Pazar, Temmuz 30, 2017

Boko Haram Kadınları Neden Esarete Geri Dönerler?

Güzel soru.
Kurmaca eserlerde bazı yanıtlar vardı:
Taht Oyunları’nda, esir kentin köleleri köleliğe geri dönmek istiyorlardı, çünkü yemek garantiydi.
Ken Parker’da İç Savaş’tan sonra özgürleştirilen Afro-Amerikanlar da, benzer dertlerden muzdariplerdi.
Bu kezki yanıt, hem ona yakın, hem yorumda ondan farklı ve fazla bir şeyler içeriyor:
Öykü şu:
“Ocak ayında Boko Haram'ın 4 yıl önce kaçırdığı 25 yaşındaki Ayşe Yerima ile tanıştım. Esir tutulurken, Boko Haram komutanlarından biriyle evlenmiş, Arapça aşk şarkıları, romantik jestler ve pahalı hediyelerle dolu bir hayata sahip olmuştu.
Sambisa Ormanları'ndaki yaşamını ‘peri masalı’ olarak nitelendiriyordu. Ancak 2016'nın başında Nijerya ordusunun gelişiyle eşi, örgütten diğerleriyle birlikte savaşmaya gitmişti.
Ayşe'yle ilk konuştuğumda, hükümet gözetimindeki yaklaşık sekiz aylık ‘radikal fikirlerden arındırma’ programını tamamlamıştı. Programı, Fatma Akilu isimli bir psikolog yürütüyordu.
Ayşe bana "Boko Haram'ın bize söylediği her şeyin yalan olduğunu şimdi görebiliyorum. Radyoda onları dinlediğimde gülüyorum bile" diye anlatmıştı.
Ancak, Maiduguri şehrindeki ailesinin yanına yerleştirilen Ayşe, hükümet onu bıraktıktan 5 ay sonra Mayıs ayında, Boko Haram'ın ormandaki kampına geri döndü.”
Açıklama ise şu:
"Bu kadınlar hayatının büyük bölümünde hiç çalışmamış, toplum içinde sesini duyurmamış insanlar. Ormandayken kontrol onlardaydı, herkes emirlerine amadeydi. Topluma döndüklerinde, bu gücün yerine ne koyacaklarını bilemiyorlar."
Daha birçok öğe, işin içine katılabilir:
Kadın, iktidar yanlısıdır, doğru.
Kadın, ihtişam, janjanlı renk yanlısıdır, doğru.
‘Yüzbaşı Conan’ (Tavernier) filminin imlediği üzere, savaş gibi olağanüstü dönemlerdeki anlar, insanların sıradan yaşamlarının anlam, devinim ve renk kazandığı ender anlardan bir ve kimi de tek andır: Bu da doğru.
Ot gibi yaşarken, orkide düzeyine sıçramak, geri dönünce insanı eşekten düşmüş karpuza döndürür yani: Bu da doğru.
Bir de işin içine, Boko Haram’ın o bölgelerde kullanılan kadın sünnetini yasaklamış olabileceği gibi, sahte-feminist öğeler ekleyin: Bu da doğru, olur.
İşin en başından beridir, Stockholm Sendromü’nün yanlış yorumlandığını düşünenlerdenim. Rehinelik, illa ki kurban olma durumu değildir, aynı zamanda medya geştaltı ile kahraman olma durumu, yeri ve zamanıdır da. Yine, ot gelip sap gitmeden ölen sıradan insanlardan birkaçı, kazara teröristlerce rehine alınınca, yaşamları spot ışıkları altına girer. Bu açıdan, star yaratan program yarışmacısı gibi olurlar. Ölen ölür, sağ kalan kahraman olur.
Medya geştalt’sal etkililik açısından ve ister kahraman, ister anti-kahraman ama ünlü olarak o kadın:
Hiç tanınmadık biriydi. Kaçırıldı, kahraman oldu. Kurtarıldı, kahraman oldu. Geri döndü, kahraman oldu. Bu, ölene dek böyle gider. Tabii, unutulup gideceğini bilmiyor. Ünlü olan, ünsüz olur; mode olan, demode olur çünkü.
O nedenle, soruları yanıtlanabilecek biçimde sormak, denklemleri çözülebilecek biçimde derlemek gerekir.

(27 Temmuz 2017)

Gaiman ve Sandman Notları 2

Gaiman-Sandman-4, aksiyonsuz / durgusal / poze-motor duygudurumunda. Mitolojik-fantastik olmakta. Bildiğim kadarıyla mitoloji ve onun duygudurumu, fantastik geleneğin dışında kalıyor, daha çok da masal-folklor alanı içinde kalıyor gibi.
Bu durum, aşağı yukarı Amerikan Tanrıları için de böyle.
Gaiman bir şeyler yapmaya çabalıyor ama ne olduğu ikisinde de belli olmuyor. Oysa konu, referans haritası çok yüksek çözünürlüklü bir alanda yer almakta.
Gaiman, ya yüksek dozlu farklı bir uyuşturucu kullanıyor, ya da nörolojik ciddi bir sorunu var, psikiyatrik değil, nörolojik. Algısı farklı.
Dili aşırı lirik ama hiç mantıksal / mantıklı değil. Oysa, onun hayal kırığı parçaları tam da devrik-kırık-dize-önerme yapısına uygun. Benim ‘düşünüyorum, öyleyse yokum’um gibi.
Hiper-tekstinin coğrafyası, topografyası, klimatolojisi feci sakat. Bir deliliği var ama bunun içeriği ve adı, benim alanmda kalmamış.
Yaptığı meta-hiper-tekstleme, spin-off’lama değil. Yani, bir alt / yan kahramanı alıp onu asıl kahraman kılarsın bu tamam ama onun alt / yan kahramanları ilk göründüklerinde bile, tam kahramanlar denli ayrıntılı / derinlikli.
Bir de, Lucifer gibi, onun yaptıklarını yapan başkaları da var. Sandman başlığı ve içeriği dahil. Sanırım, onun hesaba katmayıp, en kaygan alanda kayıp gitmesinin nedeni bu. Çünkü aynı söylem kaypaklığı, diğer metinleri de sallıyor, dağıtıyor.
Sonuçta, Hristiyan mitolojisi gibi bir alanda güneşin altında söylenmedik yeni bir söz söylemek zor. Ancak, sağlam bir Benjamin-kotasyon-kolaj-montajı mümkün şimdilik.
Gaiman ise, özgün olacağım diye, hep alt / düşük puan yinelemesinde bulunmuş.
Lucifer konusundan ve Hannibal referansıyla hareketle yeni bir çapraz medya olarak dizi saptaması:
Nasıl ki Hannibal dizisi, çok çok acaip, yepyeni ve fapfarklı bir aşırı-yorum ve başarılı sonuç olmuş ise, Lucier gibi, spin-off artı ayrıntılı konu-karakter-kahraman öyküsü devamı alanında Gaiman, ‘kendini başlatan ama ara adımda kalan’ durumuna indirgemiş.
İronik olan durum bunun, römort’lama süreci üzerinden işlemesi. Yani, usta sayılanların hatalarını çırak sayılanlar yinelemiyor ve tam tersine eksiltme / budama / düzeltme yoluyla düzeltiyor.
Yani Gaiman, ilk eserine herşeyi sığdırmaya çabalayan acemi yazar rolünü, tüm eserlerinde sürdüregelmiş. 30 yıldır hala ve öyle olarak.
Oysa en önemli konu olarak şu var:
Eğer bir hiper-tekst, en baştan iç ve/ya dış iskeletlenirse, hiçbir yöne bel vermez. Bu durumda Gaiman’ın metinleri, bu omurgasızlıkları nedeniyle, akışkan olacağım derken, kaypak ve muğlak oluyor.
Gaiman’ın en büyük form ve içerik, dolayısıyla da praksis açmazı da bu. İşin en tuhafı, bunu yapmasına 30 yıldır izin veriliyor ve çanak tutuluyor olması. Satıyor çünkü. Kitle ondan eksi zekalı ve eksi bilgili çünkü.
Yani yapımcılar / yaratıcı direktörler, ‘Gaiman saçmalar, biz onu sonradan hali yoluna soktururuz’ modunda, ona ishal sıçmığı dozunda üreticilik yüklemişler.
Tabii ki anafikir olarak Gaiman, feci üretken biri. Özellikle de, dizilerin ve çizgiromanların bu alanda yeni düşünce eksikliği çektiği koşullarda.
Ancak en feci olan durum olarak bu, çapraz medya alanında feci bir gerileme yarattı. Çünkü Gaiman, baştan meta-çapraz-medya alanında var oluyor ama onu yeniden yorumlayanlar ve düzenleyenler öyle değiller. Dolayısıyla bu ortadaki regresyon-yorumlar var olabiliyor.
Dolayısıyla da bir gün, bu yeniden-aşırı-yorumların açmazı, Gaiman’ın üretmeyi bırakıp, kendisini yeniden-aşırı yorumlaması çözebilir.
Tuhaf olan bu durumla, tam da ben de aynı açmaza girip kilitlenmişken karşılaşmam. Ben de kendimi yorumlamaya başladım.

