Cuma, Mart 31, 2017

Devletsiz Dünya Sistemi

Dünya Sistemi tanımlarının canına okudum.
İktisat, askeriye, siyaset dışına çıkıp; bilim, sanat, düşün, dedim.
Avrasya dışına çıkıp, ayrı ayrı Amerikalar ve Okyanusya, dedim.
Şimdi ise, değillemeyi bir adım daha öteye taşıyıp, devletsiz bir Dünya Sistemi tasarlamayı deneyeceğim.
Şerh 1: Kitle, Dünya Sistemi’nde isyan veya göç ile var ve bu 2’si tez-antitez gibi bir durumda.
Şerh 2: 20. Yüzyıl’ın 5’li iktidar seçkinleri kategorilemesi, geçmiş devlet modları için, örneğin teokratlar gibi, başka öğeler barındırıyordu.
Şerh 3: İktidar seçkinlerinin birbiriyle mücadelesi ve kategorik birbirine geçişleri, net tanımlı değil. 2 taraf da yitireceğini bildiği halde, iktidar mücadelesine girebiliyorlar, AKP-Gülen için böyleydi.
Bunlar böyleyken, daha önce de determinist olmayan Dünya Sistemi, hepten kaotikleşir ama hala modellenebilir kalır. Yalnızca, kesin çıkarsama yapmayı ummayı bırakmak gerekir.
Bir de Dünya Sistemi, tam da tanımlanabilmişken, var veya tanımlı olmanın dışına gidiyor gibi, milyonda birlik de olsa Homo Posterus yol çatallanması nedeniyle.
Tarihin en baştan tümüyle bir açmaz-çıkmaz yol olduğunu düşünenlerden değiliz. İnsan türü, tarihi sağ salim tamamlamayı çok kolayca becerebilirdi, zor olanı seçti, tarihi parçaladı, 1945-1957 ile.
1945-1957, tarih-değil ve insan-değil oldu. Ve tarih-öte ve insan-öte de.
Asgardia 2017’nin en eksi zekalı ve en eksi bilgili devlet türünü yeğlemiş olması, devlet yolunun açmazlarını ve çıkmazlarının bir süre için olsa da, uzaycılar tarafından da aynen sürdürüleceğini gösterdi bize.
Bu açılım, en az 10 kapıdan, devlet yolunun dışına çıkarıyor bizi. Hepsi de tek tek irdelenmeli.
Nokta. Es.

(31 Mart 2017)

Goril ve Menetekel

İnsanlar 2 uç grupta toplanıyorlar veya dağılıyorlar:
Bir: Yapılan bir deneyin gösterdiği üzere, dikkatleri başka bir şeye çekildiği zaman, gözlerinin önünden geçen (gerçek yaşamda olsa, onları öldürebilecek) gorili bile göremiyorlar. Bu, birinci tip.
İki: Menetekel tip ise, anlatılsa da kimsenin göremediği bir felaketi önceden haber veriyor ve haklı çıkıyor. Bu da, ikinci tip.
İnsanlar, bu 2 tip arasında dağılım gösteriyorlar ama daha çok birinci tipe yakın kalıyorlar.
Daha da önemlisi, % 15’i falan, felaketlerde yardım edeceğim derken, başkalarına zarar veriyor.
Menetekel tipler veya felaketlerde gerçekten başkalarına yardım edebilenler ise, binde birden de az.
Bireysellik ve toplumsallık, bu olguda kilitleniyor.
Çünkü menetekel tipler, pek sevilmiyor ve dışlanıyorlar. Hatta, dediği doğru çıkınca, ceza bile alıyorlar.
Felakette kaş yaparken göz çıkaranlar, iyiniyetleri nedeniyle hoşgörülüyorlar.
Kimse gorili görmediği için de, deney yokmuş gibi davranıp, toplumsal toplumsal birarada yuvarlanıp gidiyorlar.
Bu, toplumsallığı kölelikten öteye, eksi zekaya ve eksi bilgiye taşıyor.
Bilgi Çağı’nda toplumun bu ağırlıklı niteliği, toplumu gerisini geriye Yeni Orta Çağ’a çekti bile çoktan.
Bazı terliksi hayvanlar, burada suçu bilgiyi üretende buluyorlar.
Gülsen olmaz, ağlasan olmaz, açmaz-çıkmaz kültürel bir durum bu.
(31 Mart 2017)

Perşembe, Mart 30, 2017

Kadın vs Erkek

Bir alıntıyla başlayalım:
“Hiç tamamlanmayan bir erkeklik, imkânsız, muğlak, yıkıcı bir kimlik için verilen bu bitmek bilmez mücadele, bütün erkeklerin en başından yenik oldukları anlamına gelir.
Hande Öğüt, Psikeart "Erkeklik".”
Ne kadar anlamsız koyutlar.
İnsan türüyle ilintili olarak tanımlanmış, 1. Sanayileşme’sel ve/ya sosyolojik tüm kavramlar, feci boşta ve sallantıda.
Birinci saptama:
Doğru kavramsal koyutlar, o oyunu saçma oynayabileceklerin işine gelmiyor.
En banal tanımları kullansak bile, şövalyesel erkek ve karşısında savaşçı kadın olduğu zaman, tüm bu zırvalıklar silinir gider.
Yani, pozitif ayrımcı uyanıklara göre, kadın mücadele etmeyecek, erkek onun için / adına / yerine de mücadele edecek. Telef olacak. Kadın beleş iktidara konacak. Tam da şu sıralar olduğu gibi.
Bu zırvalığa, Ursula K. Le Guin bile katılıyor. Ancak onun matriyarkal faşist taoist anarşizmi, tanım gereği zaten gerici ve sağ bir ideoloji(cik) olmakta, taa 1970’lerde bile.
Oyun kuramı açısından bakarsak:
Kadın ve erkek ya rakip-düşman, ya müttefik-dost olabiliyor. Oysa bunların kadın tanımı, erkeği arkadan vuran, ‘dost ateşi’ci bir yaklaşım oluyor. Bunu da kendilerine hak görebiliyorlar.
En önemlisi de:
1968 gibi başlayan ilerici dalga sırasında bile, 1945 momentleri nedeniyle, 2. Sanayileşme’nin uzaycılık ve HomoPosterus momentleri de tanımlıydı, yani le Guin bile bunları bilmek zorundaydı. İşine gelmediği için onları yok saydı.
2 makro-statü şuydu:
Bir: Annelik; temelde genetik, biyolojik, psikolojik olmak üzere, araya süt ve cici / bakıcısal anne gibi kavramları da katarsak, 10’a varan alt-tanımlara bölünmüştü.
İki: G-7’nin belli ülkelerindeki belil bölgelerde kadınların % 50’den fazlası; 44+ yaşta, yalnız yaşayan ve hiç çocuk doğurmamış olmuştu. Yani, erkeklere karşıki savaşta ayrılma, uzak durma, kopma yaşamıştı çoktan.
Homo Posterus’taki standart kadın-sızlık ve erkek-sizlik tanımlarını da işin içine katarsak, 2000’lerde bunları konuşmak, beyinsel zavallılık olarak görünmekte.
Bir tanımla bitirelim:
Ötekilik, dişilik, şu bu gibi, düşünce-altı kavramlara, felsefi argümanları gömmek, tam da dişi-kadın işidir: Amerika’yı yeniden keşfetmek bile istememek, onu gömmek istemektir.
Çıkış:
Dışarıda Rosa ve Hannah, içeride Tezer ve Sevgi oldukça, bu apış arası ıslak mart ayı dişi insancıkları, oyun başlamadan negasyonlanacaklar, sonra da böyle zavallıca miyavlayıp mızıldanacaklar milenyumlar boyunca. Zaten hep öyle yaptılar.
İkinci saptama:
Düşünce, bu nedenlerle duygudan önce gelir.
(30 Mart 2017)

