Perşembe, Ekim 31, 2013

Arkeoloji Şeysi



Ne haber ama:

“Küçükçekmece Gölü havzası içindeki Bathonea antik kent kazılarında bulunan erken Hitit, diğer adıyla ‘Hurri izleri’, yılın en büyük keşfi olarak nitelendiriliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle devam eden kazılardaki bu keşifle, Avrupa kıtasında ilk defa Hitit izlerine rastlandı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, ‘İstanbul ’un aydınlanmayı bekleyen bir dönemini ortaya çıkarıyoruz’ dedi. Tanrı ve tanrıça olarak iki ayrı yerde ele geçen demir heykelcikler, kazı başkanı Yrd. Doç. Dr. Şengül Aydıngün’ü heyecanlandırdı: ‘Mezopotamya orijinli eserler İstanbul’un karanlık dönemi olarak bilinen M.Ö. 17 ve 15. yüzyıllarına tarihlenmektedir. M.Ö. 2000’e tarihlenen yine Mezopotamya kaynaklı bitümen (zift), kalay ve seramik parçaları da ele geçti.’...”


Tersten başlayalım:

Bathonea bir Roma kenti. Roma yayılması da, olsun olsun MÖ 200 gibi başlar. Bu bir.


Bulunan parçalardan biri MÖ 2000 tarihli imiş ve bu Hititler’in de öncesine tekabül etmekte. Bu iki.

Hititler’in öncesinde de ve sırasında da 3 gerçek var:

Bir: Hititler, bugünkü Ukrayna bölgesinden başlayan ama henüz tam aydınlatılmamış bir kavimler göçünün sonucunda Anadolu’ya gelmiş olabilirler ve Hititler de kendilerinin kökenini tam bilmiyorlarmış.

İki: Fenikeliler (bugünkü Lübnan) türü deniz ticareti o zamanlar bile, taa değil İstanbul’un Avrupa yakasına, İngiltere’ye kadar gitmiştir. O eşyalar oraya, Hitit eşyaları bulgusuna karşın, hala Akdeniz-Ege-Marmara Denizi rotasıyla da (yani Hitit egemenliğini dışarıda bırakarak) gelmiş olabilir pekala.

Üç: Ankara-İstanbul arası gibi bir rotada imlenen ticaret, zaten yine o zamanlar da vardı. Kaldı ki Hititler’in Karadeniz’e kıyısı vardı ve onlar asıl parayı ticaret rotalarını denetleyerek alıyorlardı ve Ukrayna’da o zaman da buğday üretiliyordu ama bu ticaret rotaları henüz bilinmiyor olabilir, çünkü o bölgelere yazının gelmesiyle başabaş bir tarih dönemi sözkonusu.


Bu durumda:

Bir keşif var ama anlamı henüz yok. Üzerine yüklenen anlamın geçersiz olması, çok büyük olasılık.

Yapılması gereken şey:

MÖ 3000-1500 için, İstanbul ve diğer Karadeniz-Türkiye kıyı kentleri için bir alan taraması yapmak ki bunların bir bölümü suyun altında şu anda, çünkü deniz düzeyi oynamış.

2 çıkarsama:

Bir: Arkeolojinin gazete haberi olması iyi belki ama böylesi iyi değil gibi.

İki: Bilim tarihi böyle çok ‘önce parlak, sonra kof çıkan’ haberlerle doludur: Bekleyim, görelim.

Dipnot: Bizans kalıntılarını 3-5 çanak çömlek sayan bir zihniyetin, yıktığı cumhuriyetin resmi tezi olan ‘Türk Hitit’ kavramına, özellikle de cumhuriyet bayramı günü yapışıp kalması, ibretlik bir durum bizce.



Çarşamba, Ekim 30, 2013

Fuat Keyman Güzellemesi


Tuhaftır, liberalizmin maddi ve/ya manevi albenisine çok kişi kapılıyor, bizde de kapıldılar da ama bazıları da tam rota belirleyemeden zigzaglı çizgiler izliyor gibi.

Sanki Keyman da öyle olmuş gibi:

“İlk yapılması gereken de, bugün karşılaştığımız üç tane tuzak niteliğindeki sorunu çözmek.

“Bu tuzaklar: Ekonomide ‘orta gelir tuzağı’, demokraside, ‘sınırlı demokrasi tuzağı’, dış politikada ‘aktif dış politika çıkmazı tuzağı’.

Bugün yaşadığımız tıkanıklık, güven kaybı, içeride ve dışarıda yaşanan sorunlar, bu üç tuzaktan kaynaklanıyor.

Ekonomide orta gelir tuzağı, kişi başına düşen gelirin 10.000 dolarda tıkanması demek. Demokraside karşılaştığımız tuzak, sınırlı ve otoriter eğilimler taşıyan demokrasiden ileri demokrasiye geçememeyle ilgili; dış politikada tuzaksa, aktif dış politikanın, Suriye krizi ve Batı’yla yaşanan güven sorunlarıyla birlikte ‘çıkmaz’a girmesiyle ilgili.”


Saptamalarda eksikler ve yanlışlar birarada mevcut ama temelde bu türden bir saptama geçerli. Keyman’ın zigzaglarını da bunlar çizmiş olmakta.

Öncelikle, genel ve özel vizyon eksiklikleri var.

Ne isteniyor?

Açıkçası, Türkiye sınıf atlasın isteniyor ve bunun yettiği ve fazla geldiği gibi örtülü bir kabul var gibi.

Önce, 3 soruna tek tek bir bakalım:

Bir:

Ekonomik bariyere çarpma, tüm ekonomilerin başına gelir, geldi de. Sürdürülebilir büyüme yoktur. 1980’lerden beridir olan, kapitalist ülkelerde bile çok güçlü olan ekonomik devletin bedavaya peşkeş çekilip, kar oranlarının fahiş çizgilere çekilmesi ve bu sayede şişirilmiş ekonomi yaratmadır. Yani, aynı reel hizmet 1 yerine 10 nominal birim fiyata verilir oldu ve bunun adı ‘reel ekonomik büyüme’ değildir.

Aynı zamanda, Japonya’nın da takılıp kaldığı bir ekonomik menzil ermesi durumu var. Yani, bir ülke ekonomisinin yapabilecekleri sınırlıdır. Petrol bulunması veya Nokia cep telefonu icadı gibi novumlar / inovasyonlar olmadıkça, limitlere gelince durulur. Nokia cep telefonunu şirketinin iflası ve satılması gibi durumların da gösterdiği üzere, bu türden artı-artı-değerlerin de zaman ve para menzili zaten vardır baştan.

