Cuma, Mart 30, 2012

Yazar-Okur Deneyim

Son 38 yıldır yaşamımı kendimin denek olduğu bir deneye çevirmiştim. Olumlu ve olumsuz sonuçlarını aldım. Yani deney işledi.

Son 5 yıldır başka bir deney yapıyorum:

Yaygın okunan internet sitelerinde yılda 200 makale ile 100.000 okur toplayabileceğimi gördüm.

Yaygın okunmayan internet sitelerinde yılda 100 makale ile 250.000 okur toplayabileceğimi gördüm.

Daha da az okunan internet sitelerinde yılda 50 makale ile yılda 1.000 okur toplayabileceğimi gördüm.

Örnekleme alanım ne?:

70 milyon nüfusta, 25-44 yaş arası % 10, üniversite mezunu % 10, yabancı dil bilen % 1, sürekli internet kullanan % 1 dilimleri dikkate alınırsa, milyonda birden 70 kişi.

Bu olası hedef kümenin yaklaşık yarısına 5 yılda ulaştım sayılır. Demek ki tamamına ve gelecek kuşaklara da yaşadığım sürede erişebilirim demektir.

Bu deneye, 38 yılda karşılaştığım Türkiye’nin en zeki veya en marjinal-sanatçı on binde birinin onda biri olan 700 kişinin bilgilerini eklersek, ortaya sonuç şu çıkıyor:

Aradığım kişi 1 Türk değil. Aradığım kişilerden biri kuadralektik yaratıcısı Hollandalı Marten Kuilman idi. 6 yıl önce internette buluştuk, belirtmem gerekmesin benim yazdıklarım nedeniyle.

Yazdığım konularla ilgilenen hiç kimse Türk veya yabancı aradığım kişi veya kişiler değil.

Aradığım kişinin niteliği şu: Benim veya Kuilman’ın yaptığı gibi, tek bir sözcük veya kavramın peşine düşüp, tüm ömrünü ona hasredebilmek yetisi.

Böyle kişiler artık yoka yakın azlıkta çıkıyor, yani devir artık karı-koca Curie devri değil.

Tarihte bir çöküş evresine girdiğimizi daha önce yazdım.

Aristo ve Lao Tzu’nun yazdıklarının 2.500 yılık serüvenlerini de biliyorum az çok.

Demek ki yaratacağım düşünce tohumlarının bir bölümünü bilerek belli beyinlere yerleştirdim, yerleştiriyorum ve yerleştireceğim; diğer bir bölümü ise, geleceğe yönelik bir kumar, av ve oyun olacak.

Bu oyunu kazanacağıma eminim. Ne kadar bahtsız bir deve olsam da, şansım Aristo’dan ve Lao Tzu’dan çok. Bunu büyük sayılar kuramı söylüyor.

Gerisi boş laf:

Yaşadım ve öldüm.

Oldum ve öldüm.

Çarşamba, Mart 28, 2012

Demontaj ve Remontaj

Walter Benjamin yalnızca alıntılardan oluşacak bir kitap yazmak ister. Bunun için bir koleksiyoncu olması gerekir ve öyledir de: Öl(dürül)düğünde 400.000 parçası vardır.

Bu düşünceyi ondan alıntılayıp, yalnızca sıradan insanların yazdığı mektuplardan bir kitap derledim: ‘İstanbul Mektupları’. (Binlerce mektup toplamıştım ama bir ‘yeniden arınma cinneti’ sırasında,  hepsini yok ettim.)

O da ‘Berlin İnsanları’ adında bir mektup kitabı derlemiş ama uzun yıllar onun sıradan insanlarınkini değil de, yazarların mektuplarını içerdiğini öğrenememiştim. Yani Benjamin bile, ondan esinlenerek yaptığımı, kendisi kendi düşüncelerini kullanarak yapabilecekken yapmamış, büyük olasılıkla bunu akıl da edememiş.

Kültür 2 düzeyden oluşur:

Elit kültür ve sıradan kültür.

Elit kültür; bilim, sanat ve düşün ürünlerini içerir.

Sıradan kültür, antropolog Murdoch’un 1.000’li sayısal kodla kodladığı biçimde sınıflandırılabilecek, yaygın / niteliksiz konularda ürünler içerir.

O nedenle kültüroloji, bu ürünleri derler, ayıklar ve yeniden ve yeniden sınıflandırır; artı yorumlar, hatta aşırı yorumlar: Hem  Murdoch anlamında, hem Huizinga anlamında, hem de Benjamin anlamında.

Demontaj ve remontaj budur:

Kültürel ürünlerin ve metinlerin parçalarını yerinden söküp, ‘dene-yanıl’ ile yeni-kompozisyon metinlerde biraraya getirmek.

Bu bizi epistemolojik olarak aynı zamanda, ‘hiper-tekst’e (üst-metin, sıkı-örüntülü-yeni metin) taşır.

Bu yaptığımız da, Benjamin’in ve Huizinga’nın düşüncelerini demontaj ve remontajdır. Onlar üst-metinden haberdar değildi, çünkü ikisi de 2. Dünya Savaşı’nda ölmemeyi beceremedi. Hiper-tekst, daha sonraki tarihli bir moment taşıyor.

Tarihten 1 örnek:

Dünya sisteminin birçok demontajları ve remontajları var. Biz de ona, Türkiye’nin tarihini 9 dönem (3 adam + 3 darbe + 3 liberalizm) olarak, demontaj-remontaj ile yerleştirip, bir de Türkler’in 15 devleti ve 1. Cumhuriyet’i yıkmışlığını ekleyerek, 2. Cumhuriyet’in ne menem bir şey olabileceğine ilişkin demontajlar ve remontajlar deniyoruz ve yanılıyoruz.

Şu sonuç ortaya çıkıyor kabaca:

1. Cumhuriyet’i katılmayıp onu inkar edenler, şeriat devletini de beceremedi ve biz (1838’den) Tanzimat’tan beridir durduğumuz, ‘2 arada 1 derede’ ve ‘2 cami arasında, 0 namaz’ durumunu koruyor olarak kaldık.

Bu gerçekten övülecek bir durum. İroni yapmıyoruz, gerçekten öyle: Çin, yalnızca 20 yılda, aradaki 2.000 yılı kapattı ama ‘batılılaşmanın en ağır bedelini ödeyen ülke’ olarak tarihe geçti (ikincisi Vietnam’dır). (Çin’in durumu, Amerikalar’ın zencileri ve kızılderililerinden daha acınacak bir örnek durumunda: Her 2 grup da hala doğal konumlarında.)

Demek ki batılılaşma örneğinde olduğu üzere, insanlar tarihte ve biyografilerinde, aynı şeyleri birden çok kez yaşayarak, sonul bilgiye erebiliyorlar. Sonra, kuşak farkı gelince, o bilgi de buharlaşıyor ve tarih kolayca tekerrür ediyor durumda kalıyor.

Bir gelecekbilimci olarak biz de, bir oyun ve sıradan kültürü, ‘demontaj + remontaj’ kullalarak, 1 model kurma ve uygulama yolunu deniyoruz: İlginç ama modelimiz 6 yıldır işliyor. Kullandığımız yol, Çin-Türkiye arasında bir yerlerde vektörlü ve bu konum bir raslantı değil: Matematikteki ara değerler artı büyük sayılar kuramını kullanıyoruz ve model şimdilik işliyor.