Çarşamba, Mart 29, 2017

Yanılmış Devlet Ölçütleri

Barış Fonu’nun ölçütleri şunlarmış:
Sosyal (4):
Nüfus baskıları
Mülteciler
Grup sorunu
Beyin göçü
Ekonomik (2):
Dengesiz ekonomi
Yoksulluk ve ekonomik çöküş
Siyasal ve askeri (6):
Devletin meşruiyeti
Kamu hizmetleri
İnsan hakları ve hukuğun üstünlüğü
Güvenlik düzeni
Bölünmüş elitler
Dış müdahale
+
Bunlara bakınca, epistemik açıdan pek ikna olamıyoruz.
Bir: Devletin meşruiyeti diye bir şey yoktur: Doğu Avrupa ülkelerinde kanlı kanlı siyasal rejim değişirken, devlet nasıl meşru kalabildi? Hitler seçilip başa geçince, devlet nasıl meşru kalabildi?
İki: Elitler denince, daha çok oligarkları anlıyoruz: İktidar seçkinlerinin birbirine girmesi de olabilir ama zaten genelde birbirleriyle iyi geçinmezler: Olay da, sen oynayacaksın ben oynayacağım, saçmalığındadır genelde.
Üç: Halk / kitle, kaale bile alınmamış.
Bizim kriterlerimiz biraz daha farklı olabilir:
Bir: Eğer herhangi 2 seçimde, katılım oranı % 50’den düşükse, o devlet yanılmıştır. Bu açıdan, AB ülkeleri ve ABD, bu duruma sık sık düşüyor.
İki: Bir devlet iflas etmişse, o devlet yanılmıştır. 20. Yüzyıl’da AB ülkeleri ve ABD dahil, birçok kez bu oldu.
Üç: ABD’deki gibi polis, vatandaşına feci dalıyorsa, o devlet yanılmıştır.
Dört: Bir ülkede 20 güvenlik birimi varsa ve bunlar birbirleriyle kavgalıysa, o devlet yanılmıştır: ABD,NSA, CIa, vb gibi.
Görüldüğü gibi, yanılmış devletler pekala sürebiliyor, batmıyor / bitmiyor yani, Fetret Devri Osmanlı’sı gibi.
Bir devlet, iç savaş yaşarken, yani süreksizken bile, dış emperyalizm ile de uğraşabiliyor.
O nedenle geçici şerh:
Yanılma ve devlet kavramlarının bir daha tanımlanması gerekiyor.
Dipnot:
Bir not olarak, tarihteki tahmini 5 bin devletin muhtemelen yarıdan çoğunun, tanımlı olduğu sürelerin yarısından uzun sürede, muhtemelen yanılmış olduğunu yazmış olalım.
(29 Mart 2017)

Aydınlıkçılar'ı Değillemek

43 yıldır onlarla muhatabım. 43 yıldır bana saç baş yolduruyorlar.
En son, Perinçek’çiler ve muhalefet, parti genel kurulunda Mart 2017 başında kapışmışlar. Kamuoyuna ancak yansıdı.
Muhalefetten Hikmet Çiçek şöyle demiş:
“Siyaset kuvvet için yapılır. İktidar için yapılır. Büyümek için yapılır.”
Bir yanlışın bu kadar açıkça savunulmasına çok şaşırdım.
Hem güç, hem iktidar istiyor. Azla yetinmiyor. Aç tavuk kendini buğday ambarında görüyor.
Siyaset bunlar için mi yapılır?
Hayır.
Peki, siyaset ne için yapılır?
İnsanına, grubuna, toplumuna bağlı.
Seçim barajı yoksa ve senin küçük azınlığının oyu, 1 milletvekili çıkarmaya yetiyorsa, onu alır ve onunla yetinirsin. Hükümete girmeye çabalayan oportünizmde olmazsın, bizim Türkler bunu bu sıralar AB ülkelerinde çokça yapıyor örneğin. Bu, en hafifinden ayıp bir davranış: Dağdan gelip, bağdakini kovmak.
Daha da azınlıksan veya söylemin epeyi marjinalse, meclise girmeye de çabalamazsın, Almanlar’ın ‘politik aktif’ dediği şeyi yaparsın, sokağın ve yaşamın içinde eylem yaparsın. Eylem deyince de, parlak-şaşalı veya gürültülü şeylerden söz edilmiyor, hemen görülmeyen ve işitilmeyen uzun vadeli işlerden söz ediliyor.
Tersine bakalım:
Çiçek ve Perinçek, kurguda karşıt gibi sunulmuş ama aslında 2’si aynı zihniyette. Aydınlıkçılar, 1980 öncesinde on binde bir veya daha az oranda idiler, şimdilerde binde bir veya daha çok orandalar. Çiçek’in dediğini Perinçek yapmış işte, karınca kararınca hava kararınca.
Bu, önemsiz bir büyüme olabilir ama yine de büyümedir.
Sorun, Perinçek’in bunu elde etmek için yaptıklarıdır ve Çiçek, onlara yaklaşık 30 yıldır okey demiştir. Sonra, geç ayan Rin Tin Tin gibi ah demiş, o kadar.
Yani, al birini, vur öbürüne.
Aydınlıkçılar ile ilk dalaştığımda, namaz kılanları dövmeye kalkmışlardı. İkinci dalaştığımda, şeriatçılarla işbirliği yapıyorlardı. Aradan yalnızca 6 ay geçmişti. 2 grubun arakesiti ortak insanlar da vardı.
1980 öncesinde var olan 30’un üzerindeki fraksiyonun mensubu kişilerle muhatap oldum. Bir anarşist olduğumu da, onlardan ve onların söylemleriyle öğrendim. Onlar için bireysel özgürlük, aşağılayıcı bir şeydi.
Fraksiyon olarak diğer fraksiyonlardan hiçbirini de evetlemedim.en çok hayırladığım grup ise, TKP’liler idi. Oturup onlar üzerine bir kitap yazabilirim ama değmez. Ölen ölmüştür, olan olmuştur, onlar da tarihin kabirini ve kuburunu boylamıştır.
Aydınlıkçılar da öyle:
Ancak kendileri, tarihsel inkıtalardan yararlanıp, zombi zombi tarihten rol çalıyorlar.
(29 Mart 2017)

