Çarşamba, Ağustos 29, 2012

Liberalizm ve Marjinaller


1980’lerin neo-liberalizmi ve neo-globalizmi ilginç panoramalar ortaya çıkardıı:

Liberalizm her kesimi sömürdüğü gibi, marjinalleri de sömürmek istedi ama ilginç biçimde ortada marjinal kalmadı.

Neden?

Bizde de dünyada da neo-liberalizm dalgalar halinde geldi yaşandı. Bizde 3 dalganın periyodu kesin: Özal, Çiller ve Erdoğan.

Daha önceleri de, taa modern resim döneminden beridir, acaipler, marjinaller, ayrallar, anormaller satış konusu olagelmişti zaten.

Şu anda ilginç olan durum şu: 1980’lerin liberalizmi 1990’ların başında piyasada ilginç insan bırakmamıştı. Komünizmi bile, Bertham Gross’un 1980 deyimiyle dostça bir faşizm (Friendly Fascim) ile soğuran neo-liberalizm, normal faşizmini abarttı, çünkü tüm dünyanın tek bir tüketim toplumu kılınmasını amaçladı. Bunu 30 yıl ve 3-5 dalga ile yaptığında, bizde de onlarda da 2001 ve 2008 krizlerinde olduğu üzere, zaten özünde kriz dolu olan kapitalizm, daha da ilginç bir biçimde marjinalleri ya normalleştirdi ve (Che amblemli tişörtler gibi) tüketim metası yaptı, ya da onları cezalandırarak ‘ileri marjinal’ kıldı (bakınız konu ile bu başlıktaki kitaplar), kısaca Shakespeare oyunları gibi ya öldürdü, ya da delirtti diyebiliriz aslında. Böylelikle krizi çözecek beyin fırtınasına anormal elde kalmadı: AB ve ABD akil adamlarını görüyoruz: Yerlerde sürünüyorlar.

Konunun girizgahından anlaşılacağı üzere ben bir ileri marjinalim, yani marjinallerin cezalandırılan safından. 52 yaşıma kadar dayandım ve daha fazla ölmeye katlanamayarak, normallerin dünyasına girdim.

Karşılaştığım durum bu oldu:

Normalleştirilmiş marjinaller benim hala bakir marjinalliğimden nefret ettiler, asıl normaller ise hala ölmemiş olmamdan nefret ettiler.

Benim marjinalliğim ağırlıklı olarak zeka ve bilgi üzerine kuruludur, disiplinlerarası ve çokdisiplinli olanlarından... Neo-liberalizmin tekno-liberalliği oldukça sahtekardır: Ya 3 kuruşa maaşlı genç mühendis icadının patentini gaspederler, ya da yalnızca boyalı bir marjinalliği pazarda tutarlar. Beni de öyle yapmaya kalttılar.

Ancak 2 noktayı hesaba katmadılar:

Bir: İnternet tuhaf bir ortam: Sanıldığı kadar özgürleştirici olmasa da, bilginin anonimleştirilmesi açısından büyük olanaklara sahip (Wikileaks’i kastetmiyorum): Örneğin, poliyalektiğin mucidi olarak ben ve kuadralektiğin mucidi olarak Marten Kuilman internette birbirimizi bulabildik ve insanlar geçmişte bizimle dalga geçmiş olsalar da, düşüncelerimizi yağmalamaktan kaçınmadılar ama bunun bir kültürel ve zihinsel dölleme olduğuna da aymadılar: Patentli düşüncelerimiz ölümsüzleşti ve anonimleşti.

İki: Holywood, AB sanat filmi ve sarı sinemanın (anime gibi) şiddet virtüözü janrlarını asimile ettiğini sanırken, kendi asimile oldu: Yani, marjinaller normalleri asimile etti ve bildiğim kadarıyla bu tarihte ilk kez oldu. Bunun popüler kültürdeki kanıtları, DC ve Marvel’in çoklu evrenli ve süper kahramanların yeniden yeniden ve aşırı yorumlu öykülerinin çizgiromanları ama bunlar artık Yanki değil, bizim Anadolu’ya gelip 1.000 yılda Türk’lüğümüzü yitirmemiz gibi, kanımız fazla sulandı çünkü, onlarınki de öyle hesap.

Bu yaşadıklarım ölmeye ve delirmeye değerdi. Ayrıca, gerçek yitirenlerin mezartaşı ve ağıdı olmak için de değerdi.

Tamam, liberalizm her alanda kaybetti ama onların geleceği gaspedici gelecekbilimleri ancak ve ancak böyle onların hükümranlığından çıktı. Bu duruma, ya yeni aydılar, ya da çok yakında ayacaklar, yani akil adamları, normallerse globalleştirilmiş ABD rüyasında yaşamayı sürdürecekler: Biz marjinaller açısından hiç mi hiç sorun yok.

Pazartesi, Ağustos 27, 2012

Tampon Neremize Girecek?


Sonunda Suriye’de tampon bir bölge oluşturulmasına onay çıktı gibi.

“Türkiye'ye sığınan Suriyeli sayısının 65 binin üzerine geçmesi üzerine, hükümet Suriyeli sığınmacılara ‘sınırın 0 noktasında yardım yapılması’ konusunda karar verdi. Karar, ‘tampon bölgeden önce son adım’ olarak nitelendiriliyor.”


Daha önceden (Mayıs 2012’de) ABD’li bir stratejist tarafından bunun Türkiye’nin zararına olacağı önesürülmüştü.


İronik durumlar:

Fisk, ne 3. Dünya veya Kürt özgürlükçü tarafında, ne ABD tarafında.

Türkiye, Irak’taki ve Suriye’deki Kürtler’in ekmeğine yağ sürmek için elinden geleni yapıyor ama bunun Büyük Kürdistan için katkı olacağına aymıyor.

Halepçe katlimanın Türkiye’nin dolaylı olarak yararına oludğunu da kimse pek görmüş değil.