1960’ta doğduğumda, M.Ö. 1000 tarihli bir takvime doğup, 38 yılda 10.000 yıl filan geçmek zorunda kaldım. Yine de biyografim, tarihe bir türlü nakşolamadı; yani o türden bir şizofrenim ve o türden bir gelecekbilimciyim.

Dolayısıyla deneylerimi kendi üzerimde ölene dek sürdürebilirim. Huizinga-Benjamin kerterizini / dikmesini gözden kaybetmeyeceğim, çünkü hala işe yarıyor.

Dipnot: Bundan sonrası başka metinlerin konusu.

Pazartesi, Mart 26, 2012

Türkçe’de Sözcük Yaratmak

Türkçe’de sözcük yaratma dalgası 3 aşamada geldi:

1930’larda, 1960’larda, 1990’larda.

1930’lardaki devlet eliyle idi. ‘Güneş Dil Teorisi’ gibi bilimdışı kalan savlara sarılınca ve cumhuriyetin hiçbir inkılabı benimsenmeyince, ilk adım havada kaldı.

İkinci adım, bizde 1960 darbesi ertesi oluşan, Dünya’da 2. Dünya Savaşı ertesi kuşağın gençliğini kazanmasıyla oluşan, ülkesel ve kürel toplu özgürlük ortamında / atmosferinde oluştu.

Türk Dil Kurumu, bu kez devletçilikten çok, tek tek bireyci grişimleri de destekledi. Hemen her dalda bir uzman, konu terimleri sözlükleri derledi ve onlar 40 küsur yıl sonra bile hala kullanılıyor. Aynı zamanda yazılı ve sözlü kaynakların taranmasıyla, tarama ve derleme sözlükleri oluştu.

Ara şerh: Bu dönemde toplamda 250.000 sözcüklük bir dağara ulaşıldı ama o dağar 50 yıl sonra bile tek kaynakta birarada toplanmış değil. Daha da önemlisi, bazı derlemeler yok edilmişe benzer.

Bireysel bir örnek:

Fakir Baykurt 600 yeni sözcük kullanmış. Bunların 300’ü tarama ve derleme sözlüklerinde varmış. Gerisini Baykurt icat etmiş. Bu işi başaran Kemal Ateş ama sözlük şu anda nerede ve hangi koşullarda bilinmiyor.

1990’larda ise 2. Sanayileşme dalgası geldi.

Bu dalganın parçası olarak kendim, 1.450 civarında başlıkta, 1.750 civarında anlam yarattım. Shakespeare’in 2.000’lik dünya rekorunu, ölmeden önce kırmak niyetindeyim.

Arabilgi: Shakespeare’in bu sözcüklerinin yalnızca 200’ü bugün kullanılıyor durumda.

Sonuç?:

Konuya böyle geniş açılı bir panoramayla bakınca, ortada bir ikilem veya sorunsal kalmıyor.

‘Batı-merkez-doğu’ sorunu, ‘trans-aşkın-vecd’ gibi 3 anlamsal nüansla ve birarada yaşatma ile aşılabiliyor.

Anımsatalım:

2020’ler, yani 4. dalga kapıda...

Neredesiniz genç yazarlar?

Cuma, Mart 23, 2012

Neden Yazıyorum?

Yazmasaydım, çoktan katil olmuştum.

Yazmasaydım, çoktan ölmüştüm. (Yazdıklarımın bir bölümü de ölümüme neden olabilirdi.)

Bunlar eski nedenlerden bir bölümü.

Ancak, yeni bir neden var ki son 1-2 yıldır, ölümüme dek yazmam için bana yol ışıklandırıcı olageldi:

Yazdıklarım sonucunu veriyor:

Bir: Dünya/Türkiye = 100/1 etki olacakken, yazdıklarımın ve internette / matbu yayınladıklarımın tamamına yakınının Türkçe olması nedeniyle, Dünya/Türkiye = 1 /100 gibi bir etki oranı var.

İki: Dünya’da bile istediğim etki oranını geçtim, çünkü kuadralektiği yaratan insan, poliyalektiği yaratan insan olarak beni 2006’da internette buldu.

Üç: Türkiye’de gerçekten ‘yazar zihni güç alanı’nı yarattığımı görüyorum. Bunun hiç olamayacağını, biraz da şehir efsanesi olduğunu sanırdım. Gözümle gördüm: Okurların zihinleri ve tarih,  yazdıklarım nedeniyle büküldü.

Dört: Hala bir oto-anarşistim, hala yöneten veya yönetilen değilim. Yine de düşüncelerin gücü düşüncelerin gücüdür. Bunu okuryazarlığımın en başında bile biliyordum.

Beş: Bu durumda yazdıklarımın akışı değişti: Rasgelelikten belli bir çerçeveye girmiş duruma geçti. 6 yılda gelecekbilimin ıcığını cıcığını çıkardım ve hepsini yazdım. Diğer konular, sinema bile hala öyle olabilmiş değil.

Altı: Ölene kadarki yazma programı netleşti. Neresinde duracağımın ve biteceğimin önemi kalmadı, çünkü ana taslak tamam durumda çoktan.

Yedi: Tüm bunlar bile, yazma doyumu vermiyor. Yayınlanma doyumu da. Okunma doyumu da. Okur olarak da yapayalnızdım, yazar olarak da.

Sonuç?:

Ölüm çok yakın. Çok somut. Artık korkutmayıcı.

Biri, durumumun yaşlılık değil, olgunluk olduğunu söyledi, belki de öyledir.

Çarşamba, Mart 21, 2012

Ticari Kartların Kültürolojisi

Reklam kartı veya ticari kart sayılan bu nesneler öncelikle koleksiyon objesidir.

Sonralıkla, zamanının aktuel kültürünün aynasıdır.

Bulyon, ciklet, çukulata, sigara, çay gibi, çok farklı ticari metalar, reklam ve satış öğesi olarak bunları kullanmış. Sonradan bunlar başka kültürolojik anlamlar kazanmış.

Bu nesneler neden koleksiyon malzemesi olur?

Küçüktürler, saklanmalrı kolay olur. Tematik konulu olurlar. Kataloglu ve listeli olurlar. Başka hiçyerde bulunmayan görsel öğeler (manzaralar, insanlar) içerebilirler. Örneğin, İngiliz bir sigara kartının bir İstanbul fotoğrafı var, 10 yıldır aranıyor, gören yok. Neden şu: Seri yerine, dağınık konulu bir dizinin yalnızca tek parçası olarak üretilmiş. Üreten de, sapa bir şirket imiş. Yani, nadirlik için gereken her niteliğe sahipmiş. İnternette bile epeyce süredir henüz göremedim.

Bu nesneler neden zamanının kültürünün aynası olur?

Çünkü, örneğin artist dizisiyse, o anki ünlüler dizisi olur. Aradan 5-10 yıl geçince, kimse onları hatırlamaz. (50 küsur yaşında biri olarak söyleyebilirim ki birinci derecede ünlü olmayan ve 5 yıldan eski olan hemen hiçbir oyuncuyu, ilk bakışta tanıyan çıkmıyor.)