Salı, Mart 28, 2017

Yanılmış Devlet ve Anarşizm

Dünya’da 178 devlet var ve bunların 125’i yanılmış devlet.
Bu durum neler demek olabilir?
Bir: Tarihte de hep böyleydi veya biz şu an özel bir dönemdeyiz.
İki: Neo-liberalizmin devleti küçültmesi işlevsiz bir süreçmiş.
Üç: Tarihte devletlerin sayısı artarken işlevleri zayıflıyor gibi.
Koloniyalizm açısından bakalım:
1945 gibi 75 devlet var idi. Bu, 100 küsur eski sömürge – yeni devlet demek. O bölgelerin önemli bir bölümü, tarihte zaten hiç devlet kurmamıştı.
Buradan, asıl sorumuza geliyoruz:
Anarşizm ideolojisi açısından, hiç devlet kurmamak mı evla, yanılmış devlet mi, devlet yıkmak mı?
Bu soruyu hiç kimse sormamış.
Oysa, Bellegarrigue zamanında bile, Latin Amerika eski sömürgeleri – yeni devletleri oluşumları vardı ve epeyi de kanlı süreçlerdi.
Sanırım bu soru, her potansiyel-müstakbel devlet açısından, farklı sorular ve epeyi farklı yanıtlar biçiminde tezahür eder.
İsrail, 1948’de kurulduğunda, kurulmasına karşı olan Museviler de vardı. Ancak onlar da dahil hiç kimse, coğrafi olarak İsrail’e değil de, Doğu Almanya’ya devlet kurma gereğini tartışmadı. Sonra, 2 milenyum uzakta kalınmış anavatan gibi komik bir durum vardı.
Kürdistan kurma süreci ise, son 70 yıldır hep emperyalistler desteğiyle becerilmeye çabalanıyor. 3 milenyumdur içinde oldukları topraklarda, tek başlarına neden devlet kuramadıklarını da bir türlü tartışmıyorlar. Şu an devlet kurma düşüncesine karşı olan genç Kürtler de var ama Kürtler’de yaşlı erkeklerin iktidarı, yani gerontokrasi bir gelenek.
Bir de, anarşizmin tözü açısından bu durumlara bakalım:
Anarşizm, devletlerin kendilerini yıktığı konusunu pek incelememiş. Dolayısıyla, bir devleti yıkmak için uğraşmanın, o devletin kendisini yıkmasını beklemekten madden ve manen daha pahalı olabileceğini de düşünmemiş ve irdelememiş.
Kaldı ki Makhno 1920 Ukrayna da böyle bir durumdu. Çarlık Rusyası, Osmanlı gibi yolun sonundaydı ve 1. Dünya Savaşı sona vesile oldu.
Bu durumda, anarşizmin sorusu şu:
178 devletin 125’i zaten kendisini yarı veya daha çok yıkmışken, onları yıkmak için daha da uğraşmak mı?
Yıkılmış devletler bölgelerinde özerk birimler oluşturmak mı?
Tarihte devletin çöktüğü ve/ya hükümetin olmadığı epeyi durum da kayıtlı.
Buna bir de, yangında kurtarılacak ilk şey ve olunacak kitap yokluğu da eklenmeli.
Bu, özgürlük ama anarşinin ötesi bizce. Nihilizm de değil. Kazara birleşmiş birçok eksi eğilim demek aslında. Eğer o tüm vektörler uzun vadeli ise, 200-300 yıl daha kuburun içindeyiz demektir.
Devamındaki aşkın-soru ise şu:
Homo Posterus’un yolu ve eksodusu, bu koşullarda açılıyor mu, kapanıyor mu? Uzun vadede, orta vadede ve kısa vadede.
(28 Mart 2017)

Yanılmış Devlet ve Türkiye

‘Yanılmış devlet’ tanımı için, Wikipedia’da 2 başlık var:
Tanım:
Liste:
Barış Fonu, sosyal (4), iktisadi (2), siyasi ve askeri (6) olarak 12 başlıkta puanlama yapmış. En kötü durum toplamda 120 puan alıyor.
En kötü ülke Somali: 114,0 puan.
En iyi ülke Finlandiya: 18,8 puan.
Türkiye, 178 ülke arasında 78. durumda.
178 ülkenin 125’i 120 üzerinden 60 veya daha yukarı almış, yani yanılmış devlet olmuş.
İlk 25-30 sağlam durumda, o kadar. Gerisi durumu riskli kalıyor.
Bu 178 ülkenin en az 100’ü AB ülkelerinin eski sömürgesi durumunda. Demokrasi gelenekleri yok. Epeyisi, 1960’lardan sonra bağımsızlık kazandı.
Doğu Avrupa ülkeleri de riskli durumda.
Bir de Türkiye var: Topraklarından 40 ülke çıkarmış eski sömürgeci ülke.
En son da şunu söylemek gerek.
Topraklarında vurulmuş bir ABD, Brexit ertesi bir AB, artık yanılmamış devlet sayılamaz bizce.
Nasreddin Hoca’nın yukarıdan aşağıya devrilen küplerine hoşgeldiniz.
Dipnot:
Bunun koşutunda, vatandaş hoşnutluğu ve yaşam kalitesi diye 2 ayrı başlıkta daha devletleri puanlandırma var. 3’ü her zaman aynı çıkmıyor.
(28 Mart 2017)

Pazartesi, Mart 27, 2017

Tarihin Kırılganlığı

Tarih kırılgan bir dönemde: Birçok büküm noktası tanımlı.
Bu koşullarda biraz daha farklı bir tarihsel söylem daha uygun olur gibi.
Bir anarşist olarak bile, tarihin kaldıramayacağı yıkımlara taraftar olmamı kendime uygun bulmuyorum. Öyle sanılsam da, 19. Yüzyıl-russal nihilist değilim.
Sonuçta tarih, kümülatif birikimli gidiyor. (Bu duble birikim süreci, aritmetik değil, arada birçok nicelden nitelliğe dönüşmüşlükle, nitellerin kaldığı, nicellerin elendiği bir bütünsel modelde deviniyor.)
Sorun, yıkımların hegemonları temizlemesi veya temizlememesi. Çoğu kez yıkımlar hegemonları daha çok güçlendirdi. Biz buna taraftar değiliz.
Geliyor o zaman argüman şu soruya:
Başarısız olacağı kesin olan ve firesi yüksek bir ön-devrim atağına karşı bir anarşistin tavrı ne olur?
1905-1917’yi biliyoruz ama bizi orada ilgilendiren, taşları atanlarla kuşları toplayanların aynı kişiler olmaması. Lenin duruma sonradan müdahil oldu yani. Tabii, bundan da kaçınmak taraftarıyız.
Bir gelecekbilimci olarak, 2001 öncesinde, durum daha dengeliyken bile, tarihe genelde 0 müdahale taraftarıydık hep. Çünkü, saptadığımız gibi, ne Atatürk’ün istediği Türkiye, ne de Lenin’in istediği Rusya vardı, çok değil onların çabasından 60 yıl sonra. Kimse de, 1 kuşaklık devrim yapmak istemez sonuçta.
Ancak, ‘ne yapmamalı?’yı yanıtlayınca, ‘ne yapmalı?’yı yanıtlamış olmadık henüz.
Nitelikli beyin yetiştirmeli ama bu koşullarda o, imkansız ötesi bir durum.
Dolayısıyla, tarihin bu çok kırılgan döneminde, başarısız devrim kıyması olmaktansa, siperin dibinde olası bombayı beklemeyi tercih ediyoruz hala.
(27 Mart 2017)

Başkasının Seçimine Müdahale

Çöküş dönemlerinin özelliklerinden biri de, siyasetin çok gayrıciddileşmesi. Geleneksel dönemlerde siyasetin ciddiyetinden, ölümüne ciddiyetinden yakınırız ya, şimdi de sululuğundan ve gayrıciddiliğinden yakınıyoruz.
Obama, Trump’un seçilmesine Putin’in müdahalesinden söz etti. Gerçek olsa berbat, olmasa daha berbat. En berbatı ise, Obama’nın konuşurken bunu akledememiş olması.
Sonra, Türkiye’nin Hollanda ve Bulgaristan seçimlerine müdahelesi var. Hollanda’da pozitif, Bulgaristan’da negatif bir vektör oluştu.
Hollanda seçimleri sonuçlarına, AB göbek attı. Bu da, eğer mümkün olsaydı veya mümkün olmuşsa, bir müdahelenin olabilirliğini akla getiriyor.
Brexit ise, evlere şenlik bir İngiliz hümoru oldu:
Referandumu vaat eden politikacı, ayrılmaya karşı çıktı sonradan ama sonuçta oylar ayrılmadan yana oldu.
Yani:
Terazinin kantarıyla fazla oynamayacaksın, başkasının seçimine müdahale dahil.
Ya da:
Gelecekbilim açısından en optimum / ergonomik strateji genelde 0 müdahale, çünkü tarihte ekstra müdahaleler, zemberek-tetik etkisi yapacak denli çok birikti. Tarih, yeterince deprem içinde, yeni çığ, deprem, fırtına kaldıracak durumda değil.
(27 Mart 2017)