Özal 1 koyup 3 alma uğruna, bize üçün birini aldırmıştı. O zamanki zararımız 100 milyar dolar olarak açıklanmıştı.

ABD’nin çoklu taraflı oynamaya çalıştığı ortada: Hem Türkiye’ye, hem de Kürtler’e tutmayacağı sözler vermekte beis görmüyor. Sonunda, hiç kimse ona inanmadığında, yalnızca kaba kuvvet kullanarak hiçbir savaşı kazanamayacağını da öngöremiyor.

Kürtler ise, 1250’lerde Araplar’a ve 1940’larda İran’a ihanetlerinin bedelini ne denli pahalı ödediklerini ve büyük devletlerin onları yalnızca maşa olarak kabul edeceğinin ayırdına varmamakta direniyor.

Sonuçta, bir kaşık suda fırtına ve Arap Baharı koparıldı.

Türkiye, siyaseten savaş gereği duysa da, iktisaden bunu yapacak en son durumlardan birinde olduğuna ayamıyor. İlla ki AKP 10 yıl daha başta kalsın diye, tüm hükümranlık haklırımız çiğnenirken hiç seslerini çıkarmayan iktidar mensuplarının buiden aslan yürekli rişar takılmaları eğlenceli doğrusu.

Tamam, olmayan ergi kullanalım ve tampon bölge kuruldu diyelim.

Öncelikle, bu ancak ABD hava kuvvetlerinin desteğiyle kurulabilir. Bizim uçakların kendi kendine düştüğü durumlarda olma olasılığımız var ortada.

ABD ve AB, tavşana kaç tazıya tut mantığıyla bizi dolduruşa getiriyor. Sonuçta, bu savaşçıklardan onların ekonomisi nasiplenecek ve durgunluktan çıkacaklar ki 1930’larda da benzeri koşullarda AB ve ABD Hitler’i böylesine bir biçimde dolayılı yollardan fıştıklamışlardı.

Çok demeyelim, bu savaşçık bize 100 milyar dolar daha sokar diyelim.

Suriye’yi aldık veya Müslüman kardeşlerimizi koruduk diyelim.

Ne olacak?

Bırakalım Yeni Osmanlı hayallerini, Misak-ı Milli toprakları elden gitti bile.

İşin daha da kötü yanı, neo-globalizm ve neo-liberalizm de iflas etti. Bu kez, çevir kazı yanmasın ve sola enkaz mirası devredelim mantığı da işlemeyecek. Gördük Obama’yı, kokmaz bulaşmaz bir 4 yılla, iktidarı yeniden Cumhuriyetçiler’e yıkmak arzusunda 8en azından ikincil beyin kadrosu o yolda, Obama bir maşa yalnızca sonuçta).

Ancak, nasıl ki bitmiş bir global çevreyi bırakıp 7 milyar kişiyle yeni bir gezegenin canını okumaya henüz gidemediğimiz için, nasıl kanser oluyorsak; bu acaip, ne faşizm, ne kapitalizm olan bu neo-ucube sistemle hiçbir şeyi kurtarmanın imkanı kalmıyor.

Tamam, Türkiye’de bunlara kimsenin aymasını umamayız ama be birader 10 yıllık iktidarın ardından yapılmayacak ne varsa yapmanın alemi ne?

Tampon, aybaşımıza mı girer artık, çağ sonumuza mı bilemem. Hayırlı olsun ateist ateist.

Oyun ve Gerçek


Epistemolojik açıdan çok ilginç bir momentteyiz: Tarihte ilk kez simülasyonlar gerçekten daha gerçek olmakta. Bunun temel nedeni, statiklikle dinamikliğin çok ilginç bir grift-geçişim örüntüsü çizdiği bir dönemde yaşamamız.

Çocuk oyunu, bilgisayar oyunu, ludoloji, benzetişim (simülasyon), efsane, arkatip, vd, hepsi hepsi, genel olarak gelen ve/ya gelecek gerçekliklerin bilinçli ve/ya bilinçsiz zihinsel ve/ya kültürel tasarımlarıdır. Bunun temel nedeni, genetiğin yerini kültürün ve iç belleğin yerini dış belleğin almasıdır. Yani toplum, zihinselden çok kültürel yollardan yeni şeyler öğreniyor ki ikisinin dinamikleri birbirinden oldukça farklıdır ve bu da neden toplumun çok yavaş ve milyonda bir bireylerin neden çok hızlı öğrendiğini açıklar: Kültürün jetonu zihinden daha geç düşer.

Oyun kuramı ve sibernetik, doğrudan bu alanı çalışmayı yeğleyen çokdisiplinli bilgi alanları ama ne yazık ki 70 yılları dolmasına karşın hala emekleme evresindeler. Çünkü, tıpkı i sayısı durumundaki gibi, onları da icat edenler (Nash ve Wiener) bugünün koşullarını öngörebilecekken bunu yapamadılar.

Şimdilerde bu aşağı yukarı halloldu. Stratejist başlığı altında toplanan uygulamalı gelecekbilimciler birçok şeyi olmadan tasarlayabiliyor. Öyle ki tasarım kimi gerçeğin hemen önünde vuku buluyor.

Bu konuda bir örnek de ABD’den gelmiş:

“Simülasyonun en kilit ülkesi olan Türkiye, oyunun sonuna kadar Suriye’ye tek başına müdahale etmekten kaçındı. ABD ve Suudi Arabistan ekipleri ise Türkiye’yi buna zorladı.

Önce Suriye’deki olaylarda ölenlerin sayısının artması meselesi gündeme geldi. Türkiye yine müdahaleden uzak durdu. Bu kez Suriye’den kaçan mültecilerin sayısı arttı. Bu da Türkiye’nin müdahalesine yetmedi. Ancak bombalama olaylarının başlamasıyla birlikte Türkiye, Suriye’ye askeri operasyon başlatmak zorunda kaldı.

