-1938 arası bağımsız egemen küçük ülke olma, 1938-1950 arası 2. Dünya Savaşı’na yol alış ve ondan çıkış, 1960 sonrası ise tümüyle sömürge ve/ya vassal olma süreçleri ile geçti.
İktisadi, askeri, siyasi olarak Türkiye, Dünya’da hep % 1-1,5 arası oranda bir varlık olageldi. 2010 sonrasında militarist ekonomi üzerinden, askeri üretimde bir varlık olmaya başladı.
Tarımı ve köylülüğü 200 sonrasında çökertildi ama feodalitesi 2020 gibi hala yoğun olarak mevcut.
Tanzimat’tan beridirki kültürel batılılaşma çabası, 2010 gibi durma noktasına geldi.
2010 sonrasında Türkiye, Hannah Arendt’in (neye dayanarak söylediğini bilmediğim bir biçimde) belirtiği ve saptadığı, yabancılaşmadan artık söz bile edilemiyecek bir yabancılaşmışlık ortamını yaşamaya başladı.
Şerh: Arendt’in bu saptaması, kendi içinde eksikler ve fazlalar içeriyor. Özellikle hangi dar durum için bu tanımı kullandığını bulup, ona göre yeni durumu yorumlamak gerekli. Ancak bu anlamsız moment; iktisadi, askeri, siyasi, kültürel olarak tümden geçerli artık.
(17 Nisan 2018)

Pazar, Nisan 29, 2018

Etik İronik Aforizma: Tam Yıkım ve Onu Önleme


Papa’nın Manila’yı ziyareti üzerinden, biraraya gelmiş / getirilmiş 5-6 milyon kişiyi tek hamlede öldürme / yok etme tasarımının etik açıdan ironik bir ikiliği var:
Hem felaketi yaratma, hem de felaketi önleme tasarımı birarada.
Bu; atom bombasını yapmayı mümkün kılan denklemi tasarlayan adam, atom bombası patlatıldığında, etik bunalıma girdiğinde devreye giren / ortaya çıkan türden bir ikilik.
Orada da, bomba (yıkıcı şık) ve reaktör (yapıcı şık) tasarımı birarada idi.
Devletçilerin devleti yıkmasının olumsuz sonuçlarını izleyip, davranışta devletin bekası yönünde irade kullanan kuramsal bir anarşist olarak, burada da bir ikilik yaşamış oluyorum.
Not: Bu durumda, tezlerin antitez ve antitezlerin tez yerine kullanılmasının veya onun gibi davranmasının, birden çok somut gerçek olgu uzayı kaydedilmiş ve tanımlanmış olmakta.
Burada bir ironiyle, etik sorumluluğu, kendi üzerimden insanların kendi üzerlerine taşımış oluyorum. Ki böylelikle, insanlar yaptıklarının sonuçlarının sorumluğunu taşısınlar. Yani, 6 milyon kişiyi ister öldürsünler ve idamla yargılansınlar, ister öldürmesinler.
Bense, delice hayaller kuran bir deliyim sonuçta. Suç işlemeyi düşünmek bir suç sayılmıyor sonuçta. Adam öldürmeyi düşünmek de.
Not:
Derdim hukuk ilkeleri falan değil, yalnızca içeride ölmemek.
Çıkış:
Eğer bir gün gerçekten 1-10 milyon kişi, ben yaşarken tek hamlede yok edilirse, birileri gelip, beni yargılatmaya kalkar mı?, sorusunun yanıtını şimdiden merak ettim doğrusu.
Bir de soru kipi:
Robot Daniel Olivaw’ın, Dünya’yı yok edecek uzun dönemli saatlı atom bombanın patlamasını engelleyemeyip (belki bilerek engellemeyip de), uzun bir süre sonra o patladığında, insan türü gezgeni terketmiş olacak kadar bir süre kaldığında, uyguladığı ikili davranış modeli de buna benzer bir şey. Çünkü o hesapça insan türüne zarar veremez bir robottur.
Bir de emir kipi:
Bu ikili, Homo Posterus’un yolunun önündeki duvarı delsin.
(16 Nisan 2018)

Ne ve Nasıl Yapmalı?


Çernişevski’nin eserinin hem adının, hem de içeriğinin tekelini çaldığı için Lenin’e sövüp sayarak söze girelim.
Tarihte bu sorunun sorulması gereken yerzamanlardan birindeyiz.
Derdimiz 2. Cumhuriyet.
1938’de, 1950’de, 1960’ta, 1971’de, 1980’de, 1983’te, 1993’te, 2003’te, 2013’te kurulamamış bir 2. Cumhuriyet.
Onun nasıl kurulabileceğini tasarlamak için, belki 1. Cumhuriyet’in nasıl kurulduğuna ve işletildiğine bakabiliriz:
Neredeyse tek kişinin tahayyülüyle devreye giren, iktidar seçkinlerinin ve kitlenin konuya tam müdahil olmadığı ve sonunda ipi koparılıp uçuruma düşürülen bir süreçti o.
Oluşması için önkoşullar; 31 Mart 1908 / Abdülhamid’in halli, işbirlikçi padişahlar, 3 paşanın kaprisiyle, İmparatorluk’u bitireceği baştan belli ve kesin olan bir 1. Dünya Savaşı’na giriş gibi birçok süreç biraradaydı. Ancak aynı zamanda, ‘3 İstanbul 1915’in tüm negatif koşulları da hazırdı.
Birinci Cumhuriyet’in kopya çekileceği birçok durum vardı ama İkinci Cumhuriyet’in kopya çekileceği bir durum yok, ne Fransa 5., ne İspanya 6., ne de İslam 0. Cumhuriyet gelecek duruma örnek oluşturamıyor.
İkinci Cumhuriyet için ilkeler yok, ne alaturka, ne de alafranga olarak.
Mütareke-işgal ve Kurtuluş Savaşı da yok, kuvvacılar hiç yok: Ulusalcılar, kuvvacı parodisi bile değiller.
Durum daha çok 1100-1300 Anadolu’su gibi: Beylik çok ama İmparatorluk’un gelmesi 200 yıl alabilir. Asıl önemlisi, Alp Arslan Anadolu’ya girmeyi hiç istememiş ve ancak o öldükten sonra girilmiş.
Espri niyetine söylenen, Malazgirt’in bir çıkıp yeniden girme durumu yok şu an: ‘Ne ve nasıl yapmalı?’ olarak.
Anadolu’ya o zamanlar dalga dalga akan göçmenler, şimdi de var: 40’tan 80’e çıkan nüfus diliminde, (1960-1980 için) 4 dışarı, 35 yıl için (1980-2015) 8 içeri göç oldu diyelim. Ki bu, ‘2. Cumhuriyet artık asla’ demek.
Ancak bu, ‘ne-nasıl yapmalı?’ değil, ‘ne-nasıl yapmamalı?’ durumu.
1,5 trilyon dolarlık borç, yine ‘ne-nasıl yapmamalı?’ durumu. Ancak, üçte birini ödeyerek belki paçayı kurtarabiliriz.
Erkekliğin onda dokuzu kaçmak, onda biri ortalıkta hiç görünmemek imiş. Bu, şimdi de (2019’da da), 19 Mayıs 1919’da da geçerli: Yüzyıllık bir rezillik. Sonuçta, Halikarnas Balıkçısı az kaldı kelleyi yitiriyordu ve herkes onun kadar şanslı değil.
‘3 İstanbul’un birebir dürüstçe kayıt olduğu kanısında değiliz, sonuçta onda yamyamlıktan, 15 katına çıkan ekmek fiyatından, açlıktan ölenlerden söz etmiyor. 1913 Bakırköy kolera salgınından da söz edilmiyor ve o kitap (Baha Halid) 2018’de hala Türkçe’de yok.
Görüldüğü gibi hep, ‘ne-nasıl yapmamalı?’ diye gidiyor.
Rusya’ya bakarsak, Lenin Çernişevski’nin eserinin üzerine de, 1905 Devrimi’nin üzerine de, Menşevikler’in üzerine de kondu.
Çernişevski 1850’de ise geçerli somut gerçek, ‘bu koşullarda hiçbirşey yapılamaz’ idi.
Felaket yönetiminin ve katastrof teorisinin sıfırıncı derecesi, kımıldamamayı da içeriyor.
Yurtdışına ve İstanbul dışına gidenler birer seçimdi. Ancak, haymatlosluk veya gönüllü sürgünlük, bizim ‘ne-nasıl yapmalı?’ listemizde de, ‘ne-nasıl yapmamalı?’ listemizde de yok.
Benim hapis, sürgün, mezar seçeneklerim de öyle: Tarih artık onları devreden çıkardı. Tek yol korkarak saldırmak.
44 yıl dayandım ve savaştım. Bu geçmişe ilişkin bir ‘ne-nasıl yapmalı?’ idi ama artık geçersiz.
Yazmak, kuşkusuz benim için ve herkes için bir yapılabilir şey oluyor her daim.
Panoramam umutsuz değil ve zaten umuda gereksinimimiz yok. Enerjiye, malzemeye, insana gereksinimimiz var ve bu ülkede onlar şu an yeterince yok. Hiç yok bile denebilir.
Demek ki güzel ölme zamanı.
(15 Nisan 2018)