Devamında:

Diğer bir popüler kültür malzemesi olan, çizgiromanların gayrıresmi tarihini oradan izleyebilirsiniz. 100 küsur yıllık ve en çok 2-3 yılda bir yenilenen bir tarihten söz ediyoruz. Örneğin, Batman’in onyıllara dağılmış olarak 40’a yakın farklı serisi var.

Burada önemli bir konu:

Hemen hiçbir koleksiyoncu bunların hepsini toplamaz. Yani diğer bir deyişle hiçbir koleksiyoner, çok ilgili, çok bilgili, çokdisiplinli, çok dönemli, çok mekanlı ve çok kültürlü değildir. Yine, Batman’den örnek verirsek, anime yorumları insanları rahatsız etmiş, çünkü hesapça onlarda Yanki ruhunun dışına çıkılmış.

Gelelim bu metni yazma nedenime:

Yaşlılığı nedeniyle, yeni şeyler öğrenme zorunluluğu duyan ve aynı zamanda çocukluğuna özlem duyan biri olarak, bu kartları yeniden anımsadım. Son 1 yıldır bu konuyu tam olarak öğrenmeye çabalıyorum ve çok ilginç kayıtlarla karşılaşıyorum.

Şöyle bir örnek verelim:

Panini kartlar, yalnızca tek şirket olarak dünyada yılda 1 milyar dolar ciro yapıyor. Bu, 100 milyonlarca set satmaları demek ve satıyorlar da. Aynı zamanda, girmedik konu bırakmıyorlar.

Ticari açıdan market kurallarına aykırı bir durum var:

Hiçbir ticari kart markasının internet sitesi, elindeki tam serileri, kaça sattığını, nereden nasıl alacağını tam açıklamıyor, yani tüketiciyi eksik bilgilendiriyor.

Gelelim gündelik kültürolojiye:

Bunlar çok ilginç biçimde, o yerzamanın bilgi momentine yönelik, çok  ilginç ipuçları veriyor.

Örneğin:

Liebig bulyonlarının Felemenkçe versiyonundaki Belçika veya Belçika Kongosu (eski Zaire) tarihi, 1900’lerin tarihsel bakış açılarını ve doğal olarak da koloniyalistçe dilegetiriyor.

Hele hele (birkaç dilde dağılan) birkaç konu var ki bugün onları  Wikipedia’da bile bulamazsınız:

Devler, çocuk beşikleri, çocuk oyunları, halk oyunları, halk eğlenceleri. Tam safkan folklorik bilgi ve  o konuların alıntılandığı kitapları bugün bulmak imkansız durumda ama o kartlar hala internette dolanımda.

Günümüzün global en ilginç konusu ise, televizyonlarda en çok izlenen konu olan futbol. Ancak, orada da güncellik önemli: 1900’ların İngiliz futbolcu serileri, futbolun beşiği İngiltere’de bile ilgi çekmiyor, hatta 1966 Dünya Kupası’nı kazanan kadro bile öyle sayılır. İlla ki günümüz UEFA serileri (Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi) olacak. Tabii ki onları tamamlamak pahalıya patlıyor. Ona da hile bulmuşlar: Albümle kartları eksik veriyorlar ve ondan sonra bir kerede sınırlı sayıda eksik kart gönderiyorlar. İşin yoksa, uğraş dur.

Öneririm, ticari kartlarla bir ilgilenin.

Pazar, Mart 18, 2012

Nefret Suçları

Nefret suçları Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor:

“... hate crimes (also known as bias-motivated crimes) occur when a perpetrator targets a victim because of his or her perceived membership in a certain social group, usually defined by racial group, religion, sexual orientation, disability, class, ethnicity, nationality, age, sex, gender identity, social status or political affiliation.”


“Nefret suçları, suçu işleyen kurbanın belli toplumsal statüs, ırkı, dini, cinsel yeğlemi, engelliliği, sınıfı, etnisitesi, ulusu, yaşı, cinsiyeti, cinsel kimliği, toplumsal statüsü veya siyasal seçimini hedeflediği zaman ortaya çıkar.”

Burada olumsuz çoklu eşanlamlılık var:

Bir: Bunların bazılarını yapmak özsavunmadır.

İki: Toplumda azıcık güçlü durumda olan herkes, kendinden zayıflara karşı bu suçları işler.

Üç: Bu suçun tanımı maksadını aşar.

Dört: Nefret suçuyla insanlık suçunu birbirine karıştırmanın anlamı yoktur, insanlık suçuyla da savaş suçunu birbirine karıştırmanın anlamı yoktur.

Bakın:

Bir: Yaşama hakkı, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nde varken, savaşta ölme devletlerin / ülkelerin yasalarına bırakılıyor ve ‘savaşta asker kaçaklığı’ tüm ülkelerde idamlık suç sayılıyor. Peki, nerede kaldı yaşama hakkı?

İki: Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuranlar arasında, orada yargılanması ve idam cezası alması gerekenler var.

Üç: Nobel Barış Ödülü’nü alanlar arasında, insanlık suçu ve savaş suçu işleyenler var. Nefret suçunu, her anlamıyla haydi haydi işlediler.

Bu, büyük mülkiyetin ve uluslararası ticaret yasalarının güçlüyü koruması gibi bir durum.

Türkçe bir özdeyiş vardır:

‘Ol kadı olursa davacı

Olur mu ol mahkemenin hükmünde dirayet?’

Ne bu?

Ben Tatar’ım. Bir Tatar olarak, Tatarlar’ın 1402’deki, 1683’teki ve 1940’taki ihanetlerinin cezalandırılmasının doğru olduğunu savununca, onlara karşı nefret suçu işlemiş olacağım, öyle mi?

Gidin yahu...

Ben insanların tümünden nefret ederim. 7 milyarlık Dünya ve 70 milyonluk Türkiye nüfusunun her bireyinden, hepsi de hak etmiştir bunu. Bunda da kendimi haklı bulurum. Tıpkı Sırplar’ın eski-Yugoslavya savaşları sırasında yaptıkların nedeniyle, AİHM’de veya UCM’de toptan yargılanmasını haklı bulduğum gibi.

Bu iş töreye döndü: Birinde sevap olan şey, öbüründe günahtır ve tüm töreler birarada yaşayamaz, birbirini öldürür.

Beyler, BM zaten battı ve bitti.

Eğer insanlar adaletten de umudu toptan keserse, benim gibi kendi adaletlerini kendileri aramaya başlarlar ve ortalık Japon kale maça veya ‘poliello’ya (düellonun orjisi) döner.

Yani, kan, ter ve gözyaşı seli ortalığı yıkar götürür.

Hukuk eliyle buna dayanak yaratılması eksi zekalılığın ve eksi bilgililiğin en hasıdır, bu böyle biline...

Perşembe, Mart 15, 2012

Zamanın Sonu: İnsan Türü Biterse Ne olur?

Şu ya da bu nedenle, bir anda şimdi ve burada insan türünün bitiverdiğini düşünelim.

Ne olur?

Hiçbirşey olmaz.

Negatif entropi olarak canlılığın ve negatif entropi olarak zekanın izleri kalır.

Kuyruksuz büyük maymunlar, yeniden insan türü gibi bir şeye evrilmezler.