Pazar, Mart 26, 2017

Ahmet Nezihi Turan Değillemesi

Kendisi, öğrencisinin çıplak fotoğrafını internete koymuş, maraza çıkmış, o yıl emekli olmuş.
Erkekler yaşlanınca, ya karılarının genç erkeklerle yatmasını anlatan romanlar yazarlar, ya da en sapa ve kevaşe artizciklerle evlenirler.
Yani, yaşlanınca dekadantlaşırlar ama kendi kenar mahalle küçük çaplarında.
Beni zıvanadan çıkaran bunlar değil. Bu yazar, bugün bir metin yayınlamış. O beni zıvanadan çıkardı. Aklıma Savaşır, Ersöz, Somay geldi: Bedeni doysa da, gözü aç kalan ezeli ve ebedi cinsel açlar.
Bu abazalık dillerine de vuruyor tabii ki. Bu aklınıza ne getiriyor?: Çokomilk, türünden bir idefiksli dünyacıkları ve dilcikleri oluyor. Bize de, onları deşifre etmek kalıyor.
Arkadaş, kendince Le Guin’den söz etmiş ama ne kitapla, ne de Le Guin düşünce çizgisiyle ilintisi olmayan, kel alaka bir metin abuksaması çıkmış ortaya.
Bunu 60 yaşındakiler değil, 20 yaşındakiler yapıyor aslında: Kağıt üzerine abuksuyorlar ve kendilerince marjinal yazar oluveriyorlar birden.
Toplumbilimdeki ve yazındaki öteki ve eril-dişil ikilemi söylemlerini feci geyik bulurum. Bildiğimiz, 50 yıllık Batılı olanını.
Le Guin’in de andropoz sonrası azan kadın tribinde olduğunu düşünmeye başladım giderek.
Tamam, birbirlerini bulmuşlar ve birbirlerine pek yakışmışlar absürdlükte ama olan söyleme, felsefeye, bilime oluyor.
Gerçeklik var. Post-modern şeysinin silemediği makro gerçeklik. Rosa ve Hannah varken, Ursula’nın 2-3 küme birden düştüğü gerçekliği. Kocanın ve babanın erkek penisiyle sınıf atlamışlığıyla, eril-dişil söylem ikilemi anlatılamaz.
İnternet ağzı, bilimkurgu ağzı olamaz.
Sırıtarak sevişilemez ki bu, partnerini s.kerek aşağıladığını sanan erkek hıyarlığıdır. Sevişmek genelde hüzünlendirici bir şeydir.
Bunlar, feçesiyle muhallebisini zihnen birbirine karıştırıp, feçesini ağzına burnuna bulaştıran tipler.
Bunlarınki zihinsel ve kültürel konfüzyon ve artı zihinsel ve kültürel regresyon. Aşamadıkları bir kültürü aşağılama çabası onlarınki.
Bunları neden yazdım?
Sen ben bizim oğlan, mantığıyla gazete çıkarılamayacağını, liberal demokrat yazarların  1 veya 2 sonraki kuşağı olanların da dejenerasyonlarını oraya buraya sıvaştırdıklarını, 3 gün sonra da tarihin kuburunu ve kabirini boylayacaklarını…
Araya da biz şerh düşmüş olduk işte…

(26 Mart 2017)

2000-2100 Parametresel Birbirine Dönüşümleri

Bu metnin yazılmasının nedeni, 21. Yüzyıl krizlerinden birini yaratacak olan nüfus parametresinin, 1. Dünya’da azalan nüfus ve 3. Dünya’da aşırı artan nüfus üzerinden, ekonomik göçmenler ve politik / askeri mülteciler parametresine dönüşmüş olmasıdır.
Bu durumda diğer parametreler (gıda, su, ekonomik, enerji, iklim) de, başka parametrelere dönüşebilir demektir.
21. Yüzyıl’ın gelecekbilimi; tarihsel çöküş dönemi, artan devlet sayısı, artan yanılmış devlet sayısı, tanımlanmış ve tanımlanmamış krizler, Homo Sapiens-Posterus ayrımı, 2. Sanayileşme parametreleri ile tanımlı.
Eğer global ısınma yerine yeni buz çağı gelirse, tarihi ölümsüzlüğün yaratılmasından daha çok etkiler.
Bu da, tarihe bakma açımızın değişme zamanı geldiğini imler. Bu parametrenin etki gücü, Dünya Sistemi’ni bile aşar, çünkü yeni buzul çağı tarihi bitirir, Dünya Sistemi’ni de. Ne politik, ne ekonomik, ne de askeri çözüm olabilir o zaman.
Nüfusun göç üzerinden parametresel değişimi de, çeyreksel olarak bunu imler.
AB’nin tanımlandığı ve kurulduğu zaman (1986-2016 Brexit) yok olmasıyla, Dünya Sistemi’nin tanımlandığı ve kurulduğu zaman (1987-2017) yok olması çakışırsa, çok-çok ironik olur.
Göçmenler ve mülteciler toplamı pek pek % 5 oranda oldu. % 95 için ise, hiçbirşey değişmedi, son 30 yılda da, hep de. Hiçbir biçimde sistem sorunu çekmediler. Onlar-kitle etkisiz eleman.
Etkili eleman şimdilik göç ve onun parametresel birbirine dönüşümleri.
Global ekonomik kriz, 2029 yerine, 2024 oldu gibi görünüyor (Trump ve Putin gidince).
Enerji krizi, 2100 ertesine ötelendi gibi şimdilik.
Geriye kalıyor gıda ve su ama onlar da 4. Dünya bölgesinde sorun. 2 milyardan 500 milyon ölse, o ülkeler bile oh çekecek durumda.
Bu da, panoramanın genel temsilindeki parametresel dönüşüm demek: Distopyadan nötre.
(25 Mart 2017)

