Perşembe, Mart 28, 2013

Bit Pazarcıkları




Bu tezgah Kasımpaşa’da kurulur. 7 senedir o semtte oturuyorum, hava uygunsa, her gün kurulur.

Tezgahları ihtiyarlar açar. Çoğu herhangi bir sosyal güvencesi olmayan 60 yaş üstü insanlardır. Yani, tezgah açmazlarsa, aç kalırlar.

Bunların bir bölümü, gece çöpe de çıkar. Çöpe çıkmak, çöp konteynırlarını karıştırmaktır, ‘ne çıkarsa bahtına’ hesabı...

Bir bölümü ise, çöpe çıkanlardan mal alır, yani işi bir kademe daha ilerletmiştir.

Bu tezgahlarda herşey satılır: Daha çok ev eşyası satılır.

Çul çaput, çanak çömlek ve incik boncuk malzemeleri, en çok alıcı ve satıcı bulur.

Olağan semt pazarında yeri olanların bir bölümü, bu tezgahlardan mal alır, kendi tezgahında satar.

Bu tezgahlardan İstanbul’un onlarca yerinde kurulur. Bir ara Topkapı mekan tutulmuştu, ondan sonra da Esenler’de bir kavşağın yağmur almayan altı.

Demek ki bu tezgahlardan binlerce kişi ekmek yiyor. Kişi başına asgari ücretten hesaplayın ekonomik büyüklüğü.

Belediye gelir, arada arıza çıkarır. Devlet devletliğini kanıtlar yani. Ondan sonra, herşey aynen devam.

Eskiden 3 tekerli arabalı mahalle hurdacıları ve bunların depoları vardı. Sonra bir adet icat oldu, onları kapattılar ama asıl hurda-hurdacıları kapatmadılar. Dolayısıyla, işin döngüsünün yönü değişti yalnızca. Bu işin doğrudan tek sonucu, kağıt hurda işinin ölmesi ve böylelikle de, % 100’lük kağıt hurda geri dönüşümünün sıfıra limitlenmesi oldu.

Ekonomi dersinin giriş bölümünde öğretilir: Malların son yeri çöplük veya imha bölgeleridir. İşte bit pazarcıkları, buradaki pratikte sıfır ekonomik değerli metaların ayıklanarak, onlara yeniden ekonomik değer kazandırılması işlevini görür.

Tek bir kanıt verelim: İstanbul’da hurda metal geri dönüşüm oranı, yıllardır % 100’dür ve bu dünya rekorudur (bakınız Kriton Curi’nin araştırmaları.

Neo-liberalizmin ‘kullan, bozulmasa bile at, yenisini al’ mantıksızlığının panzehiri, bu bit pazarcıklarında yatar.

Çarşamba, Mart 27, 2013

Düşünce-Öte


Düşünce-öte nedir?

İnsanın ve insan sonrası türün, kendine Evren’de yer bulmasına olanak sağlayacak olan düşüncesel evrimsel süreçlerin yoludur ve o öğelerdir. (İnsanın şimdiki durumuyla Evren’de bir yeri yoktur.)

Düşünce-öteler şunlar olabilir:

Matematikte yeni bir dal.

Mantıkta Aristo-dışı mantık mistematikleri.

Biyolojide ve psikolojide Aristo’nun tatma, kokma, işitme, görme, dokunma 5 duyusunun; görsel, işitsel, kimyasal, motor, sözel olarak yeniden tasarımı.

NEK’ler (tanımlı oldukları yeranda).

Mantıkta (özellikle deliler dahil) marjinallerin akıl yürütme ve duygu yürütme biçimleri.

Mantıkta düşünce atlası.

Tarihte geçmişbilim-gelecekbilim sentezi ve praksisi.

Kognitif psikolojide trans-, inter-, melez ve meta-duyu-diller (novumlar).

Fizikte ışıktan hızlı gidebilmenin denklemi (şu anki bilgi momentiyle).

Kuantum kimyasında genel bir reaksiyon-Fibonacci serisine dayalı atom-elektron modeli.

Biyolojide canlılığın matematik tanımı ve modellenmesi, özellikle de topolojileri.

Ergonomide optimum-ölümsüz-biyografi tasarımları.

Dış-gezegen yaşam ütopyaları (bunu içerecek bilim dalını henüz bilmiyoruz, egzoplanetoloji-(öte-)biyolojisi olabilir).

Siyasette ‘uzay devleti – dünya devleti’ ilişkileri tasırımı.

Salı, Mart 26, 2013

What If, What If Not, Whether: Çizgiroman



Tanımlar

‘What If?’ dizisi, bir çizgiroman şirketinin kendi kahramanları için yarattığı paralel evren öyküleri durumu imiş.


Buradaki tanım omurgası süreklilik. Her öykü için farklı bir çeşitleme denenmiş.


Bizce bu tanım genişletilebilir:

Bir: Zaten var olan süreklilik süreksizlikleri, aynı şirketin basmış olduğu (1930-2010 arasındaki) tüm nüshalarda izlenebilir ve dökümlenebilir.

Örneğin hemen tüm karakterler, giderek kişisel sorunları öne çıkarılan biçimde sunulan olmaya doğru evrildi.

İki: Marvel ve DC gibi, 2 şirketin kahramanları çaprazlanabilir, hem savaş, hem işbirliği anlamında (ki bu da Capcom-Marvel olarak  yapılmış durumda) ki bu da ticari kartlarda yapılmış durumda.

Üç: Meta-seri yaklaşımı, ikinci şıkkın başka bir dile getirimi ama tanımının tamamını içermiyor.


Dört: ‘Öyle olsaydı?’, ‘Öyle olmasaydı?’, ‘Ya öyle, ya da böyle olsa?’ ağları açılımı ilginç sonuçlar verebilir.

Bence en ilginç örneklerden biri, Batman ile Superman işbirliğinde, Batman’in Superman’den sürekli kıllanması esprisi idi. Sonuçta, Batman’in haklı olduğu ortaya çıkıyordu.

Dost ateşinin yaşanmış ve henüz yaşanmamış versiyonları, yeni savaş ve barış süreçlerinin en ilginç açılımlarını oluşturmakta.

Eksik olan şey, kurtarılanların (halk, kitle, vd) sürece dahi edilmesi, artı bu savaş-barış süreçleri ağının panoraması, tüm zamanlar ve tüm mekanlar için donesi...

Açılımlar

Diğer bir kurtarıcı James Bond’n ‘Skyfall’unda, 2 Bond birbirine girer. Çatışmaları esprilidir ama çatışma nedenleri çok sıkıcıdır (Ödip).

Pekala rekabet, kıskançlık ve/ya yalnızca bir savaşçının en iyi birinciye ve/ya ikinciye meydan okuması biçiminde bir neden bile, pekala iyi espri olabilirdi.