İnsan türünün son 1,5 milyon ila 50 bin yıllık süresi aralığında, insansal ve insan-öncesel onlarca tür dünyaya yayıldı ve yok oldu. En son 50.000 yıl önceki Afrika’dan eksodus, bugünkü insansal herşeyi yarattı.

Bunun bir de kontrol parametresi var:

İnsan türü 30.000 yıl önce Amerikalar’a ilk kez göç etti. M.S. 1500’de Mayalar, piktogram alfabeyi bulmuşlardı. Bu Orta Doğu’da M.Ö. 4000-5000 civarında becerilmişti. Yani sıfırdan başlamakla aradaki 20.000 yıllık faz farkı ve Amerikalar’ın Avrasya gibi yatay değil, dikey coğrafyası, 6.500 yıllık bir gecikme yarattı.

Son bulunan Güneş Sistemi dışı gezegenler gösterdi ki bugünkü Dünya koşulları başka gezegenlerde de mevcut olabilir. Ancak aynı zamanda Dünya gezegeni, geçmişte çok soğuk, çok sıcak, metan atmosferi, karbon dioksit atmosferi gibi, bugünün insanının yaşaması mümkün olmayan aşamalardan da geçti.

Diğer bir deyişle, Dünya-dışı canlılar eğer varsa, çok hücrelilik aşamasına gelebilirler ama karada yaşayan omurgalı hayvanlar aşamasına hiç gelmeyebilirler, çünkü bu Dünya için bile milyonda birden düşük olasılıkla gerçekleşti.

Peki sorumuzu genişletelim:

Bu Evren’de insan türü veya benzerleri yok oldu veya yok, ne olur?

Başka Evren’ler var. Bu bir.

Negatif entropinin limit sonsuz görüngüsü var. Bu iki.

Antropomorfizm gerekmiyor. Bu üç.

Liste uzar gider.

İnsan türünün şu an yok olmasının tarih ve evrim için hayırlı bir şey olacağını önesürmüyoruz. Bize göre hayırlı olan, insanın Evren’e yayılması, evrilmesi ve canlı-öte ve/ya zeka-öte olabilmesidir.

Yoksa, bu evrende ebedi barış içinde 10 üzeri 67 yıl (kara delikler yok olana kadar) yaşayacak bir insan türü, kendisinin bile bir işine yaramaz.

Dolayısıyla risk alıyoruz:

Yok olma tehlikesine karşın, yeni evrim ve evrim-öte şıkkı...

Çarşamba, Mart 14, 2012

AB’nin Sonu

AB’nin er veya geç son bulacağını, 10 yıl önce, AKP AB vaadiyle iktidara geldiğinde yazmıştık.

“Nouriel Roubini, Yunanistan'ın gelecek yılın sonunda Euro Bölgesi'nden çıkacağını öngördü. Roubini'ye göre daha sonra sıra Portekiz'e gelecek.”


AB ilk önce ekonomik olarak çözülüyor, diğerleri sonra gelecek.

Geçmişe bir bakalım:

AB devleri, 1492-1992 arasındaki 500 yılda 100’den fazla savaşa katılmışlardı. Bu süreç içinde, kolonilizasyon dönemindeki artı-değerleri boşluğa attılar.

Ancak asıl ekonomik son, 2. Dünya Savaşı ertesinde geldi. Tüm büyük AB ülkelerinin ABD’ye milyarlarca dolar borcu oldu ve hala da var.

Bu yetmiyormuş gibi, eski sömürgeleri özgür ülke oldugu ve AB’ye 65 yılda 20-30 milyon göç verdi.

Bu süreç içinde AB birleşmeye çabaladı. Onun sonunu getiren bu tüm birleşme çabası veya fazla büyüme oldu.

2 ana sorun var:

Bir: Malta gibi küçük ülkelerin AB’de işi ne?

İki: Bitip tükenmiş eski Doğu bloku ülkelerinin AB’de işi ne?

Tabii bunların yanısıra, başka sorunlar da var:

ABD’den duyulan korku nedeniyle sayılsın, ABD’ye duyulan minnet nedeniyle sayılsın, bir biçimde AB kendi ordusunu kuramadı veya NATO’yu fesh edemedi. Buna AB’nin ömrü vefa etmedi.

E, geriye ne kaldı?

Aydınlanma döneminin AB kültürü ama o da 2. Dünya Savaşı ertesinde tam bir kültürel regresyon ile tasfiye oldu.

Yani, temel 3 sacayagı da kırıldı:

Kültürel, askeri, ekonomik.

Şimdi, eğer 10 yıl önceki öngörüm dinlenseydi ne olurdu?

Yeni ülkeler kademe kademe uzun vadede kuruma alınır ve 50 yıl bize yaptıkları gibi., AB havucu, o ülkeleri anayoldan saptırmazdı. Şimdi birçok ülke AB dağılınca, kendi yoluna gidebilecek durumda. Yani, alacaklarını aldılar ama vereceklerini vermeyecekler. (Bakınız Çekya 2011 vetosu / referandumu örneği.)

ABD AB’nin yerini hiçbir konuda alamadı. Tarihte özgün Yanki olan hiçbirşey yok. Bunu ben değil, kendileri söylüyor.

Kore, Vietnam, 2 Irak, Afganistan savaşlarını kazanamamış olarak kaldı, çünkü savaş stratejileri değişti.

AB de çökünce, tarih de çökmüş olacak. ABD, ne yeni Putin Rusya’sı, ne de Çin ile güreşecek motivasyona sahip değil artık. 2 önemli anti-komünistten biri Nixon Çin’i, diğeri Reagan da neo-Rusya’yı başımıza saldı: Bu da tarihin ironisi işte.

Artık global tek kriter var:

Kendine yeterlilik: Bu açıdan tüm 3., 4., 5. Dünya ülkeleri, enerji ve gıda konusunda çok avantajlı durumda. Tabii ki ‘Arap Baharı’ denilenin gösterdiği üzere, hiçbiri bunun avantajını kullanamayacak.

İşte o nedenle, tarihin itici gücü kalmadığı için, yeni bir orta çağa girdik epeyidir.

Uygarlar kendini yok edebiliyor ama barbarlar da kendini yok edebiliyor, özellikle de yamyamlar.

Bunun kısa vadeli gelecek için tarihten alınması gereken en önemli ders olduğu kanısındayım.

Piktler’in torunları İskoçlar’ın bugünkü durumu ortada, Cengiz Han’ın torunlarının bugünkü durumu ortada, Aztekler ve tüm eski Amerikalar uygarlıklarının bugünkü durumu ortada.

Sonuç?:

Elbette yeni-farklı bir şey gelecek.

Gelene kadar kan, ter ve gözyaşı kürüne devam...

Pazartesi, Mart 12, 2012

Burhan Öçal - Pete Namlook: ‘Sultan Orhan 3’: Nereden Geliyorsun?




Bu işi kıvıramadığını birisinin Öçal’a söylemesi gerek: ‘Kral çıplak’ demek ve sopayı yemek, yine bana düştü galiba.

Olmamış:

Melodi, ritm, harmoni, kompozisyon olmamış.

Otantisite, etnisite (etno-caz), icra olmamış.

Şekil yapma olmuş:

‘Post-rave’ denmiş , ‘ambient’ denmiş, bilgisayar ‘kick’siz, denmiş,

Denmiş de denmiş. ‘Den den’miş.