Orta Asya'dan Göçler

Frank ve Gills, ‘Dünya Sistemi’ derlemesindeki 185. sayfada, Orta Asya’dan dışarıya, MÖ 1700-1500’de, MÖ 1200-1000’de, MÖ 500 dolaylarında, 0 dolayında, MS 400-600’de, MS 1000-1200/1300’de dışarıya göçler olduğunu yazar.
İlk 3’ü için kayıt bulamadım hiç. Hunlar’ın göçü 0 dolayında olabilir.
Yazarlar her dalganın 200 yıl kadar sürdüğünü de kaydeder. Ancak yazarlar, göç dalgasında Nordikler’in 0-400 Got, 800-1000 Viking, 1200 Viking ayaklarını yazmazlar. Eğer olmuşsa, onların daha önceki göçleri de kayıtlı değil.
Artı, Tayvan-Madagaskar ve Tayvan-Hawai deniz göç rotaları da var ki İpek Yolu deniz rotaları açısından önemli bunlar.
Tüm bu rotalar birleşince, ortaya bir topoloji çıkar.
Göç dalgalarını neden-sonuç ilintileri belirsiz bırakılır ama Verhulst nüfus üzerine matematik denklemini 1830’da krmuştu.
Bir de, vaşak-tavşan popülasyonu osilasyonu grafiği var.
Yani, göçün başlangıç nedenleri:
Azalan nüfusun sonradan nüfusu çok arttırması.
Kıtlık, kuraklık, soğuk, vd iklim ve coğrafya nedenleri.
Vikingler’de olduğu gibi, hristiyanlaştırma zulmü gibi, ters sonuç yaratan nedenler.
Bu durumda, AB 1500-1750 ve AB 1750-2000’deki ikilinin ikincisindeki AB’den ABD’ye göç ve 1750-1776-1789 dizisi başka anlam kazanıyor: ABD’lilerin kendilerini YMCA saymasıyla, Ural Macarları’ndan 5 bin kilometre ve 500 yıl sonra Macaristan Macarları’nın çıkması ve Sogdiana’daki Ak Hunlar’ın İndo-Avrupa ırklı / dilli olması benzer durumlar. 2050 gibi de ABD ‘non-YMCA’leri hegemon olacak ve aynı coğrafyada AB-ABD hegemonya çizgisini üstlenip sürdürecekler, hem de kendi eski özgün coğrafyadan gelenler ve coğrafyada kalanlar üzerinde.
Burada asıl soru şu:
1945-2015 1.-2. Sanayileşme ve Homo Sapiens-Posterus yol çatallanmaları, tarih yolunu da çatallandıracak mı ya da çoktan çatallandırdı mı?
Ya da:
Tarih bitti mi ve/ya başka bir şeye metamorfozlandı mı?
Yoksa Homo Sapiens, taa 50 bin yıl öncesinden beridir habire göçlüyor. İlla ki neden gerekmeyebilir, bir tür iç-insiyaki bile olabilir.
2 . Dünya savaşı sonrasında, Almanya, almanca konuşan milyonlarca dış-Alman’ı benimsemedi ve yeniden sürgüne yolladı. Sonuç bzim alamancıların yarı-hegemonyası ve negatif sembiyözü oldu.
Keza, 2 dünya savaşı nedeniyle bireyleşen ve özgürleşen kadınların çocuk yapmayı bırakması ile tüm AB ülkeleri % 20 göçmen almak zorunda kaldı. Yani, sarıkafalılar karakafalılaştı ama gönüllü.
Yani dışarıdan içeriye göçler, illa ki askeri değil, illa ki barbarca saldırı değil. Türkiye’nin 1877-1922 arasındaki, 3 milyon içeriye, 3 milyon dışarıya ve 12 milyon ortalama nüfus durumu da var ortada.
Göçler, bir biçimde önce barbarlaştırma, sonra fermentasyon, en sonunda da yeni-uygarlıklılaştırma sürecini işletiyor. Herhangi bir ülke veya uygarlık, en çok 200 yılda sünüyor, düşüyor, itkisini yitiriyor.
Göç, mahşerin 4 atlısı arasında sayılmaz ama savaş kadar yıkıcı etkileri var. Salgını taşıma ve yaratma açısından da, savaşı geçen bir neden.
Bir anarşist kuramcı olarak, tarihteki 10 yıkıma 1 yapım evresi ortalaması silsilesini çook verimsiz buluyorum. Türkler’in 16 değil, 160 devlet kurup batırmışlığı bunun açık bir göstergesi. Gerçi Çin’in bu kezki sonunu da, o 2.200 yıllık süreklilik getirecek ya, neyse.
2 atom bombası patladı ama insanlığın sonunu atom bombası getirmeyecek ama epeyi zarar daha verecek.
Göçler de böyle: 1 kez başladı mı durdurulamaz ama yalnızca yavaşlatılabilir.
Türkler en son 1100’de topluca göç ettiler ama 1960-1980 arasında 3-4 milyon Türk yurtdışına gitti. 1980 arasında ise, milyonlarca Asyalı transit veya kalıcı olarak Türkiye’ye göç etti. % 5 gitti, % 5 geldi ve % 10 transit geçti gibi. 45 yılda % 50’den sonra, 55 yılda % 20. Yine de çok. Türkiye’yi başka bir ülke yapmaya yetti. Henüz hesaba katılmadı ama 1. Cumhuriyet’i bitiren etkenler arasında bu da vardı.
Soru şu o zaman:
2. Cumhuriyet mi, yeniden (içe ve dışa) göç mü, fetret mi, yıkım mı?
(25 Mart 2017)

Cumartesi, Mart 25, 2017

Ebubekir Ceylan Üzerinden Türkler’in Dünya Sistemi’ne Eklemlenmesi Argümanı

Önnot 1: Bu metin, Ceylan’ın ‘Literatür’ dergisindeki, ‘Dünya-Sistemi Teorisinin Osmanlı Tarihi Çalışmalarına Yansımaları’ metni yeniden okunurken düşünüldü.
Link: http://www.academia.edu/8996928/ Dünya-Sistemi_Teorisinin_Osmanlı_Tarihi_Çalışmalarına_Yansımaları (Site başlığı da Türkçe karakterler içerdiği ve aynen yazıldığı için, böyle göründü.)
Önnot 2: Osmanlı öncesi, İbrahim Okçuoğlu ve bir yazarla daha irdelenmiştir.
Basit bir saptama:
Türkler, tarih sahnesine girdiğinde, yani MS 550’de zaten ekonomik Dünya Sistemi vardı.
Bilgi 1: Dünya Sistemi en geç Roma-Çin ikilisi ile tanımlıdır. Roma-Çin ikilisi, MÖ 200-100 gibi, Transoxiana’da / Sogdiana’da birbiriyle temas eder.
Bilgi 2: Türkler İpek Yolu rotasına hakimken bile ticaret, batıda Nordikler’in, ortada Museviler’in, doğuda Sogdlar’ın elindedir.
Bilgi 2-1. Gotlar, MS 1-400 arasında Baltık’tan Azak’a hegemonya ilerlemesi kaydeder. Oranın doğusu da, Göktürkler’in göçlediği diğer Orta Asya halklarıdır (Hazar Musevileri gibi).
Osmanlı’nın 1350-1600 gibi, İpek Yolu’nun harcıyla / harcıyla / vergisiyle işleri gül gibi yolunda gitti. 1600’de Yeni Dünya’nın gümüşü ve rotası İpek Yolu’nu batırdığında, Osmanlı da kaput olmuştu. Not: 1300-1600-1900 çizgisi, gayet eşit 2 dilim imler.
Dolayısıyla, Osmanlı’nın / Türkler’in Dünya Sistemi’ne eklemlenmesini Tanzimat’la başlatmak komik olur. Yani Türkler, tıpkı 100-150 devleti kurup batırdıkları gibi, Dünya Sistemi’ne de bir girmiş, bir çıkmışlardır, mehter marşı ritmiyle yani. Aralarda da; din, alfabe, coğrafya, ad, ırk falan değiştirmişlerdir: Türkiye halkları % 1 falan Türk’tür örneğin 2017 itibarıyla.
TC 1923-2013’te de, benzeri bir süreçler silsilesi olmuştur. 1923-1938 arasında ılımlı ve karma bir eklemlenme vardır ama 1983-2013 arasında balyoz zoruyla eklemlenme vardır ve feci geri tepmiştir: Zaytung’un espriyle söylediği gibi Türkler, Malazgirt’ten doğuya savrulmuştur, bir daha Anadolu’ya gireceklerdir, ‘yeniden fetih / reconquisition’ (İspanya’sal) engizisyon söylemidir malumunuz.
Dolayısıyla sonuçta, ilkin devlet kurmak-kurmamak iç savaşından ve ‘lan siz Çinli’siniz’ söyleminden 1.450 küsur sonra, batılı olmak-olmamak söylemi ‘lan siz pis alkolikler’ söylemi var 2017’de.
Tarihin kabaca başı var ama sonu yok. Türkler de 5 bin yıllık tarih süresinin üçte birinden çok bir zamandır ortalığı birbirine katıyorlar. Daha da katarlar ve katacaklar kesin. Şimdilik bir idrar molası aldılar diyelim.
Yani:
Gidişat, Türkler’e tarihsel ve Dünya Sistemi’sel bir hakem molası verdi ve dedi ki:
‘Lan, siz bir daha düşünün, son kararınız ne?’
(25 Mart 2017)