Senaryoda bombalamaların nerelerde olduğu tek tek belirtilmedi. Ama Türkiye ekibinin konuyu kendi içindeki değerlendirmesinde Gaziantep ve Kahramanmaraş gündeme geldi. Bombalamaları kimin yaptığı  söylenmedi.”


Bu durum, planlayıp vurmak mıdır, yoksa öngörünün gerçekleşmesi midir?

Şu anda fark noke.

Ancak simülasyonda eksik olan nokta şu: Şu ana kadar Türkiye zaten Suriye’ye kezlerce girmek istedi ve ABD tarafından engellendi. Suudi Arabistan’ın yangına benzin dökmesi ise, densizlikten başka bir şey değil, çünkü çarşıdaki bulgura giderken evdeki pirinçten olup, iktidarlarını kaybedebilecekler.

Oyunda bu kadar az değişken-parametre-oyuncu yok. Filistin ve İsrail teröristleri ve devlet teröristleri, pratik açıdan sürpriz at durumundalar. Yani, ne yapacaklarını kendileri de bimiyor ki biz bilelim. Ancak bu, ‘bir puslu hava perdelemesi’ değil, gerçekten yeni durumda herkesten şaşkın. Tamam, Arap Baharı geyikleri filan ama herkes durup dururken bir anda 1 milyar kişinin savaşa girebileceğine ancak yeni aydı. Aymayanlar da var ama onları geçelim, oyunda o denli ağırlıkları yok.

Yeniden simülasyona bakalım:

Benzetişimde diğer parametreler de olmalı. Oyunda, ABD ve Türkiye temel parametre ama Suudi Arabistan değil. Gerçek yaşamda da değil, benzetişimde de değil. Benzetişimde ABD bunun böyle olmadığını bilerek, onu başka ülkelerin yerine ‘perdeleme değişkeni’ olarak yaratmış olabilir.

Yeniden gerçeğe bakalım:

Türkiye’nin savaşa girip girmeyeceğine kimse karar veremeyecek, kendi bile, çünkü bu domino etkisini kimse hesaba katmadı.

Aslına bakılırsa, farklı yollardan da olsa, benzetişimde de, gerçekte de, işler çığırından çıktı.

Sonul gerçek bu.

Bu durumda kimse gidişatı belirleyemez, bu mikro ölçekli örnekte de öyle, genel makro durumda da öyle.

Bu öz kaotik bir durumdan çok, yapay bir kaotik durum.

ABD’nin kendi yarattığı yapay kaotikliği, geleceksel potansiyel bir öz kaotiklik olarak gelecekten devralması ve nou aktuelleştirmesi de, oyunbilimin olanakları arasındadır.

Asıl saptamamız da budur.

Açıklama: Büyük devletlerin son dönemlerinde birden çığırından çıkıp, saçma sapan davranmasının kaderselliği, tarihte ve gelecekbilimde şimdiye dek çok tartışıldı. Bu metin, onun bir dinamiğine açıklama getirme çabasıdır.

Cuma, Ağustos 24, 2012

Vassal ve Sömürge


Vassallık temelde siyasi, sömürgelik genelde iktisadi bir durumdur.

ABD eskiden İngiltere’nin iktisadi sömürgesiyken, onu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi vassalı yapmıştır. İngiltere, 2 dünya savaşı ve sömürgelerinin gelirlerini yitirmesi, artı harcamaları (bugün bile) hala sürdürmesi nedeniyle, iktisadi olarak da ayrıca sömürge sayılabilir bugün için.

Türkiye, 2. Dünya Savaşı’ndan ve özellikle de Kore Savaşı’ndan sonra, ABD’nin vassalı olmuştur / yapılmıştır. Bunu başlatan İnönü ise, kesinleştiren ve derinleştiren Menderes ve Bayar olmuştur. O zamanlar, NATO’nun askeri ayağı olmakla, iktisadi sorun yaşarken, 1980’lerden başlayarak ABD’nin tüm dünyayı sömürgeleştirmesinin bir sonucu olarak, elinde hiçbir KİT’i, bankası, borsası, büyük şirketi olmayan dımdızlak bir ülke konumuna transfer olduk.

Bunun için de, 50 milyon arabayı, 150 milyon cep telefonunu, ve 2 milyon PC’yi çöpe attık yalnızca. 50 milyon arabanın tek başına 1 trilyon dolar ettiğini vurgularız ki bu da bizim Özal’dan beridir israf ettiğimiz para demek.

Hem sömürge, hem vassal olmak yalnızca bize özgü bir başarı değil. koskoca AB bile tepetaklak giti / götürüldü. Bugün sosyalist geçinen Fransa cumhurbaşkanı ABD’nin peşinden Suriye’ye girmeye hazır. İngiliz Blair ise, az kaldı gereksiz yere (dezenformasyonla) Irak Savşaı’na girmekle yargılanıyordu: Ona sol bile denemiyor. Thatcher hiç olmazsa ‘Iron Lady’ oldu. O ise, 10 yıl boyunca ABD başkanlarının köpeği olarak karikatürize edildi.

Soğuk Savaş dönemi dünyası 2 kutupluydu ve herkes bu durumdan yaka silkmişti. Sonra görüldü ki tek kutupluluk daha da beter imiş.

ABD’nin dünya hegemonyası veya jandarmalığı, tarihin görebileceği en kötü örnek değil. ABD, her ne kadar 1950-2010 arasında 8-10 milyon sivili bombalayarak öldürdüyse de, 7 milyarlık bir dünyada bu o kadar önemli olmuyor ve doğum kontrolü yerine, ölüm kontrolü oluyor yalnızca.

ABD’nin akil adamları iktidardan emekli olunca, kafasına taş düşen Rin Tin Tin gibi, birden gerçeğe ayıveriyorlar. ABD’nin durumunu en açıkseçik olarak da, onlar dilegetirmiş durumda. Ne de olsa, gerçeği söyelse de yeni it eski akil iti ısırmaz. Isırmak isteyebilir ama dişleri yetmez.

