Cumartesi, Ağustos 31, 2013

Savaş Zengini Türkiye

Rahmetli Özal, 1991 Irak Savaşı’nda, 1 koyup 3 alacağız diye, bizi 100 milyar dolar içeri sokmuştu.

Şimdilerde de, onların artçı depremi olduğunu kıvançla ifade eden AKP de aynı yola girmiş:

Türkiye yeniden inşada önemli rol alacak

Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, ‘İnşallah Türkiye, Suriye'nin bu problemlerden kurtulmasından sonra, yeniden inşa sürecinde çok önemli rol alacak’ dedi.”


Yıkarız, sonra yeniden yaparız, üste de para alırız.

‘Alan da gaçan’ mantığı, köylü kurnazı ve şark zihniyeti.

Onu sana yedirirler mi?

Irak’ta 2 kere yedirdiler mi?

Sana etleri ayıklanmış kemiğin iliğini emmeyi bırakırlar yalnızca. Sen de, Müslüman kanı içen Müslüman olarak tarihe geçersin böylece.

Bravo, bravossimo...

Tamam, neo-liberalizmin çıkış mantığı bu. Tamam, sen ancak 3. etap çocuğusun. Ama sıkıyorsa, git de Vatikan’ı yıkıp yeniden yap, İsrail’i yıkıp yeniden yap.

Vah Türkiye vah.

Vah İslam vah.

Hristiyanlar’ın ve Museviler’in yardakçısı olmak ha.

Tarih, bunları bir bir yazıyor kardeşlerim. Kendinize döktürdüğünüz takıyyeleriniz tarihe sökmüyor.


Yeni Ortadaki Sandık: Gökkuşağı ve Twitter

Eski bir tekerleme:

“Ortadaki sandık

Öpe öpe usandık”

Aslanım Gökkuşağı, bir sen eksiktin incilerinle:

Yeni Sandık: Twitter

...

Lafım hem Gezi'ye, hem Saraçhane'ye: Şu ‘zeka’yı aramızdan çıkarsak, konuşmak daha kolay olacak.”


Çıkarın çıkarın, beyin sizin neyinize zaten?

Yüreğiniz var, mideniz var, belde aşağı çeşit çeşit organınız var ama beyniniz yok işte...

Neneleriniz de, anneleriniz de öyleydi zaten. Devrim için bilgiyi ve zekayı, yani beyni gereksiz görürlerdi. Kitap okuyanlara, ben dahil olmak üzere, eziyet ederlerdi. ‘Entek’, 1980’den önce de bir hakaretti.

Dedim ya, Geziciler, Gökkuşağıcılar, yeni moda herkes herkes, her farklılığı ve yeniliği, örneğin interneti ve muhalefeti kendilerinin icat ettiğini, ABD’yi kendilerinin keşfettiğini sanmakta. Devekuşu gibin kafasını kuma gömmekte. Söylenenleri değil, kafasındakileri dinlemekte.

Sonra da ın ın ınınınn, iktidar bunları ham yapmakta ki yine öyle olacak, azz soonraaa...

Ammaa ne gam, bunlar da dedeleri gibi: Dayak yedikçe, kendini daha haklı hisseden müritler gibiler.

Bitmeyen kavga bitmez ammar, gelecek hep gelir ve uzun sürer, biz hep buradaydık, göründüğü kadarıyla artık bundan böyle öldükten sonra da burada olacağız. Sen git reklamcılık ve dizicilik oyna, çocuk peydahla, evlen boşan, ev al, Gümüşlük tatili yap, vd, vb...


Cuma, Ağustos 30, 2013

İngiltere Terfi Etti ama Ne Kadar?



İngiltere, 2001’deki maymunun kuçuluğundan terfi etti ama nereye acaba?

“İngiltere'de Avam Kamarası, Suriye'ye yapılacak olası bir askeri müdahaleye katılma önergesini reddetti.”


Bir: Bush’a destek veren hesapça bir sosyalistti. Şimdi hayır diyenler ve totoyu yatıranlar da sosyalist ama parti aynı parti. İngiltere’de partiler bizdeki gibi 10 yılda bir mantar gibi üremezler. Hatta bazı vekiller ömür boyu, hatta kuşaklar boyu vekil kalır. ‘Lordlar Kamarası’ ya, bizim Renda familyası gibi bilmem kaç kuşak kamaraya yerleşirler ve çıkmazlar.

İki: Gösterdim ama vermedim yerine, göstermedim ama verebilirim gibi de değil gibi yani. Sonuç belli olmaz sonuçta.

Üç: Cameron şöyle demiş:

“Obama’dan özür dilemek zorunda değilim”


Eee?

Ekonomin 3 günde düğümlenince ne yapacaksın? Dünya’nın en borçlu ve ekonomisi en berbat ülkelerinden birisin. G-7’liğin göstermelik yalnızca. Belki 10.’sun, belki değilsin.

Yani.

İngiltere terfi etti ama asansör takım olmaya aday.

Tükürdüğünü yalar.

Yalamaz yalatırlar.

Kıvırttırır: ‘Ben öyle demek istememiştim’ der. Dilin kemiği yok nasıl olsa.

Vb, vd...


Türkiye’de Sigortalı Niyazi’ler

AKP’nin 3. etap neo-liberalizmi utançla sunar:

“Türkiye'de sigortalı çalışan sayısı, son 5 yılda 3,8 milyon artarak 12,3 milyona ulaştı. Bu dönemde, turizmdeki sigortalı çalışan sayısı da 277 binden 902 bine yükseldi.”


Nüfus kaç kişi?

78 milyon.

Çalışabilir nüfus kaç kişi?

60 milyon kişi.

Çalışanların yüzde kaçı sanayide ve hizmette?

% 75’i.

Yani:

Sigortalanabilir veya sigortalanması zorunlu insan sayısı 45 milyon kişi eder.

Sen kalkıp, hayatında hastane kapısından içeri girmemiş ve girmeyecek milyonlarca işsize zorla sağlık sigortası ödemesi dayatacağına, önce çalışanların sigortalı olmasını sağla. Devlet olarak bu senin anayasal görevin. O işsizlere bedava sağlık hizmeti sunmak da öyle.

Ha, bir de ek olarak sendikalı sayısını verelim:

960 bin.


Sen çalışanın hakkını savunma, sonra oyverenlerini milyarlarca liraya besle, o paralar da o önünü kestiğin sigortalıların vergileriyle ödensin.

Müslüman takıyye hesabı bu canım: Vatandaş parasıyla, oy satın alma.

Yersen.

Savaş da kapıda.

Yine yersen.

İşi bırak, Niyazi ol: Sigortayı napçan, cennette yerin hazır nasıl olsa.


Perşembe, Ağustos 29, 2013

Birikim’den Tükenim’e

Bunun başlayışını onyıllar önce, o dergiyi kuran Murat Belge’de izledik ilk, entellektüel ve kültürel tükenim olarak. (Dekadans değil (o da var ama konumuz o değil), pili bitme ama oyundan çıkmama kaprisi olarak.)

Nesnel çözümleme: Onun statülerinin, rollerinin ve pozisyonlarının (çelişki değil, negasyon değil) terslik dizisinin onu damla damla sonra şarıl şarıl tüketişini, o bir kitap müşterisi, ben de bir kitap satıcısı olduğumdan dolayı, adım adım bizzat izledim. Belge, öyle bir veri tabanıyla başlamasına karşın, negasyonunu yitirdi ve kendine uymayan bir sürü pozisyona girdi.

Şimdi sıra neo-Birikim hempalarında gibi görünmekte: Rahmetli Ulus Baker’in zihinsel keşmekeşinde izledik bunu başta, sonra ona körün ölünce badem gözlü olmasını uyguladılar.