Kuru ve Soğuk


Bu 2 sözcük, bozkır iklimini en iyi simgeleyen 2 sözcüktür.
Bir duygudurumunu da imler aynı zamanda.
Ankaralı kadın yazarların duygudurumunu.
Bunu dilegetirmeye uygun diğer 2 sözcük de, ‘kahverengi sıkıntı’dır.
Adalet Ağaoğlu, ‘Ruh Üşümesi’ni yazmıştır, Tezer Özlü ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni…
Bozkır havası, çöl havasına yakın olduğundan dolayı, yağış bozkırda sel yaratmaya yatkındır.
İşte bunu mecazlarsak ve yağışı libido akışı sayarsak, Ankaralı kadın yazarların birincil özelliği, ruh çöllüğünü (kuraklığını, kıraçlığını) sevmeleridir.
Milyonlarca diğer sıradan kadın da böyledir aslında, libido frijididir. Yaşamaz, yaşamaktan zevk almaz, çevresindekilere de aldırmaz ama bunu bir yazar yapınca, kültürel öldürücülük (fatalizm) olur, oldu da zaten… Bizim kayıtlamaya çabaladığımız durum da budur.
Tuhaf olan durum, aynı kadın yazarların annelik sıcaklığını ve ıslaklığını fazlasıyla içermeleri ama bir süre annelik durumlarının da, Sevgi Soysal’da olduğu üzere, kuru ve soğuk olduğu, hatta kendi doğurduğu oğlunu 40 yıllığına tımarhaneye göndermeye kadar vardığı durumudur.
Ek-şerh: Tüm alaturka kadınlar, okumuşları ve yazarları dahil, kendi doğurdukları çocuklarını öldürmek dahil, onların üzerlerinde tüm yaşam-ölüm haklarına sahip oldukları gibi bir alaturka yanılsama içindeler.
Bu durumda onların yazarlıkları da, doğrudan kuru ve soğuk bir dekadans olmakta. Bu Nordik soğuk dişillikten farklı ama: O dişiler kılıç kullanmayı da biliyorlar ve uyguluyorlar ama bizim dişiler olsa olsa, Hürrem Sultan’cılık oynuyorlar.
Diğer bir deyişle hiçbir; ne insanlığını, ne biyografisini, ne dişilliğini, ne de yazarlığını tümüyle üstlenmiyor. Tüm yükümlülükleri ve tüm sorumlulukları ile yani…
O yüzden, bizim Ankaralı kuru ve soğuk kadın yazarlar, gibi-yapıyor’lar edebiyatta.
(15 Nisan 2018)

Korkulu Ustalık


Turgut Uyar’ı değillemeye devam.
‘Korkulu Ustalık’, hem bir yazısının, hem de o yazıyı da içeren bir kitabın başlığının adı.
Orhan Veli’nin şiirdeki durumun, korkulu ustalık olarak tanımlıyor.
Ve dibine kadar yanılıyor.
Öncelikle biçimsel dert:
Korkulu değil, korkulası.
Uzak durulası, kaçınılası olarak korkulası.
Sonra içeriksel dert:
Orhan Veli’nin ustalığı neden kaçınılası olsun ki?
Sen o türden usta ol da, kendin kaçın o zaman.
Biz, Uyar’daki dingildekliği, o zamanki yazarların o zamanki nevicat sözcükleri kullanmadaki sakarlıklarına bağlıyoruz. Yadırgamışlar yani.
Gerçekten vasıfsızaltı yazarlarmış bunlar.
(14 Nisan 2018)