Wolwerine’in bir kez daha hiperleşen hipertekst öyküsünde, çocuk robot vardır, Wolverine’in robotu vardır (ama artı klonu da olabilirdi pekala), vd... Bunlar, o. Henry’nin taa 19. Yüzyıl’da yaptığı üzere, yolları çatallanan (bahçe değil) arena bir öyküde, hepsini aynı sona (veya farklı sonlara) bağlama çeşitlemesinde çizilebilirdi ve çok çok iyi olurdu bu...

Benim hep merak ettiğim seçenek, süper kahramanların zamanları, mekanları ve libidoları bolken, neden deneysel takılmadıklarıdır. Kafataslarında alınlarının içine parlayan harflerle misyonları yazılmışçasına, peygamberleri ve sahtelerini aşan fanatiklikte davranarak habire debelenirler bunun yerine.

Ya, arada durup soru sorsalar?

Ya, arada küçük deneyler yapıp, onların kaydını geriye bıraksalar?

That is the question...

Cuma, Mart 22, 2013

Ekonomik Gündelik Kültüroloji Örneklemeleri


Sabri Ülgener, Osmanlı çökerken insanların aşırı müsriflik ve aşırı cimrilik gibi 2 uca savrulduğunu imler.

Ancak bu tanım, biraz eksiktir. Buna bir bakalım:

Bugünün ucuzcu süpermarketlerinin raflarında herhangi bir ürün, genelde 1, 2 ve 3 gibi birim fiyatlarla yanyana dizilidir.

Şimdi bir tüketici, bu raf karşısında nasıl davranır?

1’i alır.

2’yi alır.

3’ü alır.

1 ile 3 arasında keskin salınımlar yapar.

Bütçesine göre, belirsiz genlikli salıntılar yapar ve bunu tüketim davranışından çıkarsamak zordur, çünkü onun bütçesini bilemeyiz.

İndirimleri bekler.

1’i buradan alır ama 3’ü gidip 4’e daha pahalı bir süpermarketten alır. (Tüketicilerin tüm fiyat düzeyli marketlere girmesi de, en azından 1980-2010 Türkiye’sinde gecekonduların ve villaların yanyanalığı gibisinden ekonomik bir durumdur.)

Neyi kaça aldığını bilmez.

Kendisi diyelim 2’yi alırken, eşi 1’i veya 3’ü alır.

Eline ne gelirse onu alır, fiyatına bakmaz.

Görüldüğü gibi, pekala üzerine çıkılabilecek olarak, 10 çeşit davranış var ve bunların hepsi de davranış uzayında mevcut.

İkinci aşamadaki şu moment önemli:

İnsanlar yaşlandıkça, şu ya da bu biçimde daha çok para sahibi olur veya harcar. Bir insanın gençkenki tüketim davranışıyla, yaşlıykenki tüketim davranışı değişir. İşte bu değişim, bize tüketim alanında zaman serileri hazırlatabilir. Örneğin kişisel gözlemim şu:

Dedeler kendileri için gayet cimriyken, torunları (çocukları değil) için kesinlikle çok müsrifler, en fakiri bile öyle. Zaten süpermarketler bunun ayırdında ve bunu kullanıyor.

Bu davranış uzayı 1960’larda böyle değildi ve 2020’lerde de böyle olmayabilecek. Çalışma alanımız açısından en anlamlı gösterge şu: “1’i buradan alır ama 3’ü gidip 4’e daha pahalı bir süpermarketten alır.” Bu davranış, 1980-2010 Türkiye 3 liberalizminin alaturka absürd sosyolojisini imliyor.

Zaman serilerinin zaman serileri başka bir metnin konusu.

Salı, Mart 19, 2013

Ekonomik Gündelik Kültüroloji: İlkeler


Bu metinler dizisindeki amacımız, insanların bireysel ve toplumsal yaşamının temelini, ekonomik davranışların oluşturmadığını açımlamaktır.

Günümüz momentindeki 2 makro-ideolojik tez-antitez ikilisinin (neo-liberalizmin ve dünya sistemiciliğin) ikisi de, ne yazık ki ekonomik determinst yaklaşımlar sergiliyor. Bu durumda bizim tezimiz, küsurlu (ikisinin dışında ama başlangıçta tam sayılı değil) ve triyalektikçi (ikisine karşıt) olmakta.

Ekonomik davranışların ekonomik determinizm açısından değillenmesini tümevarımla deneyeceğiz, yoksa tümdengelimsel / kuramsal (diyeliml ideolojik) olarak bunu yapmış durumdayız zaten.

İnsanların yaşamını ekonomi belirlemiyorsa, ne belirler?

Öncelikle, insanların belki % 99,99’unun yaşamını hiçbirşey belirlemez. Üstelik bunlar normal insanlardır ama iyi baba olmak isterler beceremezler, iyi vatandaş olmak isterler beceremezler, örneğin kırmızı ışıkta duramazlar, çünkü oto-kontrolleri limit sıfırdır.

(Aslına bakılırsa, bu insanları tüm yaşamlarındaki hatalarından muaf tutmak gerekir ama 250 yıllık haklar ve özgürlükler birikimi, onlara kalıcı sorumluluklar ve yükümlülükler getirdi.)

Tek tek marjinaller diyelim vardır: Bunların bir bölümünün yaşamını sanat belirleyebilir, yalnızca yaşamlarını sanat-güzel kılmak da belirleyebilir.

Yani, insanları insan yapan daha çok soyutluklardır, somutluklar değil.

Ekonomi, materyalizm geleneğinin mekanik döneminden kalma bir gelenekle hala aşırı somutçudur. Örneğin, insanların somut tüketim davranışlarını, soyut kuralların belirlemesini hala tam dikkate alamaz.

Bizim yapacağımız, bu türden soyut nedenlerin ve sonuçların, anı anına günümüzdeki örneklerini irdelemek, örneklemek, derlemek, ayıklamak ve genellemektir (denklemlemektir).

Daha da fazlası olarak ve bu kitabın anlambilim spektrumunun dışına taşarak, yaşamı, kültürü, tarihi, üstyapısal kurumlar kadar, altyapısal kurumlar olan gündelik yaşam oluşumlarının da belirlediğini sergilemektir. (Gündelik yaşamın kültürolojisi konusu, bu kitaptan önce, 2-3 kitap hacminde yazılmış durumda.)

Buradaki örneklemelerimizi de, Murdock’un kültürbilim şematiğinden alacağız. Bunlar, ana başlık olarak mutfak da olabilir, alışveriş de. Bu başlıkları nominal olarak, günümüz bilgi, özellikle medya kaynaklarının kullandığı başlıklarda derlemeye çabalaycağız ki diğer antropolojik / kültürolojik bilgilerle ‘karşılaştır-karşıtlaştır’ edimi daha kolaylaşsın.