Türkiye’nin tarihçesinin şematiği çok basit: 3 adam + 3 darbe + 23 liberalizm = 90 yıl = 1923-2013.

Tabii, bu basit şematiği uygulamayınca, körde badem gözden ötesini de görmeye başlıyorsun. Örneğin, Geziciler’de devrim dahil herşeyi.

Birikim’den ve Fırat Mollaer’den alıntı ve yorum sırası ile gidecek:


“... politik-toplumsal olayların estetiği diyebileceğimiz bir ilke gereğince, hiçbir tarihsel olay ‘saf’ nesnel gerçekliğiyle ‘yansıtılamayacağı’ndan, yorumda kaçınılmaz bir öznel öğe olarak varolur abartma.”

Of of of, bu ne post-modernizmdir. Nesnel saptama yapamıyorsan, saptama yapma bilader.

Saf nesnel gerçeklik bir koyuttur, veri tabanına göre değişir. Ancak, belli bir kavramsal çerçevede işe başlamışsan, nesnel gerçekliği onlarca modelde inşa edebilirsin. İstisnasal olarak, tarihsel büküm noktalarında geçici olarak epistemik kaotik girişim saçakları olur. İşin ilginci, öyle bir dönemde olmamıza karşın, bu konuda o bulanıklık yok. Gezciler’in ne halt olduğu, bu olaya girmelerinden önce de belliydi, ara ateşkes döneminde de belli. Bilader, devrime Gümüşlük tatili arası vermezsin, Taksim ağacı konusu, medya geştaltlı diye hobarey hobarey oraya gidip de, 3. Köprü için direniş için tatilde olmazsın da.

“Direniş, hâlen devam eden olayların sıcaklığı içinde, önemini pekiştirecek (kavramsal) ‘aura’sını henüz kazanamamıştır doğal olarak.”

Bu kavramsal hale, Benjamin’sel anlamdan çok, post-modernist anlamda kullanılmış. Benjamin’de ontik olan önemlidir, post-modern olanda imaj, yani yanızca hale önemledir.

Ha, onu geçelim, neden öyle gibidir?

Çünkü, Suriye Savaşı konusu, medya geştaltı açısından, babalar gibi daha parlak halelidir de ondan. Baksanıza satılık medya bile, ABD yalanını baştan yazdı. Savaş başlamadan zarar yazdı bile.

“Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, bu tür politik-toplumsal hareketler, teorileri sınamak üzere somut bir temel sağlarlar; ...”

Hayır canım, tam tersine, yeni kuramlar kurulmasına yararlar, çünkü eski kuramlar sizlere ömür olur. Tabii bu zihniyet tüm 1968’liler de ve 1978’lilerde hala var, eh onların genetik ve kültürel çocuklarında ve torunlarında da var demek ki: Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur, tam 150 yıl, dile kolay: Tanzimat’tan ve Hegel’den beridir.

“Life Style’ iddiası...”

Onun adı o değil, onun adı ‘salaktivist slaktivizm’.

“Onur: Direnişin anlam Kaynağı”

Vah vah vah. Bu arkadaş ‘Bitmeyen Kavga’yı duymamış sanırım. O romana göre, gençler onursuzca direnip ya ölürler, ya da kaçarlar. Geziciler’den 5 öldü, 1 milyon kaçtı. Sonra da, romanda ve burada olduğu gibi, ihtiyarlara epistemik patoloji uygulaması kalır.

“Mekanın Poetikası”

Meali: Abi, Taksim’de ünlü olduk, tekerimize taş koyma yav. Kim Karadeniz ormanlarında ayılar tarafından öpülüp, TV haberi bile olmamayı ister ki?

“En Dolaysız Politik Sahne Olarak Mekân”

Mealin meali: En Dolaysız Politik Sahne Olarak Beyin. Tabii bunlarda o yok, şeyselleşip yerine bir totem koymaları gerek, onlar da Taksim’i koydu işte.

“Bu estetik-politika, yereli bir deneyim mekânı, yereldeki deneyimi de praksis imkânı olarak değerlendiren bir perspektifle beraber de düşünülebilir.”

Meali: Abi bırak, ben Kürt işbirlikçisiyim yav.

Yazık: 1963-2013. hala eksi zeka, hala eksi bilgi.

Yazık: Başkalarını da kendileri gibi sanıyorlar.

Yazık: Verdikleri zarara...

Yazık değil: Nahan da, kayda girdiniz layn, canlı yayındasınız. Tarihin entellektüel asalakları olarak tarihe geçtiniz, iyi mi?


Çarşamba, Ağustos 28, 2013

Beyaz Fil ve Timur'un Fili



Beyaz fil, değerli ama nakte çevrilemeyen ekonomik değerler için kullanılan, gerçek beyaz fillere sahip olmanın tarihçesiyle ilintili bir deyimmiş.


Timur’un Fili ise, Nasreddin Hoca fıkrası olarak, aynı mealde ama hem prestijli, hem de üste para verilen ekonomik değerler için, kullanılır. Sonuçta, fili geri vermeye giderken köylüler kaçınca, Hoca Timur’dan 2 fil daha ister ve köy ekonomisi tam sizlere ömür olur: TC gibi yani.

Bu beyaz fil öyküsü, şuradan geldi:

“7 Eylül günü Buenos Aires’te karar ne olursa olsun olumsuz karşılanacak. Yani savaş durumundaki bir ülkeye (belki de içinde) 2020 Olimpiyat Oyunlarını verseler dahi, kırılganlıklarımız azalmayacak, artacak. Çünkü giderek maliyeti artacak bir yatırım bütçesi gerektiren ve ülkeye sanıldığı kadar kazandırmayan bir işle (Beyaz Fil) baş başa kalacağız.”


Timur Fili öyküsü de hemen benim aklıma geliverdi işte.

Önce bir şerh:

Tayyip iktidarına kafa tutabilen tek medya kanalı, Fethullah’ınkiler. Sonuçta, her ikisi de birbirine yakın güçte. Bunu belirtmemizin nedeni, Tayyip’i eleştiren Fethullah kanadı olunca, doğruları yanlış kişilerin veya odakların dile getirmesinin sakıncaları ortalığa dökülüveriyor ama bunu yalnızca imlemek istedik o kadar. Bu metnin konusu başka.

Şinciik, Suriye ile savaş konusu ekonomik açıdan, beyaz fil mi, Timur Fili mi, yoksa daha kalın bi şii olarak Gigantozor Fili falan mı, onu henüz bilemiyoruz ama kesin bildiğimiz şey, en son 1991 Savaşı’nın bize maliyetinin, 1 koyup 3 almak isteyen Targıt nedeniyle, 100 milyar dolar olduğudur. Demek ki kafadan 500 milyar dolar zarar yaz Tayyip Abi’me şimdiden peşinen.

AKP, 3 seçim kazanıp da, kendini gönüllü gömen ilk iktidar olarak tarihimize geçti sayılır şimdiden. (DP’yi ordu gömmüştü.)

Tamam, adamların bahtı 2011’den beridir kara ama bilader onlar da yangına benzin döküyor valla.

Onları boşverelim, nasıl olsa bir yolunu bulup tüyerler. Bendeniz, halkımıza gülüyorum şimdiden. Targıt abi ve Tansu Abla, bize kalın mı kalın 2 otoyol döşedi ama halkımız kazığa henüz doymamış gibi görünmekte. Ekmek 5 TL, otobüs bileti 5 TL, avro 5 TL olunca ne yapacaklar acaba?

Müstehakız, daha beterine de müstehakız.

Neo-liberalizm şekerinin kazığı, şekerinin 10 katı idi. Tüm şekeri yediler, tüm kazık geriye kaldı (yani biz garibanlara). 2013’ten bakınca, 2023’te iflas etmiş bir TC görebilmekteyim Nostradamus Dede, ne diyorsun bu hususta?