Yemezler.

Artizliğini de yemiyorlar zaten.

6. parçada Zakir Hüseyin araklamasını görüyoruz ve yemiyoruz. Arif Sağ’ın sazını beğenmeyiz, çünkü Neşet Ertaş’ın kötü bir arağıdır. Kudsi Ergüner’in neyini beğenmeyiz, çünkü Aka Gündüz Kutbay’ın kötü bir arağıdır. (Araki bulamaki, arak güzel bir içkidr netekim ama bunlardan değil.) Bu ikinci sınıf çalgıcılar, ‘çalmayı çalmayı’ bile bilmiyorlar.

50 kuruşa (çeyrek dolar) orijinal CD alıp dinleyebilen biriyim. 2 yıldır, binlerce albümün içinden, Apocalyptica’nın ‘Cult’undan sonra, dinleyecek tek bir albüm bulamadım, gün akşam oldu...

Ne arıyorum?:

Yeni bir şeyler, farklı bir şeyler, yapılmadık bir şeyler. Özgün bir şeyler.Yok.

Öçal’a da: ‘Yoh yohh’...

Nesi mi yoh?

Müzik adına hiçbirşeyi yoohh...

Kopyaya sıfır, kopya bile çekemeyene eksi bir.

Cuma, Mart 09, 2012

Eski TKP, Yeni TKP, Yeni Eski TKP

Stalinist çizgideki TKP’yi hem takdir ederim, hem de durumlarına gülerim.

Takdir ederim, çünkü cumhuriyet tarihinde onlar kadar çok sayıda ve acımasız kıyım dalgasına uğrayan bir sol fraksiyon yok.

Gülerim, çünkü içlerinde daima köstebek boldur, bir de birbirlerini yerler.

Doğu bloku çöktü. Eski TKP devredışı kaldı. Sonra yeni TKP kuruldu. Bu yeni TKP, İstiklal Caddesi’nde, ailecenek komünist olan Sarıca’ların mülkiyetindeki bir binada ikamet ediyor.

Sonra yine birbirlerini yediler ve yeni eski TKP kuruldu.

Bu konuya farklı tepkiler oldu. Ancak bir tepki var ki evlere şenlik:

“Ancak meseleyi ilginç hale getiren, Gülen Cemaati’nin yayın organı Aksiyon’un 16 Ocak 2012 tarihli sayısında yeni TKP’nin kuruluşunu öven ifadeler kullanması.”


Sonuçta, anti-komünist Soros’çu enternasyonel sermaye, cemaatçi ulusal yeşil sermaye ile işbirliğinde. Ancak, bunun eski SBKP’den para almaktan pek farkı yok. Öpülen hep kitle ama buna aymıyor, kömür çuvalına tav.

Gelelim meselenin özüne:

Cemaatçilik mi, enternasyonalizm mi?

Cemaatçilik enternasyonel takılabilir, çünkü Osmanlı’dan aldığı önesürülen ama aslı öyle olmayan bir ‘fazla gitmeyin üzerlerine’ mentalitesi var.

Enternasyonalizm de cemaatçi olabilir, hem komünizm açısından, hem de tek ülkede sosyalizmi savunan reel sosyalizm açısından.

Ancak bunların işbirliği adamı kıllandırır.

Sağ-sol parti ayrımı muğlaklaşırken, bu türden ‘neo-globalizm – dünya sistemi’ karışması da olabiliyor.

Burada global momenti anımsayalım:

AB’de hem faşist partiler yükselişte, hem de eski komünist partilerin devamı olan partiler. Sistemi merkezleştireceğiz derken, aşırı polarize ettiler, farkında değiller.

ABD’de desen, komünizm yok, sosyalizm yok, sosyal demokrat parti bile yok. 2 parti var, 2’si de uç sağda. Obama ile kız Le Pen arasında fiilen bir ayrım yok.

Zaten uç kutuplaşmanın nedeni bu:

Siyaset meclisten sokağa kaydı, Almanlar’ın deyimiyle aktif politika oldu. Bu sayede Korsan Parti AB’ye girebildi.

Gelecek karmaşa ve kargaşa getirmekte. Kitle, iktidar seçkinleri ve entellektüeller yollarını şaşırmakta. Sürü uçuruma koşmakta.

Eğlenceli değil mi?:

Anarşistlerin yapacağını devletçiler yapıyor.

Perşembe, Mart 08, 2012

Borsa ve İflas ve Zarar

“İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nda (İMKB) bugüne kadar, işlem gören 44 şirketin tahtası iflaslar nedeniyle işleme kapatılırken, yatırımcıların bu şirketler nedeniyle uğradığı zararın değerinin ise yaklaşık 1 milyar 166 milyon 288 bin 370 dolar olduğu belirtildi.

... tahtası kapanan şirketlere yatırım yapanların tam sayısı bilinmemekle birlikte 500 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.”


1987-2007 arasında 320 şirketin 44’ü iflas etmiş.

Kaynak link: Sayfa 28.


Şirketlerin zarar etmesi, yani hisse senedi değer kaybı ve temettüsüzlük de yaşanmış:

“Ekonomik krizin Türk şirketlerine olumsuz etkisi rakamlara da yansımaya başladı. İMKB’deki 213 sanayi şirketi arasında zarar edenlerin sayısı % 50 artarak 77’ye çıktı. Toplam kâr % 10 azalarak 7.3 milyar YTL’ye indi.”


Dikkatinizi çekeriz:

Ekonominin tıkırında olduğu ve çağ atladığımız iddia edilen son 10 yılda olup bitmiş tüm bunlar.

Neydi?:

‘Sen eşek olursan, semer vuran çok olur’ muydu?       

Salı, Mart 06, 2012

ABD Savaşta

TC savaşta ama buna kimse uyanmıyor. ABD savaşta ve bunu sivil halk bilmiyordu, öğrendi:

“Obama yönetimi, geçen yıl Eylül ayında, ABD doğumlu din adamı Enver el-Evlaki'nin öldürülmesi nedeniyle insan hakları örgütleri tarafından ağır şekilde eleştirilmişti.

Adalet Bakanı Holder, Amerika Birleşik Devletleri'nin 'savaşta olduğunu' söyledi ve saldırı için bir mahkeme kararına gerek olmadığını savundu.

Öldürme amaçlı saldırıların 'savaş kurallarıyla' belirlendiğini söyleyen Holder, kimi zaman hükümetlerin acil olarak harekete geçmesi gerektiğini söyledi ve mahkemenin onayını almanın her zaman pratik bir yöntem olmadığını belirtti.”


Farkına varılmayan bir şey daha var:

Bu durum 4 Cenevre Sözleşmesi açısından bir örnek oluşturuyor ve değişik bir hukuk başlatıyor.

Bu durum AB ve ABD’nin arasını açacak. Anımsanırsa, ABD patentli Şili darbecisi Pinochet az kaldı AB’de tutuklanıyordu, kıvırtıp kurtardılar.

Uluslararası hükümlü 2 mahkeme var bu konuda:

Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi.

AİHM bir ABD vatandaşını er veya geç AB toprakları içinde tutuklatacak: Gör, o zamanki gümbürtüyü...