Başlangıç için, oldukça makul bir düşük-düzey seçtik. Sanırım, bunu becerebileceğiz. Yola çıkarken, ‘kitap için 1-2 tanelik hacim uygundur’ ilkesini de kendimize de koyuyoruz.

Pazartesi, Mart 18, 2013

Futbolcunun Düşkünü...



Beyaz giyer kış günü... -imiş...

“Xpro adlı sporculara yardım kuruluşunun açıklamasına göre, her beş Premier Lig oyuncusundan üçü, futbolu bıraktıktan sonraki beş yıl içinde iflas ediyor.”


Orası İngiltere...

Burası Türkiye:

Tanju para kazanacağım derken, hapislik oldu:


Sabri borçlarından dolayı intihar etti:


Alışmış kudurmuştan beter oluyor herhal...

Tıfıl taşralı delikanlının önüne milyon dolars ve çıtırlars koyarsanız, o da yolunu yitirir ve bir daha da bulamaz...

O eskidi mi, sıradaki gelsin: Boru sesli kenar mahalle gençkızları şarkıcı edilmekteyken, güvercin göğüslü ve tık nefesli bodur kenar mahalle delikanlıları da futbolcu yapılmakta...

Bu da bizim Mills’vari alaturka ‘ünlüler’ yorumumuz...

Pazar, Mart 17, 2013

Süreyya Berfe’yi Üzebilme Olasılığı: Bencesi Bir Güzelleme





Şiirden nefret ederim: Okumaktan da, yazmaktan da...

Şiirin duygularıma da, düşüncelerime de hakaret eden bir edebiyat türü olduğunu düşünürüm. (Uyaklı şiirin, (daha da öteye geçerek) incir çekirdeğine eziyet olduğunu, insanların uyaksız şiire 5.000 yılda geçmesinin de, fecaat bir durum olduğunu düşünürüm.)

Ancak, Berfe’nin ve okurların affına sığınarak, bir adım denedim ve Berfe’nin ‘Şiirden Anladığım’ şiirini yeniden yazdım.

 (Sitedeki sayfa düzeni ile benim okuduğum düzen farklı idi, kitapta (Dünya Yayınları) okuduğum düzeni aktardım)


“ŞİİRDEN ANLADIĞIM

Bilinmeyenlerin
renkten, kokudan, biçimden, ışıktan, kütleden ve
coşkudan, hüzünden, sevinçten, acıdan ibaret olanların
ya da öyle varsayılanların karşısında bilim adamı olmayı
yeğlemem.
Şimdilik yazıyorum, yarın? Bilmiyorum.
Atamız Sokrates, anamız Vislaya Şimborşka öyle dediler:
Bil-mi-yo-rum.
Ben onların hala cahil bir öğrencisiyim.

Şiirsel olanla şiir arasında bir fark yoktur.
Hatta çok küçük bir fark da yoktur.
Gözle görülür, elle tutulur koca bir uçurum vardır.

Akıl ile duyguyu, özgürlük ile doğayı
karşı karşıya getirirsek şiir ezilir, kesik süte benzer.

Hala yazıyorum. Demek ki anadilimi tam anlamıyla
                                   öğrenememişim.
 Jean Genet yazdıklarından ötürü mahkum olmuş.
 Fransızcayı en iyi kullanan yazarlardan biri olan Genet
     "Fransızcayı
 iyi okuyup yazabilseydim mahkum olmazdım." demiş.
Bütün varlığımla katılıyorum.

Anadilimi ne kadar iyi bilirsem, anadil bilincim ne kadar gelişirse
Şiirimin sınırları da o kadar genişler, dünyamın da.

Şiir olmuş mu? Ben ona bakarım.
Bu yüzden rastlantıya inanmam.Yaza yaza yok edemezsek
Önümüzde rastlantısal bir sözcük yığını durur.
Onu şiir sanırız, kendimizi de şair.
  
Şiir olacak malzemeyi önce yürek görür
sonra göz, daha sonra da akıl.
   
Irmaklar ova olmak ister, ovalar ırmak...
Şiir her zaman arada kalır.”


+

Benim metin (ekler ve değişimler kalın):

“ŞİİRDEN ve MANTIKTAN ANLADIĞIM

Bilinmeyenlerin
renkten, kokudan, biçimden, ışıktan, kütleden ve
coşkudan, hüzünden, sevinçten, acıdan ibaret olanların
ya da öyle varsayılanların karşısında bilim adamı olmayı
yeğlerim.
Şimdilik yazıyorum, yarın? Evet. Biliyorum.
Dedem Kafka, babam Fassbinder öyle dediler:
Bil-mi-yo-rum ama seziyorum.
Ben onların boynuz kulağı geçmiş bir öğrencisiyim, biliyorum.

Mantıksal olanla mantık arasında bir fark yoktur.
Hatta çok küçük bir fark da yoktur.
Gözle görülür, elle tutulur koca bir uçurum vardır.

Akıl ile duyguyu, özgürlük ile doğayı
karşı karşıya getirirsek şiir ezilir, çünkü güçsüzdür ve Kasımpaşa’ca eziktir.

Hala yazıyorum. Demek ki anadilimi tam anlamıyla
                                   öğrenmişim.
Jean Genet yazdıklarından ötürü mahkum olmuş.
 Fransızcayı en iyi kullanan yazarlardan biri olan Genet
     "Fransızca
iyi okuyup yazabilemeseydim mahkum olmazdım." dememiş.
Bütün varlığımla katılıyorum.

Anadilimi ne kadar iyi bilirsem, anadil bilincim ne kadar gelişirse
Mantığımın sınırları da o kadar genişler, dünyamın da.

Şiirin devrik dizesi mantık önermesi olmuş mu? Ben ona bakarım.
Bu yüzden rastlantıya inanmam.Yaza yaza yok edemezsek
Önümüzde rastlantısal bir sözcük yığını durur.
Onu mantık sanırız, kendimizi de mantıkçı (Arda Denkel’in kemiklerine ithaf).

Mantık olacak malzemeyi önce beyin görür
sonra korteks, daha sonra da amigdala.

Irmaklar ova olmak ister, ovalar ırmak...
Şiir her zaman çürük kalır, mantıksa belli olmaz.”

Hırsız Devlet ve Mülksüzler


“Ankara'da Dikmen Vadisi'nde yıkım işi ihalesini alan şirket görevlileri ile gecekondu sakinleri arasında çıkan kavgada, 1'i polis, 1'i basın mensubu olmak üzere 7 kişi yaralandı.

...

Pompalı tüfek ve tabancanın kullanıldığı kavgada, Ankara Emniyet Müdürlüğü Foto Film Şube Müdürlüğü'nde görevli Uğur Eroğlu ile CİHAN Haber Ajansı Kameramanı Bilal Mikail Oflaz'ın da aralarında bulunduğu 7 kişi yaralandı.”