İki:

Taa Antik Yunan’dan beridir bir demokrasi oynudur gidiyor. Antik Yunan’da kölelik vardı, bugün AB’de 7 ülkede krallık var. Nasıl oluyor da, demokrasi oluyor bunlarla?

Aynı zamanda, liberalizm ve serbest pazar ekonomisi demokrasi düşmanıdır. ‘% 1 - % 99’ olan yerde eşitlik, kardeşlik, hürriyet nasıl olacak da olacak?

Ayrıca, demokrasi olmayınca bile, bilim de oluyor, ekonomik büyüme de, bakınız Nazi Almanyası.

Üç:

Son onyıllardaki en büyük sorun global konjonktür (bu eski adı ama doğru bir terim). Yani, sistemi bütünleyince, sen hata yapmasan da, birileri hata yapınca sen batıyorsun: Trafik kazası gibi yani.

Atatürk’ün ‘yurtta barış, cihanda barış’ı 1930’larda işe yaradı ama 2010’larda yaramayabilir. Bunun üstüne bir de, Suriye meselesinde olduğu üzere, 1 yılda 180 derece dönersen, komşu ülkelerle sorun yaşamaman mümkün değildir demektir.

Burada acı bir gerçek-ilke var: Dış savaş , iç savaşı engeller ve bu Türkiye için özellikle geçerli. Eğer, Türkiye Kürt iç savaşının dozunu parçalanma düzeyinde yaşamadıysa, bunun tüm nedeni  1980’den beridir çevremzide süren birkaç on savaştır.

Haa, başkalarının ölümü üzerine kendi yaşamını dayandırmak önünde sonunda geri teper ama en son Almanya’nın yaptığı üzere Dünya, ‘gemisini kurtaran kaptan’ düzeyine gelmiş gibi ve koskoca Almanya bile ‘de facto’ olarak AB’yi feda etmiş durumda.

Bunlar özel vizyonlardı. Genellere geçelim:

Bir:

Dumanlı havalara girdik çoktan. Tekkutuplu değil, kutupsuz bir dünyadayız artık. Eh, dumanlı havayı sevecek bir kurt olmak bu koşullarda epeyi zor: ABD bile öyle değil artık.

İki:

Hem devlet sayısının aşırı arttığı, hem de uzay devletinin kurulma koşullarının geçerlileştiği br tarihsel-büküm dönemindeyiz aynı zamanda.

Yani, Fransa 6. vey 7. cumhuriyetini kurabilir ama biz 2. cumhuriyetimizi kuramayabiliriz. Konjonktür elvermeyebilir yani.

Üç:

En son saptama dizisi:

Neo-entellektüel, çarmıha gerilip de, arkasından peygamber yapılacak kişi olma dönemini demode etmiş kişidir. Yani, Türkiye’nin derdi, Keyman’ı veya Ülkü’yü germez aslında: Seyrederiz, vaka-yı nüvislik ve tarihsel patologluk (öldü, çünkü şu nedenle öldü gibi bir şey) yapılabilir ama olaylara karışma gereksizdir ve zararlıdır. Bu vizyon Keyman’da yok ve daha acıklısı da olmasını umamıyabiliyoruz bile gerçekte.

Tabii ki çıkış yolu (eksodus) var, tabii ki bu yol imlenecek ama kitle ve iktidar seçkinleri, 5 milenyumluk dünya sisteminin kanıtladığı üzere, asla ve kata o yola girmeyi seçmeyecek.

Yani:

Ne Türkiye’ni sorunu, ne demokrasinin sorunu yok aslında. Çözüm belli, herkes domuzuna domuzuna biliyor ama yalnızca onu uygulamıyor.

E o zaman, gelsin mahşerin 3 atlısı: Salgın, kıtlık ve savaş...

Dipnot: İnsanlar kötü falan değil, aptal ve cahil davranmayı seçiyor yalnızca... Tarih de sabırlı: Gelecek hep geliyor ve uzun sürüyor... Tarih, varyasyonlarla değişen örüntüler ile tekerür ediyor, vs, vb, vd...



Pazartesi, Ekim 28, 2013

Lili Marleen




Çok az şarkının öyküsü, bu denli tuhafça griftleşmiştir.

Şarkı 1915’te 1. Dünya Savaşı sırasında yazılmış. Oysa şarkı, 2. Dünya Savaşı sırasında ünlü olmuş, üstelik savaşan her 2 düşman tarafların saflarında da...


Vakıa aynı, rivayet muhtelif...

John Steinbeck, şarkının öyküsünü aynı başlıklı yazısında şöyle özetler:

Bir Alman radyosu bombalanır. Kazara bir tek o şarkının plağı sağlam kalır. Günde 50 posta şarkı çalınır. Viral videolar gibi, viral bir şarkı olur bu (şimdi de ‘Gangnam Style’ oldu ya). O da yetmez: Şarkı, düşman tarafa da sıçrar. Generaller, bu durumda şarkıya İngilizce sözler yazdırır.

(Kaynak: Amerika ve Amerikalılar, İş Bankası Kültür Yayınları.)



Sonra işin içine Fassbinder girer ve şarkının öyküsünü aşırı-yorum katarak bir film yapar:

Şarkıyı söyleyenle onu seven, savaşta karşı safları seçer. Şarkıcı kadın, ‘Mefisto’ veya ‘Bağışlanmış Küheylan’ gibi davranıp, yalnızca sanatını icra ettiğini savunur. Savaşın sonunda yolları ayrılır.





Onlarla ilk karşılaştığımda, Fassbinder veya Kafka gibi sanatçıların yapıtlarındaki öykülerin abartı olduğunu düşündüm başta hep... Sonra hepsinin geçerli olduğunu yaşadım hep: Kurmaca, yaşamı aşmıştı, hem de feci aşmıştı...

Alaturka örnekler de var:

Pınar Kür’ün ‘Asılacak Kadın’ı gibi...

Gerçek yaşamda ise; erken ölen Tezer Özlü ve Sevgi Soysal’a karşı, Adalet Ağaoğlu’nun ve Leyla Erbil’in tam bir Lili Marleen olduğunu hissettim hep...

Oraları da geçtik.

Orta Çağ’a ilişkin, güçlü olarak anımsadığım en önemli kurmaca-öykülü sanat yapıtı, Ömer Şerif’in başrolü oynadığı ve bir papaz olarak sapa bir köyü savaştan muaf tutmaya çabaladığı bir filmdi.


Bir çağ yangını yaşıyoruz ve insanlar saflarını çoktan aldı:

Sevdiklerimizin Lili Marleen gibi yaşama, kültüre, tarihe, insana  ihanet edişini izliyoruz...

İstanbul’a atom bombası atıyorum gözlerim kapalı...