Bunun anlamı şu:

Kendi vatandaşını vuran ABD, 1 AB vatandaşını sucuk yapar ancak.

TC açısından çıkarılacak ders ne?:

Devlet artık kendi vatandaşlarını rahatça öldürecek, mesnet bulacak çünkü: Biz gerçekten savaştayız, ABD gibi paranoyakça değil, hem de 30 yıldır.

Demek ki neymiş?:

Savaştayım, savaştasın, savaşta...

Erdoğan Ölürse Ne olur?

Bunu açımlamadan önce, geçmiş bir örneğe bakalım:

1993’te Özal, Bitlis ve Mumcu öldü.

Ne oldu?

Hiçbirşey olmadı. Liberalizm çizgisi yine dayatıldı. Ancak deniz bitti artık.

Sonuçta dünyada o çizgi iflas etti. Sonu geciktiriyorlar yalnızca. AB sallantıda. Çin bile durmak üzere.

Tabii ki ANAP bitti. Ancak şunu bilelim: AKP diye bir parti şu anda iktidarda değil, hiç olmadı sayılır. (10 milyon kullanılmış oyla oynandı, 10 milyon kişi oy kullanmadı ve AKP 20 milyon alamadı aslında.) Bu, oyuncu değiştirilerek, 30 küsur yıldır dayatılan bir plan. Komplo teorisi de değil. Kendisi de ölse bile, akrep akrepliğini yapar. ABD akrebi de, Türkiye kurbağasının sırtında, diğer onlarca kurbağanın zırtında olduğu gibi.

Türkiye tarihi’nin 90 yılı = 3 adam + 3 darbe + liberalizm.

Türkler’in tarihinin 1.500 yılı: 16 devlet. 1 devlet = 94 yıl.

Geldik 2012’ye, ortalıkta 1. Cumhuriyet kalmadı.

Ortalıkta savaş var.

Erdoğan ölecek veya ölmeyecek. Herkes açısından AKP’nin miyadı doldu. Özal, Çiller ve Erdoğan nasıl yoktan bulunduysa ve başımıza salındıysa, başımıza yeni birini salacaklar. Ancak o biri, bu kez 4. liberal sefayı süremeyebilir.

Hep birlikte göreceğiz.

Şunu bilelim: Osmanlı’nın borçları, 50 yıl savaş bile bizi bitiremedi.

Hele yıkım bitsin, ondan sonra bir daha konuşuruz bunları.

Düz Realizm

Bir okur olarak kurmaca eserlerde, düz realizm ararım.

Düz realizm nedir?

En realist veya onlardan daha realist olduğunu önesüren naturalist romanlar bile, süslü bir dille yazılmıştır. Süs bölümleri okurun hoşuna gidebilir ama gerçek yaşamla hiç ilgileri yoktur.

Örneğin, ‘Germinal’in romanında da, filminde (Depardieu) de histeri vardır açıkçası. Acı, düz bir şeydir oysa, histerik süslü değildir.

Düz realist yazar örnekleri verelim:

Dünya’da Bukowski, Türkiye’de Esendal.

Bukowski’nin 1960’larda, Esendal’ın 1900’larda dümdüz bir dili kullanması, Türkiye lehine şaşılacak bir durumdur.

Olması gerekenin bu olduğu önesürülmüyor. Böyle olunca realizmin gerçek realizm olduğu kastediliyor. Realizmi artık istemeyen çok, Pamuk örneğin öyledir.

Bu düz realizmin bilimkurgu romanlarda da gerçekleştirilmesi ise, başlı başına bir edebiyat vakasıdır. Olmuş olayları yazmak başka bir şey, olacak olayları yazmak başka bir şey. Bilimkurgu ikincisini, hem de çok başarıyla onyıllarca sürdürmüştür.

Buradan geleceğin düz realizmine geçiyoruz. Eleştiri, yakın geçmişte yakın gelecek için, hem güzelyazın dalı oldu, hem de gerçekçiliği, post-modern dönemde başarıyla üstlendi.

Ancak artık, o dönemin 3-4 dönem ötesine geçtik.

2020-2040 düz realizminin ne olacağını henüz ben de bilmiyorum.

İnancın Epistemolojisi

Evren’in ve insanı yaratıldığına inanan bir mümin, eksi bilgilidir, demektir.

Bir ateist, Evren’in ve insanın yaratılmadığını bilir ama bir mümin,  bunların doğruluğuna veya yanlışlığına yalnızca inanabilir.

Dinsel inancın bilgibilimsel değeri çoğunluk sıfırdır, bazan eksidir.

Bir mümin bir insanın birçok şeyi bilemiyiceğini, aslında bilmemesi gerektiğini savnuur.

Gnostik bir ateist, bir insanın herşeyi, hatta ötesini de bilebileceğini savunur ve şöyle bir sav önerir: Bilinenleri bilmeyen biri, bilinmeyenlerin bilinemeyeceğini önesüremez.

Işık Barış Fidaner – Reha Ülkü Yazılı Düeti

Önbilgi: 1 sanal diyalogcunun metnine, 1 sanal diyalogcunun yanıtı, yani 2 kişi yüzyüze hiç karşılaşmadı. Arada baba-oğul gibi bir kuşak farkı var. Görüş ayrılıklarının ana fay hattı, tarihi olurken yorumlamakla, olduktan az sonra yorumlamak arasındaki fark bence.

merhaba,

bildiğiniz gibi "müşteri hizmetleri" denilen bir modern psikolojik savaş metodolojisi var.

Bu müşteri hizmetleri, dışarıda nasıl bilemem. Bizde berbat. Sorun çıkan kredi kartımın iptalini bana 5. sorunda söyleyip, bir de beni yalancı yerine koymuşlardı. O zamanlarki bir nolu bilgisayar ÇÜŞ’ü NCR’de 1984’te İstanbul’da çalışmıştım, durumları berbattı, yani gavurlar da aynı durumda.

bazı şirketler, performans, verimlilik, karlılık gibi iyi niyetler sonucu kendilerini tekelci konumlarda buluveriyorlar.

Bildiğim gibi, ABD gibi tekel karşıtı yasaları olan ülkelere karşın, dünyada tekelciliği engelleyen geçerli süreç yok. Ancak bunun nedeni kar eğilimi değil, çünkü tekel nedeniyle zarara da girebiliyorlar, sömürgelerinden zarar edebilen koloniyalizm gibi. Yani bir şirketin miyadı, tekelcilik aşamasına gelemeden bitmiş olabiliyor ama tekellik sorun yaratmış gibi oluyor. Bu konuda Amazon ve Ebay için haklı çıktım. Google, Facebook ve Twitter için de haklı çıkacağıma eminim.

bu konumları sonucunda müşterilerin soru ve eleştiri yağmuru ile karşılaşıyorlar:

Benim gibi gıcık müşteriler hariç, müşterinin haklıyken genellikle sesini çıkarmayıp, haksızken çokça yakındığını gözlüyorum. Bunda, hem yasaları bilmeme, hem kendini bilmeme, hem de ‘körlerle sağırlar birbirini ağırlar’ durumu egemen.