(26 Temmuz 2017)

Meta-Epistemik'ler

Bilinenleri bilen, hatta bilinmeyenleri de öğrenmiş biriyim. Dolayısıyla, bilinemeyen sayılanların bir bölümünü biliyorum, diğerlerini de bilebilirim. Öyle de kalacağım, öyle de öleceğim. Yaşlılıkta, ölüme teslimiyette bile.
Sıfır: Kanıtlanamazlık kanıtlanamaz.
Bir: Buna gerek yoktur.
İki: Bilimin buna gereksinimi yoktur.
Üç: Dolayısıyla kanıt, bilimin ve/ya öyle olduğunu önesüren bilimcilerin ve bilim felsefecilerin yanılsamasıdır (Hem Popper, hem Kuhn, hem de Feyerabend, global tarihinde çok yanlış ve eksik bilgi-önerme yaptı). Pozitivist ve mekanik determinist bilim momentinin yanılsamasıdır.
Üç Bir: Pozitivizm ve mekanik determinizm, Darwin, Marx, Freud üzerinden Yeni Orta Çağ’a taşıdı bizi. Popper’sel bilimsel faşizme ve engizisyona (bilim kilisesine) taşıdı bize.
Dört: Kanıtlanamazlığın yalnızca işaret edilmesi ve göstergeleştirilmesi epistemikçe yeterlidir, belki artar bile.
Beş: Felsefe, hala saf bilgi alanında. Çağdaş bilimin (1750-2000) 250 yılına karşın. Tam bilim, pozitivizm ve mekanik determinizm tarafından engellendi.
Altı: Feyerabend de, bilime epistemik zararda bulundu. Yönteme hayır, değil. Ne olsa bilim diye gider, değil. Bu, hem 1., hem de 2. Sanayileşme’nin epistemik faşizmi oldu.
Yedi: Sanat, hem de popüler sanat, epeyidir artı-değer epistem’ler üretti. Eleştiri metinlerim onlara ilişkindir.
Yedi Bir: Ama bilim olarak gelecekbilim, Flectheim, de Jouvenile ve Asimov’a karşın, bilimkurguyu kendi alanında geçti.
Yedi iki: Acaba bu moment, sanatın da kanıta gereksinim duyması, epistemik aksiyolojisi, metamorfozu olabilir mi? Sonuçta, aştığını bir alanda aşılırsan, epeyi hata yapmışsın demektir; felsefenin saf-düşünce alanında, en azından matematikte ve mantıkta epeyi kaleyi bilime kaptırması gibi.
Sekiz: Saydıklarım, Aristo-Euclid-Newton epistemik denkliğinin, bilim-sanat-düşün epistemik eşlenikliğine izdüşümleridir.
Dokuz: Soru kipi: Felsefe (herhangi bir anında, herhangi bir yerinde, herhangi bir yazarında, herhangi bir başyapıt eserinde), hiç kanıta gereksinim duydu mu? Sıkı soru idi. Çünkü hiç gereksinim duymamışsa, önümüzdeki 10 milenyum boyunca (2000-12000 arasında), bilime yenilmiş demektir.
On: Global-anti-kampüs (ya da Yerküre’sel bir açık hava tımarhanesi ile global toplama kampı), şu an için epistemiğin en büyük düşmanıdır. Kanıtlanamazlığı kanıtlamaya kalkmak bile, bu tehlikeyi yaratamadı.
Çıkış ve On Bir:
Çok şükür ki Gödel’in istemeyerek gösterdiği üzere, kanıtlanamazlık gündeme gelmeden önce de epistemik boş alan (Ma 4?) vardı (ama henüz potansiyel olarak), sonra da var oldu, şimdilik hep var olacak gibi de görünüyor.

(26 Temmuz 2017)

Perşembe, Temmuz 27, 2017

Ma 3, 3,5 ve 4 Notları

Önbilgi: En son 2007’de birlikte çalışabildiğim Muzaffer Evci, benimle çalışmaya geri döndü. Bu notlar o nedenle yazıldılar, yazılıyorlar, yazılacaklar. Konuyla ilgili bilgi belleğimi tazelemek için yani. Yinelemeler olacaktır muhakkak.
TDR-1985-Schehner’den çok-çok ilerideyim.
Ma 2 / 2007 ile de öyleydim.
Ma 3-4 2017 ile de öyle olacağım.
İsimsiz 1985, Yeşil Üzümler 1992, Pina Bausch İstanbul 2000, Ma 2 2007, ardışık momentlerdi.
Woodward-Oblivion 2015-2016 momenti oldu ve Ma 1 artı Ma 2 izleğinden farklı bir doğrultuya saptım ama sonul yol aynı, motor-dans tao’su.
Arada, Modern-Dans-Türkiye metinleri 2007 boşa gitti.
1985 isimsiz ve 1992 Yeşil Üzümler bu ülke için fazlaydı. Şimdiki moment ise, Dünya için bile çok fazla. Çünkü modern dans dünyası büyük kültürel / zihinsel regresyon / konfüzyon içinde.
Özdeşleşerek yabancılaşma ve özdeşleşerek yabancılaşma ile aşkınlaşma ve modern / post-4-modern dans’ı praksis’lemem gerekli ama elde ne kuram var, ne de uygulanmış örnek.
Bu kez birlikte çalışacak insan yok. Evci, editör ve yayıncı temelde, yazar değil.
Bu da, yaşamımda ilk defa proje-yöneten olmam demek. 1 kişilik proje ve anarşistliğime karşın yöneten olmam demek.

(26 Temmuz 2017)

Rüya, Düşünce, Bilgi

Sanat, histen gelir.
Bilim, düşünce ve bilgiden gelir.
Rüya, hepsini ve diğerlerini de besleyebilir de, beslemeyebilir de.
Gaiman ise rüyayı, rüya süren popüler kültürsel mitolojik idollükte bir tanrı (veya çeyrek veya yarı) olarak algılatıyor.
Fantastik, bilimkurgu var ama gelecekbilim yok. Dolayısıyla kendisi, doğrudan ve kısa yoldan yalan bilgi üreten olarak ortaya çıkıyor. Oysa, en dandik çizgiromanlar bile, hiç olmazsa iktidar üzerine yeni bilgiler üretti, ondan önce, onun sırasında ve ondan sonra.
Çizgiromansal hayal-rüya, bilgi ve düşünce üretemiyor.
Oysa, Yeni Orta Çağ’da anti-kampüsleşmiş, yani bilginin ve düşüncenin yoksandığı bir durumdayız. Asıl ortağ felaket doluydu ama Yeni Orta Çağ, birçok rönemort ile donatıldı çoktan, çünkü gelecek ipoteklendi ve boş gelecek bırakılmadı gibi.
Yani, var olan bilgiyi öldürüyorlar, var olacak bilgiyi de öldürmeye ya da doğmamasına çabalıyorlar, tıpkı Eratosthenes’e 1.800 yıl boyunca yaptıkları gibi.