Pazar, Ekim 27, 2013

Novum Yazarla karşılaşmak



Bir kitap okudum hayatım değişti:

En az 100 kez...

Ancak şunu da gördüm:

Bir kitap okudu, hayatı kaydı.

En az 10 kez.

Tabii, negasyonla onlardan çok şey öğrendim.

Peki bunlar, nasıl oluyor da oluyor?

Eski modele göre, Kafka ve Dostoyevsky novum, yani yeni ve farklı şeyler yazmış yazarlardır ama her zaman okunmazlar, ancak ruhen en sıkışık olduğun anlarda işe yararlar. Bu da, onların ders kitabında zorunlu ödev yapılmasını olumsuzlar.

Kendi yaşamıma bakarsam:

Erken karşılaşıp, okumayı ertelediğim yazarlar:

11 yaşındayken Kafka, Kierkegaard ve varoluşçuluk yazarlarını öğrendim. Aynı minvaldeki Sartre’ın varoluşçuluğu, beni sonradan çok güldürmüştü, çünkü onunkinden önce, Heidegger’in varlıkçılığı ile de tanışmıştım, ayrıca Heidegger’in faşizmi de bana aşırı olağan gelmişti nedense.

Marx’ı 26 yaşımda, yani geç okudum, onu 14 yaşındayken okuyup da, zihni bundan zarar gören ve bunu bana kendi anlatan biri nedeniyle.

Bu zigzagların dışında, en az 100 yazar karşıma tam da gerektiği zamanda çıktı:

Gelecekbilimi ve Roma Klübü yazarlarını 18 yaşımda tanıdım (ama gelecekbilimi kuran Flechtheim’ı bir şanssızlık olarak, taa 46 yaşımda öğrenebildim).

Onun devamı olan, bir bakıma sanatsal gelecekbilim sayılabilecek olan Asimov ve psiko-tarihini 19 yaşımda okudum.

26 yaşımda, bana bundan böyle tümüyle kuramsal metin okuma kararı aldıran ve buna 27 yıl uyduran, ‘Estetik ve Politika’yı okudum. Benjamin, Brecht, Lukacs, Bloch ve Adorno’yu biraraya getiren bir derleme idi ve bu kitap bana gerçek derlemenin ve derleyici editörün ne olduğunu öğretti, bir de dahilerin birbirleriyle kolay kolay geçinemediğini.

39 yaşımda William Gibson’un ‘Neuromancer’ini okudum ve romanın ne anlatığını anlamam 5 yılımı aldı ama yine de tam zamanında karşıma çıkmıştı ve benim beynimi gerçekten birkaç kez tümüyle değiştirdi: Az daha sonrası imkansızca geç olacaktı, daha öncesi ise öldürücü-zehirleyici...

Sapa bir konu hakkında olsa da, ‘Triton’u da 42’imde okuyup, 5 kerede anlayabildim.

Böyle böyle gider: En az 100 kitap. Yılda 4-5 kitap.

En son 46 yaşımda Wallerstein’ı ve onun ve başkalarının dünya sistemini okudum: 12’den isabet.

53 yaşımdan sonra, artık yeni yazar bulmasam da olur ama şu anda basımı bitmiş olup, bulunca okuyacağım, BM raporu biçiminde yazılmış bir bilimkurgu romanı olan ‘Zombi Savaşı’ var ve bu hiper-tekst çalışmalarım için gerekli ama acelem yok.

Geriye kalmış olabilecek son 25 yılımda böylesi 100 değil, 10 kitap bulmayı ummuyorum bile, çünkü artık yeni orta çağa çoktan girdik ve kültür giderek kararıyor.

Zaten tüm o novum kitaplar, beni ‘Fahrenheit 451’deki gibi (kendi seçtiğim tarz olan) tümleşik bir kavramsal çerçeve–kitap / bir düşünce atlası olmaya hazırladı.

Bundan sonrası beyinsel olarak ne kubur, ne de kabir... Yani, o novum kitaplar, beni geleceğin rönesansına zihnen taşıdı, onu görmesem ne gam.

Nokta.


Cuma, Ekim 25, 2013

Barthes ve Mitolojiler




Künye: Çağdaş Söylenler, çeviren: Tahsin Yücel, Metis Yayınları.

Roland Barthes, Walter Benjamin’in önünü açtığı gündelik yaşamın kültürolojisini en çok irdeleyen yazarlardan biri. ‘Çağdaş Söylenler’ adıyla Türkçe’ye çevrilmiş ‘Mitolojiler’ kitabı böyle bir örnek. Ondan vesile ile aklımıza gelenleri klavyeye döktük.

Barthes, kitaptaki metinleri 1954-1956 yıllarında yazmış. O zamanki ‘top’ gündelik yaşamın kültürolojisi konusu şöyle olabilirdi:

1.        Aile

2.        Okul

3.        İnen Fransız’lık

4.        Futbol

5.        Televizyon / sinema

6.        Popüler müzik (onun için Piaf)

7.        Moda

8.        Reklam

9.        Kilise

10.     Yemek

Günümüz için ise şöyle olur:

1.        Sosyal medya

2.        (Sl-)Aktivizm

3.        Sağlıklı yaşam

4.        Futbol (olimpiyat veya NBA değil)

5.        Televizyon / sinema

6.        Popüler müzik (bizim için pop, rak, caz)

7.        Moda

8.        Reklam

9.        Kilise / cami

10.     Yemek

Yani:

60 yıldır temel gündelik konular aynı. Aslına bakılırsa, bazıları 5 milenyumdur aynı.

Barthes, bu konuların azıcık açığından geçmiş.

Onun andıkları ise bugün popüler kültür olarak anımsanan şeyler değil. Simenon / Maigret polisiyesi yok örneğin. Eleştiri konusu ise, birden çok kez var ve sıradan-gündelik yaşamla ilintisi kuşkulu kalır.

Barthes bana hep sabun köpüğü gibi gelir. Bu kitabını okurken daha da boş geldi ama daha parlak değil.


Sanal Reklam



Dijital pazarlama Dünya’da ve Türkiye’de dıgıdak dıgıdak gitmekte...

“Sadece ülkemizde değil, Türkiye dahil 33 ülkede dijital pazarlama ve reklam endüstrisi için önemli faaliyetlerde bulunan IAB (Interactive Advertising Bureau), “Türkiye Dijital Reklam Harcamaları AdEx-2012” raporunu hazırladı. Bu rapora göre toplam dijital reklam yatırımları 943 milyon TL’ye ulaştı. Tabii bu rakam 2012 genel toplamı. Bu araştırmanın alt kırılımlarına bakarsak; Gösterim Bazlı Reklamlar 374 milyon TL, Arama Motoru Reklamları (Örn Google gibi) 448 milyon TL, Mobil Reklamlar (SMS/MMS ve Mobil gösterimler) 36 milyon TL ve İlan Sayfa Reklamları ise 76 milyon TL gibi rakamlardan oluşuyor.”