Turgut Uyar’ın Poetikası


Fecaat.
Hepi topu, kokmaz bulaşmaz bir ‘ben kimseye dokunmayayım, kimse de bana dokunmasın’ şairliği…
Kendini şiire veriyormuş ama hangi şiire belli değil. Bunu bile ifade edebilmekten aciz imiş kendisi, bunu okuduk kendi dilinden.
Kendisinin de içinde yer aldığı Türk şiir tarihini adresleyemiyor. Çoğunluk için yazmaktan söz ederken, Ahmed Arif’in, Enver Gökçe’nin, Hasan Hüseyin’in adını anmıyor bile. 1940 kuşağının toplumcu şiirini 1960’ta gömüveriyor kendi aklınca, kıt aklınca.
Bu arada çoğunluğun hangi çoğunluk olduğunu somut-demografik olarak da açıklamıyor: 1950 köylü TC, 1980 taşralı TC, SSCB köylü devrimi?, Çin köylü devrimi?, den den de den den.
Nazım’ın çoğunluk için yazmış olup olmadığını da yazmıyor.
Hesapça, Dağlarca’nın çok şiir yazmasını, onu üzmeden değillemeye çabalıyor ama onun iyi bir şiirini de adresleyemiyor, 15 bin şiir içinden.
Ne biçim balık-şair ki bu, denizi bilmez, suyu bilmez, rakıyı bilmez, şiiri, bilmez, şairi bilmez.
Ahmed Arif’in adını anmıyor ama bizce onu kastederek, bir şairin çektiği büyük acıları unutmasını öneriyor. Bunu değil bir şair, insan olarak önermesi bile, idamlık suçtur.
Uyar’ın poetikası konusuna, 2. Yeni’nin şiir dili anlayışının; graffiti, fanzin, rep türü dip popüler kültür ürünü altdillerine koşut gittiğini göstermek için girdim. Adamın dili, daha aşağıda çıktı.
Bokunda boncuk aramaya ve aratmaya gerek yok.
Böyle şairler olmasa da olur, Uyar’sız da Türk şiiri var olur, var da zaten.
Sivilceli kızlara şiir yazdığımız gibi, sivilceli ergenleri de şair diye bağrımıza basmışız bilmeden…
Dipnot:
Bu biçimiyle 2. Yeni, 1960’ların dilsel özgürlük dalgasından önce, 1950’lerin 0. Liberalizm’inde bir tür dibe iniş (eğilimi) salınımı olarak görülmek gerekir oldu.
2. Yeni’nin dili, tosun edebiyatı denli klişe.
2000’lerdeki popüler kültür ürünlerininki (rep, vd) denli de bayağı.
Bu durumda, 1950’ler buçuk, 1960’lar ve 1970’ler 1’er porsiyon olarak, gelecekten yeme olmuş Türk Edebiyatı için. 1980-2010 arasında da 0’a 0, elde var 0, kopya bile çekilemediği için, elde var eksi 1 olmuş bilanço.
Ana taslağımız bu.
(13 Nisan 2018)

Cumartesi, Nisan 28, 2018

Oy Vermek veya Vermemek: Bütün Mesele Burada


Önümüzdeki kuraldışı erken seçimler için, partiler sonunda duruma aymış:
“Sandığa gitmeyen seçmenin daha çok “muhalif seçmen” olduğuna dikkat çekilen görüşmelerde, katılım oranında 1-2 puanlık artışın önemli farklar yarattığı çeşitli örneklerle ele alındı. Katılım oranının daha da yükseltilmesi için özel çalışma kararı alan partiler hedef de koydu. Partiler katılım oranındaki kaybın yüzde 12 altına düşmesi için çalışma yapacak. Bu katılımın en az yüzde 88’e çıkarılması anlamına geliyor.
7 Haziran 2015 Milletvekili seçimlerinde katılım oranı yüzde 83.92, 1 Kasım 2015 Milletvekili seçimlerinde katılım oranı yüzde 85.25, 16 Nisan Anayasa referandumu oylamasında katılım oranı yüzde 85.43 oldu.”
Ve bu varken, CHP ne yaptı?:
Kendisine verilmiş oylarla seçilmiş milletvekillerini celep canbazlığı gibi, başka bir partiye aktardı. Sonra da geri alamadı. 15 milletvekilinin vekilliği şimdiden yandı sayılır. Üstüne kalkıp bir de onları mağdur etmeyeceklerini açıkladılar.
1982 sonrasından beridir kronik oyvermeziz. Bunun için yeterince neden varken, partiler habire yeni neden yaratıyorlar.
Bir de şu var:
‘Muhalif’ derken, tüm partilere ve bu seçim oyununa muhalif olmak kastedilse gerek. Çünkü aynı durum, AB’de ve ABD’de de var ve seçimlere katılım oranı % 50’nin altına düşüyor. Biz 4. Dünyalı olduğumuz için, 50 yıl geriden geliyoruz aynı koşullarda.
Tabii ki asıl 5 sorun-açmaz şunlar:
Bir: Seçmenin üçte biri her seçimde parti değiştiriyor.
İki: Seçmenin en az yarısının oyu satılık.
Üç: Seçmenin bu kez yarısı kararsız. (Bir önceki seçimde üçte birdi.)
Dört: Her seçim döneminde ölen % 3 ve yeni gelen % 5-8, kuşaklararası kültür farkı nedeniyle, sürekli yeni seçmen tipi yaratıyor. Çünkü, köyden kente göç 60 yıldır hala sürüyor.
Beş: Seçmenin yaklaşık % 10’u son 3 haftada karar veriyor. Sonra da verdiği kararı unutuyor. 3 seçim önce hangi partiye oy verdiğini anımsamayan onlarca birey gözledik.
1946-2018 arasındaki çokpartili dönem, sınıfta kaldı açıkçası. Oyuna ilgi de yitti.
Dolayısıyla biz % 85 katılım bile beklemiyoruz bu kezinde…
(28 Nisan 2018)

Süper Kahramanlar All Stars: Suicide Squad, Avengers, Justice League


Öncelikle, bu ‘league’nin ‘lig’ olduğunu düşünmeyin. Bu ‘leauge’, ‘League of Nations’taki (Kavimler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler’in  1.-2. Dünya Savaşı arasındaki ilk versiyonu) ‘league’. Artık; ‘cemiyet’ deyin, ‘dernek’ deyin, ‘birlik’ deyin, işinize hangisi gelirse onu deyin.
Yani, eğer bunu Can Yücel türü serbest çeviriyle çevirsek, ‘Süper Kahramanlar Koalisyonu’ diyebiliriz, hani şu Suriye’deki koalisyon türünden koalisyon.
‘Adalet’ de, ‘Assassin’s Creed’deki replikteki ‘adalet de, kimin için hangi adelet?’teki ‘adalet’.
Çizgiroman tarihine bakılınca, bu türden süper kahramanlar topluluğu, yıllardan beridir var (imiş).
70 küsur yıldır belki 10 versiyon var.
Buradaki en önemli ayrıntı şu:
Ana 1-2 kişi dışında, takımdaki kahramanlar için ayrı çizgiroman kitabı olmazmış. İşte o kural, artık bozulmuş ve tersine işletiliyor:
Eski kahramanların bir bölümü öldürülüp, yeni tazecikler piyasaya sürülüyor ve onlar da bu ekiplere dahil ediliyor.
DC Comics x Marvel rekabeti burada ‘Avengers’ ile sürüyor.
‘Avenger’ ‘intikamcı demek ama İngilizce’de ‘revenger / intikamcı’ ile anlam ilişkisini veya ilişkisizliğini bilmiyorum.
Bu, 2 grup da feci iyiler kümesi.
Oysa, ‘Suicide Squad’ kafadan kötüler kümesi.
Daha önce çok yazdığımız bir konuyu, yeniden işleyeceğimiz için anımsatalım:
2 küme kötülük yapan iyilerden oluşurken, 1 küme iyilik yapan kötülerden oluşuyor.
Şerh 1: ‘İntikam Timi’nin karşıtı, rakip şirkette henüz oluşturulmadı.
Bu durumda ‘İntikam Timi’; ‘hem ‘Avengers’a, hem de ‘Justice League’ya rakip oluyor.
Şerh 2: Burada ‘adalet = ‘intikam’ oluyor. ‘neo-con’ların hristiyanlığının, biri size tokat atınca, öbür yanağınızı çevirin, yönü işletilmiyor demek ki. ‘Biri size tokat atınca, siz ona nükleer, kimyasal, biyolojik silah atın, hepsini sürün, köle yapıp çalıştırın, toprağına tuz ekin’ türünden bir önerme geçerli kılınıyor. Bu da, günümüz global politik koşullarını neredeyse birebir yansıtıyor.
Gelelim çizgiroman ve gelecekbilim geleceğine:
Bizim tezimiz, ‘SS’ın özerklik ilan edip,  hem ‘JL’ye, hem de ‘Av’a savaş ilan edeceği yönünde.
Bu 2 vektörün, kurmaca ve gerçek olanın, birbiriyle oldukça grift, çok tuhaf geçişimli, kırınımsal örüntüler çizeceği kanısındayız.
Ve bir tezimiz ve rüyamız var:
Dünya’yı ve geleceği ‘SS’ kurtaracak, diğer 2’si değil…
Hem gerçekte, hem kurmacada…
(12 Nisan 2018)