ABD, dünya ülkelerinin tümünü vassal ve smürge yaparak, iktisadi, siyasi ve askeri açıdan gücünü pekiştirdiğini sansa da, kazın ayağı pek öyle değil. Tarihteki tüm büyük devletler ABD’nin yaptıklarını yaparak battı. O da öyle batmakta, 2001’den beridir.

Dolayısıyla bizim 1 trilyon dolarlık vassallığımız ve sömürgeliğimiz, bizden o kadar post çıkacağını düşündükleri için, pek de kanımızın son damlasını almadı.

Sonra, Osmanlı borçlarının indirilmesi tarihsel gerçeği de var. Sıra bize geldiğinde, oyunun kurallarını değiştirip, borçların bir bölümünü deve edeceğiz garanti: Tam Türk usülü.

Metnin üslubundan alaşılacağı üzere, bu vassallık ve sömürgelik oyunu, 32 kısım tekmili birden bir komedya oldu çıktı kanımızca.

Durup dururken savaşa girdik örneğin. Ondan önce de, generaller içeri alındı. BOP planı böyle idi netekim.

Şimdi, Yankiler 1930’larda asılan onlarca SSCB generaline karşın, SSCB’nin o savaşı kazandığını unuttular mı?

Olabilir, PKK ekonomiye 100 milyar dolar zarar vermiş olabilir ama 100 milyar dolarlık GAP projesini de, arkadan ittirildiğimiz için tek başımıza becerdik sonuçta.

Yani, evdeki hesap pek çarşıya uymuyor. Osmanlı’nınki de uymamıştı. ABD’ninki de uymuyor.

Nasıl ki % 99, yerini başka birçok isyana bırakacaksa, alaturka isyancılar da 2008’liler ve 2018’liler olarak pekala ayakta şimdilik. Devamı gleir nasıl olsa: 1988’liler ve 1998’liler aradan çıktı da ne oldu? Toprağımız bereketli ne de olsa...

Artık tatlı dil de yutmuyor, acı dil de yutmuyor. Kitle bir kez hegemonlara inanmadı mı, onlar doğruyu söylese de yine inanmaz.

Sonuç:

ABD’nin TC üzerindeki gücü yatsıya kadar...

Perşembe, Ağustos 23, 2012

AKP Bize Neler Öğretti?



Önce klişelere bakalım:

Sağ partilerin hiçbir zaman çözüm olmadığını (ama bu sol partilerin çözüm olduğunu göstermiyor).

Muhafazakar ve liberal olmanın birarada olamayacağını...

Liberalizmin er geç savaş demek olacağını...

Savaş olmadan uzun süre başta kalmanın oldukça zor olduğunu...

Alaturka İslam’da kilisenin olduğunu...

Müslümanlar’ın para ve seks sınavını geçemediğini...

Her devrin adamlarının ANAP, DYP, AKP (iktidar) yolculuğunun ibretle izlendiğini...

10 yıl iktidarın, iktidardakileri çok yorduğunu...

10 yıl iktidarın iktidardaki insanları feci paranoyak yaptığını...

İktidarın kişilikleri feci dejenere ettiğini (bunu ilk kez Özal’da hepi topu birkaç yılda gözlemiştik, adamın kişiliği ve bünyesi resmen paramparça olmuştu)...

Gidenin ağam, gelenin paşam olduğunu...

TÜSİAD’ın ve MÜSİAD’ın ne sanayici, ne de (büyük) tüccar olduğunu...

Medyanın iktidar karşısında sürmenaj geçirdiğini...

ABD’nin hesaplarının bir türlü tutmayıp, 2000 askeri Stratejisi’niden beridir, Türkiye üzerinden uyguladığı planlarının tüm Dünya’da çöküşe geçtiğini...

Sonra novumlara bakalım:

Medyanın yapacak pek de fazla bir şeyi olmadığını ama bugünkü sanal ve matbu basının yazacak hiçbirşey bulamayışını, ondan öte kopyalayıp yapıştıracak hiçbirşeyi seçemeyişini, yani onların da bir tür ambale olmasını...

Alaturka İslam’da, İslam iktidarının dinsel ibadetleri gevşettiğini, yani bunun da bir tür ikame ve kilisesel davranış olduğunu (iktidar Müslüman olunca, Müslümün vecibeleri toptan yerine getirilmiş oluyor ki tam da Doğul / köylü kurnazlığını imler).

Bir insanın savaşta ölmesiyle, N insanın onun tüm yaşamının uyanık saatları kadar fazla çalıştırılıp sömürülmesinin ilkede özdeş olduğunu...

Yani:

‘Çalıştırmak özgürleştirir’ neo-liberal faşizminin Nazizm’i ve onun besleyicisi Krupp (kapital) faşizmini) geçtiğini...

Diğer bir deyişle:

Son 30 küsur yıllık neo-globalizmin ve neo-liberalizmin Dünya’ya verdiği zararın, tüm savaşların en büyüğü sayılan 2. Dünya Savaşı’nın yıkımınınkini geçtiğini...

Yine de:

1980 darbesinin eski köylü / feodal toplumculuğu kırıp, gerçek bireylere ve burjuvaziye giden yolu açması gibi, bu neo-liberalizm de en çok korumak istediği kurum olan aileyi darma duman ederek, yeni özgürlükler yarattığını...

Kapitilizmin Dünya’ya ve çevreye verdiği kalıcı zararın 2010 itibarıyla geri dönülemez ve telafi edilemez aşamaya gelmesinin, bu neo-liberalizmin pek de kabahati olmadığını (katma değer olarak en yüksek olan onunki değil sonuçta)...

205 devletin 50 devletten daha kötü / zararlı bir düzen / sistem olduğunu ama bunun öyle olması gerekmediğini ama tarihte genelde bunun gözlendiğini...

Sonuç:

Liste uzar gider.

Kimsenin tarihten ders almadığını biliyoruz. Almayacağını da yeniden öğrendik.