Tabii bu durumda, ahlaksız haberci Zaytung’un, Anadolu’dan bi çıkma ama gerçekte bir daha nah geri gelme senaryosunun hayata geçmesi azz sonraaa gibi olmakta...

Beter olun layn...


Salı, Ağustos 27, 2013

Devlet Fonları

Veriler şunlarmış:

“Körfez ülkeleri arasında en büyük servet fonuna Suudi Arabistan'ın sahip olduğu ortaya çıktı. Krallığın fon hacmi 641 milyar dolara ulaşırken, Birleşik Arap Emirlikleri'nin yönettiği devlet fonunun değeri 397 milyar doları buldu. Yerel medyanın Moody's yatırımcılar servisine dayanarak verdiği habere göre, servet fonunda üçüncü sırada 395 milyar dolar ile gelen Kuveyt'i 175 milyar dolarlık fonu yöneten Katar takip etti. Umman'ın servet fonunun değeri 14 milyar dolar, Bahreyn'in ise 11 milyar dolar olarak tahmin edildi.”


Demek ki neymiş?:

Bir:

Dünya’yı Yahudiler yönetmiyormuş. Eğer Araplar (şeyhler / emirler), paralarının yönetimini Yahudiler’e bırakmışsa, çifte kavrulmuş olmayı hak etmişlermiş.

İki:

Birinci sırada hala Çin (2 trilyon dolar) ve ikinci sırada hala Norveç (1 trilyon dolar) varmış.

Üç:

İran bu hesaba göre, Katar-Kuveyt arasında, 200-400 milyar dolar arasında bir fona sahip olabilirmiş.

Dört:

Tüm bu paraların toplamı, ne mafyanınkinin, ne de beyaz kara paranınkinin (kayıtsız zengin parası), yani 32’şer trilyonun yanına bile yaklaşamamış.

Beş:

Dünya’daki tüm ekonomik krizlerin nedeni bu paralarmış. Çünkü, parayı yöneten (özel veya tüzel kişi) kim olursa olsun, bu para ekonomik açıdan rasyonel davranmıyor. Soros gibi biri bile, kapris için, sterlini devalüasyona sürükleyebiliyor.

Bu durumda:

Bir:

Hem devlet, hem de kişi paraları mafyöz davranıyor demektir.

İki:

Borsa manipülasyonları dışında bu para, reel olarak para kazanamıyor demektir, çünkü dünyada pozitif faiz kalmadı gibi. Bu paranın irrasyonel davranmasının bir nedeni de bu: Zaten zarar edecek para, birilerine zarar vermeyi tercih eder gibi. Artı borsa, mafyöz para olmuş gibi oluyor.

Üç:

Dünya’daki toplam görünen ve görünmeyen boştaki para, ekonomik dolanımdaki paradan çok fazla olmuş. Bnun şu anki ve eğer vardıysa tarihteki örneklerinin o zamanki ekonomik etkileri çalışılmış bir konu değil henüz. Ancak, hem reel kazançsızlık, hem de toplam bilançosal dengesizlik, irrasyoneliteyi yaratmış bile gibi.

Dört:

Tüm bu durumlara karşın, üstüne bir de neo-liberalizmin üstün güç ile kanırtması var iken bile, devlet politikalarının hala dolar milyarderlerini bir günde gömebilmesi, tersine bir ekonomik etki. Artı devletler, istediklerini batırırken, isediklerinin zararlarını kendi (yani vatandaşlarının) ceplerinden ödüyor.

Beş:

İşte tüm bu panorama, azalan girdilerin azalan global kümülatif birikim gerçeğinin bir modellemesi olabilecek gibi. Böylesi bir yapıda para tabii ki buharlaşır gider. Örnekse, son 6 yılda ABD ve AB tarafından piyasaya sürülen toplam 2 trilyon doların en az % 75’i sıfırlandı bile çoktan. Yoksa, piyasadan hepi topu 100 milyar dolar çıkınca, ekonomi böyle sallanmazdı. Şerh: 100 milyar doların girişi ile, aynı 100 milyar doların zamansal ardışık çıkışı, bir tersinir-simetrik-eşit etki yaratmamış demektir aynı zamanda ki bunun açımlanması birden çok biçimde olabilir.

Son konu momentini açımlamayı başka bir metne bıraktık.

Nokta.


Pazartesi, Ağustos 26, 2013

Marx ve Anarşistler




Paul Thomas, Ütopya Yayınları, Çeviren: Devrim Evci, Ekim 2000, 444 sayfa.

İçindekiler

Önsöz
Teşekkür
Kaynakça Üzerine
Giriş

Birinci Kısım : Temeller

Hegelci Kökler
Bireycilik ve Bireysellik
Geçmiş ve Şimdi
Devlet ve Sivil Toplum
Başarısızlık: Savaş
Başarısızlık: Sefalet ve Yoksulluk
Yabancı Politik
Marx Bauer’e Karşı: ‘Siyasal Kurtuluş’
Marx’ın Devlet Kuramına Bir Bakış
Marx Bonapartizm’e Karşı: 18 Brumaire ve Ötesi
Marx’ın Devlet Kuramı: Bir Özet

İkinci Kısım : Tartışmalar

Marx ve Stirner
Egoizm ve Anarşizm
Stirner, Feuerbach ve Marx
Devrim ve İsyan
Yoksulluk, Suçluluk ve Emek
İşbölümü
Bireycilik ve Bireysellik
Özfaaliyet ve Komünizm
Marx ve Proudhon
Proudhon: Çağın Aforozlusu
İlk Karşılaşmalar
Antrakt: Kopuş
‘Felsefenin Sefaleti’ ve Ötesi
Anti-politika Politiği
‘Küçük Burjuva’ Teriminin Kullanımı Üzerine Kısa Bir Not
Marx, Bakunin ve Enternasyonal
Bakunin Öncesi Enternasyonal
İşçi Sınıfının Servüvenleri: Marx ve Proudhon’cular
Bakunin Efsanesi
Kardeşlik, Birlik ve İttifak
Basel’den Lahey’e
Enternasyonal: Bir Otopsi
Marx ve Bakunin’in ‘Devlet ve Anarşi’si

Sonuç
Notlar
Yararlanılan Çalışmalar
İndeks

·          

Marx

Marx, beni hep şaşırtmıştır: İki milyar kişi, böyle bir zihnin peşinden nasıl gider, diye... Bunu söylemekle yetineceğim.

İdealizm / Ütopizm / Metafizik

Marx bir idealistti. İnsanları, maddenin değil, düşüncelerin kurtaracağını öngörüyordu. Burada, birden çok kez kendiyle çelişiyordu. İlkin, kendisi bir materyalistti, ya da öyle sanıyordu, ya da öyle öne sürüyordu. İkincisi, bir yandan açlığın iyi düşünmeye engel olduğunu biliyor, öte yandan tokluğun da iyi düşünmeye yetmediğini ucundan kıyısından gözlüyordu (kendisi ise, açken bile düşünebiliyordu). Üçüncüsü, insanların düşünmeye hiç mi hiç gereksinim duymadığını görmezden geliyordu.
Marx, bir ütopistti. Bir cennet düşlüyordu. Cennetlerin değişmezliği ile, devrim sonrasının değişirliğine ilişkin bir şey öne süremedi.
Marx, bir metafizikçiydi. Kendisinin peygamberi olduğu bir din / dogma yarattı. Buna, ‘megalomanik bir ego-sentrisizm’ ve ‘para dini’ demek yanlış. Kitleler, biraz da peygamberlerini kendileri yaratırlar. Bırakın ümmileri, Avrupa tarihinin en zeki ve en bilgili insanları bile onun peşinden koşturdu. Eh, mürit olunca, din de olur elbette…