Çok açıkseçik sayılar:

Arama motoru reklamları genelde tıklama bazlı oluyor. Bunun gösterim bazlı reklamdan farkı, ancak üzerine tıklanınca para alınması. Tabii, bunun da üçkağıdı var, yapay tıklama yaratılıyor.

Mobil reklamlar bizde henüz gelişmemiş.

Oyun bazlı reklamlar ise emekleme çağında gibi, sayısı bile yok.

1 milyar iyi para.

Ortalama bir reklam maliyeti, bin (1.000) tıklama başına 5 TL ( 2,5 $) gibi. 5 milyar görüntülenme ise, 40 milyon kullanıcıdan, yılda kişi başına 1.250 kez eder ve 1 sayfada ortalama 3 reklam var, yani kabaca 400 sayfa görüntülenmesi var, yani günde ortalama 1 sayfa görüntülenmesi var.

İnternet kullanıcılarının % 70’i ayda birden seyrek internete giriyor.

İnternet kullanıcılarının % 50’si bir sayfayı anında (4 saniyeden kısa sürede) terkediyor.

İnternet kullanıcıları okumuyor, okur gibi yapıyor, bakıyor ama görmüyor, göremiyor. Bunlar çeşitli deney ve testlerle saptanmış.

İnternet reklam vericilerinin ve pazarlamacılarının ortak hatası, eski reklamcılık hatalarını sürdürmeleri bir, yeni oluşumları yanlış yorumlamaları iki, gibi özetlenebilir.

Henüz semantik arama motoru yok. Henüz semantik sözlük yok. Yatay yakın anlamlı ve hiper-tekstsel olarak dikine yakın anlamlı sözcükler sözlüğü yok, hiçbir dilde yok henüz. Yapmaları gereken, Windows’un eksi zekalı Word’ündeki gramerden ve sözlükten kurtulmak bir, kendi sözlüklerini yaratmak iki. (Google Translate, bunu çapraz dilli olarak denedi ve sapa diller için beceremedi. Hatta feci çuvalladı, 5 yıldır üstelik.)

Tamam, Facebook ve Twitter kullanıcıların kimlerle ne ilinti kurduğunu biliyor ama bunun anlamını çözemiyor. Zaten o ilintileri kuranlar da ne yaptıklarını bilmiyorlar. Yeni orta çağın ön gürültüsü ve hayhuyu bu.

Örneğin diyelim ben, peşpeşe şarkı sözü, klip, porno, Wikipedia sitelerine girdim. Bunun anlamı ne?

Anlamı şu:

Bir metin yazıyorum ve arama, artı alıntılama yapıyorum.

Peki, ne oluyor?

E-posta sayfalarıma (nasıl oluyorsa, çünkü hesapça e-poste sitesi henüz hesaplarımı izlemiyor) şakkadanak porno sayfaları reklamları geliveriyor.

Ben gülüp geçiyorum ama çok kullanıcılı bilgisayarlarda bu iş çok yakında mahkemelik olmaya başlar.

Yani:

Nasıl ki televizyon reklamlarına Dünya’da epeyi sınır konmak zorunda kalındıysa, internette de bu gerekli oldu çoktan. Yoksa, bizdeki gibi reklam arası dizi pozisyonu internette de başlar, belki başladı bile, çünkü görüntülü haberler sen onu tıklamsan da, yani izlemek istemesen de kendiliğinden açılıp senin kotanın canıa okuyor ve bu bizde bile yasak bildiğim kadarıyla, çünkü senin bilgisayarına senin iraden dışında yükleme yapılıyor, bunun virüs veya troya atı kullanmaktan farkı yok pratikte.

Dipnot: Fotoğraftaki sanal reklam aslında sahada yok. Yayın şirketi ve/ya görüntüyü kiralayanlar bunu böyle yapmış. Bu durumda, içki karşıtı bir sporcu, görüntüde üstünde içki reklamı taşıyor olabilir.


Perşembe, Ekim 24, 2013

Demokrasi Dersleri




... vermek küçük bir ülkeye nasipmiş.

“San Marino'da AB'ye üyelik başvurusu için yapılan referandumda ‘evet’ oyları az farkla önde çıksa da katılım oranı yüzde 32 karar yeter oranının altında kaldığından kazanan ‘hayır’ cephesi oldu.

İtalya toprakları içinde kalan 32 bin nüfuslu San Marino'da düzenlenen referanduma katılanların 50.3'ü AB üyelik başvurusuna onay verirken yüzde 49.7'si buna karşı çıktı.

‘Evet’ oyları kıl payı önde olsa da, katılım oranı yüzde 20'de kalınca hükümetin AB'ye üyelik başvurusu yapma planı suya düştü.

San Marino, 1991 yılından beri AB ile Gümrük Birliği içinde ve resmi para birimi olarak euroyu kullanıyor.”


Birçok ders birarada:

Eğer seçimlerde katılım oranı, bir düzeyin altında kalırsa, o seçimin tanım olarak seçimliği kalmaz. Seçime katılanların bir görevi oy almaksa, bir görevi de oy alacak pozisyonda (veya buna ikna edecek) olmaktır.

Sonuca bakarsak:

Evet oranı, toplamda % 10 gibi. Eğer, nüfusun % 10’unun aldığı bir kararla bu sonuç olumlu sayılsaydı, geri kalan % 90, o karara uymazdı. San Marino zaten küçük ülke, parçalanmazdı da.

Küçük ülkelerde fiili demokrasi daha işleyebilir durumda gibi.

Diğer bir önemli nokta şu:

San Marino ekonomik açıdan zaten fiilen AB’de. Demek ki dertleri politik: AB federasyonu içinde yer almak istemiyorlar.

Diğer konular:

AB’ye girmeyi reddeden, önce reddedip sonra kabul eden ülkeler var. Kimse de kalkıp, bir düşün içinde yer almayı, birleşik bir Avrupa olmayınca çıkan savaşları, halkların neden tercih etmiş olabileceğini araştırmadı.

Bu konuda bir referandum yapıldığında sonsuza kadar geçerli oluyor ama iç konularda seçim sürekli yineleniyor ama bu konu daha makro bir sorun: Bu da, demokrasinin bir açmazı.

Sonuç:

San Marino tek başına politik bir vektörün yönünü ve büyüklüğünü imledi: AB olmasa daha iyi olabilir, epeyi uzun bir süre için.