Anekdot: Bir Kitap Okudum, Yaşamım Değişti


Bir arkadaş ortamında, 11-14 yaş arasında okuduğumuz kitapların bizi nasıl etkilediğini, kitaptan aklımızda ne kaldığını konuşuyorduk. Herkes farklı örnekler verdi.
Benimkiler şunlardı (orada söylemedim, zihnimde vardı):
‘Bir Yabancı Gibi / Değil’ (Morton Thompson) ile, tıbbı çok sevdiğimi, o nedenle doktor olmayacağımı analdım. 800-900 sayfalık kitabı, misafirlikte, 9 yaşımdan 10,5 yaşıma, 1,5 yılda parça parça okudum.
‘Büyük Ümitler’deki, babası annesini dövdüğü için, karısından dayak yiyen adam anekdotu, beni kılıbık yaptı. Aynı zamanda maço olduğum için, hem kılıbık, hem maço oldum.
Notlar:
Bir aile ansiklopedisinde, klasiklerin 11-14 yaş arasında okunmasının uygun olduğunu okumuştum. 3 ayrı kanal nedeniyle, bir askeri kütüphane, bir çocuk kütüphanesi ve ergenlik yaşına girip harçlık alıp roman satın alan abim sayesinde, o dönemi yoğun okumalarla geçirdim. Ondan önce, evimizde pratikte 0 kitap vardı, annem eve kitap sokmazdı çünkü. Gazete ekleri olanları da, bir yerlere saklardı. Böylelikle, Akşam gazetesinin devrimler dizisinin ancak 30’umda okuyabildim, oysa evde vardı.
11-14 yaş arası, önergenlik / erinlik sayılarak, kişiliğin ilk tomurcuklarının pıtradığı yıllar. Küçük olaylar kişilik yapısını uzun dönemli belirleyebiliyor. Kitaplar benim için öyle etkili oldu. Ayrıca, çevremde anaerkil 15 yeğen de vardı: Hemen hepsi benden büyük olan onların yaşam çizgileri, negasyon yoluyla benim yaşamımın hatlarını da çizdi.
Bir eniştemin kömürlüğünde okuduğum, Upanişadlar, Tao Te King, Kitab-ı Mukaddes, Peygamberler Tarihi (Ahmed Cevdet Paşa, 6 cilk) kitapları da, bilinçaltıma yerleşmiş.
Yani, şans eseri, zihnime omurga olacak kitapları okumuşum ve yaşamım değişmiş.
(12 Nisan 2018)

Sözcükler ve İnsanlar


1100 gibiki Divan-ül-Lugat-üt-Türk’te 10 bin gibi sözcük varmış.
1900 gibiki Kamus-u Türki’de 30 bin sözcük gibi varmış.
Son TDK sözlüğünde (2010?) 110 bin sözcük gibi varmış.
1 dili konuşmak için 2 bin sözcük yeter gibi kabul edilir.
1 insan tüm yaşamı boyunca, özel adlar dahil, 100 bin sözcük kadar öğrenir kabul edilir.
Terim sözlüklerinde 100 bin civarında sözcük vardı.
Derleme ve tarama sözlüklerinde birkaç 100 bin sözcük vardı.
Tüm Türki diller sözlüğünde 250 bin sözcük vardı.
1960 gibi 40 bin köy adı vardı.
Dünya’da milyonlarca yer adı vardı ve var.
500 bin protein adı var.
1 milyonun üzerinde bileşik adı var.
DNA’nın tam adı 200 bin sözcük falan tutuyormuş.
William Shakespeare 1.500 küsur sözcük icat etmiş, 200 gibisi kalmış.
Fakir Baykurt 600 yeni sözcük kullanmış, bunların 300’ü derleme sözlüğünde varmış.
1960-1980 döneminde Türk yazarları, 18 bin küsur yeni sözcük icat etmiş, yani yalnızca kendi eserlerinde kullanılmış olarak.
Çetin Altan, Türk insanının hepi topu 200 sözcükle konuştuğunu önesürmüştü ama daha o zaman bile, dizilerde 200 sözcük kümesinin üzerinde replik vardı.
Çetin Altan’ın sözcükleri diye bir derleme yok, çünkü kendisi sözcük icadıyla uğraşmamış.
Türk Dili 1930’larda ve 1960’larda 2 yenilenme dönemi yaşadı. 1990’larda boş oturdu. 2020’lerde belki yeniden atağa geçer.
Son 200 yılki tüm Dünya dillerindeki sözlükler üzerinden gittiğimizde, her dil 5 yılda bir sözlüklerine yeni sözcükler katar ve bazı sözcükleri tasfiye eder, olarak gözlemde bulunuruz.
Bu; ya tümdengelimsel / akademik, ya da tümevarımsal / yaşamcıl olarak yapılır. Tarihte ikisi de hep yapıldı.
Biz bugün ne Divan-ül-Lugat-üt-Türk dilini kullanıyoruz, ne de Kamus-u Türki dilini. Torunlarımız da, 2010 TDK sözlüğü dilini kullanmayacak.
Bin veya 10 bin yıl boyunca aynı sözcüklerle konuşmak veya yazmak, geleneksel değil, ölü kültür olmaktır. Atalarımızı anlamamız falan gerekmiyor yani, çevirmenler onun için var yani.
Yeryüzü’nde 6 bin yaşayan dil varsa, 60 bin tane de ölü dil var yani.
Yelpaze geniş ey kari:
Bin ila bir milyon sözcük genişlik.
Konuşarak veya yazarak dil.
Geçmişe takıntı veya geleceğe akıntı.
Ya başkalarının sözcükleri, ya da yazar olarak kendi sözcüklerin.
Sözcükler ve insanlar böyledir ey kari…
(10 Nisan 2018)