Diyalektik

Diyalektiği Marx yaratmamıştır. Ondan önce Hegel, ondan önce Eski Yunanlılar, ondan önce Eski Çinliler, onu üç benzemez olarak yaratmıştır ve durum biraz da ‘körün fili tarifi’ne benzemiştir.
Marksist diyalektiğe üç ilke ‘a priori’ verilir: Karşıtların birliği, çelişme ve çatışma, sentez.
Nicel birikimler nitel değişimler yaratır, denir. Yanlıştır: Nicel değişimler kendiliğinden nitel değişimlerdir. On üzeri on gram hidrojen bir bulutsu, on üzeri yüz gram hidrojen bir yıldızdır.
Çelişme ve çatışma sentez yaratır, denir. Yanlıştır: Dekadans da olabilir ki çokça olan budur. Sav ve karşısav, altöğelerine bozunabilir. Sentez, aşının bitkiye tutmaması gibi, kültüre tutmayabilir ki ilk makinelerin 12. Yüzyıl’da yapılıp, 18. Yüzyıl’da yaygınlaşması ve kalıcılaşması buna örnektir. Son 50 yıldır da, 2250 civarında tamamlanabilecek olan 2. Sanayileşme’nin ‘informatikleşme’ ve ‘kognitifleşme’ öğeleri kültüre tutmuyor.

Proleterya Diktatörlüğü

Kalıcı (ve geçici de) düzen olarak, bir diktatörlüğün alternatifi başka bir diktatörlük olamaz. Diktatörlük, şiddet ve zulüm demektir. Hiçbir marksist, bu konuda çözüm öne sürmez. Yüzyıllarca ezilenin ezmeye hakkı olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılır.
Ne Rusya’da, ne de Çin’de proleterya yönetime egemen olamadı. Ümmi biri, bürokraside ne yapabilir? Binlerce yasayı biz üniversite mezunları bilmiyoruz.
Yönetenler, hep seçkinlerden olmuştur. Devlet, zorla dayatılan bir yapı değil, kendiliğinden ve o nedenle çokça amorf (: biçimden yoksun) oluşmuş bir düzenekir.
Bunları Marx bilmiyor muydu? Bilse bile, bütün dogmatikler gibi, gerçekleri değil, kafasındakileri görmeyi ve göstermeyi yeğledi.

Anarşistler

İkilemsel görünse de, anarşistlerin tanım gereği yitirmek zorunda olduklarının, bunun da kanıtının, şu ya da bu biçimde başa (iktidara) geçememiş tek devrimci düşüncenin onlarınki olmasının olduğunun baştan belirtilmesi gerek.

Bireycilik

Birey-toplum düalizmi bir tuhaf. Karşıtlık, genelde yaklaşık eş / yaklaşık büyüklükte iki kategori arasında olur. Birey özelse, toplum geneldir; birey mikroysa, toplum makrodur. Burada eşdeğer simetri kurulamaz. Bunun asıl karşılığı zihin-kültür ikiliğidir ki onlar da ancak bambaşka bir söylemde ele alınabilir.
Birey-toplum ikiliği, ‘özgür irade - toplumsal yarar’ gibi, çocuk işi ikilemlere de dökülmüştür. Koskoca Dostoyevski bile şöyle bir öyküyle oyalanır: Bir kentin yararı için, her yıl bir çocuk kurban edilebilir mi?
Toplum, her zaman ve her yerde (özellikle büyükkentlerde), birbiriyle savaşan altkümelere bölünür ki bu biraz da ısınan suyun hücrelenmesinin rasgeleliği gibisinden oluşur.
Bireyse ayraldır, limitte asaldır. ‘Homo sapiens’ bir birey, toplumun ilk önce feda edeceği bir öğedir, çünkü topluma zararlıdır, enazından mezbahalık koyun rahatlığını kaçırması açısından…
20. Yüzyıl’da bu sorun, bağlanma-ayrılma olarak kavramlaştırıldı (Heidegger).
Ben anarşizmi neden savunuyorum (‘ona dahil oluyorum’ demiyorum)? Daha 19. Yüzyıl’da, aslında Marx’ın sistematiğini kurmasından daha önce, Marx-Smith ekseninin (sav-karşısav ikilisinin) geçersizliğini açımladıkları için (böylesi örnek tarihte azdır). Doğru düşünceleri yanlış insanlar (veya odaklar) savunduğunda, o düşünce güme gider. Anarşistlerin bireyciliğini de yanki-pragmatik -benmerkezliliği kaptı. Anarşistlere ‘liberal’ denilebilir mi hiç?

Kendiliğindenlik

Anarşistlerin en zayıf olduğu yer, bireyciliğin kendiliğindenliğine çok güvenmeleridir. Tamam, kendileri zamanlarının en nitelikli entellektüelleriydiler ama herkes öyle olamaz ve ‘bireylik’ diye öyle haltlar yerler ki bir türlü temizleyemezsin.

Şiddet ve Terörizm

Anarşistler, devlete karşı hiç bir şey yapılamayacağını ilk öngörenlerdendir. Bu çaresizlik, onları sert tepkiye sürükledi. Bir yaşam boyunca yalnızca bir kuşak sonrasını eğitmek onlara kabul edilebilir bir eylem gibi gelmedi.
Gittiler, iktidar seçkinlerini öldürdüler. Onları paniğe ilk sürükleyenler de, marksistlerden önce onlardır.
Ancak sonuç alamadılar. Tam tersine güç odakları daha da kuvvetlenip onları ezip geçtiler. Boşuna dememişler: ‘Başarılamayan devrim’, ‘karşı devrim’ demektir.

Anarşizm, Nihilizm ve Köksüzlük

Anarşistler abartmış sayılsa da, nihilistler onları da abartırlar ve hiççileşirler (ki bu bizim Neyzen Tevfik’in hiççiliğinden ve Doğulular’ınkinden biraz farklıdır). Ancak, yol orada da bitmez. Ondan öte de köksüzlük vardır. 21. Yüzyıl başında, ‘anarşizm’ ve ‘nihilizm’e sözlüklerde raslarsınız ama ‘köksüzlük’ henüz tanım olarak yerleşmemiştir. Köksüzlük, bu (1. Sanayileşme sonu) kültürel modun vektör momentlerinde, anarşizmin evrimini (devrimini değil) tamamlamış durumudur. İnsanlara yapacağınız en kötü şeyleri, onlar birbirlerine ve kendilerine yaptığı için, sizin bir şey yapmanıza gerek kalmaz. Değiştirmekten önce, değişmek gelir. Yeterince başkalaşırsanız, her toplumsal koşulda yaşarsınız ve düşünürsünüz. Ölümden öte yol olmadığı ve toplum bir yaşam boyu kısalıktaki sürede düzeltilemeyeceği için, daha uzun vadeli başkalaşımları hazırlamak gerekir. Köksüzlük, buna varacak yolun başındadır. Aslına bakılırsa, tek kişide becerilebilecek en güçlü devrimdir.

Kitapsal Karşılaştırmalar

Stalin ve Anarşistler

‘Hoppala, Stalin de nereden çıktı’ demeyin. Stalin’in bir komünist olmadığının güzel bir açılımı olsun diye, bir kaç paragraflık yer ayırdım kendisine…
Kaynak: Anarşizm mi, Sosyalizm mi, Joseph Stalin, Sol Yayınlar, Aralık 1977, 87 sayfa.
Önkoyut: Stalin, konuya Rusya pratiği çerçevesinde baktı. Haksızdı denemez, çünkü Marx’çım çelik çomak oynarken, henüz 1850’lerde bile Ruslar, devrim konusunda onu bayağı sollamışlardı.
Alıntılar:
“Küçük burjuvazinin (1906 Rusya’sında) çoğunluğu oluşturduğu ve yoksul olduğu doğrudur.” (S: 15)
“Anarşizmin temel taşı … bireydir. Marksizmin sloganı … ‘her şey yığınlar için’dir.” (S: 11)
“Anarşistlere göre diyalektik metafiziktir.” (S: 19)
“Proleterya diktatörlüğünde, ne bir danışmanlar grubuna, ne de gizli kararlara gerek vardır.” (S: 82)
Çıkarsama: Proleterya, Stalin’in anladığıdır. Anarşistler, düşünce ayrılığı nedeniyle yok edileceklerdir. ‘Yığın’ kisvesi altında Stalin’in bireyi öne çıkarılacaktır.
He he hee… Gelsin 20 milyon ölü.