Kitabın Irzına Geçenler

Bu konuya ilk yoğunlaşmam, 1996 gibi ‘İskenderiye Yazıları’nda ‘Kitapname’yi yayınlarken, yayıncı Fatih Erdoğan’ın ‘Mantıcıda Kitap Satmak’ başlıklı metnini okumamla oldu. Yani, benim için kitabın ırzına ilk geçenler, mantıcıda bile kitap satmaya çabalayanlar oldu.
Bu metni; okur, yazar ve 30 yıllık sahhaf olarak yazıyorum. Son 10 yıldır, elinde cep telefonuyla gelip, adamın gözüne cart diye sokup, kitabın adını okumaya bile tenezzül etmeyen bir grotesk tipleme var ortalıklarda. Bunlar da kitabın ırzına geçiyor. Bir cumartesi öğleden sonrasını kitapçıda geçirme düşüncesi ve duygusu 10-15 yıldır silindi.
Bunda, sahhaflığı bir acaip imajlayan televizyon dizilerinin de payı büyük.
Ve diğerleri:
5 bin kitabı ortasından delip, ipe asıp, müzede sergileyenler ve sergiletenler.
Bedava kitap dağıtan şirketler.
Yazarının ve çevirmeninin telif süresi dolmuş kitapları, olağan fiyatında satan yayıncılar.
% 50 alan dağıtımcılar.
Canhıraş indirimler yapan internet ve yayın şirketleri.
2 bin dolara, Geç Cumhuriyet dönemine ait, imzalı ve/ya ilk basım kitap satanlar.
Çocuklara her dönem 1’er kitap ödev verenler.
Çocuklarına zorla kitap okutanlar.
1983 sonrasında basılmış, Türk romancılarının romanlarının % 99’5’u.
Edebiyatı roman sananlar.
Bol kanlı ve seksli roman isteyen yarışma açan yayıncılar.
Yıllardır en yenisi 30 yıllık ortalama 1-2 bin kitapla süregelen devlet kütüphaneleri (il, ilçe, vd).
Okumayan yazarlar.
Dipnot:
Görüldüğü gibi, kitap her yandan saldırı altında. Yeni orta Çağ’da ümmilik özüne geri dönüş arzusu var. Buna 3 milyon ümmi Suriyeli göçmen eklenince, durumun tuzu biberi oluyor.
(25 Mart 2017)

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi

Bu, Peter Handke’nin bir kitabının adıdır ama kitabın içeriği, konuyu tam açımlamaz.
Nedir kalecinin penaltı anındaki endişesi?
Tam bir duygubirimdir aslında, sevinç gibi, hüzün gibi. Kültürün bir zihindeki özel izdüşümüdür, yerzaman dar tanımı vardır, AB 1900-2100 gibi.
Peki, hangi kalecidir endişeli olan?
Penaltı atılacak olan mı, penaltı atacak olan takımınki mi?
Kaleci, penaltı anında endişelidir de, penaltıyı atacak olan futbolcunun endişesi de en az onunki kadar büyük değil midir, özellikle de maç penaltılara kalmışsa?
Aslında bu, tam bir endişe değildir. Çağdaş psikiyatrinin tanımıyla endişe / kaygı, daha çok nedeni belirsiz bir şeydir. Yani endişe, genel bir duygudur, özel bir duygu değil.
Sonra, şike yapıp, atılacak penaltıyı kaleye alacak olan kaleci, endişe falan duymaz. Olsa olsa, hilesinin anlaşılmamasını umar.
Sonuç:
Söz dilinde ve anlambilimde böylesi klişe anlatılar sakıncalıdır. Okuru yanlış yönlendirebilir.
(25 Mart 2017)

Perşembe, Mart 23, 2017

Ahmed Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Serol Teber

Son 30 yılda, Tanpınar ve Atay, benim ve epeyi sayıda başkaları için, beyhude ve nafile çizgisine kendisini kilitlemiş zihinsel bir çizgiyi temsil ediyordu. Yeni okuduğum bir Teber kitabı, onu da bu diziye dahil etti.
Tanpınar 1901, Atay 1934, Teber 1938 doğumlu idi. Yani Tanpınar önceki kuşağa aitti ama Atay ve Teber aynı kuşağa aitti.
Batılılaşma sorunu,1838’den beridir Türkiye’de bir açmaz durumuna kilitlenmiş olarak ele alınır. Bu 3’ü için de öyle.
Teber’in kitabı şu: Tutunamayanlar’ın Politik Psikolojisi:
Kitapta doğu-batı, Türkiye tarihi, psikoloji, vd ile ilgili tüm bilgiler yanlış ve geçersiz.
Bu kitaptan hemen önce şu kitabı okudum:
Ayşe Zarakol: Yenilgiden Sonra. Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi?
O da aynen öyle.
Kitaptaki bir bölüm; Türkiye’nin 1923’te, Japonya’nın 1945’te, Rusya’nın ise 1991’de batıya dahil olduğunu yazıyor.
Korkunç bir dezenformasyon bu.
Türkiye için Tanzimat’ı, Japonya için Menji dönemini, 1991 öncesinde de SSCB’nin aslında batı / 1. Dünya olduğunu ve daha öncesinde taa 1700’lere giden Rus batılılaşmasını yok sayıyor.
Bu arada, 2017 itibarıyla Rusya ve Türkiye batıya dahil değil ve Japonya da yavaşça dışarı çıkıyor.
Bunlar zeka ve bilgi eksikli.
Dünya Sistemi’ni duymamışlar bile.
Teber, 550-1100 arasında, Türkler’in Ötüken’den Anadolu’ya kadarki yolculuğunu bilmiyor. İpek Yolu haraçları ile, taa o zamanki global ekonomiye entegrasyonu da bilmiyor.
Teber de Zarakol da akademisyen. Bilmekle yükümlüler yani.
Batı ile doğu, en az 3 bin yıldır Türkler’i Araplar’ın ve dolayısıyla İslam’ın kucağına atan Talas Savaşı’nın yapıldığı Talas civarında temas halindeler. O bölgede sarışın ve renkli gözlü halklar kayıtlı. Ayrıca, İndo-Avrupa diller de.
Türkler’in batıyaki göç yolu, İpek Yolu rotalarından biri yalnızca. 600’lardaki gibi, yine Orta Asya kökenli Türkik halkların en kuzey-kuzey rotayı göç yolu olarak kullanmalarının, orada da bir İpek Yolu rotası imlediği, 21. Yüzyıl’da bile hala çalışılmış değil. Çünkü, orada devlet ve yazı MS 800’e kadar falan yoktu ama talan hep vardı. (Kabile birliklerini devlet saymıyoruz.)
Bir de, doğu yükselirken batı iner ve tersi de, ilkesi var. AB 400-1500 arasında inmiş örneğin. Araplar da, 1200’den beridir iniyor, hala da iniyorlar.
Türkler hep çıkıp iniyor, çıkıp iniyor. Son 1.450 yılda 160 falan devlet kurup batırmışlar, Çin ise MÖ 200’den beridir tek devlet.
Bu arada ara ciddi soru:
Hangisi yeğ?
+
Buradan entellektüelin bu keşmekeş içindeki rolüne geliyoruz. Onun biyografisi, kültürü, zihni ve kişiliği de keşmekeş içinde. Eliflerle mertekler havada uçuşuyor anlamsızca.
Batı’da 1848’den beridir ‘Komünist Manifesto’ varsa, 1850’den beridir de anarşizm tanımı var. Türk aydıncığı bunu bilmiyor, bilmek istemiyor, dinlemiyor bile. Bireysel özgürlüğe karşı çünkü. İlla sürü sürü takılacaklar sevgili halkiyla birlikte.
Bu nedenle; Tanpınar da, Atay da, Teber de ızdırab terennüm etti tüm yaşamı boyunca. Tanpınar yaşama ve topluma sıkışıp kaldı. Atay beyin tümöründen öldü. Teber bir türlü intihar edemedi.
+
İronik olan şu:
Batı yok artık. ABD 2001’den beridir, AB somut anlamıyla Brexit’ten 2016’dan beridir, aslında kabaca yine aynı süredir.
Her 2 odak da, bilimi, sanatı, düşünü sahiplenmiyor epeyidir. Neo-liberalizmin 37 yıllık tüketici manyaklığı, manevi kültürel değerelere verilen önemi eksiledi nicedir.
Dolayısıyla biz 1950 doğumlu 1968’liler ve 1960 doğumlu 1978’liler, hepten yönsüz durumdayız. Aynı zamanda Atay’ın ve Teber’in bir sonraki kuşağıyız. Kılavuzu karga olanın, burnu feçesten kurtulmaz durumu olsun istemiyoruz. Yanlış ve geçersiz ustalar onlar.
Tarihin alaycılığı ile bu 2 kuşak, neo-liberalizm üzerinden doğuya çakıldı ama doğunun değerlerini de üstlenemedi.
En affedilemez olanı da bu:
Bu 3 aydının, kendi açmazlarını ve çıkmazlarını, kadermiş gibi üzerimize yıkmışlıkları. Fassbinder gibi dekadant da olamadılar. Sait Faik’in taa 1936’da saptadığı gibi, kravatları azıcık sola kayınca, kendilerini solcu sandılar.
+
Ancak tüm Dünya aydınlarının ortak bir yanı var:
Tarihsel mücadelenin boyutu, tüm biyografik donanımları aştı. O nedenle, eksodus yaratmak marjinallere kaldı ama bizim alaturka münevver marjinal olmaya hiç yanaşamaz durumda. Çocuğunu ve torununu öyle olmaya bıraktı ve 1975-2015 doğumlular olarak 40 yıllık bir rezillik ortaya çıktı.
Bir de şu gerçek var:
Tarih çöktü, yangında kurtarılacak ilk şey veya olunacak bir kitap yok ortada. 150-200 yıl daha çürüme / fermentasyon kaçınılmaz artık, tarihin kümülatif yasaları var ortada çünkü.
Dolayısıyla oyunu oynamamak, sonucun 0 olması üzerinden, kaybet-kaybet durumlu oyunda en az kaybetme veya en çok kazanma durumu oldu çıktı.
Türk aydıncığı ise, kaybetmesi kaçınılmaz olan bu oyuna girerek, yolu açacak greyder olacakken, bozuk greyder gibi yolun ortasında yatıp, yolu ve geleceği tıkar oldu. 1960’tan beridir böyle, ilk-TİP’ten beridir böyle.
Dolayısıyla:
Ne yapmalı?, değil; ne yapmamalı?
(23 Mart 2017)