Şerde hayır olabileceğinden ve 1980 darbesinden beridir en kötü zamanların aşağı yukarı geride bırakılmasından dolayı, biz 1978’lilerin ve 1968’lilerin Türkiye’yi veya olmadı bazı yangında ilk kurtarılacak bireylerini toparlamaya başlamasının zamanı geldiğini de gördük.

AKP bize en önemli olarak bunu öğretti sağolsun. Zaten bir düşmanını küçümsemeyeceksin, iki ondan birşeyler öğreneceksin ki uzun vadede onu yenebilesin.

AKP battı, kitle battı, iktidar seçkinleri battı. Sona birkaç ‘Fahrenheit 451’ artığı biz kaldık netekim...

Hoşgeldin cesur ve yeni dünya...

Çarşamba, Ağustos 22, 2012

Gül ve Cumhurbaşkanlığı İçin


Önnot: Bu metin yazılırken, Türkiye’nin bu konuda Dünya’da en kötü durumda olmadığı, özellikle ABD ve AB’de bizden daha berbat örnekler sergilendiği gözönüne alındı.

Bu ülkede cumhuriyeti 1. cumhurbaşkanı Atatürk kurdu. Bu ülkede 1. cumhuriyeti tasfiyeye 2. cumhurbaşkanı İnönü başladı, son cumhurbaşkanı Gül son noktayı koydu.

Bu ülkenin 90 yıllık cumhuriyet tarihi, 9 döneme (3 adam + 3 darbe + 3 liberalizm) ayrılabilir.

Gül, 3. liberalizmin ve son dönemin önce başbakanı, sonra cumhurbaşkanı oldu.

Gül, TC tarihinin en kısa süreli başbakanı oldu, çünkü emanetçilik yaptı. Bu konuda ondan daha da abartılı örnek olarak Akbulut var, daha da abartılı örnek olarak 1971 darbesi dönemi başbakanları var.

Gül, büyük olasılık kendini Müslüman demokrat sayıyor ama her ikisi de değil:

Müslüman biri, ülkesini yabancılara satmaz, demokrat biri içeride 2.400 üniversite öğrencisi varken rahat uyuyamaz.

Gül, demokrasi açısından en kötü cumhurbaşkanı değil. Askeri darbecilerin biri doğrudan, biri dolaylı olarak başımıza getirdiği cumhurbaşkanı yapılan 2 örneği, daha kötü örnekler.

Gül’ün demokrasi açısından en kötü yanı, kendilerini ABD aracılığıyla iktidara getirenleri içeri atarken anti-demokrat davranılmasında beis görmemesi ve o anlayışsızlığı er geç kendisinin de görebileceği gerçeğin unutmasıdır. Sonuçta, birçok suçta zaman aşımı artık uygulanmıyor. Evren mezarda da olsa, mahkum edilecek. Gül’ün anti-demokratikliklerinin yargılanmasına da, elbette sıra gelir.

Gül, Erdoğan’a oranla daha sağduyulu ve rasyonel görünüyor ama bu onun mahalle balyozuyla yumurta kırmasını engellemiyor.

Gül’ün en büyük kişisel hatası, kendilerini iktidara getirenlerin uyguladığı projenin ileriki hamlelerinde Türkiye’nin savaşa sokulması ve hatta parçalanması bölümlerini hala algılayamamasıdır. Vatan haini olarak yargılanmayabilir ama Türkiye’yi savaşa sokan ilk lider olarak da tarihe geçer.

Tüm bunlar ne içindi?

Bu ülkede 10 yıllık AKP iktidarından sonra, ibadet edenlerin oranında azalma olduğu, yeni ortaya çıktı. Bunun nedeni de belli: Papazların dinsel aracılığı ve günah bağışlayıcılığı gibi, AKP’nin dinsel aracılığı da, onları iktidara getirenlerin imanında gevşeme yarattı: Bir türden, AKP’ye oy vermekle bütün işleyecekleri günahları bağışlanacak imajı yaratıldı. Bunun hangi derecede büyüklükte bir günah olduğuna kendi din adamları karar versin. Ancak, bir diyanet işleri başkanının Aleviler için fetva veremeyeceğini, çoktan bilmiş olmaları gerekirdi: O da büyük günah.

Demokrasi gitti, cumhuriyet gitti... Geriye ne kaldı?

Boyalı basın devri gibi, boyalı ve süslü camiler kaldı...

Adam başı on binlerce TL borç kaldı.

Bu ülkeye verdikleri zarar, yedikleri miktarın çok çok üstünde...

O nedenle, bir ateist olarak Müslüman demokrat geçinen Gül’e beddua ediyor ve hakkımı helal etmiyorum...

Cuma, Ağustos 17, 2012

İNSAN CEHENNEMİNİN GÖBEĞİNDE


16.08.12, 13:25.

İNSAN CEHENNEMİNİN GÖBEĞİNDE

İronik, gerçekten ironik: Yaşamım boyunca, önceleri adını koyamadan, sonraları adını koymuş olarak, insan eliyle bu dünyada yaratılmış bir cehennemin göbeğinde yaşayageldim.

Bir: Önce (1960’larda) cennet vardı. Dolayısıyla (1980’lerden itibaren) cehennem, daha büyük ve daha acıtıcı oldu. (Bunun devimselleri ayrı bir konu.)

İki: Bu süreç, insan eliyle yaratılan dertlerin çözümlü olduğunu ve asıl önemlisi dertlerin yaratılmayabileceğini sergiledi.

Üç: Ağırlıklı olarak, zekat keçisi olarak  görüldüğüm için, az olarak biraz kendim belaya bulaştığım ve biraz da beynimin bedelini ödediğim için, bu cehennem beni daha çok yaktı. Ancak hiç yakmaması gerekirdi, yani adalet diye bir şey olsaydı.

Dört: Genellikle, yerel ve kürel cehennemler pek eşzamanlı olmazlar ama Türkiye ve Dünya 2012 belanın tam da göbeği durumunda.