(26 Temmuz 2017)

Neil Gaiman ve Sandman 4 Notları

Dispoliton: Dispossessed ve Triton sentezi, negasyonu, şerhi, aşırı-yorumu ve devamı olarak.
Gaiman  bir hümanist, insandan başka kuş tanımıyor, oysa ben meta-hümanistim ve poli-Homo Posterus’um / -çuyum.
Düş, istenmeyeni elden çıkarmanın zorluğundan söz ediyor. Oysa, at gitsin, yeterli bunun için.  Oysa, su üstünde yürümeyi öğrenip, ondan vazgeçmek çok kolay bir şeydir ve yeterlidir bunun için. Meta-ustalar için yani. Kendi kendini ustalıktan alaşağı eden biri için değil yani.
Bir epistemik ustası olduğumu biliyordum ama Amerikan Tanrıları ve Sandman ile, sanatsal epistemik usta Gaiman’ın yanıma bile yaklaşamadığını gördüm ki popüler kültür ustası biri için ilk kez oldu. Çizgiromancılardan iyi yazamazdım ama Gaiman’dan daha iyi şeyler yazmışım yani, teoloji ve mitoloji konusunda yani. Kurmaca ve kurmaca-dışı çatışması önemsiz bu noktada.
Parçalar halinde hiper-tekst’ler yazarak, içlerine açık-devam uçları koyarak, Dispoliton’u yazabileceğimi gördüm.
Bir meta-felsefe meta-epistemiği olarak da, benim-kendi usta-düşünce-idollerimin, Rohmer’in, Verhulst’un, Kaluza’nın metinlerini alaşımlayabileceğimi de.
Yani bu konuda, hem roman yazabilirim, hem felsefe yazabilirim ya da özgün Ghost in the Shell çizgiromanında olduğu gibi, felsefe metinlerini romanın içine dipnot olarak koyabilirim.
Şerh: Bu 2 ve 1 birleşik metni çizebilecek çizin ustası hiç görmedim.
Sandman’i okuduktan sonra da, hala Vaiz daha ileride, diyorum.
Sandman ve Gaiman, yalan bilgi üreten bir gerçek-kişi-kurmaca-kişi-eser.
Sandman 4’te çok fazla geçersiz rüya ve hayal önermesi var.
Konu 10 üzerinden 15 ama anlatı başarısı 3 / 10.
Blake ve Milton varken, Gaiman absürd-zavallı kalmış.
(26 Temmuz 2017)

Aforizma: Özdeşleşme, Yabancılaşma, Aşkınlaşma

Özdeşleşerek aşkınlaşabilirsin.
Yabancılaşarak aşkınlaşabilirsin.
Özdeşleşerek yabancılaşarak aşkınlaşabilirsin.
Ama yabancılaşarak özdeşleşerek aşkınlaşamazsın.
Bunu hiç böyle görmemiştim. 4’lemenin 1’i açmaz koşul ki kombinasyonlar genelde böyle olmaz.
Bu 4’leme; popüler kültür banalitesinin ve sanat dalı elitliğinin alanlarında geçerli bir durumlar listesi olmakta.
Özdeşleşme, Aristo’sal tiyatro kavramı. Yabancılaşma, Brecht’sel tiyatro kavramı.
Özdeşleşerek yabancılaşma, popüler kültür kavramı:
2001-2017 için; çapraz medya, tiyatro üzerinden sinema, sinema üzerinden fotoğraf (klasik tiyatro tablosu / durgusu), sinema üzerinden bilgisayar oyunu sinemasal fragmanı, sinema üzerinden klip üzerinden müzik (ama protest müzik veya rock üzerinden ile müzik ile doğrudan değil), Veysel-Kızılok-saz ve Özkul-Şensoy-tiyatro ile alaturka-Tanzimat’sal folklorik gelenek ve bunun çapraz medyası (Anadolu-rak ve neo-ortaoyunu), Piazzola’sal tango-caz ile Dünya müziği, ilah liste uzar, geçerli bu durum.
Yabancılaşarak küçük burjuva ölümcül ayırtsızlığı. Aşkınlaşma dahil, hiçbir çıkış yolu / eksodusu yok.

(25 Temmuz 2017)

Poliyalektik versus Felaket Yönetimi

2’sinin birbiriyle çatışabileceğine ilişkin 1 metin yazdım. Ancak, durumun ne olduğunu kavrayamamıştım.
Durum şuymuş:
Felaketi izleyip, poliyalektiğini çıkarıp, kaplamını ve kapsamını hesaplayıp yazmak mı, felaketi yönetmek mi?:
İkilem bu işte:
Belgesel mi, siyaset mi?
Sanat mı, bilim mi?
Felsefe mi, eylem mi?
Bu açıdan bakınca, ilkede hep birincileri yeğledim ve yeğliyorum.
Bu kez ise, ikincisini yapacağımı yazdım. Şu an ise, bundan emin olamıyorum.
Felaketi yönetmek, Nalan’ın durumu dahil, zararları enaza indirmek demek. Felaketi izlemek ise, onun gidişatını yalnızca seyredip, olmadan önce onu engelleyebilecek bilgileri üretmeye yol açmak demek.
Nalan da başına gelecekleri hak etti, kitle de. Bir de bu var.
Sağ kalabilirlik oranı düşüklüğüm, cehennemi yeniden yaşayamayabilirliğim var.
Bir daha düşüneceğim.
Felaketlere girmekten çook yorulmuşum. Felakete dalmaktan artık korkuyorum.
Felaketi yönetebilecek ve hatta önleyebilecek başkaları da var. Bunun okulu var, simülasyonu var (Hollanda Sel Kontrolü 2015).
Ancak, sanki praksis yapacakmışım hissine girdim bir an için. Poliyalektik teorisi ile felaket yönetimi pratiğinin praksisini yani.
Bu olabilir bak. Daha makul görünüyor bak.
O zaman soru şu:
Felaket yönetimindeki praksisin tehlike oranı, özgün biyografim için ne olabilir?
Alt edemeyeceğim ve altına girmek istemeyeceğim / giremeyeceğim felaketler var yani.
Yaşamım boyunca hep temkinli oldum, felaketlerden uzak durdum ve hep felaketler beni buldu, seçti ve çarptı aslında: işkence görmeyeyim diye, 1980 öncesinde apolitik kaldım ama 1980 sonrasında yine de işkence gördüm.
Bu kez öyle olmamasını arzuluyorum.
İşte bu nokta, moruklardaki intihar oranının gençlerden neden epeyi düşük olduğunu açımlıyor:
Ben de gençkenki durumumla, felakete balıklama dalardım ama şimdi ikircikliyim.
Bir de her zaman, iyi teorisyen ama kötü pratisyen / eylemci olageldim. Son 43 yıldır yani. Bu konudaki tercihlerim tercihsizce tek yönlü oldu hep. Kafka’nın ‘seçim yok’u gibi yani.

(24 Temmuz 2017)

Vikingler: Sezon 5: İç Savaş

G-7’sel global popüler kültürün, toptan olarak ve bir anda sivil savaşı / iç savaşı / kardeş savaşını konu alması ilginç.
Bunun 9. Yüzyıl İngiltere’sinde olması olağan da (çünkü o tek-ada hala çok parçalılıkta, çünkü herkes işgalci orada), Vikingler’de olması ilginç: 400 Gotlar ve Alanlar, 800 Vikingler ile karşılaşmadı sanırım.
Herkesin oyunu yönetebileceğini sanması ilginç değil, çünkü Suriye-Irak = Levant’ta 2011-2018’de tıpatıp aynı oyun sürdürülüyor. Yine, herkes yanılıyor.
Ara şerh: Levant’ın, IŞİD / ILİD değil, Hristiyan Aramaik demek olduğunu herkes unutuyor. Yeni bir Haçlı Seferi’dir bu, demek zaten ve aynı zamanda Hristiyanlar’ca İstanbul’un yeniden fethi arzusu demek. ‘İstanbul’a atom bombası’ ve Sodom-Gomor tezim, kulağı tersten göstererek işlev kazanıyor demek.
Vikingler, gerçek yaşamda ve gerçek tarihte, 21. Yüzyıl’da ve 2001-2017 arasında karakafalılaştı çoktan. ABD’li İngilizler’in İngiltere’ye yaptığını, karakafalı (2. ve 3. kuşak) neo-Nordikler de, İskandinavya’ya yapmaya başladı çoktan. Eski sömürgesinin yeni sömürgesi olmak: Çok feçes bir durum yahu. Kabir ve kubur yahu.
Ama yine de dizi, tarihi birebir izliyor yahu.