Marx ve Stirner

(Önnot: Aslında, Kropotkin eksik kalmış.
Teşekkür: Bildiğim kadarıyla Stirner metinleri Türkçe’de / Türkiye’de yok. Halil İbrahim Türkdoğan çevirili, Almanya 1988 fanzin basımlı çeviriyi bana ulaştıran Kadir Çağlayan’a burada teşekkür ederim.)
Sıkı dur Marx…
Stirner özgün bir örnek. Kitabını yazdığında konu, siyaset-felsefe alanına girerken; 100 küsur yıl sonra konu, psikoloji alanına giriyor (tabii o zamanlar Freud’un henüz doğmamış ve dolayısıyla bugünkü gibi ortalığı bulandırmamış olduğunu söylemeye gerek yok). Kitabın adının çevirisi ayrı bir sorun: Der Einzige und seine Eigenthum. Türkdoğan ‘Biricik ve Mülkiyeti’ diyor. Evci ‘Birey ve Kendisi’ diyor. Ben olsam ‘Biriciklik ve Kendiliği’ derdim ve tam da Heidegger’e boş alana pas olurdu.
Her yiğit, her yoğurdu yiyemiyor. Yemeye kalkışınca da, rezil rüsva olup kalıyor. Marx nerede, Stirner nerede? Bu tam da, ‘katli vacip’çilerin tavrına benziyor. Yahu, dünyanın tamamına yakını sizden değil, nasıl olur da onlara karışırsınız? (Güç desen zaten sende değil. Yenilince ‘aney aney, nerede insan hakları?’) Ütopyaymış. Adama kıçıyla gülerler. Adam, tek başına ‘emek köleliği’nden ‘zihin özgürlüğü’ne yol açıyor. Sen kalkıyorsun, aslında senden başkasının bu işi becermesine haset duyduğun için, ‘hayır saksının benekleri hoş değil’ diye adamı katlediyorsun.
Kitap, daha yumuşak bir dilegetirimle koşut bir sav yöneliminde:
“Alman İdeolojisi’ne ilişkin önceki tartışmalarda ihmal edilen şey, yalnızca Marx’ın dikkatini emek, bireycilik, bireysellik meselelerine çekenin Stirner olduğu değil, aynı zamanda Marx’ın kendi argumanına ancak Stirner’a karşı bir yanıt geliştirerek çerçeve kazandırabildiğidir.” (S: 172)
Eh, toplumculuğun ulu peygamberinin bireylerin dertlerini tek başına düşünememesi olağandır da, hempalarının düşmandan gelen yardımı kendilerine mal etmeleri de hoş oluyor. Bugün Marx, kapitalizmin anti-hümanizmine ‘biricik ilaç’ diye karşıtının düşünceleriyle yutturuluyor. Eklemek gibi olmasın, Marx asla ve kata hümanist olmadı ki işbu yazara göre bu olumlanası (evetlenesi) bir durumdur.

Marx ve Proudhon

Ocak 1865’te Proudhon’un ölümünün hemen ertesinde Marx, onun hakkında ama elinde onun hiç bir eseri olmaksızın bir eleştiri yazar. (S: 263) İyi mi?
Proudhon, amacının bir ahlak kitabı değil, bir tarih felsefesi yazmak olduğunu, bunun da daha alçakgönüllü bir amaç olduğunu yazar. (S: 242) Yani… Yalnızca her ikisinin de bilim olmayacağını belirtmek yetsin.
Proudhon, belirli ‘yukarıdan aşağı reformlar’ ile durumun kurtarılabileceğini düşünürken, Marx ‘bu işi ancak devrim becerir’ der ama proleteryanın özel mülkiyetten nasıl kurtarılacağını  açımlayamaz. Bizim, kendi oturduğu daireyi satın almış Alevi kapıcıları düşünün. Mülkiyetinden vazgeçmeye onu ikna etmeyi bir deneyin isterseniz. İktidar seçkinlerinden daha kıyıcı davranacaktır. (Denendi ve görüldü.) Mujiklerin de o zamanlar daha farklı olduklarını hiç mi hiç sanmıyorum.
Marx, Proudhon’un küçük burjuvalığına belden aşağı vuruşlarla yüklenir.  (S: 275-276) O zaman o da rahatlıkla ‘paragöz Yahudi kurnazı karakafa’ olarak nitelenebilir. Kalemşörlerin çoğunun geçtiği yerde gül bitmez. Marx’ın ailesinin ve Engels’in onun yüzünden çektikleri ortada. Sorun, kalemşörlerin birbirine karşıki hoşgörüsüzlüklerinde.

Marx ve Bakunin

Bakunin, insanlara nasıl davranmaları gerektiğini söylemenin bir aracı olarak örgütlenmeye muhalifmiş. (S: 376) Şaşırtıcı, çünkü kendisi yaşam boyu öyle yapmış ve dediği doğru. Eh… İmamın dediğini yap, yaptığını yapma…
Bakunin, devrimin iktidar seçkinlerine gideceğini söylemiş. Marx yanıt vermiş: Proleterya sınıf karakterini yıkacak. (S: 377)  Ama nasıl? Onu söylememiş. Söylemiş olsaydı kullanılırdı ve işlerdi. Anarşistlerin kendiliğindenciliği, burada Marx’a da bulaşıyor.

Marx ve Neçayef

Eksik kalan biri de Neçayef. Ben, kendi hesabıma Marx’ı hep talihi yaver gitmiş bir Neçayef gibi düşünürüm. Brecht’in ‘faşizme karşı faşizm’ diyememesi gibi, Marx da ‘amaca giden her yol mübahtır’ diyememiş. Bireysel ahlaksız edimler açısından Neçayef’le karşılıklı aşık atacak bir yaşamı olmuş Marx’ın… Çevresindeki herkesi ve her şeyi kurutarak gitmiş. Kıvırtmaya gerek yok: Çare yoksa, keskin bir fren, ondan sonra da düşmana doğru beşinci vitese takarsın. Tek bir yaşamımız var. Ne oldu? Kapitalizm, 19. Yüzyıl’da başkaldırı olabileceğini gördü. 21. Yüzyıl başkaldırısı için de, ne gerekiyorsa o yapılacak. Küçük burjuva ahlakına takılacak halimiz yok herhalde… Onlar internetlerini şıngırdata dursunlar, bir an önce yeniden eylem ama hedefi bulmacasına…
Bir iki yol öneriyorum yalnızca… İlkin de, geçmişin hatalarının kader olmadığının bilincine varmamız gerek. Eh, kuşkusuz döküme Marx’tan başlayacağız.