Yine de, birşeyler öğrenmişim. Kıçımı kurtarıyorum sonuçta. Acıtıyor ama yine de kurtarıyorum.

Biz 1978’liler, 20. Yüzyıl’ın son tekne kazıntısı ilericileri idik. Bizden hemen önceki momentteki 1968’liler ise, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki ilk ilerici kuşaktı. Onların şu andaki konumlarını, bir 1978’li olarak izlemek, ibretlik bir seyir durumunda. Göreli olarak, tüm fatura onlara çıkıyor ve onlar da yerlerde sürünüyor. (Gerçi bizim kuşak çok daha yoğun şiddet kullandı, en azından Türkiye’de.)

1988’liler ve 1998’liler arada kaynadı ama 2008’liler ve 2018’liler, yani şimdiki ve bir sonraki ilerici kuşak, umut verici durumda. Onlar da kendi hatalarını kendileri yapıyorlar ama en azından gelecek için çözüm üretir durumdalar. Tabii ki olmayana ergi ve negasyon yolu ile. Zaten başka türlüsü de henüz becerilemiyor gibi.

Türkiye’de ayakta kalmış en azından 70 kişi biliyorum. Kuramsal olarak işleri düzeltmeye yeterler ama hemen her yaş grubuna dağılmış durumdalar ve malumunuz üzere Türkiye’de kuşak kopukluğu çok yoğun yaşanır. E tabii, bir de benim yorgunluğum ve asosyalliğim var. Kollektif çalışasım yok hiç bu sıralar. Kendi kıçımın derdindeyim açıkçası.

Böylelikle, yıkımı seyrederken, bir de onu kaydederken, eğer vardı ise, yangından ilk kurtarılacak olanları da kaydediyorum ama kurtarmaya yanaşmıyorum. (Kurtarabilir miyim, ayrı konu.)

Duruma genel olarak bakınca, ortalık yıkım dolu olsa da, gayet optimistim gelecek için. Sonuçta, halihazırdaki bedel ödenince, yol açılır ve henüz doğmamışların ödeyeceği bedel azalır.

Cengiz Han’dan sonra da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da, herşey yeniden kuruldu. Demek ki şimdi de öyle olacak.

Soru şu:

Ben o panoramada hangi, kim, ne, nerede ve nasıl olacağım? (O panoramada yer alacağım kesinleşiyor gibi.)

Dipnot: Birden aklıma şu geldi: Heisenberg, Planck’ı 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da kalmaya, Almanya’nın savaşı kaybedeceğini ve savaştan sonra Almanya’da bilimin yeniden kurulması gerekeceğini söyleyerek ikna eder. Ben de, kendi kendimi öyle yapmaya ikna eder gibiyim.

Cuma, Ağustos 10, 2012

Savaş Güncesi


Ön Açılım

Bu savaş konusu, giderek karmaşıklaşıyor. Taraflar saflarını birkaç aydır bir türlü netleştiremedi ki buna ABD bile dahil. Bir planları olabilir ama o planın yürüyebileceği tartışmalı kalır.

Bizdeki savaş taraflarına bakılınca; nötrler, taraftarlar ve karşılar olarak 3’e ayrılabilirler ama asıl kesim hala ‘bilmiyorum’ şıkkında seyrediyor. Ancak bu kez bu bilmemekte haklılar, çünkü durum gerçekten pek bilinecek gibi değil.

Yinelemeden kaçınmak için, metinlere bir süre ara verildi. Bu sürede gelişmeler oldu ama anlamlı gösterge olanına raslanmadı.

*

Haber 1

Bir beyaz kuvvetlere bakalım:

Ruşen Çakır şöyle yazmış:

“Olayları büyük ölçüde ‘askeri” ve “stratejik’ açılardan tahlil etmeye çalışan bu yazı ve konuşmalarda genellikle dört yanlışın tekrarlandığını görüyorum:

1) PKK’nın son hamlelerinin ‘Arap baharı’ ile ve son olarak Suriye’de yaşananlarla ilgisi ve benzerliği fazlasıyla abartılıyor;

2) PKK’nın Şemdinli stratejisinin kaybetmeye mahkum olduğu önkabulünden yola çıkılıyor;

3) PKK’nın bu stratejiye sürüklenmediği, tam tersine uzun bir süredir üzerinde çalışmakta olduğu unutuluyor veya ihmal ediliyor;

4) PKK’nın Şemdinli’den sonra nerede ne yapacağı / yapabileceği üzerine fazla kafa yorulmuyor.”


(5 Ağustos 2012)

*

Yorum 1

Çakır, çoklu oynayan beyaz kuvvetlerden. O nedenle dedikleri birden çok anlamda yorumlanabilir ve oldukça eğlenceli.

Kürtler’in durumuna genel olarak bakarsak:

Son gelişmelerin Kürt devlet(ler)i kurulma olasılığını arttırdığı sanılıyor ama durum tam tersi: Kürtler’in büyük devletler tarafından, bilmem kaçıncı kez olarak ihanete uğrayacağı, giderek ortaya çıkıyor, çünkü onların şimdiki planı, başta ABD’ye ve AB’ye zarar verir. Kuzey Irak da veriyor ama buna yavaş ayacaklar. Çakır kuşkusuz bunların derdinde değil.

Çakır’ın yanıldığı en temel nokta şu: Kürt askeri kuvvetlerinin uzun dönemli bir askeri stratejisi olması mantıklı değil; çünkü, eğer öyle bir şey olursa, hemen tüm uzun dönemli stratejiler gibi tahmin edilebilir olur, çünkü bu dar alanda permütasyon-kombinasyon sayısı çok sınırlı durumda; artı, zaten gerilla olmak, kısa dönemli davranmayı gerektirir, artı zaten proto-feodal olmak, kısa dönemlilikte kalmayı gerektirir, beyinsel ve kültürel zihniyet olarak ki Kürtler’de de 30 yıldır öyle geldi ve gidiyor.