(23 Temmuz 2017)

Salı, Temmuz 25, 2017

Sevan Nişanyan Negasyonu 2

Alıntı:
"Ayrıca kafayı yeterince çalıştırıp, "sorgulama ve farkındalık" sahibi olmadan, çok başarılı ve kendi alanlarında müthiş atılım göstermiş bir "yazar, dilbilim araştırmacısı, tarihçi, şair, fizikçi, orkestra şefi" olmak mümkün müdür ki?"
Yorum:
Pekala mümkündür. Einstein'ın atom bombasının varacağı yerleri görememesi ve onu desteklemesi gibi. Feynman, (Manhattan) projenin içindeyken bile duruma ayamamış, anılarında bunu yazar.
Bu entellektüel tartışmasını, rahmetli Memet Fuat başlattıydı. Çünkü ona göre, Vehbi Koç bir entellektüel idi.
Alanında iyi iş yapmak başka, tarih bilinci taşımak başka. Arakesitleri 0 bile olabilir.
Ayrıca, entellektüelin alnında 32 punto keriz yazan biri olduğu savlarını infialle kınıyorum. Mal olan vurulmaya önce buyursun. Adam kaçtı kurtuldu, yaşamayı hak etmiş, ölmeyi hak etmiş, farketmez. Tercihi bu ve yaşamayı seçeni öldüremezsin. İdamlık suç işlememişse tabii ki.
Dipnot: Beni en çok üzen şey, kendini 150 IQ sanan, doğru dürüst kitap okumamış, moruk AFL'lilerin, en yenisi 50 yıllık tezleri savunması. 1995 sonrası basılmış 4 bin doğru dürüst kitap okumamış kişi, cavcavlamasın lütfen. Zekasızlık yanında, bilgisizlik çekilmiyor.
Ayrıca, şu küfürsüz dil geyiklerini de bırakın. Sizi sözdışı bırakarak örnek vereyim: İşinden atılıp, intihar eden 2 akademisyen için, intihar etmeye hakları olmadığını, çünkü kamuoyunun direnişini kıracaklarını savunan insanlara önce küfür eder, sonra onları döverim: Buralara inmeyin. Yazdıklarınızın, 11 bin kitap okumuş, 300 kitap yazmış bir hoca tarafından notlandığını  unutmayın.Sizin beni ciddiye almanızın önemi yok, çünkü öyle bir hakkınız yok.
Ayrıca Sevan Efendi, o alanlarda 5/10 alır belki, belki de alamaz. Bunları ona da aynen yazıp, geçmişte ilettiğim için, sorun yok.

(23 Temmuz 2017)

Türk'ün Talibanistan'ı

Fehim Taştekin, böyle bir deyim kullanmış ama zaten baştan boşta bir kavram. Çünkü Türkiye, Barzanistan’la da meşgul, Müslimistan’la da, Öcalanistan’la da.
Türkiye’nin herhangi birine ağırlığını koyması, ABD’nin aynısını yapmasına benzer durumda artık.
Yani, herkes çok elle oynuyor, herkes herkese ihanet ediyor. Tabii burada, Kürt’t Kürt’e ihaneti özel anlam taşıyor.
Gelelim alıntı ve yorumlara:
“Türkiye’nin Azez-El Bab hattındaki gibi İdlib’de de cihatçılarla ortaklıkta ısrar etmesi, ABD’nin Rusya ile birlikte bir denge tutturmaya çalıştığı yeni dönemde eskisinden daha fazla riskler barındırıyor. Bu tür oyunlar sendeleyeni götürüyor.”
Yanılgılı saptama. Büyük oyuncular sabit, küçük oyuncuların adları ve içerikleri değişir, oyuncu sayısı kalabalık kalır, kimse kazanamaz, orta ve büyük oyuncular oyunda hep sürer ki 5 yıldır zaten hep böyle.
Olayın en büyük kaybedeni ABD. Obama Arap Baharı’nın tarihin ve kendisinin yüzkarası olarak tarihe yazdı. Trump, bildiğimiz Trump, durumu daha da berbat kılıyor yalnızca ama militarist oligarkların istediğini yapıyor oralarda, o da kesin, çünkü tersi durumuda seçilemezdi zaten.
“… günün sonunda ellerinde kalacak olan bir avuç savaş ağası ve hacıyatmaz muhbir gediklisidir. Vekil örgütlerle iş tutanların sonu hüsrana uğramaktır.”
Artı, bilmez, bilmediğini bilmezler: Senin gibi ve hatta Hüsnü Mahalli gibi.
Savaş lordları, zaman içinde sayıca, kimlikçe baki değildir. Dolar milyarderleri gibi, 5 yılda 1, üçte birlik oranda sıfırlanırlar. Kaşıkçı’yı bugünün insanlarından kim anımsıyor (ki hem FKÖ’ye, hem de onu yok etmek için uğraşanlara silah temin ederdi ve Bekaa Vadisi’nde, hem faşistler, hem komünistler 100 metre aralı kamplarda eğitim görürlerdi)?
Savaş lordları, ‘Mehmed’in Kitabı’nın gösterdiği üzere, hem devlette, hem gerillada olabilir; terörün devlete karşı-terör, gerillada terör olarak var olması gibi ki bunlar birbirini tamamlarlar ve ancak ve ancak birlikte anlamlıdırlar, çünkü kördöğüşünü yaratan şey, bu çift-taraflı neden-sonuç ilintili mantıksal geri beslemedir.
“İran’ın Ortadoğu’daki milis koordinatörü Kasım Süleymani’nin Moskova’ya gidip durumun ciddiyetini Vladimir Putin’e anlatmasından sonra Rusya, 30 Eylül 2015’te savaşa doğrudan katılarak yeni Osmanlılara lokum dağıttıran ‘fetih’ dalgasını kesti.”
Tam tersine:
Eğer Rusya, savaşa girmeseydi, bugünkü avantajlı durumumuzda olamazdık, çünkü ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol, taşeronluk bile değildi ve hala değil. Üstelik Türkiye, tarihte ilk ve muhtemelen son kez olarak, bir Rus uçağı düşüren tek NATO üyesi iken.
Evet, Türkiye durumdan kendine görev ve pay çıkardı ama bu, Özal’ın ‘1 koyup 3 alma’sı değil, çünkü bizzat savaş alanında olan bir ülke durumuna geçti, o zaman yalnızca üsleri açmıştık. Evet, bunun bedelleri çok daha farklı ve ağır olabilir ama Taştekin ve hempalarının sandığı yönde değil. Son 2 yılda fazladan 10 bin TC vatandaşı öldü örneğin, bu yönde yani: Doğum kontrolü yoksa, ölüm kontrolü vardır.
“6 yıl boyunca desteklerini esirgemedikleri Nusra liderliğindeki selefi güçler de, şimdi IŞİD gibi karşılarında. Rakip selefi gücünü dost selefi gücüyle elimine etme taktiği daha önce IŞİD’e karşı denendiği gibi İdlib’de de Tahrir’e karşı deneniyor.”
IŞİD selefi mi? Onların ilk vuracağı ülkelerden biri Arabistan olur. Öyle sayılan El Kaide’nin yaptığı gibi. Taliban’ı hem SSCB, hem ABD besledi ama aynı zamanda Taliban, hem ABD’ye, hem Rusya’ya karşı savaştı.
Yani, katastrof kuramının geçerli olabileceği koşullarda, anlık değişimler sıçramalı olabilir ve bu kaos matematiği demektir ve bu da şu anki koşullar demektir.
Çok hızlı taraf değiştirmeler olduğunu, Taştekin de yazdı, biz de yazdık. ABD ile Rusya bile, birbirlerine hasım ve dost olarak, savaşta çok kez taraf değiştirdi son 5 yılda.
“2011-2014 arası Esad’a karşı silahlanan kim varsa, hepsi Türkiye’nin gözünde ‘muteber’ devrimciydi.”
Yanlış.
Türkiye’nin tutumu ve davranışı, ilk 2013 Aralık, son 2015 ilk genel seçimi genel momentleri ile 180 derece yön değiştirdi. AKP, başta kalabilmek için, savaş şıkkını kullandı ve hala da kullanıyor.
“El Kaide’vari örgütlerin desteklendiği bu süreçte bir ülkeye karşı ağır suçlar işlendi.”
Ülkelere karşı suç işlenmez insanlara ve halklara karşı suç işlenir. Bu suçların bedelini geçmiş veya müstakbel devletler öder veya üstlenmez, o ayrı konu.
Son çıkış alıntısı ve yorumu:
“CIA’in desteklediği savaşçılar geçen 4 yıl içinde, tahminen Suriye ordusu ve müttefiklerinden 100 bin kişiyi öldürdü veya yaraladı.”
Bizce, Kuzeybatı Irak da konuya katılmalı, sivil ölümleri de öyle. Bu durumda gerçek toplam sayı, 1 milyonu bulur ve hatta geçer bizce (bölgedeki toplam nüfusun % 4-5’i olarak). Çünkü, CIA’nin desteklemediği onlarca grup ve kişi savaşa bir giriyor, savaştan bir çıkıyor ama savaşı yaratan CIA ve diğer 18-ABD-savaş kurumu ve durumdan tümüyle o(nlar) sorumlu.