Marx ve Luxemburg-Sorel

Marx eleştiriyi hiç sevmezdi, denir. Ancak iki kişi var ki aradan yüz yıl geçtikten sonra bile, eleştirileri haklı çıkmış olduğu gibi, eleştirenlerin sözleri dinlenseydi, 1990 yıkımları hiç olmazdı, dedirtiyor.
Sorel (Marksizme Eleştirel Yaklaşımlar, Sokak Yayınları, 1985, 100 sayfa) şunları vurgular: Marx’ın ‘mekanik gerekircilik’i risklidir. Devrimi ‘kader’ durumuna indirger. Asıl önemlisi, devrimin her şeyi çözümleyeceği yanılgısını yaratır. (Nerede ve nasıl söylediğini bir türlü bulamasam da) Marx’ın her şeyin devrimle başlayacağını söylediği öne sürülür ama Marx’ın asıl eksiği, insanlara bir kültür modeli önerememesidir ki bunda asıl açmaz ta Aydınlanma’dan başlayıp Fransız Devrimi boyunca tasarımları süren ‘ahlak’ öğretilerinin işlevsizlikleridir. Bir iki ilkenin yerine getirilmesi ile toplum düzeni kurulamaz, çünkü toplumsal yapı kozmotik değil, kaotiktir. O nedenle üzerinde düz mantık veya mekanik gerekircilik uygulanamaz. Uygulanınca, yapıldığı görülemeyen yanlışlar başlar.
Bir düşünce sistematiği, sınırlarını ve asıl önemlisi deformasyonlarını göremezse, çok rahat faşistleşir ki Nazizm’in muğlak ‘İtalyan Faşizmi’ne yaptığı da buydu. Düşünün ki Hitler, Marx’tan öğrendiklerini rahatça döküp saymıştı. Yenir yutulur bir şey değil ama marksizmin faşizmi Marx ile başlamıştı. Luxemburg, daha Rus Devrimi olmadan parti kıyımlarını öngörmüş ve Lenin’e bildirmişti.
Sonuç: Tarihin zamanı bol… Bekliyor…

·          

Beşinci Vites Değilleme

Her İkisi de ve Hiç Biri

Hegel’imize geri dönelim: O acaip diyalektiği, Kant’tan aldığı ‘triyadik’in üzerine nasıl oturtmuş onu geçiyorum. Marx’ın (ya da hempalarının) ünlü klişesi: Tez ve anti-tez çelişir, çatışır ve sonunda sentez oluşur. Oh, ne ala… Hayır canım, tarihte değil her zaman, hemen hemen hiç sentez oluşmaz, oluşmamıştır da... Oluşmuş sentezler, 11.000 yılda üç-beş tanelik kültürel mod başkalaşımlarıdır ki onların içinde bir öncekiler de sürer (yani tez ve anti-tez ortadan kalkmaz). Hegel’cimin kafası, bu konuda Marx’tan biraz daha çok çalışır ve çağının gözlemcisi olarak ‘dekadans’ı da saptar ve tanımlar.
Dekadans. Sentezin oluşacakken bozunması olduğu denli, savın ve karşısavın (ister ‘savaş’ gibi ‘dış’, ister ‘vade dolumu’ gibi ‘iç’ nedenlerle olsun) sav ve/ya karşısav kendi öğelrine ve/ya altalanlarına (bu, ‘aristocu kategorik / öklidyen süreklilik’ ilkesinin de bozulmasıdır) bozunabilir. Avrupa’daki Orta Çağ ve Osmanlı’daki Fetret Devri birer bozunum idiler.
Durağanlık. Durağanlık, akışkanlar devimseli açısından, bozunumun yavaşıdır (ki burada da nicel değişimler kendiliğinden nitel değişimlerdir, yani ‘bozunum’ ve ‘durağanlık’ iki ‘ayrı’ şeydir). Osmanlı’da adıyla anılan ‘Durağanlık Devri’ buna bir örnektir.
Ayırtsızlık. Sav-karşısav ikilisinin karşıtlığının tanım kümesinin ayırtsızlaşmasıdır (geçersizleşmesidir).
Kierkegaard, ‘hem o, hem bu’ niyetiyle ‘ya, ya da’ diye bir soru sormuş. Kafka, ‘seçim yoktur’ diye yanıtlamış. Sonuç: ‘Hem ‘hem o, hem bu’, hem ‘ne o, ne bu’’ ve/ya ‘ne ‘hem o, hem bu’, ‘ne ‘ne o, ne bu’’. Kafanız karışmasın. Hegel vakalarında tümlevleri aynı çıkar.

Fütüroloji (: Gelecekbilim)

Neden gelecek tasarımı? Şimdi ve burada işe yaramadığı için... ‘Ütopya’, 17. Yüzyıl’da yazılmıştı. Dünya, 18. Yüzyıl’da dolmuştu ve değişik arayışlar başlamıştı. Devrim, Marx doğmadan özlenir olmuştu ve büyük ilki (Fransız Devrimi) yapılmıştı ve çözüm getirmemişti. O denenirken, bu denenirken, o denli hata yapıldı ki iş yüzyıllar sonrasına kaldı ve bugün bile hala öyle…
Marx, ister istemez bir fütürologdu. Geleceğin nasıl olacağını, (aslında bir fütüroloğun hele o koşullarda kalkışmayacağı kadar) kesin öngördüğünü önesürüyordu.
İşbu yazar; tarih patoloğu, kültürel koruyucu hekim ve  köksüz bir fütürologdur. Yani; cesetler üzerine çalışır, yaşayanlar için yaşatıcı bilgiler üretir ve hiç bir sınıfa / klana / altkültüre / kimliğe ait olmaksızın olası gelecekler tasarlar. Dünya 2000’in bunlara çook gereksinimi var. Tarihe müdahale yok. Asıl bu tutum-davranış sonuç verecek. Göreceksiniz.

Sentez, Öteleme ve ve Başkalaşım

1.        Devrim, büyük bir değişimdir (dolayısıyla değişimden güçlüdür). Dönüşüm, değişimden güçlüdür. Başkalaşım en güçlüsüdür. Bu söylemde tarihsel ‘evrim-devrim’ ikilemi / ‘karşısav-sav ikili ekseni’ geçersizdir.
2.        Devrim yapılmaz olunur, daha çok ölünür.
3.        Devrim her zaman şimdi ve burada ve sürekli (Troçki kastedilmiyor), yani iş çok ve uzun sürecek.
4.        Devrim, sonul çözüm değildir.
5.        Tarih, henüz başlamadı. Tarih başladığında gelecektekiler bize çok gülecekler.
6.        Tarihin başlamasının bazı öğeleri bugünden evrimöteye, yani tarihöteye izdüşüyor. Bu, aynı zamanda uzaya ve diğer gezegenlere yerleşmek demek.
7.        İnsan hep imkansızdı ve ‘homo sapiens (n)’ toplamı sonlu ama sonsuz sayıda öğeli bir dizidir. Onun sentezi, burada tümlevi, yıl 2000’de henüz tanımsız.

Çıkış

·         Ne komünizm bitti, ne de anarşizm… Üçüncü Dünya geliyor, Güney geliyor, 2000 Prag’dakiler geliyor, hiçler ve adsızlar geliyor. Onlar da, kendi yanılgılarını kendi adlarına yaşayacaklar ve kanlarıyla / canlarıyla ödeyecekler.
·         Köksüzlük, 21. Yüzyıl’ın henüz biricik ayrılma biçimidir ve tüm bağlanma biçimleri, entellektüelleri ‘faşist-kapıkulu entelejensiya’ kılar.
·         Kitle, başının çaresine kendi bakmayı, devrimini kendi yapmayı, savaşında kendi ölmemeyi öğrenecek, öğrenmek zorunda. 11.000 yıllık tarih onlar tarafından ödenmiş durumda. Kitle, kendi yerine / adına / için düşünmek zorunluluğunu gönüllü üstlenmeli. Yoksa ‘al gülüm ver gülüm, alan razı satan razı’ oyunu sürer. Tarihin her seferinde ‘otuz dokuz harami’ bulmaktan imanı gevredi.
·         21. Yüzyıl’da entellektüeller artık, ‘kitle yerine / adına / için düşünmek’ eylemini terketmek durumundalar. 21. Yüzyıl, ne yazık ki durağanlık yüzyılı olacak. Geçmişin somut ve soyut çevre kirliliğini temizlemeye, bilmem bir yüzyıl yeter mi?
·         Bir yüzyılda beş milyar kişi okuryazar olabiliyorsa, ikinci bir yüzyılda herkes üniversite eğitim düzeyine çıkabilir. Gereken bu: Proleteryanın kara cehaleti ve süzme gerizekalılığı değişmeli, herkes bilmeli ve düşünmeli… Bilgi ve düşünce eylemdir. Söz eylemdir. (Bu kitapta adı geçen tüm kişiler kuramcıydılar.)
·         Sonuç: Bu yüzden kitap, eksi toplamlı bir bilanço olarak, çoğul yanılgılar tarihçesinin dökümü niyetine işlevsel. Yine de yazara bravo: Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, ilk defa birisi 19. Yüzyıl’ın reel-objektif bir dökümüne limitleniyor. Daha bir çok çapraz kesit alınabilir. Örnekse, bir gün ‘kadının tarihteki olası / olalı yeri’ de yazılacak ve yaratılacak elbette…