"bulutlar neden mavi değil", "neden kapitalizmde yaşıyoruz", "bize neden hep yalan söylüyorsunuz" gibi cevap veremedikleri bu sorular, boş bırakılırsa onların sonunu hazırlayan şöyle bir gelişim-olgunlaşma çizgisi izliyor: huzursuzluk -> soru -> eleştiri -> tartışma -> düşünce -> karar -> eylem (-> başarısızlık -> beş kare geriye) -> zafer.

Sosyal psikoloji okutulmuşluğum (tahsilim) var ama bu diziyi hiç duymadım. (Olabilir, çünkü ‘Maslow gereksinimler hiyerarşisi’ni 3 ayrı biçimde okutuldum.) ‘Eleştiri - - - eylem’ dizisindeki 5’lik grubun hiç böyle işlemediğini gördüm, en azından sivil toplum kuruluşlarında. Daha çok ‘hadi şunu protesto edelim’ havası var. ‘Protesto = deşarj = meyhane/ eğlence / kutlama’, gibi gidiyor.

hatta bu gelişimden o kadar çekiniyorlar ki, tartışmaları olabildiğince erkenden soğurup yok etmek için sürekli istihdam ettikleri dev bir kadın sesleri ordusuna, sosyal bilim mezunlarına yazdırdıkları ninnileri okutuyorlar.

Bununla, halkla ilişkilerciler kastediliyorsa, onlar hepten evlere şenlik. Bu konuda bu sıralar TÜSİAD, tel tel dökülen inciler döktürüyor. Neyi eleştirip, neye karşı davranacaklarını şaşırdılar, ezberleri bozuldu. Bir de hükümetin onları dinlememesini de hiç mi hiç anlamıyorlar. Doğan’ın 4 kızlık korosu, tam da senin dediğine uyuyor.

korsan parti de konumu gereği iletişim girişimleriyle karşılaşacaktır. bu iletişim karşısındaki tutum her normal kapitalist kurumun yaptığı gibi bunları soğurup yok etmek ve görüntüyü kurtarmak mı olacak (yani bu mayaları mesela forum gibi bir göle çalıp izole etmek), yoksa bütün tartışmaları bir kanalda, mesela ortak bir yayın organında (twitter, wordpress, site, ?) birleştirip birlikte olgunlaştırmalarını sağlamak mı olacak?

Burası en önemli konu ve daha önceki 3-5 eklemli eklektik dizini dışında yer alıyor. Son 3 ayda gözlemim şu: Buradakiler, ‘küçük olsun, bizim olsun’ gidişindeler, sütten ağzı yanıp yoğurdu üfleyerek yiyen 1968’li dedeleri gibi. Kendi aralarında hızlı Skype-sms iletişimi takılıyorlar, log’a da en az biri karşı durumda. Ancak uzun vadede hiçbir eğilimleri yok, çünkü fikirleri yok. 1980 sonrası kuşakların böyle bir eğilim var ne yazık ki ama değişmeye başladı bu durum.

nasıl ki insanın esas kişiliği iletişim girişimleri karşısında ne yaptığı ile ortaya çıkar, partinin de bütün kıymeti bence buna bağlı.

İnsanın esas kişiliğinin bilgi ve düşünme girişimleri karşısında ortaya çıktığı kanısındayım. Bilgi çağında bilmeyebilme lüksü yok. Türkler ise, internette bile bilmemeyi meziyet olarak yaşıyorlar. ‘Bilgi = ileşitim’ demek değildir. İletişim birarada yaşamaya girer, bilgi tek başına yaşamaya girer.

yani özetle:

parti = takipçileri

parti takipçisi = yayın organı takipçisi

parti = yayın organı

1970’ler parti / oluşum / klik / fraksiyon basınını doğrudan izlemiş biri olarak, bunun işlemediği kanısındayım. Eski usül hücre çalışması, ‘7 ve daha az sayıda kişiden işleyen gruplarda zekanın işlerliği’ hakkındaki sosyal-psikoloji gözleminden yola çıkarak, önerilebilir durumda. Bilgi gerillalığı sözkonusu. Şiddeti genelde sevmeme karşın, burada sözünü ettiğim bilginin şiddeti değil, bilginin hızı. Öğrenme hızımızın bilgi üretilme hızını geçmesi gerek.

*

Genel panorama olarak ne anladığıma gelince:

Buradaki çoğunluğun kayıt tutma eğilimi yok.

Kamuoyuna sunulabilir olacak duruma gelmeleri imkansız gibi.

Yeni moda bu oyunu daha çok yeni bir teknolojik oyuncak düzeyinde algılıyorlar.

Türkiye’de bu konuda partileşmek imkansız. Dünya’da da çanaklarına nasıl olsa ot tıkanacak ama çoğu ondan önce asimile olacaklar / uyruklaştırılacaklar.

Peki, bir gelecek görmediğim böyle bir projede bir gelecekbilimci olarak ne işim var?

Geçmişbilim kaydı tutuyorum, gözlüyorum. Nasıl olsa, birlikte çalışılabilir 2013’lülerle ve 2018’lilerle karşılaşacağım, bunun için egzersiz yapmam gerekli.

Son olarak bu metni yazdırdığın için sana teşekkür ederim.

Pazar, Mart 04, 2012

Putin Yeniden Geldi

Putin yeniden geldi, hem de göstere göstere...

Bizim AKP’nin başındakilerin de benzer hayalleri olabilirdi ama bu tür bir planın çok önceden, örneğin 2001’de filan 8yani parti iktidara gelmeden önce) tasarlanmış olması gerekirdi ki bugün için gerekenler yapılmış olsun.

Bir de Putin az yaşlı ve daha sağlıklı.

Gelelim siyasete:

Yıl kaçtayız?

2012.

Bu yıl hangi ülkelerde seçimler var?

Rusya, Fransa ve ABD.

Putin kaç yıllığına geliyor?

12.

ABD başkanı kaç yıllığına geliyor?

Obama nedeniyle, maksimum 4.

Yani Putin en az 2’şer ABD ve Fransa başkanı görecek.

Elde var çok puan.

Putin’i alaşağı edebilecek tek şey var:

Petrolün varilinin yeniden 20 dolara düşmesi ki önümüzdeki 10 yıl  için reel sektör, sanal / finansal sektöre karşı, epeyi sıfır hezimetle galip durumda. Diğer bir deyişle, yatırımlar reel metalara kaydı.

Putin bir demokrat mı?

Hayır.

Peki, kim demokrat?

En ironiği oğul Bush’un bile Putin’in Hritiyan’lığını takdir etmesi.

Özetle Putin, eğer kullanırsa inanılmaz olanaklarla dolu bir 12 yıla sahip olarak geldi.

Kestirimimiz şu:

O da bütün tiranlar gibi, sonun başlangıcında megalomaniye kapılıp büyük hatalar yapacak.

Bunun istisnası henüz görülmedi.

Zaten 2020’de dünyamız isyan ateşleriyle çifte kavrulmuş olacak.

Dolayısıyla Putin rahat olarak 8, rahatsız olarak 4 yıl yaşayacak, deriz. Çok az bir olasılık da, ikinci kez seçilemeyebilir, deriz.

Üniseks ve Enterseks

Cinsiyet dediğin, acaip bir mevzu. Özellikle de Türkler için:

Yedikçe acıkan obezler veya ‘karnı tok, gözü aç’ küçük burjuvalar gibiler bu konuda.