(23 Temmuz 2017)

Sevan Nişanyan Negasyonu 1

(Önnot: Bu metin, konu hakkında bana 22.07.17’de bir soru sorulduğu ve bir internet forumunda konu tartışıldığı için yazıldı.)
Sevan Nişanyan konusunu bana dün bir kişi sordu. Onun için kullandığım deyim, 'ünü seven' oldu. 'Ünlüler', Wright Mills'in kullandığı anlamda, iktidar seçkinlerinin yarattığı, fıştıkladığı, rol modeli yaptığı; manken, futbolcu gibi kişilerin yanısıra, entellektüel olabilecekken, hakim değer yargılarına bağlanıp, entelejensiya olan kişileri de içeren bir altsınıftır. Daha çok medyacılara bağlıdırlar. Onları ünlü eden medyadır çünkü, kendi adlarını öyle koyan liberal demokrat köşe yazarları gibi. Bunun dışında, işçi sınıfına da olsa, herhangi bir yere veya bir şeye bağlanan tüm entellektüellere, ‘entellektüel’ değil, ‘entelejensiya’ denir. Bu deyimi, Svetlana Oğuz Atay için, 'devlete bağlanan' anlamında kullanmıştır. Malum, o dönemde Gorki de, SSCB'ye ve Stalin'e, kısaca iktidara bağlanmıştı. Burada bağlanmamak, özgürlüğünden vazgeçmemek anlamı taşıyor. Onun köleliği de, ünseverlik olmakta: Ünlü kalacağım diye, son röportajlarında başkalarının canını yakacak bilgiler verdi örneğin.
Bunun dışında kişisel yaşamında ne herze yediği beni ilgilendirmez. Sağ kalmak, hemen her insanın hakkıdır ve o da sağ kalmayı seçti.
Not: Türkçe'nin etimoloji sözlüğünü yazabilmek için, onu yazmaya başladığında var olan 250 bin sözcüğü, bunun dışında hiç var olmamış Gürcüce, Ladinoca (Eski İspanyolca / Latince), Ermenice ve Yunanca alfabeli Türkçe (kitapları / )  sözlükleri taramış olmak gerekli. Artı, tarihte Anadolu'da var olmuş 4 Ermenice'yi bilmek de gerekli. Onun çabası, bunların % 1'ini bile içermeyen bir ürün idi ve bu durum, kitapta belirtilmemişti. 'Bilmez, bilmediğini bilmez insan'ı ben entellektüel sayamam; çünkü entellektüel, bilginin de, biyografisinin de, tarihin de bilincinde olan kişidir.

(23 Temmuz 2017)

Montaj-Kolaj Klip: Linkin Park: In the End

Başka örnekleri de varmış bu türün ama ben görmedim.
Bir şarkı var, şarkının sözleri var.
Onları metin olarak almışlar, parçalara bölmüşler.
Sonra da, her 1-5 sözcük için, filmlerden birer parça seçmişler. Replik denmiş ama öyle sayılmaz, daha çok söz parçası bunlar.
Bu şarkının sözleri olağan sözcükler içeriyor, dolayısıyla hemen her filmde bulunabilecek sözcükler bunlar.
Fark şu:
183 film parçası ve 03:23 dakika, yani 203 saniye. Neredeyse, 1’er saniye düşüyor parça başına.
Sözcüklerin telaffuzu, filmlerdeki oyuncuların sesleriyle ve vurgularıyla verilmiş.
Dolayısıyla bu ürün 2 kere kolaj-montaj:
İşitsel olarak, yukarıda açıklandığı gibi.
Sözel olarak, polisiye filmlerdeki, gazete parçalarından yapılan mesaj kolajları gibi.
Sonuçta bu, 2 formuyla da ve diğer alt-formlarıyla da, bir çapraz medya olmakta: Klip olarak, klip açısından kısa film olarak, sinema kolajı kısa film olarak, söz kolajı olarak.
Bunu, bir Shakespeare oyununda da muhakkak yapmışlardır herhalde. Sonuçta, 350 Shakespeare oyunu filmi var sinema tarihinde.
Güzel bir örnek oldu yazmak için.

(22 Temmuz 2017)

Pazartesi, Temmuz 24, 2017

Gazete Alıntısı Bir Feneon Öyküsü

Alıntı:
“Bodrum'u da sarsan 6.6 büyüklüğündeki depreme Yunanistan'ın Kos Adası'nda (İstanköy) yakalanan Türkiye vatandaşı Sinan Kurtoğlu'nun hayatını kaybettiği belirlendi. Kos depreminde yaralanan Türk vatandaşı Selim Çaydanlı ve Utku Hasdemir ise, feribotla Türkiye'ye getirildi. Kurtoğlu, depremin ardından yıkılan bir cami minaresinin enkazı altında kalarak hayatını kaybetti.”
Haber şöyle de olabilir:
“Kos Adası'nda depreme yakalanan Sinan Kurtoğlu'nun öldüğü belirlendi. Kurtoğlu, depremin ardından yıkılan bir cami minaresinin enkazı altında kalarak öldü.”
3 satır niyetine yani. Feneon formatı yani.

(21 Temmuz 2017)

Oğuz Atay Negasyonu

Yaz yaz bitmez bu konu.
Tutunan olmak isteyip, tutunamayan kalmak başka şey; tutunamayan olmak isteyip, tutunamayan olmak başka şey.
Oğuz Atay, tutunmak isteyen bir tutunamayan idi, o da belki.
Oğuz Atay, keşfedilmemiş bir yazardı ve bu moment, tutunamayanlık değildir.
Tiyatro konusunda rehberi Yıldız Kenter olanın, ‘Oyunlarla Yaşayanlar’ı tabii ki keşfedilmez, keşfedilemez. Ayrıca not: O ölene kadar, o oyunu bu ülkede hakkıyla oynayabilecek tiyatro da yoktu. Sonradan tarih o tarafa aktı ve oyun-tarih içiçe çakışması yaşandı.
Tutunamayanlık konusu, kaybedenler klübü geyiğiyle sürdü. Kimse, dizi jargonundaki ‘loser’ın / ‘kaybeden’in Türkçe’ye ‘ezik’ diye çevrildiğini yazmadı ama. Atay, ezikti, de denebilir pekala.
Oğuz Atay, eğer tutunamayan olsaydı, ağır hastalıktan ölüme mahkum olduğunda, ölmek istemeyip, yaşamak isteyip, ‘burunlarından fitil fitil getirmek’ istemezdi gerçek yaşamında.
Kendi roman kahramanlarını intihar ettirmek başka şey, kendisi ölüme mahkum olduğunda ötanazi / intihar etmemek veya edememek başka şey.
Oğuz Atay; bunların yanısıra, beyhude ve nafile idi: Tanpınar gibi (ki sağ ilkin ikisini 1990’larda birarada keşfetti). O dönem insanları için kullanılan ‘kıtıpil’ (bir başka biçiçmiyle ‘kıtıpiyöz’), onun için de kullanılabilirdi.
Bunların yerine, bir sovyet kadın eleştirmen, onun için ‘o entelektüel değil, entelejensiyadır’, yani ‘bağlanmıştır’ / angaje saptamasında bulundu. Bir tutunamayan, bir bağlanan değildir.
Yani bir tutunamayan, zorla da olsa, talihle de olsa, yanlışlıkla da olsa, özgürdür, toplumun hesapdışı ve özgür bıraktığıdır.
Oysa, Atay’da en son bulunabilecek şey özgürlüktür.
En kötüsü de, o bir ankaralı yazardır, hem de erkek ve ankaralı bir yazardır.
Gri-boz-kahverengi ruhludur ve bu duygudurum, onu gömmeye yetti. Not: Gri-boz-kahverengi 1. TC’li kadın yazarlarımız, ölmez ama, öldürmez de, süründürür ama, okuru sürüm sürüm süründürür.
Hah, işte ‘Tututanamayanlar’ okuru sürüm sürüm süründüren bir romandır. Oysa o mazohistçe süründüren gordium düğümü, çoktaan Barbar İskender’lerce kesildi gitti.
En acısı da şu:
Onu bugün ayıla bayıla okuyan ezeli-ebedi ergenler de ölmez, yalnızca cüzdanlarını hışırdatırlar onu okurken, cüzdanları dolu dolu olarak sürünürler, bundan mazohistçe de zevk alırlar.