Emre ve Rabia


FB’li Emre, bir maçta ‘Rabia’ imi yapmıştı. (maçlardaki el kol işaretleri sarı kart görmüyor muydu?)

Herkes bunu kutsal bi şii sandı ama işin doğrusunu biz bulduk sayın seyirciler:

Emre şunu demek istemişti aslında:

‘Yaavv, niye ööle üçer üçer atıyonuz ki? Dört lazım döörtt... (Konyaspor’u ve Arsenal’i kastediyor)’

Emre sözlerine şöyle devam ederdi:

‘Rabia, rübu, rubai, rabarba, rubab bi di bi dap dap...’

Yani, şu adamı anlayamadınız gitti sayın seyirciler...

Çelmesini bile ne kötü yorumlamıştınız...

Yeni graffitimiz şu imiş:

Emre Rabia’yı seviyoo...

Tanıdığım Deliler

Arkadaş olabilecek denli bana yaklaşanların içinde, delilerle uslular birbirine yakın sayıda oldu sayılabilir. Üstelik bu, daha delilik ve deli doktoruna gitmek moda olmadan onyıllar önce böyle idi.

Tanıdığım delilerden şöyle bir demet olsun bari:

Malum eskiden mahallenin delileri vardı. Ben de onlardan çok tanıdım.

2 tanesi:

Bir: İzmir Balçova, 1970 gibi. Lakabı ‘boksör’ idi. Oldukça güçlüydü. Kapıyı çalar, aç olduğunu belirtir ve yemek isterdi. İştahı muazzamdı. Odun kırmak veya kömür taşımak gibi zor işleri, hiç yorulmadan yapardı. Bir gün perişan biçimde geldi. Birileri bunu sıkıştırıp dövmüş. Ağlayarak anlatmıştı. 11 yaşımdaki çocuk halimle, insanlardan utanmıştım. Sonra bir gün ortadan kayboldu.

İki: İzmir Alsancak, 1974 gibi. Emekli lise müdürü olduğu söylenen bir deli, yaz kış, kirli siyah paltosuyla, kendi kendine konuşarak, sokaklarda dolanırdı. Aktör George Scott’a benzerdi. Çocuklar peşinden ‘müdüür, koyayım paldır küldür’ diyerek koştururlardı. O da onlara küfrederdi. Sonra biz oradan taşındık.

Kardeşimin arkadaşı: Elektroşok yediğini ilk gördüğüm ve o günden beridir beni elektroşoktan nefret ettiren kişi. Elektroşoktan sonra iyileşti, doktor oldu ama deli doktoru değil.

Lise arkadaşım: Yaratıcıydı. Üst düzeyde tanınmış karikatüristlerdendi. Kemoterapi ile gönüllü gittiği elektroşok birleşince, onu beyin zombisi yaptı. Çok onyıldır hala öyle.

Sevgilimdi de, değildi gibi kişi: Telekinesis gibi paranoyaları vardı. Sonra okuldan atıldı. Sonra hostes oldu. Sonra zengin biriyle evlendi. İçeriden yeni çıktığım ilk birkaç gün içinde karşıma çıkıp, ABD’deki nikah töreninin davetiyesini vermişti. Çok gülmüştüm.

Eski başbakan torunu, eski bakan çocuğu: Bir gün öyle bir biçimde yaşamımıza girdi ki tam damdan düştü denebilir. Bir gece aynı yatakta yatıp da, sevişmediğim 2 kadından biri odur. Aynı zamanda, beni evsiz zamanımda 4 ay sokaktan korumuştu. Gönüllü elektroşok oldu. Kortizon dayadılar, epeyi kilo aldı. Son hali aşırı kiloluydu (kortizon öyle yapıyor). Yıllardır görmüyorum.

En acaip öykülü deli: Yıl 980 başı. Yurttayız. Bir Mauritiuslu, bir Pakistanlı, bir de ben, geyik yapıyoruz. Geceyarısı odanın kapısı gcırtıyla açıldı (valla gerçekten öyle). İçeriye, Quasimodo tipli biri girdi. Şizofrendi. Evden kaçıp gelip beni bulmuştu. Ona 1 hafta babalık yaptım. Sonra babası gelip onu buldu ve evine geri götürdü. Şizofrenmiş. Tedavi görmüş. Babası diplomat olmasını istiyormuş, çünkü o da öyleydi. Araya tedavisi girdi ve beni gördüğünde beni tanımadı.

Daha yumuşak benzer öykülü bir deli daha: O da diplomat çocuğuydu ve onun da babası onun da diplomat olmasını istiyordu. Oysa o dalgıç olmak istiyordu (valla öyle). Rivayete göre, sonradan diplomat olmuş. Tuhaf bir özelliği vardı: Elinde sigara donar kalırdı, 1 saat falan sonra, filme bıraktığı yerden devam ederdi.

Nişantaşı hastaları: Nişantaşı psikiyaristleri gibi, Nişantaşı delileri de var. Ben 2 tanesini tanıdım. Neredeyse, ellerinden tutup, hayatta girmeyeceğim yerler olan, Nişantaşı sokaklarında dolanıp, onları doktora götürür, dışarıda beklerdim.

Eski katatonik: Katatoniyi içeriden bilgi ile dinlediğim ilk kişi odur: Hareket etmek istiyormuş ama edemiyormuş. O na da dayamışlar elektroşoku ve ardından kortizonu. (Bu, delilere kortizon verme olayı, bir bizde var gibi, libido arttırmaya yarıyor hehalde, çünkü kronik ürtikerime deva olsun diye, günde 80 miligram kortizon dayadılar, 3 hafta kıçımın üstüne oturamadım, deli danalar gibi dolandım ortalıklarda.)

Sözü şöyle bağlayayım:

Çeyrek yüzyıldan fazladır seyyar sahhafım. Tanıdığım koleksiyonerler kümesi, cidden tımarheneye tıkılması gereken dozda tozutmuş, toplu delilik vakalarının en yaygın olduğu demografik örneklemedir bildiğim... Ancak bunlar, içeri tıkılacaklarına, legal deli sayılıp, üste bir de saygı görmekteler.


Pazar, Ağustos 25, 2013

Tek ‘Tweet’lik Senaryolar ve Türkçe




Örnek:

“Herşeyi dert edinen birisinin 13 yaşındaki 2haftalık ömrü kalmış birkız çocuğu ile yüzleşmesi ve hayata bakış açısının değişir”

Doğrusu:

“Herşeyi dert edinen birisi, 13 yaşında 2 haftalık ömrü kalmış bir kız çocuğu ile yüzleşir ve hayata bakış açısı değişir.”

Teşhis:

İmla yanlışı var.