Çarşamba, Ekim 23, 2013

Gezi Partisi



Demokrasi tarihimiz bir parti daha kazandı: Gezi Partisi. Hayırlı uğurlu olsun.


Gelelim soru kiplerine:

Parti uygun bir zamanda mı kuruldu?

Evet, gerçekten evet. Ağustos 2013 erken olurdu, Aralık 2013 geç.

Partinin baraji geçme şansı var mı?

Hayır. Bunu dünya tarihinde yapabilen bir parti yok.

Partinin potansiyel seçmeni kimler olabilir?

Partinin oy potansiyeli tabanı, Türkiye nüfusunun % 10’unu kapsamıyor, % 1’ini belki: Büyükkentli (% 25), genç (% 5), üniversiteli (% 10) = 0,25 x 0,05 x 0,10 = 0,005 = % 0,5.

Ek bilgi:

Devrim geleceği sanılan en hızlı dönemde bile, 1978’liler ve 1968’liler 100 bin kişi ve 40 milyon nüfus idi ki o da % 0,25 ediyor.

Partinin siyasal anlamı ne?

Batı’da (diyelim Almanya’da) ilk Yeşiller’den son Alternatif’e dekki itiraz (muhalefet değil) çizgisi.

Parti sol bir parti mi?

Belki evet, belki hayır.

Muhafazakar mı?

İlginç ama bence evet. Gençliğin yeni cenahının siyasal bilinçsiz gericiliği var bizce onlarda. Örneğin, ilerici rak olamayacağını hiç kimse anlayamıyor, aynı zamanda (başkanları üzerinden) neo-klasik metal müziğin Dünya’da bile yeterince cazip bulunmadığını da...

Ek bilgi:

Beatles kuşağı da, Hipi kuşağı da muhazakardı. Ya da Fransızlar’ın dediği gibi: Orta yaşında gerici olmak istemiyorsan, gençken devrimci olma. (Tecrübeyle sabittir.)

Parti herhangi bir belediye başkanı çıkarabilir mi?

Mümkün, çünkü yerel seçimler buna izin veriyor. Seçmenimiz yerel seçimlerde daha deneysel davranıyor nedense.

Sonuç:

Okurdan devamı soruları ve yanıtları bekliyoruz. Ne de olsa, partinin potansiyel seçmeni değilim ve konuya dışarıdan bakıyorum. İçeriden bilgi güzel olur.


Alaturka Sanal Helal ‘Sex-Shop’



“Önceki akşam e-posta kutumu açtım ki ne göreyim! Nur topu gibi bir ‘helâl sex shop’umuz olmuş. Gönderilen mektup, İslâmi kurallara uygun yerli seks dükkânımızın açılışını müjdeliyor. ‘Sizleri de mutlaka bekleriz’ notuyla. İnşallah, ilk fırsatta diyoruz!...”

Breh breh breh...

Nasıl oluyor da oluyor?

Bu kadar kel alaka niteleme biraraya nasıl gelebiliyor?

En baştan alalım:

Helal ‘seks-shop’ olur mu?

Bence olmaz. Olamaz.

Doktorun yazdığı ilacı almak ayrı şey, mısırın püsküllüsünü istemek ayrı şey...

Tabii burada da takıyye işliyor. Burada takıyye şöyle olmuş:

“Ben en çok sonuncusuna takıldım, çünkü ‘Bayan Orgazm Kremi’ diye Türkçeleştirilen ürünün orijinal adı farklı ve daha ‘sarsıcı’: ‘Scream Orgazm Cream’… ‘Scream’ (çığlık) bize fazla gelmiş! Yine de acaba hem çeviriyi kurtarmak hem de İslâmi havayı muhafaza etmek bakımından ‘Vecdî İnzal Kremi’ denemez miydi diye düşünmemek de elde değil. (‘Vecd’i burada tasavvufî anlamında kullanmadığımızı bilen bilecektir.)”

Yani meali şu:

Çığlık atmayana bedava...

İslam’ı anlama işinde, akvaryum ılığı ve tatlısı solcularımız son 20 yıldır, yani İstanbul’un belediyelerdeki yeniden fethinin 20. yılını intikal ederken, çok şaşaladı.

Önce hoşgörü dendi.

Sonra modernleştikleri söylendi.

Sonra protestanlaştıkları söylendi.

Hiçbiri değil.

Dejenerasyon ve dekadans bu.

Hem de en hasından.

Ancak, dincilerin çürüdükleri alan yalnızca din değil, her alanda dağılıp gittiler, çünkü Cumhuriyet dağıldı gitti.

Üstelik ‘imam yellenirse’ durumu mevcut. Yani, en üst düzeydeki politikacıları 50 kere hacca giderse, sürü elbette cıvır.

Bunu olağan karşılıyoruz ve buradaki kritik göstergeyi, Türk-İslam sentezinin 1994-2014 dekadansının kendini antiteziyle birlikte gömmesi ve şeriatı bile beceremesi olarak imliyoruz.

Burada eksik olan maneviyat, yani kendilerinde en çok olduğunu iddia ettikleri şey.

Türk İslamı, parayla ve uçkurla sınandı ve sonuçta cehennemdeki katlar arasında gidip gelen asansör takım oldu.

Helali hoş olsun...

Aksırıncaya tıksırıncaya kadar orgazm olsunlar inşaallah...


Salı, Ekim 22, 2013

Hristiyan Demokrat mı?



Almanya 2013 seçimleri ile ilintili olan daha önceki bir yazı dizimizde, Almanya’daki nüfusun din dağılımı dengesinin hassas (1/,3 1/3, 1/3) olduğunu, Almanya’nın makro Hristiyan mezhep çatışmasının başladığı ilk ülke olduğunu ve Hristiyanlar’ın da pek demokrat olmayacağını, hatta kurulacak bir ateist partiye karşı oldukça engizitör tepkiler verebileceklerini ima etmiştik. Şimdi burada, bir haber vesilesiyle bunu doğrudan söylemiş olduk.

“Almanya'nın Konstanz kentinde kilisede ezanın, bir oratoryonun parçası olarak çalınmak istenmesi kriz yarattı. Tepkiler üzerine kilise yönetimi, ezanın çalınmamasını istedi. Oratoryoda yer alan bazı müzisyenler ise, buna tepki göstermek amacıyla gösteriye çıkmayacaklarını açıkladı.”


Şimdi yanlışlıklar dizisini saptayalım:

Öncelikle en hatalı kişi kompozitör. Hesapça, ezanı ve ‘Kiri Aleyson’u aynı yere koyarak, dinlerarası hoşgörü yaratacağını düşünmüş ve yanılmış.

İkincisi, Norveç’te yapılan hata: Kilise çanına, cami ezanına ateistler, günde beş vakit ‘Tanrı yoktur’ anonsuyla karşılık vermiş. Hepsi şekil, hepsi gürültü.