(21 Temmuz 2017)

Video Oyunlarının Evrimi: 1962-2017

11 dakikalık çok hoş bir özet bu:
Bizim sürekli tezimiz olan, ‘grafik çözünürlük artarken, gerçek olmaya ikna hala aynı düzeyde kalıyor’un da bir özeti bu aynı zamanda. FPS oyunları için, bu çok belirgin.
Oyun müziklerinde ise, muazzam bir ilerleme olmuş. Çok basit dijital müzikten, çok masraflı, envai çeşit müzikli ve kompozisyonlu oyun müziklerine gelinmiş.
2001 (Max Payne, 05:45 / 11:00) gibi, bugünün grafik anlayışına gelinmiş ama 3 boyutlu uzayda devinim, o günden bu yana hala ikna edici değil.
3 boyuta yakın etki, 2011’de yakalanmış (Skyrim, 08:18). Bu da, neden sinemasal fragmanların o tarihten sonra devreye girdiğini açıklıyor.
2013’te (Tomb Raider, 09:10) insana benzeyen oyun insanı figürü ortaya çıkmış.
2015 (Star Wars, 09:50), yeniden fiürsel temsil gerilemesi demek olmuş. Belki de bu, hitap edilen yaş grubu ile ilgilidir.
2017’de (Horizon Zero Dawn, 10:30) ancak asıl nokta yakalanmış.
65 yıl: Bu, bizce büyük bir teknolojik başarısızlık. Büyük bir ticari başarısızlık aynı zamanda. 1 milyar dolarlık tek oyun cirosundan söz ediyoruz burada. O zaman işinin hakkını vereceksin ve diğer saçmalıkları oyun diye piyasaya sürmeyeceksin.
Bu konudaki en büyük saçmalık, durumuna çok geç ayılan Wii fecaatidir bence. Resmen nitelikli dolandırıcılıktı yaptıkları. Reklamda olanın % 1’i yoktu oyunda.
Yetişkin oyunu oranı ise, en başından beridir hala pratikte % 0. En büyük rezillik de bu işte. Çizgiromanlar bile bu konuya çözüm buldu ama oyunlar denemeyi hala ve henüz düşünmüyor bile.

(21 Temmuz 2017)

Bodrum 2017 Depreminde Felaket Yönetimi

Böyle bir şey yoktu.
Olay sonra da, felaket yönetimi değil, yangın felaketine bilgisizlik benzini dökme yaşandı.
Yetkililerin tavrı:
“Yetkililer su seviyesinin yükselmesini bir tsunami olarak adlandırmanın doğru olmadığını belirtirken, bunun fay hattındaki kırılma sonrası oluşan dalgalar olduğunu açıkladılar. Bu arada Gümbet Mahallesi'nde bir dere yatağında da su seviyesinin yükselmesi ile sürüklenen araçlar üst üste hasar görmüş vaziyette bulundu.”
Ne bu saçmalık?
Tsunami nedir?
Herhangi bir deniz dibi hareketi nedeniyle, sıkışma olanağı olmayan deniz suyunun dalgalar oluşturması
Yetkililer, bunu önce 10, sonra 30 santim olarak açıkladılar.
Derenin yükselmesi ne?
O deniz suyunun derenin suyunu sıkıştırması ve yükseltmesi.
Şunun anımsayalım:
Bodrum civarında uzak geçmişte tsunami yaşanmış ve 600 tonluk kayalar, kıyıdan içeri taşınmış. Dikkatinizi çekerim: 1 araba, olsun olsun 1-2 ton olur. Yani gerçek bir tsunami, oradaki tüm arabalı önce içeri ittirir, sonra denize çeker. 1999 İzmit Depremi’nde Karamürsel’de koskoca kuyumcu dükkanı,  altınlarıyla birlikte denize çekildiydi de, dalgıçlar günlerce denizden altın çıkardılardı.
Durum bu yani.
Saçmalamanın gereği yok yani.
İstanbul’daki sonraki ilk büyük depremde mıçtık yani. Çünkü bu kezinde, orada da tsunami bekleniyor artık.

(21 Temmuz 2017)

ABD'nin Terör Raporunda Fethullah

Durum şu imiş:
“Dilek, “ABD’nin raporunda, Türkiye’nin 26 Mayıs 2016 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararıyla Fethullah Gülen Hareketi’ni terör örgütü kabul ettiğini ve FETÖ olarak adlandırdığını söylüyor. Fakat 15 Temmuz darbe girişiminden bahsederken kullandığı ifade çok ilginç. Raporda, ‘Türk Hükümeti, 15 Temmuz’daki darbe girişimini Fethullah Gülen Hareketi tarafından yapıldığını iddia etmektedir, ileri sürmektedir’ ifadesini kullanıyor. Dolayısıyla halen ABD yönetiminin, bu darbe girişiminin arkasında Fethullah Gülen ve FETÖ’nün olduğu konusunda inanmadığı, şüpheler taşıdığı görülüyor” dedi.”
Klasik yankisel ‘öyle de olur, böyle de’ durumu.
Asıl sorun şu:
ABD için şu anda islami terör dışında törer örgütü kalmamış gibi. Tüm G-7 ülkelerindeki neo-nazi örgütler, rahat rahat çalışıyor yani.
Türkiye için şu örgütler sayılmış:
“… Türk Hizbullahı, Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP-ML), Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) ve Marksist Leninist Komünist Partisi (MLKP) …”
Bunlar, ne zaman eylem yapmış peki? 3-5 yılda bir eylem yapan terörist örgüt mü olur? Peki, nerede taşaronlar ve ‘joint-venture’lar? Peki, nerede yalnız kurtlar?
Türk IŞİD’i yok ama.
Sonrası sarpa sarıyor:
“Türkiye’nin PYD-YPG’yi terör örgütü olarak gördüğü yönünde raporda ifadeler olduğunu kaydeden Dilek, o bölümde İngilizce ‘consider’ şeklinde daha yumuşak bir ifade kullanıldığını dile getirdi. Dilek, “ABD, Türkiye’nin de terör örgütü değil, direniş örgütü olarak muamele yapmasını bekliyor. ABD’nin iki temel stratejisi vardır örgütlerle ilgili. Teröre karşı strateji ve direnişe karşı strateji şeklinde. ABD işgal ettiği ülkelerde uyguladığı direnişe karşı strateji anlayışını Türkiye’den de bekliyor. Mesela, ‘PKK ile müzakerelere dönün’ çağrısı yapılıyor” dedi.”
Yani:
“Siz dediğimizi yapın, biz de belki Fethullah’ı ucundan size gösteririz ama yine vermeyiz.”
Böylelikle de, TC-ABD ilişkileri tarihinin en kötü dönemlerini yaşıyor. Son 3 yılda ABD’ye en az 10 kere ‘hayır’ dedi ve onun yapmamasını istediği şeyleri yaptı, artı yapmasını istediği şeyleri yapmadı.
En büyük değişiklik şu:
ABD’nin TC üzerindeki gücü, % 100’den % 75’in altına düştü. Ancak bu, Dünya’nın hemen tüm ülkeleri için böyle. Almanya için ABD gücü, % 50’nin altına bile düştü.
Büyük devletler, kendini böyle batırıyor işte.

(21 Temmuz 2017)

Neil Armstrong'un Ay'dan ilk örnekleri koyduğu çanta 1.8 milyon dolara satıldı

Böyle şeyler hep Türkiye’de oluyor sanıyoruz. Hikaye epeyi komik. Olay şöyle gelişmiş:
“Uzay aracı Dünya'ya döndükten sonra, Apollo 11 misyonunda kullanılan tüm ekipmanlar ABD'nin müze ve araştırma merkezi Smithsonian Enstitüsü'ne teslim edilmişti.
Ancak bu çanta, bir sayım hatası nedeniyle Johnson Uzay Merkezi'ndeki bir kutuda unutuldu.
Asıl özelliği o sırada bilinmeyen çanta 2015'te, hükümete ait bir açık artırmada, Illinois'dan bir avukata satıldı.
Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA), çantayı geri almak için çabalasa da, federal mahkemenin hakimi, çantanın satın alan kişiye ait olduğuna hükmederek, müzayede evinde satılması yönünde karar verdi.”
Mahkeme üyelerine saygı duydum. Devleti takmayıp, prosedürü uygulamışlar.
Oysa bizde, benzeri bir durumda devlet, hiç de hakkı olmadığı bir biçimde, mirasçılarının müzayedeye çıkardığı Enver Paşa terekesinin parçalarına açılış fiyatından el koymuştu (o para da bürokrasi ile 3-5 yılda ödenir herhalde). O parçalar, epeyi para toplardı.
Onlarda bireysel mülkiyet kutsal, bizde devlet kutsal. Eh o zaman bizimkiler de, vakıf hukuku diye bir şey uydurmuşlar, özel mülkiyeti kurtarmışlar.
Bu özel durumda NASA, kendi çöpünü toplayamıyor. Hiç olmazsa, onu alan kişinin epeyi uzun süre onu koruyacağı kesin.