Breh breh breh...

Tam da ‘the revolt of the masses’ (Ortega y Gasset) durumu yani...

Da anımsadığım kadarıyla bunlar, 1980 öncesinde kendilerine gecekondu inşa eden devrimcileri 1980 sonrasında polise ihbar edenlerin çocukları olmakta... (Alıntı: Gün Zileli.)

Öncelikle, devletin hırsızlığı konusu:

Devlet liberalizm atağı uğruna, ‘big brother’larının denediği ve (2007 krizinde) battığı, gayrımenkul sektörü aracılığıyla, piyasayı aşırı manipüle ve hempalarını zengin etme furyasına kapılarak, kamulaştırma hezeyanı seline kapıldı. Öyle ki yıkıma itiraz edilemez oldu.


Batı’da özel mülkiyet yerleşiktir. Bizde ise, mülkün asıl sahibi (‘mülk’ün ‘devlet’ anlamına gelmesi gibi) hala devlettir. O nedenle hazine, 100 yaşını geçmişlerin veya yasayla satılmasını yasakladığı azınlıkların gayrımenkullerine el koyabilir.

Gelelim halkımıza:

1980 sonrasında 15 milyon kişi kente göç etti. Bu 3 milyon ev eder. Halkımızın 500.000- 1 milyon arası kadarı, sınıf atlamayı becererek, bu devletin arazisine kurulmuş 3 milyon evin sahibi olup zengin oldu. Kapıcılar, gidip gidip eskiden çalıştıkları apartmandan daireler aldılar.

Dolayısıyla, onlar da hırsız: Eski mülksüz (topraksız köylü), yeni hırsız. (Bakınız: ‘Dispossessed’, Ursula Kroeber le Guin.)

Malumunuz, hırsızlar eskiden adam öldürmezdi. Rahmetli hırsız-yazar Mehmet Kartal’ın bizzat gözlediği gibi, yeni liberalizmden sonra öldürüyorlar.

Eh, bunlar da artık cumhurbaşkanı köşkünü soyuyorlar, polis vuruyorlar.

Sözü yine özlü bir sözle bağlayalım:

Mülkiyet hırsızlıktır.

Aporia



‘Bir kitap okudum, yaşamım değişti’den öte; bir sözcük okudum, yaşamım değişti.

‘Aporia’yı 1985’te okudum. O zamanlar modern dans kuramı çalışıyordum. Yine, okuyunca yaşamımı değiştiren sözcüklerden olan, Japonca (boşluk ve aralık anlamında) ‘ma’yı açımlamak için kullanılıyordu.

(Bunların devamında, ‘negatif egzistansiyalizm’ de yaşamımı değiştirdi.)

‘Aporia’, Aristo’dan devralınan bir biçimde / yolda, ‘Düşünür tarafından çözmek için bilinçli olarak seçilen kavramsal güçlük’ anlamında kullanılıyordu.

10.000 kitap (> 2,5 milyon sözcük) okumuşum. > 200 kitap (> 500 bin) kitap yazmışım. Bunların içinde, bana güçlük çıkaran kavramlar yüzlerce oldu. Onların içinden bazılarını seçerek, 30-40 yıl üzerlerinde uğraştım.

Sonuçta, ‘poliyalektik’ gibi, geçmişe doğru 2.500, geleceğe doğru 2.500 olmak üzere, ceman 5.000 yıllık miadlı kavramlar yarattım.

En büyük güçlük buydu:

Verili / konulan güçlüklerin neredeyse tümüyle koyutsal olduğunu, soruyu başka bir biçimde denklemlediğinizde ise, o güçlüğün kendiliğinden ortadan kalktığını görme menzili...

(Poliyalektik tanımlı olarak varken, Marksizm’in tüm hataları tanımsal olarak  geçersizleşiyor.)

Buna uymayan tek sözcük ve gerçeklik var:

Ölüm...

İronik olarak, ölümsüzlüğün mümkünleştirildiği ama kişisel biyografime teğet ve ıska geçeceği gerçeği...

Dolayısıyla, bedensel ölümsüzlüğü ıskalayan biri olarak, zihinsel – yazısal ölümsüzlüğü yaratmama lüksüm kalmadı geriye...

Bu aporia’yı çözdüm hiç olmazsa...

Perşembe, Mart 14, 2013

Hırsızlar ve Mülklüler (Possessed)


Ne hırsızlar var:

“Duvardan atlayıp girdiği lojmanlarda iki kapıyı zorlayıp, üçüncüye camdan giren hırsız, istihbarat başta tüm güvenlik birimleri harekete geçince kısa sürede yakalanıp MİT ve polisin terör uzmanlarınca sorgulandı, ‘Zengin evleri sandım’ dedi.”


Daha önce de bir başbakan soyulmuştu.


Memleketimiz cesur hırsızlar yetiştiriyor valla. İşleri ilerletiyorlar.

Bu hırsızlardan biri, yazar olup, anılarını bile yazmıştı:


Kendisi, ayrıca Zuhal Olcay ile film bile çevirmişti.

(Sonra da erken öldü.)

Bu, sınıf atlayabilmiş, hırsız-yazarın bir hapishane gözlemi vardır:

Hırsızlar, 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak (yani Özal zirve yaparken), adam öldürmeye de başlarlar. Kendisi klasik bir hırsız olarak buna karşıdır ve bundan dehşet duymuştur. Hırsızların adam öldürmesini ise, şöyle açımlar: Statü yükseltme kaygısı, çünkü daha önce hırsızlar hapishanede aşağılanırken, adam öldürenler yüceltilirmiş (ki bunu başka mapusane anılarından da biliyoruz).

Buna koşut bir tarihsel olgu ardır:

Yine 1980’lerin ikinci yarısında, kapitalistler insanları sömürürken öldürmeye de başlarlar, yani iş koşulları aşırı bozulur, iş kazaları aşırı artar, mağdurlar ise mahkemelerde haklarını arayamazlar.

Bunda, 1960’larda ve 1970’lerde kapitalistlerin, sol-devrimcilerce epeyi bir öldürülmesinin payı yüksek denebilir. Benzeri bir salgın, anarşistlerin 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında tüm dünyaya yayılan eylemlerinin ardından da görülmüş ve ABD, baş belası FBI’yı Hoover’i kazanmıştı.

Sahipler ve köleler. Zenginler ve hırsızlar. Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?

Sözü bir büyük söz ile bağlayalım:

Mülkiyet hırsızlıktır.

Devlet Üzerine Tezler


Devlet insan tarihinde raslantısal bir olgudur. Yani, devletsizlik mümkündür ve gözlenmiştir.

Yeryüzü’ndeki 6.000 halkın 100-200 tanesi devlet kurmuştur.