Çarşamba, Mart 22, 2017

Nakil Adam: Rockefeller

Bir bilimkurgu roman vardır. Adı, ‘Transplanted Man’dir, meali ‘organlarının neredeyse tümü nakil olan’ adam demektir.
Belli ki dolar milyarderi Rockefeller’in hakkındaki önesürümü yapanlar, şehir efsanelerinden etkilenmiş. Ona ilişkin şehir efsanesi de şu:
“6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli yapılan en yaşlı zengin Rockefeller, "200. yaşgünümü kutlamak istiyorum" demişti.”
4-5 gazetede bu haber var. Ciğerin akciğer mi, karaciğer mi olduğu yazmıyor bile.
Bilindiği kadarıyla bu imkansız.
Öncelikle, nakledilen organ değil, nakil alan beden sorun çıkarır.
Böyle bir diğer örnek de kayıtlı değil.
Bir bedenin 60 yaşından sonra, 10 küsur ameliyatı kaldırması imkansız-ötesi bir şey.
Bu şehir efsanesini Türk-İslam sentezi idefikslileri çıkarmış herhal.
Onlara göre bu Dünya’yı Yahudiler yönetir. 700 milyon Yahudi vardır. Vd, vb. Rockefeller de bir Yahudi’dir.
Diğer bir zengin aile olan Rotschild’lerin ise, 231 trilyon doları varmış. Dünya yıllık GSMH’si 75 trilyon dolardır. ABD’nin tümünü satsan, 300 trilyon dolar etmez.
Bu, yalan ve inkar kültünün nerelere varabileceğine ilişkin duble kanıt:
Ekonomi ve tıp bilgisiyle imkansız olan 2 şeyi önesürüyorlar.
(21 Mart 2017)

Salı, Mart 21, 2017

Cami Anekdotları

Bir:
4 sıkmabaşın 3’ü camiye girdi, namaz kıldı, çıktı. 1’i kapıda bekledi, herhalde muayyen günündeydi.
+
İki:
Biri Türk olmayan ortadoğulu erkek, biri batılı kadın olarak bir çift, caminin kapısına geldi. Dışarıda bekleyen sıkmabaş kız onlara başörtüsünü işaret etti. Erkek, kadının boynundaki fluar gibi şeyi başörtüsü yaptı, camiye girdiler.
(20 Mart 2017)

Çorba Güncesi

Hava ılık-serin arası.
Çorbacılar, Firuzağa’daki caminin stadyum ışığının altında oturmamak için, şadırvanın karanlığına sığınmışlar. Ben hariç.
Stadyum kılıklı ışık, bir yanıyor bir sönüyor.
+
25-30 çorbacı ile 25-30 (yabancı bir grup dahil) dağıtıcı / gönüllü birleşince, 50-60 kişilik bir güruh olduk. Düzen bozuldu, açıkça, tehlikelice. Maraza çıktı.
Ek bilgi: 50 kişi, şempanze sürüsü ortalaması olmakta.
+
Bu kezinde aramızda çok fazla kriminal vardı. Arkamdaki, kahvede nasıl adam bıçakladığını anlattı.
30 kişinin 25’inden fazlasını (aşağıda ve yukarıda) ilk kez gördüm.
Bu, nelerin değiştiğini imler?:
Ekonomik kriz çok yoğunlaştığını.
Kriminallerin ortalıkta görünmekten ve beleş çorba içmekten imtina etmez oluşunu.
Hafif hafif ayaktakımının ar damarının yırtıldığını (çünkü ortalıkta tehditkar ve ‘territory’ sahibi tavırlarla dolandılar).
Bu 3’ü birarada, % 25’er geçerli olsa bile, s.çtık demektir.
(20 Mart 2017)

Pazartesi, Mart 20, 2017

Şehir Düştü: Kitle ve İktidar Seçkinleri Ne B.k Yedi?

Metin dizisinin başlığı, İstanbul’un düşüşünden geliyor.
Tamam, İstanbul düştü.
Peki, kitle ve iktidar seçkinleri ne yaptı?
Fatih İstanbul’a girdikten sonra, Bizanslılar’ın çok azının yaşamında bir değişiklik oldu.
İşbirliği yaptılar.
Negatif sembiyöz yaptılar.
Yaşamlarında hiçbirşey değişmedi, bakınız işgal İstanbul’undakiler.
Devlet yasaklasa da, düşmana buğday sattılar, Konya 1920.
Ondan sonra da fetva veriyorlar, yine gerçek durum İstanbul 2017 olarak:
2017 yılında görevden alındığı için intihar edip ölen 2 akademisyene, bazı kişiler ölme hakkı bile tanımadılar. Neymiş? Kitlenin morali bozulurmuş, mücadele gücü düşermiş.
Bunu söyleyenlerin bir tarafı borazan, bir tarafı trampet çalıyor sefadan. Yaşamlarında ellerini soğuk sudan sıcak suya sokmuş da değiller.
Dolayısıyla sanatçı için kıssadan hisse bir:
Özel durumlarda eğer başkalarının dediğini yaparsan, durum Hoca’nın fıkrasındaki gibi olur, eşşeğini de yitirirsin, tuzunu da. Kendi kararını kendin ver, kendin öde.
(19 Mart 2017)

Epik-Shakespeare-Epik-Kolaj-Dizi-Fragman

Önnot: Hala, hala birileri yepyeni ve fapfarklı bir şeyler yaratabiliyor.
Birinci epik, hem Brecht, hem de kahramanlık demek.
İkinci epik, kolaj yapılan episodların epiği demek.
BBC serileri için kompleta bir tanıtım fragmanı yapılmış, ortaya bu ürün çıkmış:
Bir kadından Shakespeare İngilizce’si ve oyun vurgusuyla dizilerin toptan tanıtımı / reklamı.
Başlığı da ‘Saf Dram’.
Bencesi ise, ‘Saf Çapraz Medya’.
Süresi 01:30 (dakika : saniye) ve 15-20 dizi birarada tanıtılmış. Yani, 90 saniyede ekrandan rahatça 90 plan geçiyor dizilerden alıntı.
Dipnot:
Sanırım bu, çapraz medya tanımında 14. başlık oldu.