Üçüncüsü olan ve bizi ilgilendiren durum şu:

“Alman Die Welt gazetesinde yer alan habere göre, Almanya'nın Konstanz kentindeki Sankt-Gebhards Kilisesi'nde 17 Kasım'da yapılacak seslendirme, ‘kilisede ezan istemiyoruz’ eylemine dönüştü.”

Gitti caanım multi-kulti.

Ancak Almanlar, bizim sürülen cami imamı absürdizmimize tuhaf bir olaylar dizisi ile karşılık vermişti, anımsayalım.

Bu Hristiyan demokrat şeysinin neo-globalist neo-liberal dedesi Kohl’un oğlu, bir Türk kızı ile hem kilisede evlenmiş, hem de İslami tören yapmıştı. Anne Kohl ise, ışığa karşı duyarlılık hastalığı nedeniyle, törene ancak özel koşullarda katılabilmiş ve nikahtan kısa süre sonra intihar edip ölmüştü.

Yani durum, tam Fassbinder planı.

Fassbinder, bu Birleşik Almanya faşizmini ve dolaylı engizisyonunu gerçekten öngörmüştü. Bunu da ‘1968 Sonbaharında Almanya’ dizisinin kendi parçasında açıkseçik filmleşmişti.

Fassbinder’in bir eki daha var: Durumun bir melodram oluşu. Melokomik de olabilir ama yine de melodram ya da yinelene yinelenen dramın komedileşmesi.

Yani bu olay, ne ilk, ne de son.

Almanya’nın yaldızı söküldü, Germen kanı alttan çıktı. Çektiler kilise çanını kılıftan, eh Alamancılar da zaten minareyi hiç kılıfa sokmamıştı ki...

Sürpriz ata oynuyor ve bizim Alamancılar’ın neo-Nazi’lere epeyi eziyet edeceğini öngörüyorum. Bu arada, atalarının tersine, neo-Naziler’in gayrı-demokrat Hristiyan bayrağını dalgalandıracaklarını da...


Pazar, Ekim 20, 2013

Ünsal Oskay Nötrlemesi



Bugüne dekki güzelleme dizisinde bazı metinler doğrudan çirkinleme oldu. Oskay metni, onların arasında ilk ve tek nötrleme şimdilik.

Bu metin, onun ölüm yıldönümü ile ilgili yazılmış bir metin üzerine klavyeye alındı.

Öncelikle söylemek gerekir ki bu metin, 2 kez ve her kezinde ölüm yıldönümünde yayınlanmış belirtildiği kadarıyla. Bu çifte ölüsevicilik (nekrofili) demektir. Nekrofili, nedense ülkemizde çok makbul, sağcısında da solcusunda da.

Neden Oskay nötr?

Çünkü metnin belirttiği üzere, Oskay bir kültürel-fışkı ama zararsız veya az zararlı. 2 anlamıyla öyle: Kaymak olamadı bir, olsaydı da kaymak da yenip fışkı olmakta iki. Meziyet, fışkı yiyip kaymak mıçan akvaryum çöpçü balığı gibi olmak (böyle bir balık gerçekten var). Küçük burjuvalar ne yeseler, fışkılarlar, Oskay da öyleydi, hemi de ankaralı bir küçük burjuva: Kıt, sığ, güdük ya da koyunun bulunmadığı yerde Abdurrahman Çelebi.

Gelelim metin üzerinden irdelemelere:

“Evet, yeni bir dönemdeyiz. Ünsal Hoca’nın tarih, mastürbasyon şovunda orgazm fışkırığı atan kadını yazan gazetecinin ise var olduğu bir dönemde... Gidene ‘Rûhun şâd olsun’ diyelim. Gelene de ‘fikrinle değilse de, fışkınla var ol’ diyelim. ‘Fışkı ve dışkı tarlaya gübredir’ deyişinden hareketle...

Son söz, tabii ki her zaman olduğu gibi Hoca’nın (fışkıcılara ithafen):

‘Cinsellik sistemin bir mamulü olarak yaşanıyor. Giyim kuşamımızdan, en özgür yanımız olan cinselliğimize kadar her şey, sistemin kendini yeniden üretmesi için düzenlenen, imal edilen, dolaşıma sokulan bir şey. Bütün bunlarla yaşanan cinsellik, kastrasyonun aracı. Hadım oluyoruz!’ (Panzehir, Sayı: 1, Aralık 2004).

(Bu yazı ilk kez 18 Ekim 2009'da T24'te yayımlanmıştır.)”


Valla bravo: 77 hata birden.

Armut dibine düşmüş, 1: Kıtzihinlilik baki. Oskay da, fantazya ve bilimkurgunun ilerici gücünü hiç göremedi, 2.

Yeni dönemler iyidir, eski / geleneksel / muhafazakar dönemler kötüdür. Haa, yenilik daha çok yıkımla olur, ayrı konu. Devrimciler de o nedenle yıkıcıdır, 3, 4, 5.

Orgazm fışkırığı atan kadını yazmak sapıklık falan değil, 6.

Gidenin ruhu şad olmasın, hataları eleştirilsin, 7.

Dışkı denli, kaymak da fermentasyona uğrar, yani bildiğimiz üzere kültürel banal da (diyelim Siyah müzik caz olur ve bunu Adorno göremez) ve yüce de aynı sona uğrar, 8, 9.

Cinsellik sistemin bir mamülü falan değil. Porno da sistemin parçası seks falan değil, 10, 11.

Sistem hegemonları düzene o denli hakim değil ve Gramsci hesabınca proleterya o denli sınıf atlama merakında olmasa, işler bu denli fışkıya sarmazdı, 12, 13.

Cinsellik iğdişleştirmenin aracı değil. İğdişleşme de kötü bir şey değil. Kundera iktidarsız falan değildi, 14, 15, 16.

Gerisi 77’ye kadar tüm metinde ‘fill in the blanks’ netekim...

Dipnot: Oskay’ı 1984’te aldığım, ‘Estetik ve Politika’ kitabı ile tanıdım. 1.000 kitaptan 10 kitaba kadar düşürdüğüm kütüphanemde bu denli uzun kalabilen tek kitap da o. Yaklaşık 30 yıldır da onun hakkında yazmak isterdim, şimdiye kısmetmiş.


4. Liberalizm



Türkiye tarihi şöyle şemalanabilir:

3 adam dönemi (Atatürk, İnönü, Bayar) + 3 darbe dönemi (1960, 1971, 1980) + 3 liberalizm dönemi (Özal, Çiller, Erdoğan) = 90 yıl = 1923-2013.