Ancak Çakır, konunun fay hatlarını iyi izliyor. Onun dediklerinin negasyonu (tam tersi demek değil bu) bize epeyi gösterge veriyor. Örneğin, Kürtler’in Kürt Baharı kisvesine sarılacağı gibi ki bu Türkiye için stratejik açıdan büyük bir avantaj, hem de düşmanın verdiği bir avantaj. E, hep Türkler askeri hatalar yapacak değil ya.

(6 Ağustos 2012)

*

Haber 2

Bir de ulusalcılara bakalım:

Hasan Pulur şöyle yazmış:

“Sırada Suriye Kürtleri var, Türk sınırının hemen arkasında, yeni bir Kürt devleti...

Başbakan haklı bir telaş içinde:

‘Gereken adımlar zamanı geldiğinde atılacak. İstim üzerindeyiz. Hayali haritalara eyvallah etmeyiz.’

Kim anlatacak?

Başbakan, ‘Kararlılığımızı kendisine anlatacağız’ diyor...

Eyvah ki eyvah!

Yine, sıfıra sıfır, elde var sıfır...”


(30 Temmuz 2012)

*

Yorum 2

Eh, böyle ülkeseverlerimiz oldukça, sırtımız yerden kalkmaz tabii ki...

Pulur’u 45 yılı aşkın süredir okurum. İnanılmaz düz, inanılmaz sığdır. Arcayürek gibi, sudaki balık denli, içinde yaşadığı tarihsel  sudan habersizdir.

Örneğin, Erdoğan’ın tüm bunları yapsın diye iktidara getirildiği, gözlerinin önünde vuku bulduğu halde, buna ayamıyor.


Sonra, ‘ah ilee, vah ilee geçti bu ömrüm’ oluyor.

Ancak, onun gibilerin yararı şu:

Çakır gibilerle Pulur gibiler, 2 safta toplanıp mahalli maç yaptıkça, oyuna müdahale hakları kalmaz. Böylelikle akil adamlar, kendi aralarında adam gibi maç yaparlar. (Burada elitist dominantlık kastedilmiyor, oyunun sonucunun açıkseçik ortaya konacak biçimde oynanmasından söz ediliyor: Sanıldığının tersine, savaşların epeyinin nedeni ve sonucu yoktur, özellikle de göreli küçük olanlarının.)

Bunun yararı da şudur: Ortalık dümdüz olacaksa, adam gibi olur.

Ancak çok komik olan şu ki ABD bile artık ortalığı dümdüz edemiyor. İster ‘başkan seçimi yılı’ deyin, ister ‘hava puslu + yön belirsiz’ deyin.

Demek ki Kürtler, yani mini mini eşkiyalarımız, ortalığı bir kez daha kırıp dökecekler, yani kendi ortamlarını...

Diğer bir deyişle, 4 Kürt kuvvetinin birbiriyle dalaşması yakındır.

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

Avangardın Avangardı Eleştiri



Avangard olmayan sanat, sanat değildir.

Avangardın avangardı olmayan eleştiri, artık eleştiri değildir. Tarih içinde çıta yükseldi. Eskiden avangard eleştiri, avangard sanata yeterdi, şimdilerde yetmiyor.

Bunun nedenleri şunlar:

Bir: Çok özel yer ve zamanlarda yaşıyoruz: Rönesans ve engizisyon birara(lar)da ve bu yeni moment, elimizdeki bu tür tek örnek olan 11. Yüzyıl Maveraünnehir bölgesindekinden çok çok farklı. Eleştiri verimi de düştü.

İki: Gerçek bilimci, sanatçı, düşüncü; ister bilinçli, ister bilinçsiz; ister isteyerek, ister istemeyerek bıçak sırtı amok koşar ve genelde de avangardın avangardı bir çizgide kendiliğinden kalır. Yani, avangarda milyonda bir raslanıyorsa, geri kalan 7.000 kişinin içindeki on binde bir kişidir o. Yani öyle bir kişi, belki vardır, belki de yoktur; varsa da, genelde tektir ve biriciktir, genelde de bu tür örnekler erken doğar (premature uygarlık ve prematüre zihin tanımları) ve erken öl(dürül)ür. Örneğin Kaluza’nın varlığına, epistemolojik açıdan Einstein tarafından izin verilmedi. Einstein’ın o sıralarki otoritesi çok güçlü olduğu için, Kaluza’ın epistemolojik varlığı öldürülmüş oldu. 100 yıl sonra, onun dediklerine aymamız da, artık Einstein’ı aşmamıza izin vermiyor, çünkü Einstein ve dogmaları, o zamankinden de çok olarak ve biçimde, paradigmatik faşist konumunda.

Üç: Hem sinema sanatı, aslında fiziğin gerçekleştirmesi gereken, doğrusal olmayan zaman tanımlarını ortaya sererek; hem de çizgiroman gibi banal sayılan popüler alt-kültürler, meta-tekst, hiper-tekst, meta-fiksiyon gibi ötelemeler yaratabilerek; klasik epistemolojik paradigmaları / dogmaları negasyonladı.

Bu durumda, avangard rekor kırabilmek için, avangardın avangardı olmak gerekmeye başladı. Bunu, 2010 sonrası genel tarihsel moment sayabiliriz.

Eleştiri; bir sanat eserini aşırı yorumlar, metamorfoza uğratır, ayıklar, derler, derişikleştirir. Bunu da, hem analitik, hem sentetik olabilen bir eleştiri görebilir ve yapabilir. Genelde hem analitik, hem de sentetik olmak, 2. ve n’inci dereceden soyutlamalar gerekir ve 1. dereceden soyutlamaların üzerinde kalır. Artı, bunu ancak disiplinlerarası eleştiri başarabilir. Ayrıca, avangardın avangardı eleştiri okurunun da, disiplinlerarası bir eğitim / pratik / praksis sahibi olması gerekir.