(19 Mart 2017)

Pazar, Mart 19, 2017

7’lemeye 8’leme: Şehir Düştü: Sanatçı Ne B.k Yiyecek?

Metnin en sonunu en baştan yazalım:
Mithat Cemal Kuntay, cumhuriyet döneminde noterdi. İstibdad, meşrutiyet, savaş, salgın, göç, mütareke, kurtuluş günlerini gördü.
‘3 İstanbul’da, bunlardan istibdadı, meşrutiyeti ve mütarekeyi yazdı.
Refik Halid’in kardeşi Baha Halid (?), İstanbul Bakırköy’deki 1913 salgınını yazdı. (Kitap, İngilizce yazılmış ve basılmış ama hala Türkçe’de yok.)
Refik Halid, 1. Dünya Savaşı’nda Erzurum’da bir kasabın bebek eti sattığını yazdı.
Sanatçı / edebiyatçı, şehir düşerken veya düştükten sonra, rubai yazmayabilir ama bunları yazabilir ve yazmalı da. Sanatçının dirisi ölüsünden makbul olduğu için, Niyazi olmaması yeğdir. Bir de bunları yazabilmesi için sağ olması gerekir.
Şerh: Isaac Babel gibi, gerçekleri yazıp, yayınlanıp, kellesini yitirmek de var elbette.
O nedenle biz, sosyalist realist geçinen Eisenstein’ın yazdığı ‘Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunun tarihe uygunluğunu bekliyoruz. İnsan olarak da, sanatçı olarak da, yönetmen olarak da, ondan epistemik-ahlaklı olmasını bekliyoruz. Ama o öyle olmadı.
Fassbinder, özel yaşamında dekadant ve ahlaksız biri olabilir ama eserlerinde hiç yalan söylemedi.
O nedenle, ‘şehir düşüyor, ne yapmalı?’ diye sorduğunuzda, mümkün ise sizden önce yazılanları okuyun, yapılanları izleyin, derim.
Amerika’yı yeniden keşfetmekten veya batan gemide boğulup gitmekten kurtulursunuz hiç olmazsa.
Dipnot:
İşbu metin, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan ve düşen şehirde sanatçının konumunu sorgulayan, 7 kişilik derleme kitabı okumadan, ona yazılmış bir şerhtir.

(19 Mart 2017)

Summa, Ansiklopedi, Borges, Batur, Hipertekst, Bilgi Çağı

Önnot: Bir geceyarısı uykusuzluğunda yazdığımız Batur metni, kendisinin olumlu tepkisi üzerinden başlayan süreç buraya geldi. Kendisinin Twitter sayfasında, onun ve yapıtının Bilgi Çağı’ndaki yerine ilişkin bir metin okuduk. Sonra da bu metin yazıldı.
Dönemin bilgilerinin tamamını toparlayıp biraraya getirmek, Orta Çağ’da da, sonraki dönemlerde de bir gelenek. Orta Çağ’da summalar var, sonraki dönemlerde ansiklopediler var.
Şerh: Bugün hala (matbu veya sanal olarak) yayınlanan ansiklopedi türü, bizim bakış açımızdan bir edebiyat türü, özellikle de uzmanlık başlıklı ve/ya tematik olanları. Onlarda bağımsız denemeler ve eleştiriler var ve tüm ansiklopedi bir derleme-seçki durumunda.
Borges, Büyük Yapıt veya Babil Kütüphanesi ile bu türden bir arayışa girmiş bizce ve yanılmış.
Borges de, Batur da, kendi metinlerini labirentleşen birer süslülük anıtı olarak dikmişler ortalığa.
Hipertekst ise, fazla yazan tüm yazarlarda gözlendiği üzere, belli sözcüklerin ve belli temaların sürekli yinelenmesiyle kendini kanıtlayan, tüm eserlerde tek bir bütün metin demek, üst-metin değil. Kendi metinlerinden daha üst-metin’ler çıkarsatmak, daha çok mantıkçıların ve bazı nadir felsefecilerin işi. Artı limit tüm tarih bilgisi, aslında çıkarsamadan ibaret ama aynı dağınık tarih metinlerinden çok-çok farklı üst-metin’ler çıkarsamak olası ve o nedenle, ortada birden çok Dünya Sistemi var.
1945’ten beridir Bilgi Çağı’nda ve 2. Sanayileşme’de yaşadığımız söyleniyor. Adından belli: İkinci, birinci otomasyonun ikincisi, robotlaşma gibi. Bu dönemde, tüm insanlık tarihinde üretilenden daha çok bilgi üretildi ve üretiliyor hala. Bu bilgi çığına karşı, edebiyatın yeni ve farklı bir tutum-davranış içine girmesi gerek bizce ve önerimiz de yazdıklarımız olmakta.
Bizim bakış açımızda, bu Bilgi Çağı’nda edebiyatın bir epistemolojik aksiyolojisi var: Yani edebiyat, öncelikle doğruyu dilegetirecek.
Oysa ne Borges, ne de Batur, ilk önce doğruyu dilegetirme kaygısı gütmez. Onlar, fazlasıyla yap-boz sözcük oyunlarını sever.
Nedir bu?:
Orhan Pamuk’un ilk önce anlatılacak bir doğru olmadığı savını ortalığa salıp, sonra da birçok politik önermede bulunmasını değillemektir öncelikle. Dezenformasyonun önünü kesmektir.
Doğrudur, edebiyat bir oyundur ve insan Homo Ludens’tir ama edebiyat doğrunun bulunduğu bir oyundur, yitirildiği değil.
Batur’u irdeleyen bir önceki metnimizde, onun biçimciliğe fazla daldığını imlemiştik. Burada da, biçimciliğin doğruyu doğrudan dilegetirmek için asla ve kata uygun bir yol olmadığını dilegetiriyoruz.
Biçimcilik ancak, çapraz medyanın bu sıralarki deneyselliği gibi, dene-yanıl yöntemi kaçınılmaz olduğunda, deneme biçimlerini ve biçim denemelerini çoğaltmaya yarar. Onu da kullanıyoruz zaten. Tek yol o çünkü, en azından şimdilik.
Demek ki bilgi, çapraz medya gibi, aynı zamanda çokdisiplinli ve disiplinlerarası bir şey.
Batur’a çokdisiplinli olmayı da öneriyoruz. Biraz Benjamin gibi, biraz Barthes gibi ama her ikisi de onlarca yıl arkaik biçimde ve içerikte kaldılar artık. Yeni ve farklı bir çokdisiplinlilik arayışı öneriyoruz yani.
Borges ise, hiçbir zaman bir seçenek olmadı edebiyatın epistemolojik aksiyolojisinde.
Çıkış:
Didaktik davrandığımızın ve yazdığımızın bilincindeyiz. Savımızı kestirmeden dilegetirebilmek için böyle yaptık.

(19 Mart 2017)