Örnek:

“Suratına is sinen ağa gülerek rahatlıyor ambar yandıkça, ferahlıyor ateşin harı yayıldıkça. Marabası ağlıyor pahası artan yaşama.”

Doğrusu:

Yok. Çünkü bu Türkçe tümce dizisi gibimsi şey, her açıdan toptan gümlemiş.

Teşhis:

Gramersel boşluk var, yani tümce parçalarının tümcenin bütünüyle hiçbir ilintisi yok. Bu yeni şiir sayılanda da çok sık yapılmakta.

Örnek:

“Bayramda harçlık almayı çok istiyordu o gün sayısız insanla bayramlaştı ama hiç harçlık alamadı çünkü evinde değil hapisteydi.”

Doğrusu:

Bayramda harçlık alabilecek yaşta olan biri, hapiste bayramlaştığında, bayramlaştıklarının hepsi yaşıtıdır, dolayısıyla onların ona harçlık verebilecek halleri yoktur.

Teşhis:

Semantik boşluk var.

Çıkarsama:

İşte, bu nedenlerle ‘tweet’ dili, Türkçe’yi ve diğer dilleri öldürüyor.

Ve işte bu nedenle Geziciler tümel olarak yanılıyor:

Tıpkı kullandıklarını sandıkları dilsi şey (sahte dil) gibi, isyanları ve direnişleri de görünür olabilir ama gerçekte var olamaz. Asıl önemlisi kendileri, herhangi bir şey olarak görünür ama gerçekte var olamaz.

Post-modernizm biteli çok oldu, dolayısıyla ‘c’est une image ou image est ontos’ dayatması da biteli çok oldu.

Alıntı kaynağı linki:



Cumartesi, Ağustos 24, 2013

BDP ve HDP


Cahat Coşkun şöyle demiş:

“Herhalde böyle bir yapılanma oluşacak; ancak seçimlere hangi formülle girecekleri hâlâ tartışma konusu. Doğu’da BDP, Batı’da HDP mi? Yoksa bütün Tükiye’de BDP mi ya da HDP mi olacağı hâlâ parti içerisinde tartışılıyor. Bence HDP çatısı altında seçime girmek, BDP içinde tasvip edilen bir politika değil. BDP’nin çok sert eleştirdiği bir politika. Ben de bunu çeşitli açılardan yanlış ve hatalı buluyorum. Çünkü kapatılan kurumların büyük bir kısmı marjinal yapılar. Türkiye halkında onlara yönelik bir sempati uyandırmak söz konusu değil. Daha önceki seçimlerde de bunun bir benzerini yapmıştı, ciddi sıkıntılar çıkmıştı. Bu partilerin çok radikal bir söylemleri var. Bunlar, Türkiye toplumuna gerek ekonomik, gerek siyasal açıdan uymuyor.”


Ha ha ha...

Dinime küfreden Müslüman olsa bari...

Bir zamanlar marksist geçinen Apo ve PKK, marksist partileri marjinal buluyor.

Ha ha ha...

HDP ne işe yarar?

Kürkçü’ye kürk vermeye...

Ha ha ha.

Murat Belge’nin düşü ABP’nda milletvikil olmakmış, Kürkçü’nün kürk hayali de buymuş demek ki...

Baş ol da, soğan başı ol.

Ha ha ha.

Bunlar, kendilerine yalan / takıyye dayayan AKP’lileri de aştılar.

Bakınız cici Apo’muzun derdi ne imiş?:

“Abdullah Öcalan, bu açıklaması ile iki şeyi ifade ediyor: Kendi koşullarının düzeltilmesini ve dış dünya ile daha rahat irtibat kurmayı, avukatlarıyla görüşmelerini düzenli bir şekilde yapmayı, basınla doğrudan irtibat kurabilmeyi istiyor. Böylelikle kendi fikirlerini kamuoyuna arada herhangi bir aracı olmadan doğrudan iletme şansına sahip olmak istiyor. Öcalan meşru bir siyasal aktör olduğunun tescil edilmesini istiyor. Hükümete söylediği de aslında şu: ‘Bu süreci başlatan ve PKK’yi buna ikna eden benim, gerek Kürt sorununun çözümünde gerekse Suriye’de herhangi bir şekilde bu sorunu çözmek istiyorsan bunu ancak benimle çözebilirsin.’ Öcalan, bunun tescil edilmesini istiyor. ‘Bu güne kadar PKK’yi ikna etmede benim fikirlerim aracı olarak kullanıldı. Ama artık doğrudan benim aktör olduğumun tescili isteniyor. O aracılıktan stratejik konuma gelmeyi böyle okuyorum’ demek istiyor.”

O da soğan başı istiyor yani. Bu kadar baş, deli hamamında bile olmaz yani.

Ha ha ha.

1983’ten beridir Kürtler’e şu anlatamadım:

Kırk kişisiniz, birbirinize benzersiniz. Türkiye Kürtleri’nin hegemonyasını, diğer ülkelerdekiler kesin kabul etmezler, bu bir. Onlar daha acımasız, bu iki (ki bu saptama PKK’nin sivil katliamı zamanlarındaki en acımasız dönemi içindi, şimdiki miyav tavrı için değil). Sırtınızı dayadığınız G-7, zamanı gelince sizi satar, bu üç.

Saptamalarım hala aynen geçerli.

Trajedi komediyi geçti, hunilik oldu.

Bakın Kürtler, Suriye’de milyonlarca kişi hepi topu 1 yılda haşat oldu, bunun bir müsebbibi de sizsiniz. Sıra size gelince, ağlak yapmayın.

Nokta.


Cuma, Ağustos 23, 2013

Zaytung: Ahlaksız Habercilik



Mizah dergileri beni az biraz güldürür ama Zaytung epeyi güldürüyor.

Bazılarına mizah dozu ahlaksızca da gelse, bana yumuşak bile gelebiliyor bazan.

Son feyk haberleri mavranın allahı:

“Yaklaşık 11 yıldır sürdürülen ‘Yeni Osmanlıcılık’ politikasını son dönemde art arda gelen kötü sonuçların ardından tekrar gözden geçiren Dışişleri Bakanlığı'nda rota, Oğuzlar’ın Kayı Boyu’na çevrildi. Uzun süreli değerlendirmelerin ardından her şeye en baştan başlamanın belki de en doğrusu olduğuna kanaat getirdiklerini açıklayan Bakanlık, bundan sonra uluslararası arenada Türkiye’nin yeni çizgisini 'Neo Kayı Boyuculuk' olarak belirlerken, strateji doğrultusunda ilk olarak sınırların Söğüt ve Domaniç'e kadar daraltılması hedefleniyor.

...

Tabi şimdi Neo Kayı Boyuculuk’u başlatmak için aslında en güzeli şöyle komple Anadolu’dan bi çıkıp Malazgirt'ten geri girmek.”


Koptum valla.

Tamam herkes neo-globalist neo-liberalizmin, GOP aracılığıyla ülkemize biçtiği feci kaderin farkında ama bununla alay edebilen çıkmamıştı.

Ancak, Çözüm Süreci’ni ciddiye alanlar (satılmışlar hariç), olayın yalnızca bu olduğunu göremezler. Bu metni okusalar da göremezler.

Tabii, işe bir de mehter adımı ‘iki ileri, bir geri’ eklenebilir. Sonuçta, Ötüken’den Anadolu’ya 5 asırda, Viyana kapılarına da bir 6 asır daha sonra varabildik.

Viyana’yı şeyttiremedik ama ondan 3 asır sonra, Berlin kapılarında, sarayın kapısında mangal bilem yaptık çok şükür.

E tabii, bunun da ciddiye alınacak hali kalmadı.

Çok yaşa sen Zaytung...

Yeni ve en bi sosyal medyamız sen ol iişallah...