Tarım topumuna geçişte ilk devletin kurulması ilk yerleşik-köyün kurulmasından yaklaşık 7.000 yıl sonra gerçekleşmiştir.

Ondan önce, ev-kentler ve köy-kentler vardı. Bunlard da sita (kent-devlet) sayılabilir pekala.

Ondan önce, yani yerleşik toplumdan önce, insanın omnivorluğu (yani hem ot, hem de et yemesi) artı toplumsal organizasyon karmaşıklığı, en yakın evrimsel akrabamız olan şempanzeler en büyüğü 50 kişilik sürüler halinde yaşarken, 200-2.000 kişilik  sürüler, kabileler, klanlar halinde yaşamasına izin veren bir evrimsel köken sağlamıştır insana.

İlk ev-kentlerin ve ilk köy-kentlerin de kimi bundan küçük ölçekli olması ve yerleşik-göçer yaşam tarzı arasında sözü geçen binyıllarda kezlerce ileri geri salınım yaşanmışlığı gerçekleri, günümüz temel devlet oluşumlarının bu süreçte sabitleştirilidği kanısını uyandırır. (Örneğin, bazı şeyleri güvenceye almak adına, çok fazla olanaktan taviz verilmesi durumu.)

Günümüz devleti, her ne kadar son 5.000 yıllık dünya sisteminde kezlerce yapısal dönüşüm geçirilmiş olsa da; yazılı, hukuklu, matematikli, ticaretli, savaşlı, kentli, dinli olagelmiştir.

Devletin büyük sayılar kuramına uygunluğu, onun aşağı yukarı olabileceği kadarını ve biçimini olmuşluğu çıkarsamasını bize yaptırmaktadır.

Devletin limitleri, ancak son 500 yılda, Yeryüzü’nün gerçekten tümüyle doldurulmasından beridir ortaya çıktı.

Aynı zamanda, günümüzde bile hala Yeryüzü’nün % 15-20’si insansız ve devletsizdir, en azından fiilen...

Görüldüğü üzere devlet tanımı baştan gözeneklidir, masif değil...

Kentlerin tarihini incelemek, bize devletin tarihini incelemek denli devlet hakkında açıkseçik bilgiler sağlar. Bugün limit tüm insan nüfusu kent oluşumuna tabidir. (Burada tarımla uğraşan ve 2. Sanayileşme kültürünü almayan kesimi, şimdilik tartışma-dışı bırakıyoruz; burada kastedilen, kent nüfusunun % 60 oranda olması ve köylerin de eski kentlerin üzerinde nüfusa sahip olabilmesidir.)

Yazı, yazının icadının 6.000 yıl sonra bile henüz insan nüfusunun % 50’sini etkin okuryazar kılamadı ve bu durum 21.Yüzyıl’da ümmiliğin lehine doğru evrilmekte.

Devletsizliğin kaos, başıbozukların talanı, sivillerin sivillere zulmü gibi durumları yaratması nedeniyle, fikren anarşizm bile, fiilen az da olsa devletçi kalabilmektedir.

Bu, devletsizlikteki kargaşa, yaramaz çocukların aile disiplininden kaçışına benzer bir metaforla anlatılabilir: Toplumsal yaşam öldürücüdür, ondan kaçabilenler ise, ondan beter bir öldürücülük durumu yaratmaktadır.

Çıkarsama: Devlet 5.000 yılda tam devlet olamadı.

Çarşamba, Mart 13, 2013

Alaturka Absürd Klip: Ceza ve Türk Marşı




Müzik absürd: Mozart’ın Türk Marşı.

Şarkı sözleri tam absürd (yarısı):

“Ya bir öne gel ya bir geri git ya da bana bırak hadi bu nasıl bir beat,
Bir gün kralsın, bir gün varsın, bir gün yoksun, bazen tok,
Bu nasıl bir gün, bu yeni bir gün ve de bana neşe verebilecek bir gün,
Her gün tekrar doğdum, bazen soğudum, kaçtım kendimden,
Birden fazla yorucu olur, dertler artar sorunu bulun,
Kimler çözmüş ki bu sorunu, bizler bulsak da bu soruyu,
Göremiyoruz, çözemiyoruz, bir ileri iki geri yürüyoruz hep,
Kimler gelmiş geçmiş sırlar var hep hiç çözülemeyen,
Dünden kalmış ne var acaba, çok tebrikler bulup alana,
Tam bir yapboz hayat acımaz, yoktur diyen bunu nasıl göremez,
Tabi göremez, bakamadı hiç, kafasını çevirip o yere gömer hep,
Birden fazla bundan varsa artık yandı hep,
İnsanlar insanlıktan çıkmış bazen gördüm gerçekten,”


Klip daha da absürd. Daha da ötesi anlamı yok / anlamdışı çoğunluk ki bu absürdlükten farklı bir şeydir, öyle sanılmasa da....

Sözler, görüntüler ve müzik arasında herhangi bir bağ yok. (Alamancılar’ınki dahil) Cumhuriyet dönemi alaturka yaşamın sık sık absürdleştiği vakidir ama bu denli anlamsız olduğu pek vaki değildir.

Vardığım kanı, Ceza’nın solistinin bunu katkı maddesiyle ürettiği.

Şimdi gelelim son absürde:

Bu klip, yılın klibi ödülünde son 5 klip arasına kalmış. İyi mi?


Demografik Topoloji


Nüfus hareketleri bir toplumu yoğurarak, onun yapısını değiştirir. Kültürel mayalanma ile yepyeni oluşumlara yol açar.

1877-1922 arasındaki dönemde 12 milyonluk Türkiye’de 3 milyon kişi dışarı gitti, 3 milyon kişi içeri geldi. Böylelikle cumhuriyet azınlık sorunu yaşamadı ama Kürt sorunu yaşadı. (Ayrıca bu süreç, tarihteki en büyük nüfus hareketlerinden biri olarak kayda geçti,  ABD’ninki daha da büyüktü.)

1960’larda benzeri bir oluşum yaşandı: 4 milyon Türk yurtdışına (temelde Almanya’ya) gitti. Bunun 3 milyonu hala orada. Kesin olmayan bir biçimde, 500.000 ila 1 milyon arası Alamancı’mız var ki bunlar daha çok genç kuşak.

1990’lardaki Doğ Bloku çöküşü sırasında da, Türkiye’ye rivayete göre 1 milyon işçi, 500.000 hayat kadını geldi.



Yoğrulma bitmedi sürüyor:

“Güler, 10 yıl içinde 124 bin 647 yabancıya ise Türk vatandaşlığı verildiğini kaydetti.

...

Önergeyi Erdoğan adına yanıtlayan Güler’in verdiği bilgiye göre toplam 354 bin 16 kişi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıktı ya da çıkarıldı.”