Kamus-u Türki ve Sonrası


Alıntı:
“Arapça harf (Farsçadan alınanlar da dahil olmak üzere) sırasına göre düzenlenen Kâmûs-i Türkî’de tespit edilen kelime sayısı ve / yahut bağlacıyla anlamı verilmeksizin hemen altındaki kelimeye bağlanan 255 kelime dahil, toplam 29.085’tir. Bu sayıyı, genelde karşı dildeki anlamları tek kelimeyle verilen Hüseyin Hüsnü’nün 1312-1315 tarihli 1.235 sayfalık ve 15.000 kelime kapasiteli Kâmûs-i Askerî’si ve 1910 tarihli ve 21.000 kelimeden meydana gelen Nicolas Murat’ın Fransızca-Türkçe- Almanca sözlüğü ile Kâmûs-i Türkî’nin yayımından yaklaşık 45 yıl sonra hazırlanan ve 1945’te yayımlanan TDK’nin Türkçe Sözlük’ünün toplam 32.104 kelimelik kapasitesiyle karşılaştırdığımızda, 29.085 sayısının çok yüksek bir seviye olduğunu ve dildeki kelimelerin hemen hemen tamamını kapsadığını ifade edebiliriz.”
Külliyen mafiş. Çünkü derleme ve tarama sözlüklerindeki tüm sözcükler, bu sözlük hazırlandığında kullanımdaydı. Toplamları ise birkaç 100 bin idi.
Bir saptama:
1899-1945 arasında yapılanın yalnızca, doğu sözcüklerinin yerine yeni icat edilenlerin konması olduğunu söyleyebiliriz. 50 yıl epeyi uzun bir süre ama bunun son 15 yılı bu işe hasredildi, gerisi savaş dönemleri idi.
Dolayısıyla 1930’lardaki ilk dalganın 30 bin sözcük üretimi demek olduğunu da özetleyebiliriz.
1960’lardaki üretim ise, 20 bin yazar icadı, 100 binden çok terim icadı sözcük demek oldu. Ki bu da, bir önceki adımın 4 katı bir sıçrama demek ama ilk dönem 10 yıldan kısa sürdü, ikinci dönem 20 yıla yakın sürdü.
Hayat’ın bastığı Kamus-u Türki düzenlemelerine baktığımızda, oradaki sözcüklerin tamamına yakınının doğu sözcükleri olduğunu görürüz.
1970’lerin Öz Türkçe sözlükleri ise, batı sözcüklerine 400 çarpı 30, o da eşittir 10 binden biraz çok sözcük demek oluyor.
Dünya dillerinde benzer örnek olarak, 2 aşamalı olarak toplam 25 yıl gibi bir sürede 100 bin gibi bir sayıda sözcük icadı süreci, bildiğimiz kadarıyla yok.
Dipnot: Bizim bu süreçte kesinkes mahkum edeceğimiz tek durum, TDK’nin insan malzemesinin, yani yönetim kurulu üyelerinin falan, vasıfsızaltı insanlar güruhu olmasıdır. Morg bekçisi olamayacak insanlar dilci yapılmışlar. 100 kişi falan, salla başı al maaşı, kaydı hayat koltuklu türünden çalışarak, oralarda pasta yemişler 40 yıl falan. Devlet sanatçısı gibi, devlet dilcisi / dil jandarması olmuşlar.
(10 Nisan 2018)

Adalet Ağaoğlu, Günlük 3, Sayfa: 269 ve Eleştirisi


Alıntı:
“Roman, hayattan daha gerçektir, çünkü hayatta dağınık ve karmaşık olanı roman, anlaşılır kılar.”
Yorumlar:
Bir:
Kılar değil, kılmaya çabalar.
İki:
Kılması gerekmez, kılmaması da gerekebilir,
Üç:
Yaşam, olduğu gibiliğiyle dağınık ve karmaşık değildir. Yalnızca, ardışık olaycıklar arasında ontik / varlıksal neden-sonuç ilintileri ilintisi yoktur. Böyle bir örüntü çizebilmek için, olayların % 99,99’unu elemek gerekir.
Dört:
Hayattan değil, gerçekten daha gerçek olan şey simülasyondur, bilgidir, epistemdir. Sanat değil yani. Zokça bilim, azca felsefe.
Beş:
Simülasyon roman değil, meta-sosyolojidir. O nedenle, roman yerine sosyoloji.
Altı:
Roman; -cık’tır, gibi yapmaktır, edebiyatın çocukluk oyunudur, bir zamanlar şiirin olduğu gibi…
Yedi:
Hayatın anlaşılır olması gerekmez. Bu, rasyonalizmin ve mekanik determinizmin yanılgısıdır.
+
Adalet Ağaoğlu’nun bu özet düşüncesi, tüm bir yaşamı, tüm bir sanatı bir yanılsama çığı kılmış.
+
Eknot:
09.04.17 günü, onunla yapılmış bir söyleşi okudum. Sonra birden ayırsadım ki 90’ının eşiğinde. Yani onun için yazmak momenti, pek pek 60’ında, yani 1990’ların başında durmuş ve bitmiş. Uzun yaşamanın böyle yanıltıcı yan etkileri var: Kültürel zaman kayması veya zaman ruhu uygunsuzluğu oluşuyor.
(5 + 9 Nisan 2018)