(21 Temmuz 2017)

Erken Seçim İçin 7 Neden

Mehmet Tezkan, nedenleri şöyle saymış:
“Birincisi, kabine değişikliği.
İkincisi, Cumhurbaşkanı’nın altı aylık eylem planını açıklamaması.
Üçüncüsü, ekonomide görece iyileşmeler var ama bıçak sırtı.
Dördüncüsü, Meclis içtüzük değişikliğinin acilen yapılması.
Beşincisi, OHAL’le seçime gitmek iktidarın işine gelir.
Altıncısı,  FETÖ ile mücadele sürerken.
Yedincisi, yerel seçimin cumhurbaşkanı seçiminden önce yapılması iktidarın işine gelmez. Yerel seçimde başka faktörler de devreye girer. Bu yüzden Cumhurbaşkanı seçimi erkene çekilecek.”
Bunlar, onun saydığı nedenler. Bunlar da bizim itirazlarımız:
Sıfır: AKP bu kadar faktörü birarada yönetemez, yönetmedi de.
Bir: Kabine değişikliği sakil oldu. Harcanaklık hissine kapılanlara zaman verildi.
İki: Cumhurbaşkanının eylem planı zaten yok.
Üç: Ekonomi çökmüş durumda ve nakit akışı giderek azalıyor. Arpalıkları kesilen bedavacı seçmenler oy vermeyebilirler pekala.
Dört: Meclis iç tüzüğü önemsiz.
Beş: Ohal bu seçimlerde geri tepecek.
Altı: Fethullah olayı ellerinde patladı. 90 küsur yıllık 1. Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman bu kadar çok memur işten atılmamıştı. Mağdur olanlarla beleş beslenenlerin sayısı, birbirine yaklaştı ilk kez.
Yedi: En önemli iç etken bu. 3 seçimi kısa sürede ülkenin kaldıramadığını, 2014-2015’teki 18 ayda gördük.
Sekiz ve sonrası: uluslararası etkenler hiç sayılmamış. Oysa, AKP’nin sonunun onlar getirecek, tutuklama kararları, Zarrab’ın durumu, NATO, AB, ABD, 3 cephede savaşımız.
İç cephede tamam, muhalefet yine sıfırlanır ama ya dış cephe?
Dış cephenin planını, çakma bir sosyal demokrat iktidar olduğunu hep yazageldik. Uzun yürüyüş sonrasında b savımız, daha da güçlendi. Bütün bu düzenlemeler, 1950 genel seçimi ve CHP düzenlemeleri gibi, sahibini vurabilir duruma geldi.
Sorun, AKP’de değil yani, CHP’nin bir çözüm olamamasında ve üretememesinde.
Tabii bir de, 2015 kilitlenmesine benzer bir durumun yinelenmesi var. İşte o zaman Türkiye parçalanır bu kez. PKK acilen savaşa geçer ve bu kez Türkiye, 5 cephede savaşamaz olur.
Bir de, 2 küsur yıllık fiili devletsizlik durumu var. Ülkenin belki yarısında devlet işlemiyor durumda. Lgbti yürüyüşünün İzmir’de 1 kez yapılabilip, İstanbul’da 2 kez yapılamaması, apaçık bir gösterge bizce. Artık Ali Kıran baş kesenler doldu ortalık, küçük sultancıklar kendi kronik kriminal bölgelerini kurdular. Mafya babası, politik katliamdan söz eder oldu.
Ancak son olanlar, 2023’e kadar sürebilecek olan 10 yıllık yeni fetret devrinin süresini kısaltmış olabilir. Çünkü, 2018’de, yani o sürenin yarısında herşey belli olmuş olacak.
Gerisi mi?
Bildiğimiz kan, ter, gözyaşı.
Ha, bir de işbirlikçi lümpen proleterya.
(21 Temmuz 2017)

Çizgiroman: Alçak Sanat, Yüksek Sanat, Avangard Sanat

Bir alıntı:
“Akademisyen Bart Beatty’nin uzun yıllara dayanan araştırmasının ürünü olan Sanat Karşısında Çizgi Roman kitabı çizgi romanın çöp kutularından dünyaca ünlü sanat müzelerine girişinin hikayesini anlatıyor. “Bu kitap hem çizgi romanın bir kültürel biçim olarak değersiz görülmesine yol açmış belirli tarihsel ve sosyal süreçleri sorguluyor, hem de yakın dönemde çizgi romanın (belli türlerinin) sanat dünyasında öne çıkışını dikkate alıyor,” diyerek tanımlıyor yazar.
“Bu kitap, yüksek ve alçak kültürler arasındaki ayrımın çoğu kez aşınmış sayıldığı gittikçe postmodern bir dünyada, geniş çerçeveli kültür anlayışımızı şekillendirmede köhne yargıların varlığını göstermek üzere, Kuzey Amerika veya İngilizce konuşulan dünya bağlamında, çizgi roman örneğini kullanmaktadır.””
Bunun üzerinden argümanlar olsun.
İlkin:
Alçak sanat veya alçak kültür değil, banal / bayağı sanat, yani popüler sanat, kitsch şu bu dahil.
Yüksek değil, elit sanat.
Sonra:
Banal x elit sanat değil, avangard x banal ve avangard x banal sanat. (Bunun trilaktiği başka metinlerde irdelendiği için, bu konu pas geçildi.)
Çizgiroman, avangard bir sanat altdalı olmayı zaman zaman  becermiştir.
İçeriğiyle:
Bugün Preacher’ın ve Amerikan Tanrıları’nın girdiği biçimde, tanrı konusuyla örneğin.
Formuyla:
En basit biçimiyle, yazını ve çizini birleştiren bir çapraz medya olmuştur çizgiroman.
Ancak, diğer tüm sanat ürünleri gibi, çizgiromanların da % 99’9’u banaldir, avangard değildir.
Ek olarak:
Politik açıdan post-modern dönem, 1945-1990 arası idi. En yavaş gidenler bile şu an ppm’den, yani post-post-modern’den söz ediyorlar. Oysa, 2001’de post-3-modern’e, 2011’de post-4-modern’e girdik. Politik olarak ama.
Yani, daha önce de olduğu gibi, politik momentlerle sanatsal momentler çakışmıyor. Modern resimde de öyleydi zaten ve o, 1894-1945 tarihliydi. Dolayısıyla, ABD’nin 2. Dünya Savaşı ertesinde tüm eski avangard akımlarının başına birer ‘neo-‘ eki getirmesiyle, hesapça yeni akımlar yaratması, sanatsal post-moderndir ancak. Yoksa, ‘ne olsa, sanat olarak gider’ tezi, post-modern dönemin değil, modern resmin tezidir.
Çizgiroman; yüzyılı aşan ömründe 4 dalga yarattı: 1930’lar, 1960’lar, 1990’lar, 2020’ler.
1930’lar global ekonomik kriz ve ABD’sel-Yankisel kronik-kriminal polis devleti, 1960’lar özgürleşme, 1990’lar tüketicileşme, 2020’ler eksizekalılaşma ve eksibilgilileşme dönemi olarak kayda geçti şimdiden.
O nedenle çizgiromanın tarihi de, ilki doğum, ikincisi yükselim, üçüncüsü yeniden-doğum / rönesans, dördüncüsü, yeniden-ölüm / römort dönemleri oldu.
Burada çizgiroman açısından en-avangard dönem, yarım porsiyon olarak 1990’lar oldu. Mangalar globalleşti ve Hollywood tipi çizgiroman buna yarım-antitez geliştirdi. Tabii bir de 1990’lar, daha o dönemde bile, çizgiromanların filmleri, artan teknolojik olanaklarla, tam-aksiyon filmlere dönüştürülebilmeye başladığı için, çapraz medyanın doğuş dönemi olması olarak da var ama çapraz medyanın adı 2010’larda kondu.
Çizgiroman, polisiye roman, bilimkurgu roman; 1960’larda kaçış sanatı, altsanat, sanatımsı olarak nitelendi. Bu; Christie ve Simenon devleri varken bile böyle sanıldığı için, baştan yanılsama idi: Bir tür güneşi balçıkla sıvama gibi bir şeydi.
Oysa, realist-naturalist roman ayrımı ve en naturalist romanın bile realist değil, histerik romantik olduğu gerçeği, konuyu daha 19. Yüzyıl’da değillemişti. Melokomik, realizm olarak yutturuldu.
Bu açıdan çizgiroman, 1960’lardan başlayarak en gerçekçi sanat dalı oldu. Diğer sanat dallarının ağzına almaya cesaret edemediği şeyleri söyledi çizgiroman, kovboyların kızılderilileri katlettiğini örneğin.
Çizgiroman aynı zamanda, 1990’larda gevşeyen bilimkurgu romanın yerini alıp, insan türünün yok olması tehlikesinin Soğuk Savaş ile bitmediği söyleminin izini sürdü. Hala da sürüyor.
Ancak, tanrı konusundaki teolojik tartışmaların ve çizgiromansal örneklerin gösterdiği üzere, çizgiroman anlatısı da, çizgiromancıların yaratı sınırları da aşağı yukarı (yalnızca bu kezlik de olsa) sonuna geldi.
2017 itibarıyla çizgiroman, dağılan bir motorun seslerini veriyor. Bir de patlamak üzere olan bir yıldızın son parlamalarının ışımalarını.
Olağandır, çünkü ne zamanki bir sanat dalına aşırı yüklenilse, o sanat dalı deforme ve sürklase olur, oldu da. Çizgiromanlarla birlikte, sinemanın yerine alan dizi-film de aynı süreci girdi çoktan.
Bu; çizgiroman bitecek demek değil, ara verecek, nadaslanacak, fermente olacak ve yeniden doğacak demek ama bu da 2030’ları bulur bizce.