Yetişkin nüfusun % 1’i 10 yıl içinde döndürülmüş.

Bu arada Türkiye’ye her yıl gelen 30 milyon yabancı da, kültürümüzü yoğurmakta...

Bu sürecin süreceği ve sonul bir oturma için daha epeyi zaman olduğu saptaması havada kalmaz pek...

Yalnızca son 1 yıldaki Suriyeli göçü hesaba katıldığında, bu işin kayıtdışı ve yasadıışı boyutları da olduğu ortaya çıkar. Üstelik bu durumu, devletin kendisi yaratmış durumda.

Sonuç?:

1071’den başlayarak Anadolu’ya giren nüfus, yerleşik nüfusun belki yalnızca % 10’u idi ve biz onları uyruklaştırdık. Yaklaşık 1 milenyumda ortaya TC çıktı, şimdi onu da gömdük.

Demek ki 2071’e dek, uyruklaştırma daha çook sürecek gibi...

Salı, Mart 12, 2013

Kavramsal Çerçeve



Neo-Ekonomik Parametreler 28

25-30 NEP, Mart 2012 - Mart 2013 arasındaki 1 yıllık sürede yazılırken, tam bir kitaba bu denli kısa sürede ulaşılabileceği öngörülmemişti. Aynı zamanda kayan veri tabanı, kavramsal bir çerçeve oluşturmaya engeldi. Ancak minimal sayıda metinle elde edilen noktalamasal haritada, yeni paradigmanın konumu ve içeriği kabaca anlaşılır duruma geldi.

Öncelikle bu yeni bir durum ama olağan bir durum da aynı zamanda.

Burada ilk ve farklı olan şey, bazı yeniliklerin gerçekleştikleri anda, sıcağı sıcağına ve içeriden kaydedilmesi.

Güncelerde bir olayı o gün, 1 hafta sonra ve 10 yıl sonra yazdığınızda, çok farklı metinler ortaya çıkar. Bence bu ekonomide de böyle olacak.

Öncelikle, bu yeni ekonominin nereye kaydığı belirsiz ki bu zaten gelecekbilim ilkeleri açısından da makul bir durum.

Burada önemli olan şey, olup bitenin açıkseçikliği: Tarihte bir kez daha politik veya ekonomik hegemonlar hegemonyalarını kendi elleriyle katlediyorlar ve suçu otomatikman başkalarına (genelde birbirlerine) atıyorlar.

Tarihi yapanların tarihi bilmemeleri gibi, ekonomiyi yapanlar da ekonomiyi bilmedikleri (aslında bunlar oldukça farklı durumlardır) için, sonucu genelde kitlenin bilinçsizliği belirleyecek olacak gibi.

Burada şimdilik % 99 kastediliyor. 3., 4. ve n. dünyalar kastedilmiyor henüz. (Brezilya gibi yeni potansiyel hegemonlar da, eski usülden söylemle 2. Dünya olarak kabul ediliyor.)

Burada akışkanlar devimseli geçerli ama hangisi ve/ya hangileri o henüz belli değil.

Buradaki en belirsiz öğe, (organ nakli veya robot üretimi gibi)
novum bilgi ekonomisi öğelerinin, reel müstakbel ekonomik değerlerini öngörebilmek.

Bildiğimiz kadarıyla ekonomik tarihte, en büyük üretim metaları geleceği belirlemede ve toplumu biçimlendirmede etkin oldu. Şimdilerde de bu böyle gidiyor gibi.

Matematiksel modelimiz ise, küme kuramı. 1 öğeler sistemi olarak eski sistemden hangi öğelerin nasıl ve ne zaman eksildiği ile yeni öğelerin nasıl ve ne zaman devreye ne kadar girdiği, dinamik denklemlerin kurulmasını ve epistemik haritanın noktalanmasını sağlayacak.

Politik Abuksama: Baskın Oran




Abuk sabuk çok gördüm ama bu kadarını görmemiştim:

‘Türk Dış Politikası’ kitabının editörü Baskın Oran: “Eğer Kürtler ve onlarla birlikte 29 bölge özerk olmayacak olursa Türkiye felakete gider. Sadece Kürtlere özerklik verilmesi ise Türkiye’yi böler.”


Öncelikle Türkiye 29 özerk bölge için küçük bir ülke. Alanı hepi topu 780.000 kilometre kare. Eğer Rusya gibi 22 milyon kilometre olsaydık, Türkiye belki daha da çok özerk bölge kaldırırdı, çünkü Rusya hala boş topraklarla dolu.

Türkiye, devlet 5.000 yıl öncec ortaya çıkalı beridir herhangi bir bölgesinde herhangi bir halkın hak iddia etmediği bir bölge içermedi. Malumunuz biz, buraya hepi topu 900 küsur sene önce geldik.

Kürtler’in 5.000 yıldır burada oldukları iddiası boş, çünkü 5.000 yılda Anadolu’da saf kalabilmiş bir halk yok. Malumunuz melezler melezlenir, ortaya saf kan (halklar) çıkar ve sonra da adlandırılır.

Kürtler’in ırksal olarak kalıtını taşıyor gözüktüğü halklar da, buraya dışarıdan gelmiştir ve tam nereden geldikleri belli değildir.

Ayrıca, büyük olasılık Oran’ın listesinde olan Çerkezler de Anadolu’nun özgün halkı değildir, buraya sürgün ile Kafkasya’dan gelmişlerdir.

Osmanlı’nın 620 yılda 295 savaş yaşadığı (ve bunların epeyinin iç savaş olduğu) ve Anadolu’yu tümüyle tarihte ilk kez birleştirmelerinin 1300 değil de, 1600 sonrasına kalması bile bize yeterince ipucu veriyor.

Ayrıca, Osmanlı’nın koşutu olduğu beyliklerin tümü, tek bir devletin (Anadolu Selçukluları’nın) ardılıdır. Yine ayrıca, yine Osmanlı Fetret Devri’nde 10’un üzerinde parçaya bölünerek iç savaş yaşamıştır.

Şimdi bu koşullarda bir siyasetbilimcinin kalkıp da, böyle bir fetva vermesi için, hem sayı saymayı bilmemesi, hem de sopa yememiş olması gerekir.

Kürtler (en azından 1983 sonrasıki halleriyle) daima ayrı bir devlet peşinde oldu. Şimdi de öyleler.

Bunu kendi kanlarıyla kazanabilirler ama yenilirlerse, aman dilememeyi de bilmeleri gerekir, çünkü çok kolay ağlak yapıyorlar, pardon ateşkes ilan ediyorlar.

Bu nedenle, onlara ayakçılık yapanlara ‘ters mandacı’ demekten başka, içimden bir şey gelmiyor.