Cuma, Nisan 27, 2018

Türk Sosyal Psikolojik Davranışları Üzerine Notlamalar


‘Türk Grup Davranışı Hakkında Erol Göka Üzerinden Notlamalar’ metnimizi okuduktan sonra Göka, kendisinin kitabını okumadığımızı belirtmiş. Biz de kendisinin bizim yazımızı okumadığını belirtelim. Hani şu, söyleneni dinlemez, kulağına girmez, türünden bir okumama bu.
Bizim kaygımız adım adım, hem Murdock şemalaması / kavramsal çerçevelemesi türünden olgularla noktalayarak haritalama, hem gündelik yaşamın psikolojisi, hem popüler kültür ürünleri, hem sosyal psikolojideki grup davranışı ilkeleri, hem zamanın / mekanın / kültürün ruhu / özü / tözü (ama doğası değil), birleşkeleri üzerinden okumalar yapabilmek.
Göka’nın kitabındaki ilk metin uzun ve kitabın omurgasını oluşturuyor. Diğer metinler dağınık.
Yanısıra, Belge’nin ‘Tarihten Güncelliğe’si türünden benzeri metinleri izlek ve karşılaştır-karşıtlaştır olarak kaydetmemiş.
Bizim genel izleğimiz, 1960’lar gecekondulaşma, 1980’ler varoşlaşma, 2000’ler taşralılaşma ve/ya büyükköyleşme türünden bir İstanbul / megapol Türk kültür / grup davranışı izleği.
Böyle bir zaman-mekan uzun çizgisi çekince, arabeskin repleşmesi de anlamlı oluyor, Münir Nurettin Selçuk’un bestelerini yaptığı Arap / Mısır filmlerinden Araplar’ın Türkiye müziklerini ve dizilerini tüketmesi, üstüne üstlük Kızıl Ordu korosunun Tarkan’ın ‘Oynama Şıkıdım Şıkıdım’ parçasını Dünya konserlerinde söylemesi izlekleri de.
Ve bu geniş panoramadaki kontr çizgilerin hiçbiri Türk grup davranışı veya Türk ruhu olmuyor, olamıyor, çünkü ortada bir süreklilik ve kalıcılık yok: 5-10 yılda format bir ruh, etnik ve ulusal bir grup kimliği / ruhu olamaz, olamadı da zaten.
Aranot 1: Kısa sürelerde devamlı değişen grup davranışı, sosyal şizofreni gibi terimlerle de açımlanıyor. Türkler’in kısa sürede çok değişmek zorunda kaldıkları için böyle olduğunu içeren bir kitap da mevcut.
Aranot 2: İşte bu sosyal şizofreni, grup davranışı örüntüsü oluşturtmuyor. Çünkü yabancılaşma ile yabancılaşmadan söz bile edilemeyecek öte-yabancılaşma arasında bir yerlerde Türkiye halkları. (Şerh: Tabii, bir de Türkler’in Yunan mezelerine ad olarak el koyması ile, Kürtler’in İstanbul’a göç edince Türk davranışlarını taklit etmesi türünden diğer Brown hareketleri de var, yani bunlar bir yerlerden kalkıp bir yere varmıyor.)
İşte bizim adım adım varmayı ve açımlamayı düşündüğümüz sonuç da bu:
Türkler’in Tanzimat dahil, en sonki neo-liberal dönüşüm dahil, 200 yıldır belli bir grup davranışı olmaması, olamaması, tümüyle Brown davranışı rasgeleliğinde oluşu durumu. Yani, ortada sabit bir davranışsal örüntü yok.
Göka da bu genel panromanın belki % 1’ini, belki %o 1’ini görmüş, kaale almış, kayıtlamış. Ancak, yineleyerek belirtiyoruz: Ağaca bakarken ormanı görmemiş değil, ormana bakmamış, tıpkı bizim yazımıza gören gözlerle bakmadığı gibi.
Bu da bizi okumadığını açımlar ve kanıtlar. Çünkü konuyla ilgili onlarca metin var aynı sitenin içinde.
Biz onu başta ciddiye aldık ve okuduk ama.
Şu anda da onu artık ciddiye almaktan vazgeçtik.
Dipnot:
Yazar olarak tek bir kitaptaki makalelerin bir hipertekst, yani bir bütün olmasını bekleriz. Göka’nın kitabı tek 1 kitap olamıyor, eksik kalıyor. Bizim yaptığımızsa, 100 kitabımızın tek 1 kitap olması: 5 bin yıllık geçmişbilimin ve 5 bin yıllık gelecekbilimin (tüm altyapı ve tüm üstyapı kurumlarıyla) kültürolojisinin bütüncül haritası. Örneğin, ‘Batan Cumhuriyet’in Malları’ 1960-1980 arasındaki Türk Edebiyatı tarihçesi üzerinden, bir ülkenin sanatçılarının korumaları ve yaşatmaları gereken kültür değerlerini bir güzel nasıl katlettiğinin izleğini yazdık.
(27 Nisan 2018)

Perşembe, Nisan 26, 2018

Türk Edebiyatı’nın Estetiko-Politik Yorumu


Sanat eserlerinin estetiko-politik yorumu, marksist kökenli estetikçilerin oluşturduğu Frankfurt Okulu geleneği üzerinden; Adorno, Brecht, Benjamin, Lukacs ile başlatılır, oluşur ve simgelenir.
Onlarda eksik olan birkaç nokta vardı.
Tarih bilinçleri zayıftı. İçinde yaşarken, 1920’ler Almanya’sındaki Georg Grosz efektini ve 1930’lardakiki Horace Mc Coy efektini göremediler.
En azından SSCB’deki politik sisteme bağlı, tabi, ait, şu bu oldukları için, özgürlükçü düşünemediler. Benjamin’in Rusya yolculuğunun notları da cezalandırıldı. En azından şunu söyleyebilmeliydiler: Devrim, hem Yesenin’i yedi, hem de Mayakovski’yi. Ha bir de şu: Devrim, ne Tolstoy çıkarabilir, ne de Dostoyevski. Hele bir de, 1859 Ogarev varken, gerçekçi eleştirmen bile çıkaramaz.
Biz, 1960-1980 dönemi Türk Edebiyatı’nın estetiko-politik yorumu için, bunları göz önünde bulunduruyoruz. Yazarların bedavaya özgürleşmenin bedelini ödemeyip, üstüne bir de devrim rüzgarı koklayıp, eldeki demokrasiyi nasıl gömdüklerini daha önce yazdık.
Burada ise, vurgulayacağımız en önemli nokta, Atay ve Soysal hakkındaki 2 yabancı akademisyenin eleştiri tezlerinde açıkça izlediğimiz üzere, o dönemin yazarlarının toplumculuklarının pekk toplumcu sayılamayacağı. Bu da, ironik bir alaturka aşırı ülkeseverlik ve halkseverlik nedeniyle böyle.
Ancak bizim artı vurgulamak istediğimiz şey şu:
Adnan Veli’nin 50 yıl sonra dergi sayfalarından kurtarılan, lümpen proleterya röportajlarının 90 küsur yıldır biricik kalması. Yani, onun dışında hiçbir Türk yazarı, asıl proleteryaya içeriden yazmadı, yazamadı, Sait Faik bu hesaba dahil ama Reşat Enis en azından bunu yapmayı denedi.
Yani, gerçeği ve yalnızca gerçeği, en çirkin ve en doğru görüntüsüyle gerçeği, hiçbir Türk yazarı yazmaya kalkmayı hayal bile etmedi, edemedi.
Böylelikle de ortaya çıkan sonuçlar; melodram, sentimental alaturka faşizm, şu bu oldu. Bol ağlak vardı ama, hem de feci bol ağlak. Kemalettin Tuğcu ağlağı değil, köy romanı ağlağı.
Bu realizm değil, melodramizm olmakta.
Bu, gerçeği çarpıtmak olmakta.
Bu, apaçık kendine yalan söylemek olmakta.
Biz bunu, 1968’lilerin Deniz Gezmiş hakkındaki yalan söylemlerinde 50 yıldır izliyoruz. Gezmiş’in hataları kanıtlandı, kayıtlandı ama o hala bir idol. Ve 1968’liler hala ısrarla yalan söylemdeler.
Bundan 50 yıl önce sosyoloji-roman karşıtlığı tartışılırdı. Oralardan düşe düşe, yalan söylemek sanatın hakkıdır tezine geldik.
Evet, Türk Edebiyatı yalan söyler, en çok da şiir, en çok da Nazım…
Aslolan yaşam değil, ölümdür.
O nedenle aslolan, yaşam değil, eserdir.
Apsis-ordinat ayarlaması 1. Saptama 1. (0,0) noktası 1.
Nesnel eleştiri de budur.
(9 Nisan 2018)