(20 Temmuz 2017)

Cuma, Temmuz 21, 2017

9 ve 15 Temmuz 2017: Kılıçdaroğlu-Erdoğan: 1-1

Uzun yürüyüş başladığında, sırasında ve sonunda epeyi şey düşündüm:
Sıfır: Kılıçdaroğlu7nun sufle aldığını, bunu tek başına düşünecek kapasitede olmadığının çünkü bir sivil toplum ve bir sivil itaatsizlik eylem için tam memur zihniyette ve ankaralı hazırolsal zihniyette olduğunu.
Bir: Tarih olarak ramazan ayının seçiminin uygunuz olduğunu.
İki: 100 bin ile başlayıp, on beş x yüz bin = 1,5 milyon ile bitirmenin feci sakil olduğunu. Ya da yürüyüşe yarım katılanların katkıda değil, alayda bulunduklarını.
Üç: Kendileri için yürüyüşe katılanların da, benzeri durumda olduklarını.
Dört: Herkesi çağırıp da, Lgbti’leri çağırmamalarının berbat olduğunu.
Beş: 9 Temmuz geçip de, 15 Temmuz için AKP’nin tasarladıkları ortaya çıkınca, bunun tümüyle bir ön-önlem olduğunu.
15 Temmuz 2017’de sokaktaydım ve AKP’nin en azından İstanbul genelinde bu iş için feci çuvalladığını gördüm. Toparlayıp adam getirmeyi kastetmiyorum, AKP’li seçmen bile olsalar, insanların yaz sıcağında bu işten çook uzakta olduğunu. 2 yıl sonra Gezi için toplanamayanlardan hiçbir farkları yok, balık hafızalılar.
Böylelikle, 9 ve 15 Temmuz, ilk golü kimin attığının ve ilk miting kimin topladığının öneminin olmadığı, 2 nitel benzerlikte ve maçın sonucunu berabere kılan bir ikili yaşanmış oldu.
Referandum ve 9 Temmuz ile CHP, 15 Temmuz 2016 ve 2017 ile AKP, maçı 2-2 yaptı da denebilir.
Ancak, kalkıp da mitingden 4 gün sonra kabineyi epeyi değiştirirsen, gol tehlikesini kendi defans oyuncun yaratmış olur: Hele hele, eski MHP’li oğul Türkeş’i kabine dışında bırakırsan.
Gülen, Erdoğan’a elini uzattı. Bu, herhalde teslimiyet değil. Bir numara dönecek. Ki bence bu da sufle.
İronik olan durum, MHP bile 3 koldan risk yaratırken, HDP’nin kendini açmaza kilitlemesi. 2016’da sivil direniş yaratmamış bir HDP düşünün, ne demek istediğim anlaşılır olsun.
Küçük olasılık olarak, eğer MHP yeniden birleşirse, CHP ve MHP’nin, HDP’nin meclis dışında kalmasıyla, mecliste çoğunluğu yakalaması var.
Büyük olasılık olarak ise, MHP’nin yediği kazıklara ayması ve işbirliğinden vazgeçmesi var.
Bunların dışında, AKP’yi 2019 genel seçiminden önce kimse götüremez, uluslararası camia hariç. Onlar da pek ağırdan alıyor be amcası. Bir şeyleri kolluyorlar ama neyi belli değil.
O nedenle özetle maç hala berabere.
Bu, olumlu mu, olumsuz mu, hah işte onu yakın zaman gösterecek.

(19 Temmuz 2017)

Beton Mikseri Tasarımı

İnşaatlarda ıslak beton dökümü, kamyonların geliş ve gidişine göre, farklı zamanlarda yapılır. Bu, kimi zaman araya birkaç gün koyabilir. Bu durumda, alttaki beton kurur.
Üstteki ıslak beton dökülünce, iki katman arasında fiziksel farklar olduğu için mikroskobik çatlaklar oluşur. O farklar, ileride su akıntısını olanaklı kılar. Su, 4 kat aşağıya bile sızabilmiştir.
Bu durumda 2 yol var:
Bir: Farklı zamanlarda dökülmüş betonların arasına silikon çekmek ve aşağıya akar vermek. Ya da, beton yüzeyine seramik eklentisi yaparken olduğu gibi, ince çizikler çizmek.
İki: Betonları yakın zamanlı olarak dökmek ve dökerken beton mikseri kullanmak. Bu dikey sütunlar için ince uzun mikserler gerektirir: 10 santim çapında ve 3 metreye kadar saplı olanından.
Basit bir tasarım ama binaların su sızdırması sorununun bir çözümü bu.
Bu metnin yayını, bu tasarımın telif hakkını Reha Ülkü’ye ait kılar ©.

(19 Temmuz 2017)

Cem Yılmaz 'Out'

Bu lafa bayılıyorum, nereye çeksen geliyor:
Avuta çıktı, uyar.
Trend’de ‘out’, uyar.
Kırmızı kart, ‘out’ uyar.
İnternette / sosyal medyada ‘out’, terk ve trend düşüşü uyar.
Yılmaz, 1990 sonrasıki yeni kuşak tolkşovcuların ikinci altkuşağına mensup. Birinci kuşak, Aziz Üstel’i falan içeriyordu, onlar daha hızlı avuta çıktılar.
Aynı altkuşağa mensup Beyaz ve Bayülgen, Yılmaz’dan önce avuta çıktı. Yılmaz, Boğaziçi’li olmanın üfürüğüyle, ezeli-ebedi ergen esprilerini daha uzun süre yürütebildi.
Yılmaz, bu rüzgarla yedikçe yedi, şiştikçe şişti, patlama noktasına geldi: Göbeği de, egosu da.
Sonra hayat onun da gazını almaya, rüzgarını çekmeye başladı.
E o da napsın? Araba yaptı olmadı, sevgili yaptı olmadı. Bari, sosyal medya hesabını kapatayım da, reklam olsun dedi.
Konuyla ilgili en güzel espriyi, çoğunluk olduğu üzere Zaytung yapmış:
“Cem Yılmaz'ın Twitter hesabı yarın saat 9'da @tesvikiyecamii'nde kilinan cenaze namazinin ardindan milyonlarca takipci ve binlerce yumurta esliginde son yolculuguna ugurlanacak...”
Yumurta kısmı beni bitirdi, çünkü onu hep yumurta yağmuruna tutmak istemişimdir, çürük olması gerekmez.
Yahu be adam, sen Gırgır ekolünden gelmişsin. Orada en son bulunacak şey cıvıklıktır.
Kalktın, peek bi kürtçe-şive’leşen Yılmaz Erdoğan ile de kanka oldun.
Senin konumun ne be abi? Beynin var mı be abi?
Abi dediğime bakmayın, ben ondan büyüğüm, üstelik ben de BÜ mezunuyum.
Leman’da sözlü espri yayınlatmışlığım da var. Üstündağ tarzı yani.
Yani, bunları deme hakkım var yani.
Yılmaz’ı yumurtalıyoruz o zaman yani.

(19 Temmuz 2017)