Tüm bunlar tarihte tuhaf birikimler yarattı. Bunların sonucunda, tarihsel sıçramalar ve sürprizler yaşanabilir duruma gelindi.

Dünya’da genelde 10 yılda bir devran değişir. Bizde de öyle.

Ancak, zaten baştan sürpriz biri vardı: 1980 dönemi’nin, Thatcher ve Reagan’ın üçleyicisi Almanya’lı Kohl, 20 yıl falan kadar iktidarda kalabilmişti.

Şimdilerde Erdoğan buna soyunuyor. 2023 geyikleri o yüzden. TC’nin 100. yılını göremeden, TC = 1. Cumhuriyet tasfiye edildi çoktan.

Adlar olarak değil de, hegemonlar olarak bu plan tutabilir duruma gelindi. Oysa ki 10 yıldır buna olanak olmadığını düşünegeldim hep.

Ne değişti?

Global konjontür değişti.

Kırılma göstergeleri çokça var:

Faşist partiler % 20 ve eski reel sosyalist = (post- ve neo-) komünist partiler % 20 oy alır oldu.

Ülkesine göre değişerek, baraj olmasa da olmasa da, marjinal / küçük / yeni partiler daha çok oy alır oldu. Bunun da geleneği Yeşiller’de mevcuttu zaten.

Yakın gelecekte alternatif, ateist, anarşist partilerin meclislere girmesi umulabilir durumu gelindi.

Bunlar, ana akım politik tarihten yalpalar ve yol çatallanmaları demek olmakta.

Yani, savrulmalar yaşanacak.

Bu savrulmalara karşı ‘neo-con’, yani hem muhafazakar, hem de liberal geçinen partiler de pozisyon değiştirmeye başladı çoktan.

Tüm bunlara, müstakbel müflis ABD momenti de eklendi.

İkikutuplu dünyadan tekkutuplu dünyaya, oradan da kutupsuz dünyaya geçtik.

Dünya’nın her yerinde devletler çözülüyor. Bunun ekonomik göstergesi, 64 trilyon dolarlık global yıllık GSMH’ye karşı, 32 trilyon dolarlık mafya (yani kara kara para), 32 trilyon dolarlık vergi kaçağı para (yani beyaz kara para), dengesi ve/ya dengesizliği.

Bu ‘neo-con’lar, ekonominn tüm ayarlarıyla oynadı.

Evleri önce 10 katına, sonra 10’da birine fiyatladı.

Buğday gibi reel-meta’ların ‘forward’ işlemlerini uydurarak, ekonomide şimdiye kadar oynanmayan dengelerle oynadı ve onları bozdu.

En önemlisi, dolar nazını fazla zorlayarak kendini bitirdi. Dolar altının yerini almıştı ama onun yerini alacak şu sıralar hiçbirşey yok ortalıklarda.

Eh, anarşizmin istediği 1 kuş, tarih verdi 2 kuş.

Çinliler’in hesabınca heyecanlı zamanlara girdik.

Tüm bunlara karşın; açlık, susuzluk, enerjisizlik ve 1929 =? 2029 türü (kapitalizmin geleneksel içsel krizi anlamında), 4 tane makro kriz için henüz hiçbirşey yapılmamış durumda.

Bu kadar makro-makro potansiyel sorunlara karşı tarihin dersi yok. Yani, B planı olmadığı gibi Z planı veya A planı da yok. Yani, bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete.

Bu işten en karlı Rusya çıktı:

Putin 12 yıl daha var. Nüfusunu istemeden feci azalttı. Dünya’nın en büyük enerji rezervleri orada. Sibirya giderek tarımlaştırılabilir olmakta.

Putin, bir neo-diktatör. Onun ABD karşılığı olan Obama’nın savaşseverliği (Arap Baharı etepları) ve bütçeyi kilitlemesi (Cumhuriyetçiler’in kendi yaptıkları ‘forward’ harcamaların bütçesini kesmeleri) komedisi, Obama’yı bir Tom Amca komedyeni yaptı ama tabii ki ağlanacak halimize gülüyoruz şu an.

Yani:

4. liberalizm, Krupp faşizmini geçti çoktan ve bu nedenle başarılı olabilir ama onun neo-Stalin versiyonu da onu geçti çoktan...

İlk adım:

Yamyamlık geri döndü.

Hoş geldin 4. liberalizm...

Dipnot: Erdoğan türü oluşumlar, bu global koşullarda kendine yer bulabiliyor. Yani, sorunumuz Türkiye değil, global...


Cumartesi, Ekim 19, 2013

21. Yüzyıl'da Kölelik



Şöyle bir haber:

“Dünyada 30 Milyon,Türkiye'de 100 Bin Köle Var”


Bildiğimiz kölelik.

“Endekse göre modern köleliğin en sık rastlandığı 10 ülkenin yarısı Afrika ülkeleri ve birinci sırada Moritanya geliyor. Raporda Moritanya nüfusunun yüzde 4’ünün köle olduğu söyleniyor, ancak bir rapora göre bu oranın yüzde 20 kadar yüksek olabileceği de belirtiliyor. Köleliğin babadan oğula, etnik aidiyete bağlı olarak devam ettiği ülkede koşullar, bu özellikleriyle 400 yıl önce Kuzey Amerika’ya getirilen Afrikalılar’ı anımsatıyor.”

Moritanya resmi olarak köleliğe hala izin veriyormuş. Diğer ülkelerde ise hesapça gayrıresmi / illegal olarak varmış.

Ancak, ilginç bir biçimde köleler, asgari ücretteki işçiden bazan daha ucuza gelebiliyormuş, her zaman değil ki ABD’de köleliğin kalkmasında bu gerçeğin de payı vardır bizce.


Bugünün koşullarında dolaylı resmi kölelik, potansiyel siyasal göçmenlere, yeni ülkeye gitmeleri karşılığında, eğer paraları yoksa senet imzalatmak yönünde. Sonuçta, ölmektense kölelik, bazıları için yeğ olabilmekte pekala.

Bir ara şerh: Kölelik, Avrupa Afrika’ya girmeden önce de, Afrika’da kabileler arasında mevcuttu. Artı sonrasında, köleleri Araplar, siyahları satan siyahlardan alıyordu. Tabii ki bu, o köleleri kullanan Osmanlı’yı temize çıkarmıyor.

Gelelim işin ekonomisine:

1809’un ABD’sinde bir köle 40 bin dolar ederken, bugün yalnızca 90 (yazıyla doksan) dolar ediyormuş.

Nasıl ama?

Günümüzdeki köleliğin formları ise şöyleymiş:

Borçlu emeği, zoraki evlilik (kadınlar için), transit insan ticareti, çocuk emeği, çocuk askerler, seks köleliği...