Türk Grup Davranışı Hakkında Erol Göka Üzerinden Notlamalar


Göka’nın konuyla ilgili kitabı, özgün bir odaklaşma ama yetersiz bir derleme olmuş, çünkü kavramsal çerçevesi yok, zaman-mekan şematiği ve adreslemesi yok.
Ancak, İranlı bir yazarın aslında kibar insanlar olan İranlılar’ın, trafikte barbarca davranmayı Türkler’den almış olduğu saptaması, hem geçersiz, hem de Göka’nın farkına varmadan bulduğu bir konu cevheri: Lümpenlerin suçu habire bir diğerine atması.
Bizde bu, kuşkusuz Batı-Doğu izleği.
Artı aranot: 2015-2020 İstanbul İran’lılarının Türkler’den aldıkları ve onlara verdikleri, daha önce kendilerinde olan ve olmayan grup davranışları konusu epeyi ilginç. Örneğin, onların Türkler’e kışın da dondurma yeme eğilimi getirmesi ve belki (üzerinde hiç çalışılmamış olarak) bunu çok ciddi salgın tetikleyicisi olması konusu böyle bir konu.
Buradan devinimle, başlangıç için, zaman-mekan ve gündelik yaşamın kültürolojisi noktalaması notlamaları:
1840 ilk Tanzimat (diyelim fes olgusu, diyelim Ali Suavi saç kesimi), 1940 Hamit son Tanzimat, 1950 Tanpınar Tanzimat çizgisi.
1960 gecekondu, 1980 İstanbul varoş, 2000 AKP-taşra-n çizgisi.
Birinci kuşak gelenlerin ikinci kuşak gelenleri barbar bulup, başka semtlere göçmesi Kuştepe 1990.
Birinci kuşak gelenlerin içindeki kapıcıların kendi çalıştığı apartmandan daire alma eğilim, İstanbul 1970-1980(?).
1975-1985 doğumlu ezeli-ebedi ergenlerin okyanustan sonsuz kepçeleme tüketimciliği ile 1995 doğumlu ezeli-ebedi ergenlerin % 50 üniversite mezunu işsizliği. Yani, 2 gruptakilerin kendi durumlarına grup tepkileri.
İlk metin için derleme, çıkış not:
Zamanın ruhu var, mekanın ruhu var, zaman-mekanın ruhu var, hepsinin sonucu sınırlı-sonlu olabilir, hepsinin toplamı geniş bir belirsiz ruh olabilir. Parça-bütün arasında gevşek örüntülü ilinti ve/ya neden-sonuç ilintisi olabilir.
(8 Nisan 2018)

Fakir Baykurt’un Türkçe Üzerinden Kendi Kültürüne Yaklaşımı


Kemal Ateş, yaptığı bir çalışma sonucunda, Baykurt’un tüm eserlerinde (belki 8 ciltlik otobiyografisi dahil olmayarak), 600 sözcük icat ettiğini saptar. Bunu Baykurt’a belirtir. O da, kendince bir tarama yapar ve kullandığı bu 600 sözcüğün 300’ünün derleme sözlüğünde (sözlü kültür, şive sözlüğünde) olduğunu belirtir. 300’ünü de yazı dilinde icat etmiştir.
İşte bu açıdan Baykurt bizce, 1960-1980 arasının dengede kalmış, belki arada kalmış bir yazarıdır.
Aynı dönemde, kabaca Türk yazarlarının 18 bin sözcük icat ettiği saptanmış (ama bu TDK’nin inadı nedeniyle basılmaya bir sözlük olmuş). O dönem parlayan yazar sayısı 50’yi bulur, dolayısıyla Baykurt 18 binde 600, o da eşittir 1/30 ile ortalarda bir yerde yer alır. Sorun, eğer vardıysa, 900 sözcük icat edenlerin kimler olduğudur ya da çalışmada eserleri taranmış yazar sayısı çok daha fazla.
Bizce, Baykurt’un dengesi, sözlü-yazılı kültür geleneği dengesini kurmuşluğunda. Çünkü Baykurt, köy romanı yazıyordu. Yalnızca kitap sözcükleri kullansa olmazdı, yalnızca sözlü kültür sözcükleri kullansa olmazdı.
Not: Kemal Bilbaşar’ın Kürt şivesiyle yazılmış ‘Cemo’su, onun yarattığı tartışma ve artı Thomas Hardy’nin aynı üsluptaki İngiliz kırsal dili taşıyan romanları bir tartışma konusu ama bizim bakış açımızdan artık onu tartışmak için geç kalınmış. Gelecekte bu işi akademisyenler ve edebiyat tarihçileri yapabilirler.
Baykurt’un başka dengeleri de var:
Almanya’ya gitmeden önce ABD’ye gitmişliği ve Batı kültürünü önceden tanımışlığı ve dolayısıyla Almanya’yı yadırgamaması.
Almanya’ya gitmeden önce, köy romanı yazan ve köy enstitüsü mezunu bir yazar olarak büyükkentlerde, özellikle de İstanbul’da yaşamışlığı. Çünkü Alamancılarımız’ın çoğu, köyden inip Almanya’ya binmiştir ve bu da alamancılığı yaratan en önemli etkenlerden birisidir: Kültür savaşımı (kültürlerarası olarak ve kişinin zihninde iç çatışma olarak).
Eğer Baykurt’un yaşamı vefa etseydi bizce, 65 yaşı ertesinde Türkiye’ye yerleştiğinde, emekli, alamancı terki, güneybatı Anadolu enteği bütünü olarak ilginç bir dil-roman çizgisi yaratabilirdi. Biz, onun ‘Mavi Karanlık’ın (1980-Bodrum) 2000-Antalya versiyonunu yazabileceğini düşünenlerdeniz. Çünkü dilinde bu denge vardı ve kişilik yapısı itibarıyla da, o dengeyi yaratmaya çabalardı kendisi.
(8 Nisan 2018)

2001-2020: Yanlış Kullanılan Sözcükler: Greed: Hırs, Açgözlülük, Oburluk


Sözcüklerin belli zaman dilimlerinde belli anlamları içermesini veya içertilmesini olağan karşılıyoruz. Olağan karşılaşamadığımız durum; sözlüklerin de olumsuz semantik katkısıyla, sözcüklerin birbirine karşıt, birbiriyle ilintisiz anlamlar içermesi.
Burada 1 sözcük ve 3 anlam var. 3 anlamın birbiriyle hiç ilgisi yok.
Hırs; gereksiz başarı merakıdır. Yenme arzusudur. Başkalarını geçme isteğidir. Ancak, bildiğimiz sportif veya savaşçısal yenme / üstünlük sağlama da başka şeydir, hırs değildir, çünkü bir sporcu veya savaşçı maksimumdan biraz daha az hırslı olursa, daha çok kazanır ve başarır. Hırs ise, maksimum ötesini zorlama arzusudur.
Not: Hırs, maddi veya manevi epeyi alanda olabilir. Bu konuda ayrım yoktur yani.
Açgözlülük, tam da ‘karnım tok ama gözüm aç’ deyiminin karşılığıdır. Kullanmayacağı parayı istemektir örneğin. ‘Yeter’ diyememektir.
Oburluk ise, bildiğimiz obezitedir. Burada da semantik bir ayrım var: eskiden obezden de şişkolar vardı ve adı yalnızca ‘şişko’ idi. Şimdiki obez ise, bildiğimiz kilo-boy katsayılı / oranlı bir şey.
Not: Ancak, yine de bazı sporculardaki çok yüksek boy ve artı çok yüksek kilo için, hiçbir dilde uygun karşılık veya deyim yok, icat edilmemiş yani. Buradan da, terimlerin gereksinim için icat edildiği tezi biraz geçersiz kılınıyor, durumuna varıyoruz.
Genel bakarsak:
İlk 2 sözcük soyut, sonuncu 1 sözcük ise somut.
3’ü de duygu olabilir.
İlk 2’si kültürel, son 1’i ise bedensel olur bu durumda.
Bu durumda çıkışı sorusu şu:
Greed 1, greed 2, greed 3, mü?
Hırs, açgözlülük, oburluk mu?
Biz, hangisinin öncelikli olduğu önemsiz olarak, akademik ve tümdengelimsel olarak, sabit ve belli bir süre için kalıcı çözüm konulması taraftarıyız.
Yoksa, anlamsal belirsizlik doğar ve doğmuş da zaten.
(8 Nisan 2018)