Dipnot: Bu Baskın Oran, 2007 seçimlerinde Kürtler’in milletvekili adayı olup, yine Kürtler’ce seçilmesi engellenen kişidir, onu belirtmiş olalım.

Pazartesi, Mart 11, 2013

Ekonomik Abuksamalar


Önkoyut: Kurallar, normların rasyonalitesine göre belirlenmiştir ve bu bir kavramsal çerçeve demektir. NEP, o kavramsal çerçevenin dışına kayılıp, yeni bir kavramsal çerçeve oluşurkenki sırada yazıldı (yaklaşık 1 yılda, Mart 2012-Mart 2013). Arz-talep denklemi gibi temel alanlarda bile, ekonomide bu türden paradigma kaymalarına yönelik, epistemik bir açık kapı vardır. Böyelilkle metinler, hem bir önceki, hem bir sonraki paradigmaya angaje edilmiş olarak panoramalanacak.

Kaos demek, abuksama ve yalpalama demektir. Ekonomik abuksamalar ve yalpalamalar da başladı...

Eski Ford tarzı kapitalizm biraz püritendi. En azından eline koluna mukayyet olmayı hedeflerdi.

Yeni dönem kapitalistler ve borsacılar epeyi bir abuksamaya girmiş oysa ki... Demek ki kuşak farkı burada da geçerli...

Chavez öldü, böyle oldu:

“Bunun altında yatan temel etken ‘Chavez ölecek, Venezüella yine bize kalacak, paylaşacağız’ beklentisinin yatması.”


Hadi, bunu geçtik. Vietnam’a neden yatırım yapılıyormuş peki?

“Borsasındaki bu hareketlenmenin gerisinde yatan temel faktör ise, yabancı doğrudan sermayenin ülkeye gelmesi beklentisi. Akım başlamış ve devam etmesi de bekleniyor.”

Hayaller, beklentiler... Ne günlere kaldık...

Eski faşist püritenler, bu hayalleri kendileri yaratırlardı.

Şimdi aç tavuk, buğday ambarı hayali kuruyor.

Bu türden ekonomik abuksamaların artması, hem bilindik oyun kurallarının ortada kalkışı ve muğlak bir ortama girilişi, hem de oyunun kurallarına uyacakların kafalarının muğlak / kıyak oluşu nedeniyle...

Bu abuksamaların diğer bir örneği için, kraldan çok kralcı ekonomi yazarı Deniz Gökçe’nin Chavez’in ölümü konusundaki metnini okumanızı öneririm.


Dipnot: Ekonomik olmayan bir abuksama da, Ahmedinecad’ın Chavez’in annesine taziye sarılmasının İran’da infial yaratması...


Alaturka Protest: Ahmet Kaya Örneği




Alaturka protestin temel 2 özelliği vardır:

Bir: ‘Şakkada şukkada’ göbek atma havası gevşekliği.

İki: ‘Böagğhh’ acı çekme havası gevşekliği.

Buna Ahmet Kaya parçaları örnekleri:

Bir: ‘Mahur’, ‘Saza Niye Gelmedin?’, ‘Amanın Minnoş’.

İki: ‘Kafama Sıkar Giderim’, ‘Penceresiz Kaldım Anne’, ‘Ağladıkça’.

Sorun, bunların varlığı değil, bunların abartının abartısı bir biçimde kullanımıdır. Daha da önemlisi, bunlar çıkarıldığında, geriye hemen hiçbirşey kalmamasıdır. (Örneğin ‘Merhaba’, folk-arabesk çizgide kalmakta.)

Sorun, bir müzisyenin ve yüzlerce eserinin bu denli basit 2 kategoriye sıkışıp kalabilmesidir.

Cumartesi, Mart 09, 2013

İnsanlar İnsancıklar: Hüseyin Kuzu Güzellemesi



Bir Türk senaristin otobiyografisi için nehir söyleşi...


Başlık kendini yazdırdı. Söyleşinin tamamını okuyunca, nedenini anlayabilirsiniz.

“O yıllarda çok fazla öğrenci öldürülüyordu. İki üç günde bir mutlaka bir cenaze olurdu. Tufan’la ikimiz bu cenazelerin çoğunu fotoğrafladık. Bu arşivi daha sonra çıkardığımız ‘Yeni Gündem’ dergisinde verince herkes çok şaşırmıştı. Dönemin yaşantısına uygun, her yerde kolayca sergilenebilecek bir format bile geliştirdik. Sergi bir klasöre sığıyordu. İstanbul’dan başlayan sergi kendiliğinden Anadolu’nun kent ve kasabalarına gidiyordu. Bir zaman sonra biz de izini kaybediyorduk ama duyuyorduk ki klasör yolculuğunu sürdürüyordu. Okuldaki hocamız Mehmet Bayhan, İFSAK’ın kurucularındandı ve bizim kulüple yakından ilgileniyordu. Oldukça da iyi fotoğraflar çekiyordum ama giderek daha çok sinemaya ilgilenmeye başlamıştım. Mehmet Bey beni son kez, ‘Önce iyi bir fotoğrafçı ol. Sonra sinemaya geç. Böyle yaparsan ilerde maddi olarak zorluk çekmezsin’ dedi. Onu dinlemedim ve zaman onu haklı çıkardı. Daha sonra onun dediğini yapmaya çalıştım ama artık çok geçti.”

Ne kadar çok öykücük içiçe...

O nedenle biz 1968’liler ve 1978’liler, özgürlüğü gerçekten yaşadık diyebiliyoruz ve o nedenle bizler çok gühankarız, bu özgürlüğü TC’den silip attırdığımız için...

Kendi hesabıma, zamanında verilen önerilere yaşamım boyunca  raslayamadım. (Raslasaydım, öğütlere uyar mıydım, ayrı konu.) Böylesi bir öneri, çok işime yarardı. Zamanında yani...

Bir Türk’ün bu denli geniş spektrumlu bir biçimde çokdisiplinli olması, hele 1980 öncesinde pek duyulan bir durum değil.

Yine de tuhafıma gidiyor. Böylesine yaratıcı bir kişi, kendini Yeşilçam batağına nasıl gömer diye...

“Bir gün Beşiktaş iskelesinde tesadüfen derginin ilk sayılarının birinin kapağında, Murat Belge’nin ‘12 Mart Romanı ve Sevgi Soysal’ üzerine bir başlığını görüp aldım. Edebiyatı yakından takip ediyordum. Eve gidip yazıyı okudum ve anlamadım. Kendi kendime anlamadığım için sinirlendim. Yazıyı birlikte kaldığım arkadaşım Salih’in önüne koyup, ‘Şu yazıyı bir okusana. Allahaşkına ben neden bu yazıyı anlamadım’ dedim. Okudu ve ‘Tarihten bahsediyor!’ dedi. ‘O kadarını ben de anladım ama neden bu yazı aklımda kalmıyor’ dediğimde, “Çünkü soyut ve teorik” dedi. Dolayısıyla soyutlama yapmayı bilmediğimi fark ettim.”