Son deyişler:

Bir: 300 milyon kişi, 3.-4. dünya nüfusu olabilecek 3 milyarın % 10’u eder. Bugünün ABD’sinde de % 10 eski köle / yeni siyah nüfus var.

İki: Vietnam’daki ayda 25 dolarlık maaşın veya başka ülkelerdeki 40’ına varmadan ölünen maden işçiliğinin kölelikten ne kadar ayrı bir şey olduğu tartışmalı kalır bizce. Bu paradan fabrika-yurt için yeme ve yatak da ödeniyor kimi.

Dipnot: Bu durumun, yamyamlıkla birlikte, yeni orta çağın dolaylı bir belirtisi olduğunu düşünenlerdeniz. Diğer keskin göstergelerin bazıları da, gönüllü düşen okuryazarlık ve neo-globalist neo-liberalizm tarafından hızla düşürülen emekçi hakları olmakta.


Cuma, Ekim 18, 2013

Kaosist



Anarşist vardı.

Nihilist vardı.

Şimde de kaosist var oldu.

Kaosist oldum ve kaosizmi tanımladım.

Bunu, hem global / ülkesel konjonktür nedeniyle (nesnel açıdan), hem de yarım yüzyılı geçen beyinsel momentim nedeniyle (öznel açıdan) tanımladım.

Nesnel:

1915 gibi 50 devlet vardı. 1960 gibi 100 devlet vardı. 2013’te 200 devlet var. Yani devletler, ‘Conan’ çizgiromanında ifade edildiği üzere, gökteki yıldızlar kadar çoğaldı.

Devlet sayısının artması, tek başına ne kaos, ne de kozmos yaratmıyor.

Duruma ‘kaos x kozmos’ ve ‘devlet x anarşi’ açılarından bakalım o zaman:

Genelde uygar sayılan devletleri hep barbarlar yıkıyor. Ancak, tuhaf bir biçimde barbarlar, yıktıkları uygarlığı (kısmen veya tümüyle)  benimsiyorlar çoğunluk. ‘Germen x Roma’, ‘Roma-Germen, Almanya çizgisi bunun bir kanıtı. Osmanlı’nın Bizans devlet geleneğini devralması, bunun bir göstergesi.

Sonra, devletin yokluğu, sanıldığının tersine, hemen veya hiçbir zaman özgürlük getirmiyor. Olay biraz ‘Hayvan Çiftliği’ öyküsüne benziyor çoğunluk. Alaturka versiyonda, başıbozuklar ve ayaktakımı oyunbozanlık ediyor. Kendi özgürlüklerini, bir Bunuel filmindeki çiftlik sahibesine tecavüz eden lümpenler biçiminde senaryolaştırabiliyorlar hemencecik. (Goya da, bunu başka açıdan resme dökmüştü aynı ülkede ama başka bir zamanda.)

Devletseverler ise, düzensever olarak da nitelenebilir. Toplumsal organizasyonun düzeni bozuldu mu, en başta o uygar devletin vatandaşları olan barbarlar şikayet ediyor gibi.

Ancak benim kaosizmim, tarihsel koşullar veya halihazırdaki gereksinimler nedeniyle değil de, gelecekbilim açısından.

Gelecekbilimi sanatsal açıdan kuran Asimov da, bilimsel açıdan kuran Flechtheim da, ara çözümler aradılar ki bu kaos-kozmos karışımı bir şey oldu. Asimov CIA için, Flechtheim Almanya Sosyal Demokrat Partisi için çalıştı. Biri devletüstü, biri muhalefet = devletaltı bir kurumdu.

Tarihte devletsizlik ara dönemlerde hiç yok. (Tarih öncesi dönemlerde zaten devlet yok.) Yani, bir devleti yıkan birileri, acilen yeni bir devlet kurmuş hep.

Tarih ve toplumbilim, 5 milenyumluk dünya sisteminin gösterdiği üzere bazı limit görüngülere vardı. Bunlardan biri, devletin dertleri olduğu denli, işlevleri de olması. Yani, iktidar seçkinleri kitleyi sömürmek için devleti kurmuş falan değil. Devlet, zamanında kölelere bile haklar tanımış.

Demek ki elimizde 2 uç var:

Devlet tam düzen değil, kaos / anarşi tam düzensizlik değil. Eğer bunu 1-100 arasında derecelendirirsek, reel olarak tarihte 20’nin aşağısına inilmiş veya 80’in üstüne çıkılmış değil. Yani, ikincisi için, Clarke’ın deyimiyle, hiçbir devlet / düzen / sistem, tüm elektronlarını (yani bireylerini / vatandaşlarını) birebir denetleyemez. Epey uğraşmasına karşın TC, beni ve beynimi öldüremedi örneğin.

Artı şerh: Zaman serisi olarak değişmesi de şerh olarak ek olmak üzere, işin tuhafı bazan diyelim % 30, % 50’dan daha çok düzen demek olabilmiş. Yani, devletin tayf ışımaları süreksiz ve kimse de bu açıdan tarihe bakıp onu henüz haritalamış değli. Dolayısıyla, hafiften ayaz ve sapa sulara açılabiliriz yeniden, nasıl olsa bilindik tüm devlet sistemlerini tükettik sayılır şimdiden.

Yani, anlayacağınız bendeniz, bir de şu % 20’nin altını görebilsek diyorum. Nasıl olsa, tarih dediğin bir deney, bendeniz de onun gönüllü kobayı.

Bunun olabilirliği şu açıdan mümkün gelecekte: Dünya devletçileri ile uzay devletçileri arasındaki uygar-barbar çatışması, bilindik çatışmaları nicel ve nitel olarak aşacak gibi... Bendeniz de, düzensel % 20’nin aşağısı kaos olsa bile, uzay devletinin % 10’una razıyım şimdiden.

Dipnot 1: Kaosist sistemimsiler olarak, geçmişte ‘no man’s land’ler mevcut: Yıl 800 küsurda Abbasiler-Bizans arasındaki Anadolu’daki 2 vilayetlik (Malatya-Kayseri gibi) böyle bir bölge bunun imidir. Bildiğim kadarıyla, tariçilik açısından bunu çalışan yok ama buna en yakın konu fetret devirleri (Şeyh Bedreddin’in böyle bir dönemde ortaya çıkması raslantı değil bence).

Dipnot 2: Öznel kaosizm, başka bir metnin konusu olsun ve şimdilerde yazılamayabilir. Delilik dozumu zararlı noktaya çekebilir çünkü. Ya da: Beyinsel yalpanın bir noktadan sonrası, epeyi beyni yaşamın yörüngesinin dışına atmış geçmişte.