Sait Faik, Orhan Veli, Adnan Veli


Benim için Sait Faik ile Orhan Veli, aynı edebi rengin, tadın, kokunun, nesir-nazım ikili eşleneğidir.
Bunu ilk düşünüp dilegetirdiğimden beridir, buna çok karşı çıkan oldu ama giderek, bunun böyleliliğini kabul edebilecekler artmakta. Bunun nedeni, apayrı bir estetiko-kültürolojik konu: Edebiyatın kültürel semantiği ile kültürolojik dönemlerin / katmanların kimi eşleşmesi, kimi eşleşmemesi durumu: Eşleşme olmadığında red / inkar oluyor.
Orhan Veli ile Adnan Veli ise kardeş.
Adnan Veli edebiyatımızda, yanına bir tek Reşat Enis’in yanaşabildiği bir doğrudan gerçekçilik (klasik roman üzerinden tanımla naturalizm) akımını temsil ediyor.
‘Mapusane Çeşmesi’ bunun en bilinen örneği. Ancak, çok daha az bilinen örnekleri de var. Kendisinin sağlığında kitap olarak yayınlanmasını öngörmediği ve belki de yasakladığı, röportajları, ‘Batakhane İnsanları’ adıyla kitaplaştırılmış.
İşte bu moment, Sait Faik’in mahkeme röportajlarına çok yaklaşıp, onu sollayıp geçip gitmiş.
Ancak, bitmedi daha var:
Bu kitapta yer almayan, benim çocukluğumda ‘Eczacıbaşı Bakışlar’ ve ‘Sağlık Alemi’ dergilerinde gördüğüm bazı Adnan Veli röportajları daha var.
Bildiğimiz kadarıyla Adnan Veli bir marksist değildi. Ancak, gördüğümüz ve emin olduğumuz kadarıyla kendisi, Türk Edebiyatı’nda lümpen proleteryayı bu kadar doğrudan, hem belgesel, hem öykü tadında anlatabilmiş ilk ve (80 yıldır) tek kişi.
Buraya özellikle not:
Çetin Altan ve Orhan Kemal, birer sol eğilimli yazar olarak, aynısını yine İstanbul için yapmaya kalkmış ama ikisi de suya dalmaya çabalayan koca ve yağlı götlü kadınlar gibi konuya girememiş.
Adnan Veli ise, konuya 0 nolu şırınga gibi, inceden damardan girip girip çıkmış.
Dolayısıyla:
Kimler neler yapmadı bu Türk Edebiyatı için?:
Kimi yaşadı yazdı, kimi uzaktan seyredip nutuk çekti yazdı.
Artı:
O nedenle, hem Orhan Kemal, hem Çetin Altan, gibi yapan lümpen solculardır. Adnan Veli ise, adını bile anmadan has toplumcudur.
(6 Nisan 2018)

Robert Fisk yazdı: Afrin'de neden yanıldım?


Öncelikle, bütün olarak bakıldığında, Fisk’in olaylar dizisinde sandığından ve saptadığından daha çok yanıldığını notlayalım.
Sonra da alıntılayalım ve yorumlayalım:
“… eski bir Suriyeli arkadaşım bana gülerek, ocak ayında Afrin’den döndüğümde, Türklerin kent merkezine girmeye hiç niyeti olmadığını söylediğimi hatırlattı. “Türkler oraya gitmeyecek diyordun” diye uyardı beni; “Savaşın başından beri Türkiye için söylediklerin doğruydu – fakat bu kez yanıldın” diyordu. Korkarım ki, haklıydı.”
Türkiye, bunu en başından beridir yapacağını söyledi ve yaptı. Bu, tam da kuzu postu giymiş kuz olmak veya yarı-şahin postu giymiş yarı-şahin olmakla ilintisi var.
“Öngörüde bulunmaya dair sahte sanatta gerçek bir hata yaparak, Kürtlerin Kerkük’te Irak güçlerine karşı mevzilerini korumadıklarını unuttum.”
Eksik söylem:
Kürtler 1991’den beridir savaşmıyorlar, savaşmayı unuttular. Dolayısıyla, hep yeniliyorlar veya savaş alanından kaçıyorlar. 2015 yazında 3-7 gün boyunca Kobane’ye girmeye bile cesaret edemedikleri hala yazılmadı, bu sırada kayda geçmemiş olarak 3 bin sivil Kürt öldü orada ve Barzani kuvvetleri ancak TC’nin izniyle oraya geçebildi.
En sonuncusu ve en önemlisi:
“… Ruslar, Suriye’deki en üst düzey subaylarından biri olan, 5. ordu komutanlarından Korgeneral Valery Asapov’u öldüren havan topunun Suriye kenti Deyrül Zor’a IŞİD tarafından ateşlendiğinden, bu sırada da Amerikalıların, Rakka yolundaki Kürt güçlerinin IŞİD hatlarından rahatça geçmesini sağlamaya çalıştığından şüpheleniyor.”
Aralık 2016’dan beridir Kürtler, şu ya da bu biçimde IŞİD’le somut temas durumunda. O saldırı, tümüyle bir IŞİD tarzı işti. PKK daha önce ikili bomba hiç kullanmadı ve çoklu saldırı geleneği, taa 1970’lerden kalma bir Arap-Müslüman işi gelenek. (Biz bunu tam-ta o zaman yazdık ve yayınladık.)
En başa dönersek:
2015 Temmuz gibi; PKK, TC, IŞİD birbirlerine 3’ün 2’li kombinasyonu olarak saldırdı. Bu, tersi de demek, o saldırıların tüm dostluk versiyonu da mevcut, hepsi de denendi ve yaşandı.
İşte bu durum ya durumcuklar silsilesi, bundan sonra habire şeref turu atacak.
Bütüncüllük şu gibi:
Kürtler savaşmayı giderek unutuyor.
TC, savaşmayı ve saldırganlığı giderek öğreniyor.
IŞİD’in gücü giderek azalıyor ama asla 0 olmaz ve o da başka bir oluşuma dönüşür.
İşte önümüzdeki 1,5-2 yıl böyle gidecek. Eli en güçlü olan taraf TC ve son 6 ayda 2 rakibine karşı da 3-0 ve 3-0 olarak galip. Arada gol yiyecek tabii, hem sürpriz, hem de şandelden olarak. Ancak, önümüzdeki 5 yıl içinde PKK’nin veya IŞİD’in kalıcı ve sonul yengisi mümkün değilken, TC için mümkün.
Fisk, bunların hiçbirini göremiyor.
Çünkü oralara bakmıyor.
(6 Nisan 2018)