İşte yanıt bu: Türkler’in soyutla imtihanı (tam Ulus Baker deyimi gibi oldu). Tabii, o soyut Yeşilçam’da ne arayabilir, oldukça absürd bir konu olarak kalmakta... (Yine de, Çetin Altan’ın ‘Mor Defter’ini, her nasıl olduysa aynı zamanlarda Yılmaz Güney filme çekmiş olabilmekte...)

“O zamanlar hep ‘entelektüellik’le suçlanırdık ama özellikle bilen bilir ki ‘iç savaş’ tezi yüzünden, hep somut alanda vardık. Çoğu kişi bize, ‘Birikimci’ demek ister, biz ise bunu ret ederdik. Ama biri gelip de, ‘Ben Birikimci’yim’ derse, o zaman da anlardık ki o arkadaş bizden değildi!”

Birikimcilikle suçlananlardan biri olarak, durumu tümüyle anlıyorum, duyumsuyorum da...

Artı yine, ne denli çok öykücük içiçe... İşte bu bizim hikayemiz ama öyle saf ve öyle temiz falan değil...

Absürdün absürdlenmesi tam alaturka bir anekdot...

“Yani, yazıp çekilecek ve film haftasına gösterime yetişecek… Olacak iş değil… On parmak yazan birisi zaten yazılı bir senaryoyu on günde zor temize çekebilir.”

Tüm Yeşilçam söyleşilerinde, orada işlerin nasıl rasgele yürüdüğü anlatılır. Tam kara düzen yani. Yeşilçam’ın rengini veren belki budur ama sınırı da çizen budur. Bu denli yaratıcı olan, metin konumuz öznenin de sınırını bu işler çizmiş. Ilık sularda yitip gitmiş.

Dipnot: Güzeleme dizisinde yazılanlar, daha çok çirkinleme gibi görünse de, metin içinde sözü edilen soyutlama düzeyini birkaç derece ileri alırsak, bunların güzelleme olması öne çıkar: Kendi limitlerini kendi kafasına kendi çakan küçük insanlar, yani küçük insanlar dizisi, ancak bu kadar güzelleme alır ama ondan sonra da Türk sineması ve/ya Türk sanatı falan tanımlı olamaz...

Ekonomik Sivil Kargaşa



Bu tür olaylar hep yaşanageldi ama günümüzdeki dalga, tarihte ilk kez anında kayda geçen sivil kargaşa dizisi olmakta...

Yamyamlık elde var bir...

Sivil talan dalgası elde var iki...

“Ekonomik darboğazda bulunan Yunanistan'da, gelirleri azalan vatandaşlar, geçimlerini sağlayabilmek için çeşitli iş yollarına başvururken, ülkenin birçok yerinde daha önce görülmeyen ilginç hırsızlık vakaları da yaşanıyor. Hırsızlar son dönemde ünlü yazar ve şairlerin heykellerine merak salarken, Gümülcine'de yakın zamanda bir ineğin arka ayaklarının çalınması duyanların kanını dondurdu.

...

Batı Trakya'da ise, Gümülcine kentinde de yaşlı bir kadının bahçesinde baktığı inek aç hırsızların saldırısına uğramıştı. Bahçeye, gece saatlerinde girdiği tahmin edilen hırsızlar, ineği öldürmeden kestikleri arka bacaklarından birini alarak kaçmışlardı.”


Önemli bir ikili-durum var: Bir pasta peşinde koşanlar var, bir de ekmek peşinde koşanlar...

Müzeci ve seyyar kitapçı olduğum ve kültür metaları da, en azından son yıllarda hırsızlık malların rağbette olduğu bir pazar oluşturduğu için, alt(N)-lümpen proleteryanın hırsızlık tercihleri sıralaması, çok yakından gözlediğim bir olgu.

Bu Yunanistan olgusunu tamamlayan bir olgu daha var:

Bir numaralar yüz numara düzeyine inmekte ve çok az bazı yüz numaralar da (çoğunluk geçici olmak üzere ki bu dolar milyarderi sıralamasının değişmesini akla getiriyor, yani her zaman bir numara olmuş yüz numaralar var ama aynı kişiler değiller) bir numara olmakta.

Örneğin, Türkiye’nin en büyük galericisi, her pazar Dolapdere bit pazarında sokak ve öğrenci resmi kovalıyor. Ve tersi de: Bu ülkede hiç kimse hiçbirşey bilmediği için, bir hurda kağıtçı elli bin dolarlık resmi çöpten bulup ederine satabiliyor. Ha, ikincisi 25 yılda 1 oluyor ama oldu bile çoktan...

Bu ‘ayakların baş, başların ayak olması’, yani sınıfların yer değiştirmesi konusu, marksist tarihçilerin, hatta geleneksel toplumbilimcilerin hiç dikkat etmediği ve üzerinde çalışmaya tenezzül etmediği bir olgu.

Gerçek şu:

1960’lardan beridir dünya alt üst olmakta. Çin 40 yılda 50 yıllık yolu kat etti ve aştı bile... İngiltere ise tam tersine 350 yıllık yolu tersine kat etti ve eski 1 numara iken, şimdiki 10 numaradan 100 numara olmaya doğru tam gaz ilerlemekte... Her 2 toplumun yapıları da darma duman olmakta...

Walter Benjamin ve Johan Huizinga bize şunu öğretti: Gündelik yaşamın kültürolojisi, devrimleri ve karşı-devrimleri çok rahat açıklayabilir. Yeni bir orta çağa giren tarih de bu türden olguları çok sık yaşamaya başladığı için, şeytan ayrıntıda, devrm gündelk yaşamın rezilliklerinde saklıdır.

Evet, sözü oraya bağlıyoruz: (Ekonomik çöküşten sonraki son 2-3 yıllık) Yunanistan olguları dizisi, bize günümüz devrimlerinin ve karşı-devrimlerinin ipuçlarını anı anına, sıcağı sıcağına sunuyor. Ayrıca, tarihte daha önce de rönesansın ve engizisyonun birarada yaşanmışlığını ve 1968’lilerin araba sahibi olmak uğruna, emekliliklerini yitirişini hiç mi hiç unutmuyoruz.

Masum insanlar için, bir öğütle sözümüzü bağlayalım: Ya talan edilecek malın olmayacak, ya da onu çok iyi saklayacak ve kumda yürüyüp iz bırakmayacaksın, yani insanlar senin ne sahibi olduğunu bilmeyecekler.

Yoksa, gitti kelle... Ya talan katliamı, ya yamyamlık...

Elde var üç de, neo-ekonomik parametreler ki onlar katman katman yayılmakta ve geleceği oluşturmakta...