O nedenle, bu ülkede ve bu dilde bu konu zor anlatılacak durumda ya, deneyelim bakalım.

1960 doğumluyum. Ergenliğime ve etkin cinsel yaşama 20’li yaşlarımda girdim. Zihinsel oarak da 45 yaş civarında çıktım.

Genellikle bir konu benim için zihinsel olarak önem kazanınca, o konu ile ilgili kültürel malzeme muhakkak karşıma çıkar.

Bu kez de öyle oldu. İnternet üzerinden Türk aseksüellerle tanıştım. Ancak, yukarıda saydığım Türklük acaipliklerine, bizim aseksüeller de bir katkıda bulunuyorlardı: Kadınlar, seks yapmak istemiyorlardı ve çocuk sahibi olmak istiyorlardı.

Sonuçta bu konudaki düşüncelerim nedeniyle, en kısa zamanda konuyla ilgili siteden kovuldum.

Üniseks desen, transvestiliğin başka bir versiyonu.

Şimdi de bu enterseks konusu gündeme geldi:

“Bir erkek çocuk gibi büyütüldüğünü söyleyen Adeleh, çocukluk yıllarında kendisini kız gibi hissettiğini söyledi.

Ergenlik yıllarında bir kliniğe giden Adeleh'e, ameliyat geçirmeden kadın olarak yaşaması tavsiye edilmiş. Ancak Adeleh'in cinsel kimliğini arayışı burada son bulmamış.

20'li yıllarında tekrar erkek olarak yaşamaya başlamış ve Adam adını almış. Geçirdiği tüm bu değişimlere rağmen yanlış cinsiyette olduğunu düşünen Adeleh, Tayland'a giderek bir dizi estetik ameliyat geçirmiş.

Cinsel kimliğini bulması ise Tayland'dan İngiltere'ye döndüğünde, 28 yaşında gerçekleşmiş.

Yaşamının 40 yılını erkek olarak geçiren Caroline Kinseywho ile tanıştığında, kendisinin de onun gibi bir 'intersex' yani çift cinsiyetli olduğunu anlamış. Kendisine, hem psikolojik, hem de fiziksel olarak iki cinsin de özelliklerini taşıdığı anlatılan Adeleh de, ender görünen bu cinsel kimliği ile yaşamaya karar vermiş.”

Öncelikle tanım sorunu:

Çift cinsiyetlilere ‘hermafrodit’ denir, ‘intersex’ (ara-cins) değil. Hermafrodit, Eski Yunan mitolojisinde Hermes ve Afrodit’in birleşmesinden doğmuştur. Hermafroditlik genetik bir sonuçtur.

Zihinsel olarak, kendini çift cinsiyetli hissetmenin, aktif biçimi biseksüalite olarak zaten var.

Ancak Jung’cu anlamda, kadındaki erkek animus’tur, erkekteki kadın anima’dır. Bu, Latince’deki cinsiyet eklerinin yer değiştirilmesiyle yaratılmıştır.


Geleneksel eşcinsellikte de aktiflik ve pasilfik var, hem kadın eşcinselliğinde, hem erkek cinselliğinde. Her ikisini de olanlar da var, yalnızca birini olanlar da var.

Vakamız ise biraz edebi olmuş. Kosinski de konuya aynı biçimde yaklaşır ve bir romanında bir erkek cinselliğnde doyumu yalnızca erkekten dönme bir kadınla yaşar, çünkü bir erkeği yalnızca bir erkek anlayabilecektir ona göre...

Dönelim kendime:

Yaşamıma bedensel olarak 20 kadın girdi. Zihinsel-dost olarak da 20 yaş kadın daha girdi. Sevgililer dostları daima gömmeye çabaladı.

14 yaşımdan 51 yaşıma zihnen ve bedenen dengemi yitirmeye çabaladıkça, dengem daha çok yitirdim. Artık denge aramıyorum.

Polarize olan cinsellikte bir denge çok zor. Her 2 kişi de yaşam ve zaman içinde sürekli değişiyor. Günümüz hızlı koşullarında yıllara bağlı uzunlukta bir süre boyunca çift kalabilmek imkansız.

Gerçek durum da bu:

G-7 ülkelerinde insanların % 25’i yalnızca yaşıyor. Evliliklerin % 50’den çoğu boşanmayla sonuçlanıyor.

Kendim veya bir başkası çin düşünüyorum da:

Ne üniseks, ne de enterseks yaşamak cinselliğe bir çözüm değil, çünkü bu denklemin rasyonel kökü yok. (Sanal kökü olabilir ama bu sanallık siberuzay sanallığı değil de, beyindaşlık gibi bir şey: 2 Curie’ye nasip olduğu rivayet edilir.)

Oğuz Atay’ın dediğini yaptık: Genel panoramayı çizdik, o resmin içine kendimizi de kondurduk: Onun, Bilgi ileyken bilgisiz, Sevgi ileyken sevgisiz kalması ironisi gibi.

Eşcinsel evliliğine izin verilmeden önce de, eşcinsellerin boşanacağını biliyordum. Hem boşanacaksan, hem de çocuk yapaksan, onyıllarca düzlerden / heterolardan farklı olduğunu önesürmenin mantığı kalmaz.

Adel’in de, yeni elma şekerini yalayıp bitirip, şekerin onlarca katı olan sapını bir tarafına yiyince, göstereceği tepkisini meraklı bekliyoruz.

Perşembe, Mart 01, 2012

Negasyonun Niceliği ve Niteliği

Nicel değişimler, belli ölçeklerde kendiliğinden nitel değişimlerdir.

Negasyonun nicel değişimleri de belli iölçeklerde nitel değişimler geçirir.

Örnek:

Beyazın karşıtı / negasyonu siyahtır.

Bu, sıfırıncı dereceden en basit negasyondur.

Oysa, beyazın karşıtı 7 renk de olabilir, çünkü beyaz, bu 7 rengin karışımıyla oluşur.

Renkler de birden çok derecede değillenebilir:

Bir:

Bir Bir: Sanat için temel renkler; sarı, mavi, kırmızıdır.

Bir İki: Retina ve beyin için temel renkler ise, yeşil, mavi, kırmızıdır.

İki:

Farklı nicelikteki ve nitelikteki renk körleri için renkler farklı algılandığı için, farklı adlıdır.

Rengi algılayan çubuk hücrelerdeki değişime bağlı olarak 3 renkleme üzerinde 8 farklı renk körlüğü tanımlanmış ve gözlenmiştir.

Üç:

Farklı kültürlerde renklerin farklı adları vardır. Örneğin, turkuaz renge adını veren taşın kültürümüze girmesiyle bir anlam kazanmıştır. Turuncu ise, turunçun tarımımıza girmesinden sonra bir anlam kazanmıştır. Ayrıca gerçek kavuniçi turuncuyla özdeş iken, çok az kavnuun içi bu renktedir.

Bu girizgah 10 madde civarında ile sınırlı kaldı. Bunu canlı kategorizasyonlarına uyguladığımızda, birbirinin altkümesi ve üstkemesi olan 10 kategorinin, 1007lerce değillenmesini sergileyebiliriz ama bu metnin kastını aşar.

Dipnot: Bu metin, başka, diğer ve öteki’nin negasyonu için bir önaçıklama olarak yazılmıştır.