Yoksa benim yazdıklarımı, Türkiye 2012’de hemen hiçbir yardımcı doçentin veya profesörün anlamaması durumu ortaya çıkar. Vurgu: Fotoğraf konusunda yardımcı doçent olan kişi, benim fotoğraf konusundaki, avangardın avangardı eleştirilerimi algılamıyor. Onları algılayabilenler her zamanki gibi, deneysel arayışları olan orta yaş veya üzerindeki bilgililer veya genç ilgililer oluyor.

Buradaki banal-elit sentezi, bilindiği kadarıyla 20. Yüzyıl’da imlendi ama uygulama için gerçekte hiç peşine düşülmedi. 21. Yüzyıl’da ortalık kendiliğinden sebil gibi bunlarla doldu. Bunun temel nedn de, popüler kültür üreticilerinin denetimlerinin gevşemesi ve yeni ürün gereksiniminin banali elit pazarına girmeye zorlaması oldu. Zaten, entekler de arabesk dinleyerek, bunun tersini ama kategorik-ayırtsızını yapmışlardı.

Yeni rönesans-engizisyon tümleşiğinin, ansal konumu ve geleceği belirsiz. Bu, bizi yeniden bıçak sırtında amok koşmaktan alıkoyamayacak.

Çarşamba, Ağustos 01, 2012

5.000 Senede Neler Öğrendik?


Devletsiz ve kentsiz, insanın kültürsüz kaldığını... Ancak göçebe Türkler’in alfabe kullanması gibi, bunun da istisnaları olduğunu...

Devletin insan özgürlüğü için birincil tehditlerden biri olduğunu...

Toplumsallığın insan özgürlüğü için birincil tehdit olduğunu...

İnsanların tamamına yakınının özgürlüksüzlüğü (ama devleti veya toplumu değil) seçtiğini...

Devletsiz kalan insanların çoğunluk cıvıdığını...

Devletlerin ortalama 100-500 yıllık olduğunu... Daha kısa ve uzun devletlerin sorunlar yarattığını ki bunun da tarihi ve kültürü, 5.000 yıllık ve 2.500-5.000 devlet parçasından oluşan süreksiz bir yapıya sahip kıldığını...

Tarihin epeyi aşama-metamorfoz geçirdiğini ve geçireceğini...

*

Dünya’nın tamamının yaşanabilir olmadığını ama insanların yine de oralarda yaşadığını...

İnsanların tamamının karnının doyabileceğini...

Ekonomik sömürü olmayabileceğini (Danimarka 1990 ve Doğu Almanya 1970, buna 2 ideolojiden 2 uç örnek: 2’sinde de İlk % 10’lik gelir grubu, GSMH’nin % 20’sini alıyordu.)

Yaratısal sömürünün hep süreceğini: Telif hakkı süresi ne olursa olsun, tüm yaratılar insanlık mirası sayılıyor. Yani, milyonda dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzluk kesir, milyonda birlik yaratıcıları önce gömüp, sonra yaratılarının üstüne yatıyor.

Yani, insanların en makro sorunlarını çözümlü olduğunu ve dolayısıyla insan eliyle yaratıldığını...

İnsanların, kendi lehlerine olduğu zaman eşitsizliği genelde tercih ettiğini...

*

İnsan türünün yok olabileceğini ve aynı zamanda başka bir türe evrilebileceğini...

Savaşların bitmesine 500-1.000 yıl daha olduğunu...

Savaşsız toplumların evrimsiz kalabileceğini (AB 1945-2010 örneği)...

İnsanların tamamına yakının evrimsizlik eğiliminde olduğunu ama bunun yine de onları değişimden alıkoyamadığını (değişenlerin ve değiştirenlerin değişime karşı olması durumu)...

*

Bu durumda, toplumların kaosla kozmos arasında salındığını ama bunun için bir denklem olmadığını ve olması da gerekmediğini (elimizde yeterince kullanılabilir aralık kaydı var)...

Şu anda insan ve sonrası türlerin geleceği için olası 2 makro kaotik çekici olduğunu: Evren ve/ya Dünya üzerinde 5 milyar yıl daha... (İnsan türü gelecekte dünya üzerinde kendini en az 1 kez yok edecek ama tür yine de sürecek, 1945 atom bombaları buçuk sayılıyor.)

Yani, tarih hem başlamadı ve hem de bitti.

Yani, evrim hem başlamadı ve hem de bitti.

5.000 yıl için 100 milyar kişi ve 100.000 yaratıcı yettiğine göre, sonul öykünün yazılmışlığı içn, gelecekte pek pek 500 milyar kişinin ve 500.000 yaratcının daha yeteceğini, sonul kesin öykünün en geç 5.000 yıl sonra kesinleşmiş olacağını...

*

Şu anda tarih için 2 kümülatif artı-değer yaklaşımı var: Maddi ekonomik artı-değer ve manevi bilim-düşün-sanat artı-değeri...

Bunlar, tarih-öte için / boyunca metamorfoz yaşayacak. Örneğin, bilim-sanat-düşün meta-epistem olacak... Ekonomik artı-değerin bir anlam taşıdığı kanısında değiliz ama dünya sistemcilere göre de, ekonomik artı-değerin artarak süreceği düşüncesine karşı değiliz, çünkü bunun dikkate alınmasıyla bir şeyin değişmeyeceği (yani onun işlevsiz olduğu) kanısındayız... Ya da başka bir deyişle: 5.000 yıldır aynı şeyleri yiyip içerek, günde 8 / haftada 40 saat / yılda 48 hafta çalışarak, her koşulda aynı standart biyografiler yaşabildik. Önümüzdeki 5.000 yılda da bu ilke de aynı kalacağa benzer, 10-100 milyonda 1’lik 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürünü yaşayanların ve yaşatanların çok küçük bir kesri hariç: Önümüzdeki 100-500 yılda artı-değerler, çoğunluk onlar tarafından yaratılacak...